Haberler
Ana Sayfa / Dini Bilgiler / TÖVBEKARIN SAYFASI….

TÖVBEKARIN SAYFASI….

Allahü teala cümlemizden razı olsun İnşallahü teala.Aynen öyle kum saati ters çevirilmiş alta düşen son kum tanesiyle zaman dolacak.Bundan önce gaflet pamuğunu kulağımızdan çıkarıp silkelenmemiz lazım.Estağfirullah din konusunda bizim gibilerin görüşünün ne kıymeti olur.Riyazet demek istediyseniz İslam alimleri buyuruyor ki;

Nefs, kötü isteklerden [dinin yasakladığı şeylerden] kurtarılınca, kalb temizlenir.
Kalbi temizlemek için riyazet ve mücahede gerekir. Riyazet, nefsin arzularını yapmamaktır. Nefsimiz, haramları, mekruhları arzu eder. Bunlardan kaçmak gerekir. Mücahede, nefsin istemediği şeyleri yapmak demektir. Nefsimiz, iyilik ve ibadet yapmak istemez. İyilik ve ibadet ederek kalbi temizlemelidir!

Nefsin istediği her şey, sonsuz ahiret nimetleri yanında kıymetsizdir. Ahiret nimetleri altın ise, dünya menfaatleri teneke bile değildir. Bu geçici basit menfaatler, sonsuz nimetlerle mukayese bile kabul etmez.

İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Allahü teâlânın emirlerini yapmamak kalbin bozuk olmasındandır. Kalbin bozuk olması, dine tam inanmamaktır. İmanın alameti, dinin emirlerini seve seve yapmaktır. [Namaz kılmayıp günah işleyenin, (Benim kalbim temiz, sen kalbe bak) demesinin çok yanlış olduğu buradan da anlaşılır.]

Kalb, sevgi yeridir. Sevgi bulunmayan kalb ölmüş demektir. Kalbde, ya dünya sevgisi veya Allah sevgisi bulunur. Allah’ı anarak, ibadet yaparak, kalbden dünya sevgisi çıkarılınca, kalb temiz olur. Bu temiz kalbe, Allah sevgisi, kendiliğinden dolar. Günah işleyince, kalb kararır, hastalanır, dünya sevgisi yerleşir ve Allah sevgisi gider. Kalbin bu hali, bir şişeye benzer. Su doldurunca, havası çıkar. Suyu boşaltınca, hava kendiliğinden dolar.

  • 2009.12.02 23:24

    HIZIR ALEYHİSSELAM NEDEN Ab-ı Hayat suyunu İÇTİ

    Hızır aleyhisselamı hepimiz biliriz ( gerçek adı belya dır)O nun Abı hayat suyundan içtiğini ve kıyamete kadar ALLAH yolunda hizmet edeceğinide peki neden içti Abı Hayat suyunu hiç merak ettiniz mi Hızır Aleyhisselam bir gün gökyüzüne derin derin bakar öyle derin bakar ki ARŞ_I ALAda yazılı olan FATİHA suresini görür Fatiha suresine aşık olur ALLAH a yalvarır Ne olur YARABBİ bu sureyi bana indir Fakat ALLAH şöyle der
    —Ben bu sureyi Alemlere rahmet olarak göndereceğim Hz Muhammed (s a v) indireceğim
    Tabi Hızır Aleyhisselam bunu duyunca ALLAH a tekrar yalvarır
    —YABBİ ne olur beni Hz Muhammede (s a v) ümmet olarak ulaştır der ve duası kabul olur
    Bilindiği gibi Hızır Aleyhisselam Peygamberimizden (s a v) binlerce yıl önce doğmuştur Fakat Peygamberimizi (s a v) görmek ve O na ümmet olmak için ALLAH a yalvarır duası kabul olur ve ölümsüzlük (Abı Hayat) suyundan içer Peygamberimiz (s a v) Hızır Aleyhisselamla sohbet ettiği kaynaklarda vardır Halen belki aramızda ALLAH için kıyamete kadar hizmet edecektir
    Düşünün Hızır Aleyhisselam Peygamberimizden (s a v) binlerce yıl önce Peygamberimize (s a v) ümmet olabilmek için ALLAH a yalvarmış Peygamberimize (s a v) ümmet olmak işte bu kadar önemli biz ise Peygamberimizin (s a v) Ümmeti olarak dünyaya gelmişiz bu nimetin kıymetini biliyomuyuz Bunun için Şükür ediyomuyuz
    ALLAH IM BİZİ MÜSLÜMAN OLARAK YARATTIĞIN VE PEYGAMBERİMİZİN (S A V) ÜMMETİ OLARAK YARATTIĞIN İÇİN SANA SONSUZ KERE ŞÜKÜRLER OLSUN…

  • 2009.12.02 23:19

    Ya Ali, beş şeyi yapmadan uyuma…
    Resul-i Ekrem’in (s.a.a) Hz. Ali’ye (a.s) hitaben şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

    “Ya Ali, beş şeyi yapmadan uyuma: Bütün Kur’an’ı hatmetmeden, dört bin dirhem sadaka vermeden, Ka’be’yi ziyaret etmeden, cennetteki yerini korumaya almadan ve düşmanlarını razı etmeden…”

    Hz. Ali (a.s), “Ya Resulallah bu nasıl olur?” diye sorduğunda şöyle buyurdu: “Bilmiyor musun ki eğer “İHLAS” suresini üç defa okursan, Kur’an’ın hepsini okumuş gibi olursun.

    Eğer Fatiha suresini dört defa okursan, dört bin dirhem sadaka vermiş gibi olursun.

    Eğer “La İlahe İllallahu vahdehu la şerike lehu, lehu’l-mulku ve lehu’l-hamdu, yuhyi ve yumitu ve huve ala kulli şey’in qadir” (Allah’tan gayri ilah yoktur, tektir ve ortağı yoktur; mülk sadece onundur ve hamd sadece ona aittir; diriltir ve öldürür ve o her şeye kadirdir) duasını on defa okursan, Ka’be’yi ziyaret etmiş gibi olursun.

    Eğer “La havle vela quvvete illa billahi’l-Aliyyi’l-azim” (Yüce ve azametli Allah’a dayanmayan güç ve kuvvet yoktur) duasını on defa okursan, cennetteki yerini korumuş olursun.

    Eğer “Esteğfirullahe’l-Azime’l-llezi la ilahe illa Huve’l-Hayyü’l-Kayyumu ve etubu ileyhi” (Yüce Allah’tan mağfiret diliyorum; o ki ondan başka ilah yoktur; diridir, yaratıkları ayakta tutandır ve ben ona tevbe ediyorum) duasını on defa okursan, düşmanlarını razı etmiş olursun…

  • 2009.12.02 23:14

    İmam-ı Rabbani Hazretlerinden İnciler – 129

    Fırsatı elden kaçırmayınız. Geçici olan şânlar, şerefler sizi aldatmasın. Dünya lezzetleri, hakîkî lezzetlerden mahrum etmesin. Fârisî beyt tercümesi:

    Sana söyliyeceğim hep şudur:
    Çocuksun, yol ise korkuludur.

    Allahü teâlâ, bir kulunu gençlikte tevbe etmeye kavuşturursa ve bu tevbesini bozmaktan korursa, ne büyük nîmet olur. Diyebilirim ki, bütün dünya nîmetleri ve lezzetleri, bu nîmetin yanında, büyük deniz yanındaki bir damla su gibidir. Çünkü bu nîmet, insanı Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşturur. Bu ise, dünya ve âhıret nîmetlerinin hepsinin üstündedir. İmrân sûresinin onbeşinci ve Tevbe sûresinin yetmişüçüncü âyetinde meâlen, (Allahü teâlânın râzı olması nîmeti daha büyüktür) buyuruldu.

    Doğru yolda olanlara ve Muhammed Mustafâya “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmâtü etemmühâ ve ekmelühâ” uymakla şereflenenlere selâm olsun!

    Müjdeci Mektublar – 146

  • 2009.12.02 23:12

    İbâdetlerden zevk duymak ve bunların yapılması güç gelmemek, Allahü teâlânın en büyük ni’metlerindendir. Hele namâzın tadını duymak, nihâyete yetişmiyenlere nasîb olmaz. Hele farz namâzların tadını almak, ancak onlara mahsûsdur. Çünki, nihâyete yaklaşanlara, nâfile namâzların tadını tatdırırlar. Nihâyetde ise, yalnız farz namâzların tadı duyulur. Nâfile namâzlar, zevksiz olup, farzların kılınması büyük kâr, kazanc bilinir.

    Fârisî mısra’ tercemesi:
    Bu iş, büyük ni’metdir. Acabâ kime verirler?

    [(Nâfile nemâz), farz ve vâcibden ziyâde, başka namâzlar demekdir. Beş vakt namâzın sünnetleri ve diğer vâcib olmayan namâzlar, hep nâfiledir. Müekked olan ve olmıyan, bütün sünnetler nâfiledir. (Dürr-ül-muhtâr) ve (İbni Âbidîn), (Halebî) ve sâire]. Namâzların hepsinde hâsıl olan lezzetden, nefse bir pay yokdur. İnsan bu tadı duyarken, nefsi inlemekde, feryâd etmekdedir. Yâ Rabbî! Bu, ne büyük bir rütbedir!

    Arabî mısra’ tercemesi:
    Ni’mete kavuşanlara âfiyet olsun!

    Bizim gibi, rûhları hasta olanların, bu sözleri duyması da, büyük bir ni’metdir ve hakîkî se’âdetdir.

    Fârisî mısra’ tercemesi:
    Bâri kalbimize bir tesellî olsun.

    İyi biliniz ki, dünyâda namâzın rütbesi, derecesi, âhıretde, Allahü teâlâyı görmenin yüksekliği gibidir. Dünyâda insanın Allahü teâlâya en yakın bulunduğu zamân, namâz kıldığı zamândır. Âhıretde en yakın olduğu da (Rü’yet), ya’nî Allahü teâlâyı gördüğü zamândır. Dünyâdaki bütün ibâdetler, insanı namâz kılabilecek bir hâle getirmek içindir. Asıl maksad, namâz kılmakdır. Se’âdet-i ebediyyeye ve sonsuz ni’metlere kavuşmanızı dilerim.

    İnsan beşer, durmaz şaşar,
    Eyler hatâ, üçer beşer.
    Düz ovada yürür iken,
    Ayağı sürter, düşer!

    *Dilini muhafaza et, seni sokmasın. Çünkü o, büyük bir yılandır.
    * Allahü teâlâ rızka kefildir ama imana kefil değildir.

  • 2009.12.02 23:05

    Allahü teâlâ, sizi, beğendiği işleri yapmaya kavuştursun! İnsana önce îtikatını, îmanını düzeltmek lâzımdır. Bundan sonra, sâlih, yarar işleri yapmak lâzımdır. İbâdetlerin hepsini kendinde toplayan ve insanı Allahü teâlâya en çok yaklaştıran yarar şey, namazdır. Peygamberimiz “aleyhissalâtü vesselâm”, (Namaz dînin direğidir. Namaz kılan kimse, dînini kuvvetlendirir. Namaz kılmayan, elbette dînini yıkar) buyurdu. Namazı doğru dürüst kılmakla şereflenen bir kimse, çirkin kötü şeyler yapmaktan korunmuş olur. Ankebût sûresinin kırkbeşinci âyetinde meâlen, (Doğru kılınan namaz, insanı fahşâdan ve münkerden herhâlde uzaklaştırır) buyuruldu. İnsanı kötülüklerden uzaklaştırmayan bir namaz, doğru namaz değildir. Görünüşte namazdır. Bununla berâber, doğrusunu yapıncaya kadar, görünüşü yapmayı elden bırakmamalıdır. Büyüklerimiz, (Bir şeyin hepsi yapılamazsa, hepsini de elden kaçırmamalıdır) buyurdu. Sonsuz ihsân sahibi olan Rabbimiz, görünüşü hakîkat olarak kabûl edebilir. [Böyle bozuk namaz kılacağına, hiç kılma dememelidir. Böyle bozuk kılacağına doğru kıl demelidir. Bu inceliği iyi anlamalıdır.]

    Namazları cemaat ile ve huşû’ ve hudû’ ile kılmalıdır. Çünkü, insanı dünyada ve âhırette felaketlerden, sıkıntılardan kurtaracak ancak namazdır. Mü’minûn sûresi başındaki âyet-i kerimede meâlen, (Müminler herhâlde kurtulacaktır. Onlar, namazlarını huşû’ ile kılanlardır) buyuruldu.

  • 2009.12.02 23:02

    Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmın getirdiği parlak dîne uymak ve bu doğru yolda ilerlemek, böylece rızasına, sevgisine kavuşmak nasip eylesin! Çünkü, Allahü teâlâ, bütün ismlerinin ve sıfatlarının kemâllerini, üstünlüklerini, en sevgili kulu ve resûlü olan Muhammed aleyhisselâmda toplamıştır. Bütün bu üstünlükler, kula yakışacak şekilde Onda görünmektedir. Ona indirilmiş olan kitap, yâni Kur’an-ı kerim, bütün Peygamberlere “aleyhimüsselâm” indirilmiş olan kitapların hepsinin hulâsasıdır. Hepsinde bildirilmiş olanlar, bunda da vardır. Bu büyük Peygambere “aleyhisselâtü vesselâm” verilmiş olan din de, geçmiş dinlerin hepsinin süzülmüş kaymağı gibidir. Hak olan, doğru olan bu dînin bildirdiği her iş, geçmiş dinlerde bildirilen amellerden, işlerden seçilmiş, alınmıştır. Ayrıca meleklerin işlerinden de seçilmiş alınmış bulunmaktadır. Meselâ, meleklerden bir kısmına rükü’ etmek emrolunmuştur. Birçoklarına secde etmek, başka meleklere de kıyâm, yâni ayakta ibâdet etmeleri emredilmiştir. Bunun gibi, geçmiş ümmetlerden bazısına yalnız sabah namazı emredilmişti. Başkalarına, başka vakitlerin namazı emrolunmuştu. Geçmiş ümmetlerin ve mukarreb meleklerin ibâdetlerinden, amellerinden süzülenleri, seçilenleri, bu dinde emrolundu. Bunun için, bu dîni tasdik etmek, inanmak ve bu dînin emirlerine uymak, geçmiş bütün dinleri tasdik etmek ve hepsine uymak olur. Demek oluyor ki, bu dîni tasdik edenler, ümmetlerin en hayrlısı, en iyileri olur. Bu dîne inanmayan, beğenmeyen, buna uymak istemeyen de geçmiş dinlerin hepsine inanmamış, hiçbirine uymamış olur. Bunun gibi, insanların en üstünü, iyilerin seçilmişi olan Muhammed aleyhisselâma inanmayan, o büyük Peygambere dil uzatan bir kimse, Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının kemâllerine, üstünlüklerine inanmamış olur. Resûlullaha “aleyhisselâtü vesselâm” inanmak, Onun üstünlüğünü anlamak da, bütün kemâlleri anlamak ve inanmak olur. Demek ki, bu yüce Peygambere inanmayan, Onun getirdiği dîni beğenmeyen kimse, ümmetlerin, insanların en kötüsü, en aşağısıdır.

    Fârisî iki beyt tercümesi:

    Arabistânda doğan, Muhammed (aleyhisselâm),
    Dünya ve âhiretin efendisi Odur hemân!

    Toprak altında kalsın, ezilsin, batsın her zaman,
    Onun kapısında toz, toprak olmak istemeyen!

  • 2009.12.02 22:59

    Allahü teâlânın sevgili Peygamberine ayak uydurmayan bir kimse, felaketlerden kurtulamaz. Birkaç günlük dünya hayatını, Hak teâlânın râzı olduğu şeyleri yapmakla geçirmelidir. Bir kimsenin işlerinden, onun sahibi râzı olmazsa, onun yaşaması nasıl olur? Hak teâlâ, onun büyük, küçük her yaptığını bilmekte ve görmektedir. Hazırdır ve nâzırdır. Utanmak lâzımdır. Eğer bir kimsenin onun çirkin ve kötü işlerini gördüğünü anlasa, onun gördüğü yerde bozuk birşey yapmaz. Ayblarını, kusurlarını onun gördüğünü istemez. Müslümanlara ne oldu ki, Hak teâlânın hazır olduğunu bilerek, Onun beğenmediği şeyleri yapmaktan sıkılmıyorlar? Bu nasıl müslümanlıktır? Hak teâlâya, kendi kusurlarını gören bir kimse kadar kıymet vermiyorlar. Nefslerimizin kötülüklerinden ve işlerimizin bozuk olmasından Allahü teâlâya sığınırız. Hadis-i şerifte, (Lâ ilâhe illallah diyerek îmanınızı tâzeleyiniz!)(Sonra yaparım diyenler helâk oldu) buyuruldu. Yâni, iyi işleri geciktirenler, bu günün işini yarına bırakanlar aldandı, ziyân etti. Boş zamanı kıymetlendirmelidir. Bu zamanlarda, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmalıdır. Tevbe yapabilmek, Hak teâlânın büyük nîmetlerinden biridir. Hak teâlâdan, her ân bu nîmeti istemelidir. İslâmiyeti iyi bilen ve hakîkat âleminden haberi olan Allah adamlarından yardım beklemeli, bunlardan imdâd istemelidir. Böylece, Hak teâlânın lütfuna kavuşarak, Onun mukaddes tarafına çekilir. Ona karşı baş kaldıramaz olur. İslâmiyetten kıl ucu kadar ayrılık bulundukça, kendini tehlikede bilmelidir. Bu ayrılıkların, uygunsuzlukların hepsini yok etmelidir. Fârisî beyt tercümesi:

    Kurtulurum sanma sakın, ey Sâdî hoca!
    Muhammed aleyhisselâma uymadıkca.

  • 2009.11.01 05:37  edit

    Aklı olan kimse nefsine demelidir ki: “Benim sermâyem yalnız ömrümdür. Başka bir şeyim yoktur. Bu sermâye o kadar kıymetlidir ki verilen her nefes artık hiçbir şekilde ele geçmez. Nefesler sayılıdır ve azalmaktadır.” O halde nefeslerini iyi değerlendir ve bu fânî dünyaya yarın ölecekmiş gibi nazar et. Bütün azâlarını haramdan koru ve takvâya sarıl.

    Allah’ım! Ömrümüzü saadetle sona erdir. Rıza-yı ilâhiyyene ve Cemâlullâha nâiliyet nasib eyle! Sabah-akşam bizi afiyetten ayırma! Takvâyı bize azık kıl tevekkül ve güvenimizi sana yönelt! Bizi hak yolda sabit kıl! İbâdete lâyık ancak Sen’sin. Sen’i noksan sıfatlardan tenzîh ederim. Sana lâyıkıyla kulluk edemediğim için zalimlerden oldum.

    Hamd alemlerin Rabbi Allahu Teâlâ’ya; salât ü selâm Fahr-i Cihan Efendimiz Muhammed Mustafa’ya olsun!

  • 2009.11.01 05:32  edit

    Bir Üniversite Talebesine Nasihatleri

    1. ALLAH yolunda ol, dosdoğru ol, verdiğin sözün eri ol.
    Evladım, ağzın laf ediyorsa dilinle doğru ol, sözünle doğru ol. Sana inanan kişilere karşı sözünden cayma. Eğer sözünü tutarsan “söz” olur ve seni cennete götürür, tutmazsan “köz” olur.
    Elinle doğru ol. Kolunu, muzırda değil yardım işinde kullan. Tartıyla iş yapıyorsan terazinde, ölçüyle iş yapıyorsan metrende ve litrende doğru ol. Doğrunun doğruluğu bütün sülalesine akseder, hepsini hayra götürür.

    2. İnsanları sev ve kimseyi kendinden alçak görme. Tevazu sahibi ol, zira en halis ziynet alçakgönüllülüktür. Mütevazi olan kimse, en güzel ziyneti takınmıştır.
    Kimseyi kendinden aşağı görme. Hayatta haset etmeden say, kıskanmadan sev. Bazı insanlar, başkasındakini istemez. Öyle olma. Gıpta et, fakat haset etme. Zira ALLAH’ın huzuruna fesatla çıkılmaz.
    Memur olduğun zaman, sana gelen vatandaşlara sakın yüksekten bakma, yanına geleni ayakta bekletme. Yanında, daima bir sandalye bulundur ve oturtuver. Biraz dinlendirdikten sonra halini sor, işini hallet. Sakın ha “bugün git yarın gel” deme! İşini, o gün bitir. Eğer öyle yapmazsan on parmağım yakanda olacaktır.
    Eğer memursan ve başında müdürün varsa, haset etmeden say, kıskanmadan sev.
    İnsanlar muhteliftir. Bazısı daha kabiliyetli, bazısı daha yakışıklıdır. “Ben niye onun yerinde olmayayım” deme, elindekinden de olursun. “ALLAH bana bir verirse, arkadaşıma, komşuma iki versin” diye düşünürsen, seninki üç olur. Eğer arkadaşın veya komşun böyle düşünmüyorsa, onunki ikide kalır.
    Senden daha iyi hizmet edecek olan varsa, makamını ona ver. İşte vatanperverlik budur.

    3. Çalışkan ol, üretici ol. Zira Peygamber Efendimiz “Çalışmak ibadettir” buyuruyor. Evladım, alınteri olmadan hiçbirşeyin kıymeti bilinmez. Tarlanı ek, mahsülünü al, komşuna ver, ağaç dik… Sadaka-i cariye, iyi evlat yetiştirmek, ilmi eser bırakmak ve ağaç dikmektir ki, ağaç dikmek en efdalidir. Bunun için biz, heykel dikmeyeceğiz, yeşil ağaç, yeşil âbide dikeceğiz.
    Bir dut ağacı 400 sene, ceviz ağacı 700 sene, kestane ağacı 900 sene, çınar ağacı 1500 sene yaşar. Ihlamur ağacı dik, çiçeği şifalıdır.
    Bursa’da Osman Gazi’nin ve Orhan Gazi’nin diktiği bin senelik çınarlar var. Ben bekarken, her sene bir ağaç dikerdim. Şimdi evliyim ve yengen için de her sene bir ağaç dikiyorum.
    Ben reklam sevmiyorum, kendini methetmek gibi oluyor. Bu yüzden herkese söylemedim, fakat sen bil. Benim Fatih ve Bazayıt Camii yanında birer tane çınar ağacım var.

    4. Bildiğini öğret, temiz ol ve temizliğinle örnek ol. Münevver kişi, münevvir kişi demektir. Öyleleri var ki, üç fakülte bitirir de, hasedinden, kıskançlığından (dolayı) hiçbirşey öğretmez. Gerçek münevver, bildiğini yapan ve öğreten kişidir.
    Temizlik, ibadettir ve imanın yarısıdır. Eğer sokakta birisi hata yapmışsa (yola pislik yapmışsa) sen, onu ayağının ucu ile örtüver…

    5. Günde en az iki kişiye iyilik et, gönlünü al. Çünkü cennetin yolu, gönül almaktan geçer. Gönül almak, Cennetin Firdevs kapısını açmaktır. Bu beş maddenin en kolayı, fakat en “içten geleni” de budur. Bir gönül kazanmak, 40 vakit namaza bedeldir. Bir gönül kırmak ise, 40 vakit namazın sevabını kaybettirir. Ben sabahları kalkarken, “Ey ALLAH’ım, bana, bugün bir kişiye iyilik yapmak nasip eyle” diye dua ederim. Evden çıktığında veya eve dönerken karşından gelen ilk kişiye selam ver. Onun vermesini beklersen olmaz, evvela sen ver. İşte o zaman, o da sana karşılığını verecektir. Veren el, alan elden, sunan gönül, alan gönülden azizdir…

  • 2009.11.01 05:28  edit

    Nasihatler..
    21 08 2009

    Evliya Çelebi, Seyahatnâme’sinde babası Derviş Mehmet Zılli’nin öğütlerini naklederek gelecek nesillere şunları söylüyor:

    Ey oğul!

    – Helâl olanı ye, Besmelesiz asla yemek yeme!

    – Haram ve yasak edilen şeylere yaklaşma!

    – İyi adını kötüye çıkaracak davranışlarda bulunma!

    – Sırrını sakla!

    – Kötü ile arkadaş olma, pişman olursun!

    – Daima hedefin ileri olsun, geriye takılıp kalma!

    – Kimsenin hakkına göz dikme!

    – Sana ait olmayan bir şeye el uzatma!

    – İki kişi konuşurken gizlice dinleme!

    – Haline şükret, ekmek ve tuz hakkını gözet!

    – Davetsiz bir yere gitme, gidersen emin olduğun yere git!

    – Evden eve söz taşıma, komşularınla iyi geçin!

    – Güzel ahlâklı ol!

    – Herkesle iyi geçin!

    – Güler yüzlü ve tatlı sözlü ol!

    – İnatçı ve kötü sözlü olma!

    – İhtiyarlara hürmet et, senden büyüklerin önünden yürüme!

    – Kanaatkâr ol, çünkü kanaat tükenmez bir hazinedir!

    – Cimri olma, elin ve evin yoksullara açık olsun!

    – Elindeki imkânları israf etme!

    – Daima temiz ol, her an abdestli bulunmaya çalış!

    – Tanıştığın kimselerden bir şey isteme, yoksa itibarını kaybedersin!

    – Namazını terk etme, ilim ve erdemle meşgul ol!

  • 2009.11.01 05:23  edit

    Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın…”

  • 2009.11.01 05:21  edit

    HALİFE HZ. ÖMER (R.A.)’DEN NASİHATLER

    1. Sana kötülük yapan kimseyi ona iyilik yaparak cezâlandır.

    2. Hakîkatı anlayana kadar din kardeşinin davranışını iyiye yor.

    3. Müslüman kardeşinin ağzından çıkan bir lakırdıyı iyiye yorman mümkün oldukça kötüye yorma.

    4. Kendini töhmet altında bırakacak işlere mübâşeret eden, kendisi hakkında kötü düşünenleri kınamasın.

    5. Sırrını gizleyen murâdına erer.

    6. Sâdık arkadaşlar edin, gölgelerinde yaşarsın. Çünkü sâdık dostlar, huzurlu anlarda süs, sıkıntılı demlerde silahtır.

    7. Seni ölüme götürse de doğruluktan ayrılma.

    8. Seni ilgilendirmeyen işe karışma.

    9. Henüz vukû’ bulmamış şeylerden sorma.

    10. İhtiyâcını, onu gidermeni istemeyenlere iletme.

    11. Yalan yere yemîni hafîfe alma, Allah seni helâk eder.

    12. Kötülüklerini öğrenmek düşüncesiyle de olsa fâcirlerle arkadaş olma.

    13. Düşmanlarından uzak dur.

    14. Güvenmediğin dostlarından sakın. Güvenilir kimse de Allah’tan korkandır.

    15. Mezarlıklarda derin saygı içinde ol.

    16. Tâat ânında kendini zavallı gör.

    17. Günah işlemek istersen sonunu düşün.

    18. Herhangi bir işinde, Allah’tan korkanlarla istişâre et. Zîrâ Allah: Meâlen “Allah’tan, kulları arasında yalnız âlimler korkar,” buyurur.

  • tövbekar
    2009.11.01 01:41  edit

    Manevî Yönü…

    Süleymân Hilmi Tunahan’ın tasavvufî yönüyle ilgili olarak, dâmâdı ve bağlısı Kemâl Kacar tarafından Necip Fâzıl Kısakürek’e verdiği notlardan:

    “Süleymân Efendinin bâtın ilmine yâni tasavvuftaki mânevî cephesine gelince, şüphesiz bu husus ehline mâlumdur. Zâhirî akıl ve zekâ ile idrâki mümkün olamaz. Öyle ki, bir insan müslüman olabilir, tahsilli ve akıllı olabilir. Hattâ iç hayâtı münkir olamaz da yine tasavvuf ve irşâda ehil bir zât ile karşılaştığı halde, o zât ilâhî irâdeyle kendisini ona bildirmezse, dünyâlar bir araya gelse onun feyzlerinden haberdâr olamazlar. Bizim ise kendisinin mânevî cephesi üzerinde zerrece tereddüdümüz yoktur. Biz bu noktayı ilmelyakîn biliyoruz. Kendisinin tasarrufunu ve rûh melekeleri üzerindeki tesirini öz rûhumuzda ve vücûdumuzda hissetmiş, enfüsî ve kevnî kerâmetlerinin üstün irşâd hârikalarını fiil hâlinde ve hakkıyla müşâhede etmiş bulunuyoruz. Allah’ın bu husustaki inâyet ve lütfuna mazhar olduğumuza, kendilerinin kâmil ve mükemmel mürşid olduğuna Silsile-i sâdâd (Büyükler zinciri) kolundan otuz ikinci ferdi Selâhüddîn ibni Mevlânâ Sirâcüddîn hazretlerinin cismânî nisbet, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin de rûhânî nisbetle vârisleri bulunduğuna îmânımız tamdır. Kendisinin bu cephesini anlamayanların, hiç olmazsa aksini iddiâ etmemelerini ve kendisinde bir mürşid hâli görmediklerini söylemekten çekinmelerini, dünyâ ve âhiret yıkımına uğramamaları bakımından tavsiye ederiz.”

  • tövbekar
    2009.10.27 21:59  edit

    Alimlerden birine soruldu ki. «kul, tevbe ettigi zaman tevbesinin kabul edilip edilmedigini bilebilir mi?»
    Alim bu soruya su cevabi verdi: «Bu konuda kimse kesin bir hükme varamaz, fakat tevbenin kabul edilip edil­medigine isaret eden bazi alâmetler vardir. Baslicalari söyle siralanabilir:
    1 — Kulun kendisini günahtan uzak hissetmesi gerekir.
    2 — Kalbinden sevincin silindigini, her baktigi yerde Allah (C.C.)’in varligini hissetmesi gerekir.
    3 — Günahkârlardan uzak durarak iyilik isleyenlere yakinlik duymasi gerekir.
    4 — Dünya kazancinin azmi cok, ahiret amelinin çogunu az görmesi gerekir.
    5 — Kalbini devamli olarak Allah (C.C.)’in farz kildigi ibadetler ile ilgili görmelidir.
    6 — Az konusmasi, araliksiz bir düsünce hali yasamasi, daha evvel isledigi günahlardan dolayi devamli oiarak üzgün ve pisman görünmesi gerekir
    güzel bir site fotoraflarda suan aramizdan ayrilanlari gördüm rabbim rahmetinden mahrum eylemesin …

  • Diğer Haberlerden

    KADİR GECESİ……………

    05 EYLÜL 2010 PAZAR RAMAZANIN 27. GECESİ VE 09 EYLÜL PERŞEMBE RAMAZAN BAYRAMI. 10 EYLÜL …

    649 Yorum

    1. Kanser Düşmanı Meyve
      En çok Ramazan ayında tüketilen hurma bağırsakları daha hızlı hareket ettirerek kilo vermeyi sağlıyor, ayrıca kansere karşı birebir… Hurma, iştah kesip tok tuttuyor, hafıza kaybını önlüyor, gece körlüğüne iyi geliyor. İşte her derde deva meyve…
      Beslenme ve Diyet Uzmanı Güzide Arslan, AA muhabirine yaptığı açıklamada, hurmanın meyveler arasında en yüksek kaloriyle şeker oranına sahip olduğunu ve bol miktarda protein, karbonhidrat, selüloz, fosfor, kalsiyum gibi vitamin içerdiğini söyledi.
      Hurmanın içeriğinde yüzde 20 oranında da su bulunduğunu ve lifli yapısının da bağırsakları rahatlattığını ifade eden Arslan, ”Ayrıca bağırsakları hareket ettirip kabızlığı gidererek gıdaların emilim süresini azaltan hurma, kilo verilmesini sağlıyor. Sabah, öğlen ve akşam yemeğinden bir saat önce iki-üç hurma yenilerek yapılan diyetin iştah kesip tok tuttuğu ve bağırsak hareketlerini hızlandırarak daha hızlı kilo verdirdiği gözlemlenmiştir” diye konuştu.
      Arslan, hurmadaki şeker oranı endeksinin düşük olduğunu hatırlatarak, şunları kaydetti:
      ‘‘Bu da kan şekerinin yavaş yavaş yükselmesi nedeniyle uzun süre tokluk hissi verdiği anlamına geliyor. Ayrıca hurma sindirim sistemini harekete geçirir. Bir bardak suyun içerisine akşam konulan iki hurma, sabah aç karnına yenildiğinde, kabızlık sorununu ortadan kaldırmaktadır. Hurmalar yüksek oranda lifli ve şekerlidir. Bilim adamları, lifli yiyeceklerin müshil etkisi olduğunu düşünüyorlar. Bütün bu etkiler de hurmayı birinci sınıf bir zayıflama aracı haline getiriyor.”
      Hurmanın içerdiği B1 vitaminiyle sinir sisteminin sağlıklı olmasını kolaylaştırdığını vurgulayan Arslan, kabızlık başta olmak üzere, hazımsızlık, sindirim sistemi problemleri, mide bulantısı, iştahsızlık, zayıflık, kalp problemleri ve kansere karşı koruyucu olduğunu söyledi.
      Allah’ın ( c.c.) Hz. Meryem’in doğumunu kolaylaştırmak için sunduğu nimetlerden birinin de hurma olduğunu belirten Arslan, özellikle hamile ve doğum yapan kadınlar için hurmanın faydalarının da bilimsel olarak kanıtlandığının altını çizerek, şöyle devam etti:
      ”Emziren kadınların ise süt miktarını arttıran etkisi vardır. Hurmanın antiseptik, lohusalık yaralarını çabuk iyileştiren ve sütü artıran bir ilaç olduğu belirlenmiştir. Hurmada, hamilelikte kadınların alması gereken bir B vitamini olan folik asit de bulunmaktadır. Folik asit (B9), vücutta yeni kan hücresi yapımında, vücudun yapı taşı olan aminoasitlerin yapımında ve hücrelerin yenilenmesinde önemli görevler üstlenen bir vitamindir.“
      “Bu yüzden hamilelikte folik asit ihtiyacı belirgin şekilde artar ve günlük ihtiyaç iki katına çıkar. Özellikle hücre bölünmesinde ve hücrenin genetik yapısının oluşmasında önemli rol oynayan folik asit, hamilelik sırasında gereksinimi iki katına çıkan tek maddedir. Hurma da, folik asit açısından çok zengin bir besin türüdür.”
      Hurmanın antioksidan özelliğine sahip olduğu ifade eden Arslan, antioksidanların kanser, damar tıkanıklığı ve yaşlanmanın önlenmesinde faydalı olduğu belirtti.
      Arslan, hurmaların soğukta muhafazasında antioksidanların yoğunluğunun arttığını kaydederek, şu açıklamalarda bulundu:
      ”Hücre yaşlanmasında koruyucu etkisi vardır. Gençlik iksiri olarak değerlendirilebilen hurmanın bu özelliğiyle antioksidan etki göstermektedir. Ayrıca hurmanın içeriğindeki demir, kırmızı kan hücrelerinde bulunan hemoglobin sentezini kontrol eder. Kısaca günde 15 hurma yiyerek vücudunuzun demir ihtiyacını karşılayabilirsiniz.”
      “İçerisinde A vitaminini de bulunduran hurma, hafıza kaybını önlüyor. Zengin A vitamini içeriğinden dolayı düzenli tüketildiğinde göz sağlığını korurken, özellikle gece körlüğünü iyileştirici özellik göstermektedir.”

    2. Âhirzamanda Vaaz Fayda Vermez Olur
      Emri bilma’rûf ve nehyi ani’l-münker (iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama işi ve ibâdeti) ebediyyen (insanlardan) sakıt olmaz.
      Lakin âhir zamanda vaaz ve sakındırma işi insanlara fayda vermez. Çünkü o gün kalbler, şiddetli bir şekilde katılaşır ve nefisler, ancak dünya lezzetlerine merak salar. (İnsanların ilgisini ancak dünya ve dünya lezzetleri çeker.)
      Hikâye (Allah’ın İsmine saygı)
      Rivayet olundu:
      Yahudînin biri, Harun Reşîd, ordusuyla seyr halindeyken ona şöyle seslendi:
      -”(Ey Harun Reşid!) Aliâh’dan kork!”
      Bunun üzerine Harun Reşid atndan indi. Onun atından in¬mesi üzerine bütün askeri, Allâh-ü Teâlâ Hazretleri’nin ismine ta’zîm (saygı) için atlarından indiler.
      En Büyük Günah
      En büyük günahlardan biri de, bir kişinin (Müslüman) kardeşine:
      -”Allâh’dan kork!” dediği zaman, karşı tarafın ona cevâb olarak:
      -”Sen önce kendi nefsine bak! Sen mi bunu bana emrediyorsun!” demesidir.
      Yolun en doğru ve iyisine başarı ve vaaz Allâh-ü Teâlâ hazretlerindendir.

      Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu’l-Beyan Tefsiri: 3/361.

    3. HATÎCETÜ’L-KÜBRÂ VÂLİDEMİZ
      Hatîcetü’l-Kübrâ (r.anhâ) vâlidemizin babası Kureyş’in ileri gelenlerinden Huveylid bin Esed’dir. Annesi ise Fâtıma binti Zâidetü’l-Esmed’dir. Peygamber Efendimiz aleyhisselam henüz yirmibeş yaşında idi. Hazret-i Hatîce de kırk yaşını geçmişti. Pek yüksek bir ruha mâlik, pek şerefli bir hânedâna mensup olan Hz. Hatîce, Peygamber Efendimizin muhterem refikası olmaya her cihetten lâyık idi.
      Fahr-i kâinât Efendimiz (s.a.v.) bu hususu en evvel Hz. Hamza’ya söylemişler ve o da Hz. Hatîce’nin pederlerine mürâcaat etmiş sonra Hz. Hatîce’nin hânesinde nikâh meclisinde Ebû Tâlib de hâzır bulunmuşlar idi.
      Nebiyy-i Zîşân Efendimiz (s.a.v.), Hz. Hatîce ile evlenmiş, o mübarek validemizi ilk refikası olmak şerefine mazhar buyurmuştur. Resûlullah’ın (s.a.v.) peygamberliğinin onuncu senesi Ebû Tâlib vefât etti. Ondan üç gün sonra Hz. Hadîce (r.anhâ) da dünyâdan göçtü. Bunların vefatları Resûl-i Ekrem Efendimiz’i çok mahzun bırakmıştı.
      Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Hz. Hatice’den çok memnun idi. O hayatta iken onun üzerine başkasıyla evlenmemişti. Onun hakkında: “… Bana ondan daha hayırlı bir zevce nasîp olmadı. Beni kimsenin tasdik etmediği bir zamanda o tasdik etti, benden herkes malını esirgerken o mallarını bana cömertçe verdi, benim dünyâda bir dostum vardı, o Hatîce idi.” buyurmuştur.
      Peygamber Efendimizin (s.a.v.) Hz. Mâriye’den doğan İbrahim adındaki muhterem oğlundan başka bütün erkek ve kız evlâdı Hatîcetü’l-Kübrâ Hazretleri’nden dünyâya gelmiştir. Evvelce Kasım adındaki mübarek oğlu doğmuş, sonra da Abdullah adındaki muhterem oğlu ile Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Fâtımâtü’z-Zehrâ adındaki kızları dünyâya gelmiştir. Kasım, İbrahim, Abdullah Hazretleri daha çocuk iken vefat etmişlerdir. Resûl-i Ekrem’den sonra yalnız Hz. Fâtımâ kalmış, o da altı ay geçmeden âhirete irtihâl etmiştir

    4. Dinden çıkaran bazı sözler.
      1- İslamiyetin emir ve yasaklarından birini bile hafife almak, Kur’an-ı kerim ile Meleklerle, Peygamberlerle alay etmek.
      2- Din bilgilerine inanmamak, bunları ve din alimlerini, dini kitapları aşağılamak.
      3- Allah-u tealanın buna gücü yetmez demek.
      4- Allah bizi unuttu demek.
      5- Birisi için; Onun hakkından Allah bile gelemez, ben nasıl geleyim? demek.
      6- Cenab-ı Hakka, Allah baba demek.
      7- Her hangi bir şey için; Allah’ın işi kalmadı da bunun gibi şeyler mi yaratıyor, demek.
      8- Harama helal, helala haram demek.
      9- Allah-ü tealaya mekan izafe etmek. Allah yukardadır, göktedir, demek.
      10-Allah bize zulüm ediyor demek.
      11-Bir kimse; Allah falan kuluna bu kadar zenginlik veriyor, bana ise az veriyor. Böyle adalet olur mu? demek.
      12-Kötü insanları görünce. Bunlar zebani gibi insan demek.
      13-Falan kimse Peygamber olsaydı, ben inanmazdım demek.
      14-Büyük ve küçük günah işleyen birine, Tevbe et, denildiğinde, Ne yaptım ki tevbe edeyim demek.
      15-Bir kimseye, Allah bana Cenneti verirse, sensiz istemem demek.
      16-Dinen mübarek olan şeye (Dine, imana, kitaplara, Peygamberlere, mezhebe, Kabe’ye) sövmek.
      17-Kur’an-ı kerimin bir ayetine bile olsa inanmamak veya şüphe etmek.
      18-Kur’an-ı kerimi ve mevlüdü çalgı ile okumak.
      19-İslamiyet bu asra uygun değildir demek.
      20-Dinimizce farz olan bilgileri öğrenmemek, öğrenmeye lüzum görmemek.
      21-Sihrin (büyünün) mutlak tesir edeceğine inanmak. (Allah dilerse tesir eder)
      22-Tenasühe, yani ölen insanın ruhunun başka birine, çocuğa geçeceğine inanmak.
      23-Zalim birine, adil demek.
      24-Haram işleyen birine Güzel yaptın demek.
      25-Yabancı kadına şehvetle bakıp; Güzele bakmak sevaptır demek.
      26-Şarabın azına; Az içersen günah olmaz demek.
      27-Güzel bir bebek görünce; Allah bu çocuğu özenip, bezenip yaratmış demek.
      28-Kötülemek için; Falancı Cennete girse, ben girmem demek.
      29-Mü’minin ağzının içine…… diye, sövmek.
      30-Kafir olmak, hırsızlıktan, hainlikten iyidir demek.
      31-Hristiyan olmak, komünist olmaktan iyidir demek.
      32-Allah bize gökten bakıyor demek.
      33-Kabirdeki ve kıyametteki azaplara; Akla, fenne uygun değildir demek.
      34-Helal bana iyilik getirmiyor demek.
      35-Allah-u teala için; Düşünerek veya hesap ederek yahut planlayarak yarattı demek.
      37-Bir kimse, Namaz kılmamak hoş iştir dese, kafir olur.
      38-Ben çalınanları ve gayb olanları bilirim, dese, söyleyen ve inanan kafir olur. Bana cin haber veriyor dese, yine kafir olur. Peygamberler ve cinniler dahi gaybı bilmezler. Gaybı ancak Allah-ü teala bilir ve O’nun bildirdikleri bilebilir.
      39-Bir kimse haramlardan sadaka verse ve sevab umsa, alan fakir dahi, haramdan olduğunu bilerek; Allah kabul etsin dese ve veren dahi, amin dese, ikiside kafir olur.
      40-Bir kimse birinin gıyabında bir şey söylese, yanında ki de; Gıybet etme, dese, buna karşılık o kimse de, bu bir şeymidir, dese, Ulama kafir olur demişlerdir. Bu hareketiyle haramı ihtihsan ettiği, kötülemediği için.
      41-Bir kimse İslamiyeti bilmem veya istemem dese, kafir olur.
      42-Rızık Allah’dandır. Lakin kuldan da hareket gerekir dese, bu söz şirkdir. Zira kulun hareketi de Allah’dandır.
      43-Bir kimse, kafirlerin ibadetleri, İslamiyete uymıyan işleri güzeldir dese ve böyle itikat etse (inansa) küfürdür.
      44-Namaz kılsam da kılmasam da ne fark eder demek. Küfürdür.
      45-Bir kimse birini gıybet etse, sonrada; Ben onu gıybet etmedim, onda bulunan şeyi söyledim, dese Böyle söylemek küfürdür. Çünkü, harama helal demiş olur.
      46-Bir kimse, bir kimse için o kimse islamiyetçidir, onun kafası İslamiyetle küflenmiş, onu bırak, bizi halimiz İslamiyetten perişan olmuş dese. Kafir olur.
      47-Bir kimse, İslamiyetin modası geçti, İslamiyet bana bir halt edemez ve İslamiyet bana vız gelir, bize İslamiyet lazım değil derse. Kafir olur.
      48-Bir kimse, Kur’an-ı kerim çöl kanunudur, günümüzde O’unla hükmedilemez ve O’nunla amel edilemez derse. Kafir olur.

      Bu guzel yazi icin Şerife Şevval Kardelen Hocamiza bu yazi icin tesekkur ederiz

      KAYNAKLAR:
      ELFAZ-I KÜFÜR
      MİFTAHÜL CENNEH
      MEKTUBAT-I RABBANİ
      İSLAM AHLAKI
      BİRGİVİ VE TAHAVİ ŞERHLERİ
      EHL-İ SÜNNET İ’TİKADI
      Küfre neden olan bu gibi veya bunlara benzer fiileri işleyen, TEVBE ETMELİ, AMENTÜ’YÜ okuyup imanını ve nikahını tazelemelidir.

    5. Sabah ve Akşam Tavsiye Edilen Dua
      İbni Mesûd (r.a.)dan rivayet olundu. Buyurdular ki. Efendimiz (s.a.v.) hazretleri, ashabına şöyle buyurdu:
      -”Sizden biriniz, sabah ve akşam Allâh-ü Teâlâ Hazretleri’nin katından bir ahid almaya âciz olur?”
      Sahabeler (r.a.) sordular:
      -”Bu nasıl olacak?” Efendimiz (s.a.v.) buyurdular:
      -”Sabah ve akşam, şöyle dua etmesiyle olur:
      “Ey gökleri ve yerin yaratıcısı! Gaybi ve aşikârı bilen Allâhım! Ben, sen’den başka ilâh olmadığına, senin tek olduğuna, senin bir şerik ve ortağının olmadığına, Muhammed Musatafa (s.a.v.)’in senin kulun ve Rasûlun olduğuna şehâdet ettiğimi, sana ahd ediyorum.
      Eğer sen beni nefsim bırakacak olursan, beni şerre yaklaştırır ve hayırdan uzaklaştırırsın. Ben ancak senin rahmetine güvenirim. Benim için, kıyamet günü tamamen bana vereceğin bir ahd kıl. Muhakkak ki sen vaadinden dönmez ve sözünden caym azsın.”
      Kul bunu söylediği (bu duayı okuduğu) zaman Aliâh-ü Teâlâ hazretleri, onun üzerini mühürler. Ve bu ahdi Arşın altına koyar.
      Kıyamet günü olduğu zaman ise, Allah tarafından bir münâdî şöyle nida eder:
      -”Allah’ın katında ahdi olanlar nerededir?”
      Bu (duayı okuyan) kimseler, cennete girerler.
      Sabah ve akşam, yeri ve göğü yaratan Allah’a dua edilmelidir. Dualar ihlâs ile olmalıdır. Öyle bir ihlâs ki, emr meleklerinin hepsi, kişinin taati ve amelindedirler.
      Ne güzel buyurmuşlar:
      ibâdetlerde kurtuluşun yolu ihlâs ile niyettir…

    6. Esma-i hüsna
      Hadis-i şerifte, Esma-i hüsnayı manası ile birlikte ezberliyenin Cennete gideceği bildirilmiştir. Sedece isimler okunup duâ edilirse duâ kabul olur. Esma-i hüsna şunlardır:
      1- Allah: Her ismin vasfını ihtiva eden öz adı.
      2- Er-Rahman: Dünyada bütün mahlukata merhamet eden, şefkat gösteren, ihsan eden.
      3- Er-Rahim: Ahırette, müminlere acıyan.
      4- El-Melik: Yaratıcı, kainatın sahibi.
      5- El-Kuddüs: Her noksanlıktan uzak.
      6- Es-Selam: Her türlü tehlikelerden selamete çıkaran.
      7- El-Mümin: İman nurunu veren.
      8- El-Müheymin: Her şeyi görüp gözeten, her varlığın yaptıklarından haberdar olan.
      9- El-Aziz: Mutlak galip, karşı gelinemiyen.
      10- El-Cebbar: Dilediğini yapan ve yaptıran.
      11- El-Mütekebbir: Büyüklükte eşi yok.
      12- El-Halık: Yaratan, yoktan var eden.
      13- El-Bari: Herşeyi kusursuz yaratan.
      14- El-Musavvir: Varlıklara suret veren, onları birbirinden ayıran özellikte yaratan.
      15- El-Gaffar: Günahları mağfiret eden.
      16- El-Kahhar: Her istediğini yapacak gücte.
      17- El-Vehhab: Karşılıksız nimetler veren.
      18- Er-Razzak: Her varlığın rızkını veren.
      19- El-Fettah: Her türlü sıkıntıları gideren.
      20- El-Âlim: Gizli açık, geçmiş, gelecek, herşeyi, ezelî ve ebedi ilmi ile çok iyi bilen.
      21- El-Kabıd: Rızıkları daraltan, ruhları alan.
      22- El-Basıt: Rızıkları genişleten, ruhları veren.
      23- El-Hafıd: Kâfir ve facirleri alçaltan.
      24- Er-Rafi: Şeref verip yükselten.
      25- El-Muız: Dilediğini aziz eden.
      26- El-Müzil: Dilediğini zillete düşüren.
      27- Es-Semi: Mükemmel işiten.
      28- El-Basir: Gizli açık, herşeyi çok iyi gören.
      29- El-Hakem: Mutlak hakim, hakkı bâtıldan ayıran.
      30- El-Adl: Mutlak adil, yerli yerinde yapan.
      31- El-Latif: Lütfeden, her şeye vakıf.
      32- El-Habir: Her şeyden haberdar.
      33- El-Halim: Cezada, acele etmez, hilm sahibi.
      34- El-Azim: Büyüklükte benzeri yok.
      35- El-Gafur: Affı, magfireti bol.
      36- Eş-Şekur: Az amele, çok sevab veren.
      37- El-Ali: Yüceler yücesi.
      38- El-Kebir: Büyüklükte benzeri yok.
      39- El-Hafiz: Herşeyi koruyucu olan.
      40- El-Mukit: Her çeşit rızkı yaratan.
      41- El-Hasib: Kulların hesabını en iyi gören.
      42- El-Celil: Celal ve azamet sahibi olan.
      43- El- Kerim: Keremi bol, karşılıksız veren.
      44- Er-Rakib: Her varlığı her an gözeten.
      45- El-Mucib: Duâları kabul eden.
      46- El-Vasi: Rahmet ve kudret sahibi, ilmi ile herşeyi ihata eden.
      47- El-Hakim: Her şeyi hikmetle yaratan.
      48- El- Vedud: İyiliği seven, iyilik edene ihsan eden. Sevgiye layık olan.
      49- El-Mecid: Zatı şerefli, nimeti, ihsanı sonsuz.
      50- El-Bais: Peygamber gönderen, mahşerde, ölüleri dirilten.
      51- Eş-Şehid: Her zaman her yerde her an hazır ve nazır olan.
      52- El-Hak: Varlığı değişmeden duran. Var olan, hakkı ortaya çıkaran.
      53- El-Vekil: Kulların işlerini bitiren.
      54- El-Kavi: Kudreti en üstün ve hiç azalmaz.
      55- El-Metin: Kuvvet ve kudret menbaı.
      56- El-Velî: Müminleri seven, yardım eden.
      57- El-Hamid: Hamd ve senaya layık.
      58- El-Muhsi: Varlıkların sayısını bilen.
      59- El-Mübdi: Maddesiz, örneksiz yaratan.
      60- El-Muid: Yarattıklarını yok edip, sonra tekrar diriltecek olan.
      61- El-Muhyi: Mahluklara can veren.
      62- El-Mümit: Her canlıya ölümü tattıran.
      63- El-Hay: Ezelî ve ebedi bir hayat ile diri.
      64- El-Kayyum: Zatı ile kaim olan, mahlukları varlıkta durduran.
      65- El-Vacid: Hiçbir şey kendine gizli değil.
      66- El-Macid: Keremi, ihsanı bol olan.
      67- El-Vahid: Zat, sıfat ve fiillerinde benzeri ve ortağı olmıyan, tek olan.
      68- Es-Samed: Hiçbir şeye ihtiyacı olmıyan, herkesin muhtaç olduğu merci.
      69- El-Kadir: Kudret sahibi, dilediğini yapan.
      70- El-Muktedir: Dilediği gibi tasarruf eden, herşeyi kolayca yaratan kudret sahibi.
      71- El-Mukaddim: Şerefte birini öne alan.
      72- El-Muahhır: Dilediklerini tehir eden.
      73- El-Evvel: Ezelî, varlığının başlangıcı yok.
      74- El-Ahir: Ebedi, varlığının sonu yok.
      75- Ez-Zahir: Yarattıkları ile varlığı açık.
      76- El-Batın: Aklın tasavvurundan örtülü.
      77- El-Vali: Bütün kainatı idare eden.
      78- El-Müteali: Son derece yüce.
      79- El-Ber: İyilik ve ihsanı bol.
      80- Et-Tevvab: Tevbeleri kabul eden.
      81- El-Müntekım: Asilere ceza veren.
      82- El-Afüv: Affı çok, günahları yok eden.
      83- Er-Rauf: Çok merhamet eden, şefkatli.
      84- Malik-ül Mülk: Mülkünde hakim.
      85- Zül-Celale vel İkram: Celal, azamet, şeref, kemal ve ikram sahibi.
      86- El-Muksıt: Mazlumların hakkını alıcı.
      87- El-Cami: İki zıttı bir arada bulunduran.
      88- El-Gani: İhtiyaçsız. Herşey Ona muhtaçtır.
      89- El-Mugni: İhtiyaç gören, fazlıyla doyuran.
      90- El-Mani: Dilemediklerine mani olan.
      91- Ed-Dar: Elem, zarar verenleri yaratan.
      92- En-Nafi: Menfaat veren şeyleri yaratan.
      93- En-Nur: Zatı açık ve âlemleri nurlardıran.
      94- El-Hadi: Hidayet veren.
      95- El-Bedi: Misalsiz, örneksiz yaratan.
      96- El-Baki: Varlığı ebedi olan.
      97- El-Varis: Her şeyin asıl sahibi olan.
      98- Er-Reşid: İrşada muhtaç olmıyan.
      99- Es-Sabur: Ceza vermede, acele etmez.

      Kaynak : 365 Gün Dua.

    7. F İ T N E
      Fitnelerin zulmeti, ortalığı karanlık gece gibi yapacak. O zaman, evinden mümin olarak çıkan kimse, akşam kâfir olarak evine dönecek. Akşam mümin olarak evine gelen, sabah kâfir olarak kalkacak.
      İnsanları sıkıntıya, belâya düşürmek, ihtilâle sebep olmak, fitne çıkarmaktır. Hadis-i şerifte, (Fitne, uykudadır. Bunu uyandırana Allah lânet etsin!) buyuruldu. İnsanları, hükûmete karşı, kanûnlara karşı isyâna teşvîk etmek, fitne olur. Fitne çıkarmak haramdır. Haksız yere adam öldürmekten daha büyük günahtır. Zâlim olan hükûmete karşı isyân etmek de haramdır. Mazlumlar isyân ederse, bunlara yardım etmek de haramdır. İsyân etmenin zararı, günahı, zulmün zararından ve günahından daha çoktur.
      İmâmın, sünnet olan miktârdan fazla okuyarak namazı uzatması da, fitne çıkarmaktır. Cemaatin hepsi râzı olursa, fitne olmaz, câiz olur. Vâizlerin, din adamlarının, cemaatin anlıyamıyacakları şeyleri söylemeleri ve yazmaları da, fitne olur. Herkese, anlıyabileceği kadar söylemelidir. Müslümanlara yapamıyacakları ibâdetleri emretmemelidir. Zayıf kavl olsa bile, yapabileceklerini söylemelidir. Emr-i mâruf yaparken de fitne çıkarmamaya dikkat etmek lâzımdır. Emr-i mâruf yaparken, kendini tehlikeye sokmak, emrolunmadı. Dîne ve başkalarına zarar vererek, dünya fitnesine de, sebep olmamalıdır. Kendine dünyevî zararı dokunacak emr-i mârufu yapmak câiz olur, cihâd olur. Sabr edemiyecekse, bunu da, yapmamalıdır. Fitne zamanında evinden çıkmamalı, kimse ile görüşmemelidir. Fitneye yakalanınca, sabr etmelidir.
      İmâm-ı Rabbânî, ikinci cildin altmışsekizinci mektûbunda buyuruyor ki: Sevgili yavrum! Tekrar tekrar yazıyorum ki, şimdi, günahlarımıza tevbe edecek, Allahımızdan af dileyecek zamandayız. Fitnelerin çoğaldığı bu zamanda, eve kapanıp, kimse ile görüşmemelidir. Fitneler, nerdeyse yağmur gibi yağarak, heryeri kaplıyacak. Hadis-i şerifte buyuruldu ki, (Kıyâmet kopmadan evvel, her yeri fitneler kaplıyacak. Fitnelerin zulmeti, ortalığı karanlık gece gibi yapacak. O zaman, evinden mümin olarak çıkan kimse, akşam kâfir olarak evine dönecek. Akşam mümin olarak evine gelen, sabah kâfir olarak kalkacak. O zaman oturmak, ayakta kalmaktan hayrlıdır. Yürüyen, koşandan daha iyidir. O zaman oklarınızı kırınız! Yaylarınızı kesiniz. Kılınclarınızı taşa çalınız! O zaman, evinize birisi gelince, Âdem nebînin iki oğlundan iyisi gibi olsun!) Eshâb-ı kirâm, bunu işitince, o zamanda bulunacak müslümanlara ne yapmağı emredersiniz dediler. Cevabında, (Evinizin eşyası olunuz!) Bir rivayette, (Öyle fitne zamanında, evinizden dışarı çıkmayınız!) buyurdu. [Bu hadis-i şerif, Ebû Dâvüdda ve Tirmüzîde mevcuttur.] Bu günlerde, Dâr-ül-harb kâfirlerinin Negrekût şehrinde, müslümanlara, islâm memleketlerinde yaptıkları zulmleri, işkenceleri işitmişsinizdir. Müslümanlara, görülmedik hakaretler yaptılar. Böyle alçakca işler, âhır zamanda çok olacaktır. Altmışsekizinci mektûbdan tercüme tamam oldu.
      (Tezkire-i Kurtubî) muhtasarında diyor ki: Hadis-i şerifte, (Fitne çıkarmayınız! Söz ile çıkarılan fitne, kılınc ile olan fitne gibidir. Zâlimlere, fâcirlere milleti çekiştirmekten, yalan ve iftirâ söylemekten hâsıl olan fitne, kılınc ile yapılan fitneden daha zararlıdır) buyuruldu. Âlimlerin hemen hemen hepsi, sözbirliği ile bildiriyorlar ki, malını, canını kurtarmak zorunda kalanın da, ısyân etmemesi, hükûmete, kanûnlara karşı gelmemesi lâzımdır. Çünkü, zâlim olan hükûmete karşı sabr etmeyi hadis-i şerifler emretmektedir. Resûlullahın, (Allahümme innî es’elü-ke fiilel hayrât ve terkelmünkerât ve hubbel-mesâkin ve izâ eredte fitneten fî kavmî fe-teveffenî gayre meftûn) duâsını okuduğunu imam-ı Muhammed bildiriyor. Bu duâ, (Yâ Rabbî! Bana hayrlı işler yapmak, çirkin şeyleri terk etmek ve fakirleri sevmek nasip eyle! Kavmim arasında fitne çıkarmak istediğin zaman, fitneye karışmadan canımı al!) demektir. İmâm-ı Kurtubî diyor ki, bu hadis-i şerif, fitneden sakınmak, ona karışmamak lâzım olduğunu, fitneye karışmaktansa, ölmenin hayrlı olacağını açıkça göstermektedir.
      (Mişkât)daki hadis-i şeriflerde buyuruyor ki, (Fitne zamanında, müslümanlara ve onların reîslerine tâbi olunuz. Hak yolda olan yoksa, fitneciler, isyâncılar arasına karışmayınız! Ölünceye kadar, fitneye katılmayınız!). (Fitne zamanında, hükûmetinize tâbi olunuz. Size zulmetse, mallarınızı alsa da, ona itaat ediniz!). (Fitne zamanında, islâmiyete sarılınız. Kendinizi kurtarınız. Başkalarına akıl vermeyiniz! Evinizden dışarı çıkmayınız. Dilinizi tutunuz!). (Fitne zamanında, çok kimse öldürülür. Onların arasına karışmıyan kurtulur). (Fitnecilere karışmıyan, saadete kavuşur. Fitneye yakalanıp, sabr eden de, saadete kavuşur). (Allahü teâlâ, Kıyâmet günü, bir kuluna soracak: Günah işliyeni gördüğün zaman, niçin mani olmadın diyecek. O kul, onun zararından, düşmanlık yapmasından korktum ve senin af ve magfiretine güvendim diyecek). Bu hadis-i şerif, düşmanın kuvvetli olduğu zamanlarda, emr-i mârufu ve nehy-i münkeri terk etmek câiz olacağını göstermektedir.

      Kaynak : islam ahlakı isimli eserden alınmıştır.

    8. Hz. Aişe validemize bildirilen duâ Resûl-i Ekrem efendimiz hazret-i Âişe’ye hitâben şöyle buyurmuştur: “Bütün duâların mânâlarını içine toplayan cümleler ile duâ et, duâ ederken şöyle söyle: ‘Allahım! Hâlde ve gelecekte bil

      Hz. Aişe validemize bildirilen duâ
      Resûl-i Ekrem efendimiz hazret-i Âişe’ye hitâben şöyle buyurmuştur:
      “Bütün duâların mânâlarını içine toplayan cümleler ile duâ et, duâ ederken şöyle söyle:
      ‘Allahım! Hâlde ve gelecekte bildiğim ve bilmediğim bütün iyilikleri senden ister, bildiğim ve bilmediğim hâlde ve gelecekte bütün kötülüklerden sana sığınırım.
      Allahım! Cenneti ve Cennete götürecek söz ve işleri senden ister, Cehennemden ve Cehenneme sürükleyecek söz ve hareketlerden sana sığınırım.
      Allahım! Kulun ve Resûlün Muhammed sallâllahü aleyhi ve sellemin senden istediği hayır ve iyilikleri senden ister ve sana sığınıp ilticâ ettiği (kötülüklerden) her şeyden ben de sana sığınırım.
      Allahım! Benim için takdir ettiğin herşeyin sonu hayır olmasını senden, senin merhametinden dilerim. Ey merhamet edenlerin en merhametlisi!”

    9. Adem ÖZTEKNECİ

      Değerli Tövbekar abim, evladınızı kaybettiğinizi öğrendim….Mevlam melek olan evladınızı cennetiyle şereflendirecek inşaallah. sizlere de sabrı cemil nasip eylesin. mevlaya layıkıyla kul olmayı devam ettirsin….Tekrar başınız sağolsun…

    10. Dil Vardır….
      Dil vardır; Malâyanîdir. İşi gücü boş boş konuşmaktır. Konuştuklarında mânâ yoktur. Fayda adına hiçbir şey taşımamaktadır. Ağzının laf yapmasından dolayı sevinmekte, her mesele hakkında konuşmaktan çekinmemekte, konuştuklarımın muhatabıma nasıl bir kazancı vardır, diye düşünmemektedir.
      Dil vardır; Şâkirdir. Konuştuğu her kelimede Eş-Şekûr olan Hz. Allah’a (C.C.) teşekkür etmektedir. O, Rabbinin kendisine bahşettiği nimetler karşısında büyük bir minnet duygusu altında ezilmektedir. Bakışları hep kendinedir. Kendinden alttakilere bakarak ne kadar büyük ikramlar içerisinde olduğunu fark etmekte, her ağzını açtığında Kerim olan Rabbine karşı dilinin şükründe cimrilik etmemektedir. Dolayısı ile boş değil, faydalı şeyler konuşmaktadır.
      Dil vardır; Şeytandır. Ya haksızlık karşısında üç kuruşluk dünya menfaati adına susan dilsiz şeytan, ya hak karşısında sadece laf olsun diye konuşan dilli şeytandır. Maksadı hak ve hakikat değil, ağırlığı olmayan meclislerde diliyle kendine değer kazandırtmaktır. Dili hakikat için harekete çekmemekte; Hâlif, tû’raf yani muhalefet et, tanınırsın sözünü kendine düstûr edinmektedir. Neye ne adına karşı çıktığını bilmeden, tanınmak için ve bakın ben de varım demek için dün savunduğuna, bugün muhalefet edebilmektedir. Mühim olan o an toplum içerisinde belirmek, öne çıkmaktır. Bunun için dilin hakiki sahibi olan Hz. Allah’ı (C.C.) değil, şeytanı memnun ederek onun yanında yer almaktadır.
      Dil vardır; Melektir. Rabbi ile arasında güçlü ve sağlam bir bağ kurduğu için, Hz. Allah (C.C.) o insanın dilinde bir melek vâr etmiştir. O artık meleğin dili ile konuşmakta, farkında olsa ya da olmasa arşın lisanını kullanmaktadır. Hz. Ömer (R.A.) gibi Vahiy gelmeden, vahye mutabık olmakta, etrafında gelişen tüm hadiselere Vahyin aynasından bakarak melekleri bile hayran bırakmaktadır. İradesine hakim olarak, dilinin altında taş varmış gibi, çok konuşmamakta her işe laf yetiştirmek yerine, her hayırlı işe el yetiştirmektedir.
      Dil vardır; Esir alandır. Sahibini elinde oyuncağa çevirmiştir. Önce konuşmakta sonra o konuştuklarına sahibini köle yapmaktadır. Gelişigüzel ortalığa laflar savurmakta, sonra da durup bu lafları temizlemeye çalışmaktadır. Ağzı yalama olduğu için de bazen kendi iradesinde olmadan ağzından laflar kaçırmaktadır. Her kaçan laf yabani dört ayaklılar gibi ya başkasının peşine takılmakta ve ona zarar vermekte, ya kendi peşine takılıp bir kuyruk gibi bünyesinden bir parçaymışçasına âleme kendisini gülünç duruma düşürmektedir.
      Dil vardır; Esir edendir. Diline hâkimdir; konuşacağı kelimeleri bir kuyumcu titizliğinde seçmekte, boğazında kırk düğüm varmış gibi konuşmadan önce muhatabına bakmakta ve o muhatabın seviyesine göre düğümleri birer birer çözerek, tartarak, fayda ve zararını hesap ederek konuşmaktadır. Dilinden çıkacak sözlere böyle bir çabayı vermesi sözlerine değer katmakta, az ama öz konuşmaktadır. Konuştukça karşıdakilerde tesir uyandırmaktadır. Bazen tatlı dili ile yılanı deliğinden çıkarmakta, bazen o diliyle nice zararlı yılanları deliğine hapsetmektedir…
      Dil vardır; Cehenneme odun taşır. Sırtındaki günah torbasına farkında olmadan azık toplamaktadır. Ya iki laf ediyoruz ne mahsuru var diyerek; gıybet, yalan, dedikodu ve iftira okları ile başkalarını hedef almakta, ama neticesinde hep zararı kendisine ulaşmaktadır. Laf olsun, torba dolsun, diye konuşmakta; nihayetinde de torba dolmaktadır. Ama dolan her torba ne yazık ki onu cehenneme hızla sevkeden acı bir sermayeye dönüşmektedir…
      Dil vardır; Cennete tohum saçar. Sükûtun altın olduğu şuuruyla susmakta, ağızdan çıkan her sözün bir mesuliyet olduğunun farkında olarak davranmaktadır. Eğer diliyle cennete tohum saçacaksa konuşmakta, yoksa en büyük hikmet olan sükûtu tercih etmektedir…
      Son söz; Sözlerin Sultanı, Alemlerin Fahri Ebedîsi Efendimiz (S.A.V.)’in; “Kim bana dili ile beli hakkında söz verir, koruyacağını garanti ederse, ben de ona cenneti garanti ederim” (Buhari, Rikak, 23)

    11. Tütün içen nefsâni ve şeytanidir!
      Büyük âlim ve velilerden İsmail Hakkı Bursevî (k.s.) hazretleri, Rûhu’l-Beyan Tefsiri’nin 1. cildin sonunda terâcim-i ahvâlini/biyoğrafisini verirken Türkçe olarak tütün hakkında da bazı bilgiler veriyor. Faydalı olacağını mülahaza ederek biraz sadeleştirip nakletmek istiyorum. Şöyle diyor o büyük zat:
      “Şam’da iken, Şeyh-i Ekber Muhyiddin ibni Arabi (k.s.) birkaç kere temessül (belli bir şekil ve surete girerek gözükme, cisimleşme, tecessüm etme) edip şöyle buyurdu:
      ‘Şol şey ki, halk ona yaprak (tütün) der. O bizim yanımızda/nezdimizde (bize göre) pis ve haramdır’.
      “Ve, şeyhimden dahi duydum ki; ‘Tütün içen nefsâni ve şeytanidir!’ buyurdular.”
      Yine İsmail Hakkı hazretleri, hazırladığı Hadis-i Erbaiyn‘in (40 Hadis) 8 no.lu hadîs-i şerifinin şerhinde şöyle buyurur:
      “Bir şeyin zararı, asli fıtrata (yaratılışa) dokunuyorsa, diğer zararlılardan daha çirkindir. Mesela tütün gibi ki, bunu zararı doğrudan fıtrat-ı aslîyedir. İbâdetlere karşı bir ağırlık ve isteksizlik meydana getirir…”
      Keza Ruhu’l-Beyan‘da Vakıa sûresinin 43. âyet-i kerimesinin tefsirinde de şöyle buyururlar:
      “Fehüve harâmün kemâ urrife fi’t-tefâsîr: Bu tütün, diğer tefsirlerde de tarif edildiği, inceden inceye anlatıldığı üzere haramdır”.
      Son devrin büyük âlim ve fâzıllarından Mehmed Zihni Efendi merhum da, Nimet-i İslam isimli muhallet eserlerinde özetle şöyle söyler:
      “Öyle şeyler vardır ki, vücûda faydalı olmak şöyle dursun, netice itibariyle bedeni harap ettiği halde onlara, fazlaca iştah ve istek duyulur. Bundan dolayıdır ki, (bu gibi şeyler oruçlu iken kullanılırsa, hem kaza hem de) keffâret lâzım gelir. Meselâ tütün gibi… Esrar içmek ve afyon yutmak da bu nevidendir ve hepsi de haramdır”.
      Müslümana yakışan ise; haram ve mekruhlardan, hatta şüphelilerden dahi kaçınmaktır. Zira dinimizde;
      Yasaklardan kaçınmak, emirleri yerine getirmekten önce gelir.

    12. İmam Buhârî Kimdir ?
      Hicri 194 (M. 810) yılında Buhara da doğdu. İmam Buhârî diye meşhur oldu. İmam Buhârtnin babası, dördüncü tabaka râvilerdendi. Küçük yaşta babası vefat etti. Annesi sâliha bir kadındı.
      Daha küçük bir çocuk olan İmam Buhârî hazretlerinin gözleri kör oldu. Annesi doktorları dolaştı. Doktorlar, bir türlü tedavi edemediler. Kadın dua etti. Gece rüyasına İbrahim Aieyhisselâm girdi. Ona çocuğunun yakında göreceğini söyledi. Sabah Buhârî hazretlerinin gözleri açıldı.
      İmam Buhâri iyi bir tahsil gördü. Hadîs-î şerifleri toplamak için hemen hemen bütün islâm âlemini gezdi. Bir çok âlimden Hadîs-i şerif dinledi. İmam Buhârî hazretleri bu şekilde gezerek; üç yüz (300) binden fazla Hadîs-i şerifi senetleriyle ezberledi.
      Bu Hadîs-i şeriflerin içerisinde “Buhârî şerifi tasnif etti. Bir çok kitab yazdı. Doksan bin kişi de kendisinden Hadîs-i şerif rivayet etti. Yâni doksan bin kişiye Hadîs-İ şerif okuttu.
      İmâm Buhâri hazretleri, Buhâra’da Hadîs-i şerif dersleri veriyordu. Vali ona, kitaplarını alıp getirmesini ve onları kendisinden dinlemek istediğini ve çocuklarına özel ders vermesi şeklinde haber gönderdi. Buhârî hazretleri: “Ben ilmi emirlerin kapısına götürüp zelil etmem. Eğer ilim dinlemek istiyorsan, Mescid’te veya evimdeki ilim meclisine gelip hazır olun. Eğer bunları kabul etmezsen beni kürsüden ders vermekten men etki Allahü Teâlâ hazretlerinin katında mazur olayım. Çünkü ben Efendimiz (s.a.v.) hazretlerinin: “Her kime bir ilimden sorulur, o da gizlerse, kıyamet günü ateşten bir gem vurulur.” Hadîs-i şeriflerinin gereğince ders vermekteyim. Çocuklarınıza hususî vermek konusuna gelince, ben, bir kısım kimseleri Hadîs-i şerif dersinden men edip birkaç kişiye ders veremem.” dedi.
      Bunun üzerine Buhârâ valisi Halid bin Ahmed, İmam Buhârî hazretlerini Buhârâdan sürgün etti. İmam hazretleri, valiyi Allah’a havale ederek; şehirden çıktı. Semerkantlılar. şehirlerine gelip ders vermesini İstedi. Semerkant’a doğru giderken Semerkantlıların da kendisinin konusunda ikiye bölündükleri haberini aldı. Bir kısmı onun şehirlerine gelip ders vermesini İstemiyorlardı. Bunun üzerine İmam hazretleri, Harteng kasabasına akrabalarının yanına gitti.
      Aradan bir ay geçmeden bu vali vazifesinden alındı. Merkebe ters bindirilip; “kötü iş yapanların sonu budur” nidalarıyla şehirde dolaştırıldı. İnsanların bu yaptıklarından imam Buhârî hazretlerinin kalbi daraldı. Bir gece kalkmış olduğu teheccüd namazında şöyle dua etti: “Ya Rabbi! yeryüzü bu genişliğiyle bana dar oldu. Beni katına al!” o ay orada kaldı. Hastalandı. Ramazan-ı şerifin bayram gecesinde 62 yaşında iken, 256 (M. 870) yılında Semerkant da vefat etti.
      Kabri Semerkant’ın Herteng kasabasındadır. Mezarından günlerce güzel koku çıktı. Bu günlerce devam etti. Mezarına doğru bilezik gibi. bir hur huzmesi ve ışık hâlesi indi. Görenler hayret ettiler. Bunun üzerine insanlar onun kabrine hücum edip mezarının toprağından almaya çalıştılar… O yüce zâtın kabrini korumak için akrabaları mezarının çevresine ağaçtan engel yapıp bekçi tuttular.
      Evet ne hazin ki, hayatında dünyayı kendisine dar edenler; ölümünden sonra, mezarının başına üşüştüler. O yüce zatın mezarından bir avuç toprak atmak için yarıştılar…

    13. Dâvûd Aleyhisselâm’a Öğretilenler
      Allahü Teâlâ hazretleri Dâvûd Aleyhisselâm’a öğretti,
      Bunlar:
      1 – Demirden zırh yapmak. Dâvûd Aleyhisselâm, demirden zırh yapar ve satardı. Elinin emeğiyle geçinirdi.
      2- Kuş dili,
      3- Dağların teşbihi,
      4- Karıncalarla konuşmak,
      5- Kuşlarla konuşmak,
      6- Güzel ses,
      7- Güzel nağmeler, (1/391)
      Dâvûd Aleyhisselâm’m sesinin benzeri kimseye verilmedi. O Zebûru okumaya başladığı zaman, vahşî hayvanlar, ona yaklışır; hatta boyunlarından tutulacak kadar yakın olurlardı. Kuşlar onu dinlemek için gelip başının üzerinde gölge yaparlardı. Akar su durur onu dinlerdi. Esen yel (rüzgâr) durur onun güzel sesine kulak verirdi.

    14. MELEKLER GÜNAHI NASIL YAZAR
      Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki:
      Her kulda vazifeli iki melek vardır. Sağdaki melek soldakinin amiridir. Kul günah işlediği zaman soldaki melek “Yazayım mı?” diye sorar.
      Sağdaki melek “Beş günah işleyene kadar yazma, bekle” der.
      Kul, beş günah işleyince soldaki melek “Yazayım mı?” diye tekrar sorar. “Bir sevap işleyene kadar bekle, yazma” der.
      Kul bir sevap işlediği zaman sağdaki melek, bize bir sevabın karşılığının on misli olduğu bildirilmiştir. Gel beş günahı beş sevap ile silelim, ona beş de sevap yazalım, der.
      Bunun üzerine şeytan, ben âdemoğluna ne zaman yetişebilirim (onunla nasıl baş edebilirim), diye haykırır.”

    15. Devamlı Abdestli Gezmek
      Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular:
      “Ey Enesî Eğer senin gücün sürekli abdest üzere yaşamaya yeterse, bunu yap (sürekli abdestli ol). Çünkü Ölüm meleği, kulun ruhunu aldığında, eğer o kul abdest üzere ise kendisine şehâdet yazılır.“[1]
      Bu şundandır: Muhakkak ki abdest, Allah’ın gayrisinden (yani mâsivâ’dan) ayrılmanın işaretidir. Namaz, Allah’a muttasıl olmanın, yâni Allah İle olmanın işareti olduğu gibi… Yine hadîs-i şerifte buyuruldu:
      “Taharet (temizlik Ve abdest) üzerine devam et. Sana rızkın genişler. “[2]
      “Taharet (temizlik ve abdest) üzerine devam et; rızkında sana genişlik verilir. [3]
      Sûrî taharet (temizlik) sûrî rızkın genişlemesine sebebtir. Ve bâtınî taharet, manevî rızkın genişlemesine sebebtir. Maârif, ilhamlar ve varidatın gelmesine yol açar. Ve bu durum anında, güzel hayat ile kalb dirilir ve nefis sıfatlarından ölür. Bu ise ancak hakikî bir cihâdın eseridir. Kim nefsin ipinden (bütün bağlantı ve saplantılarından) kurtulursa, o kişi kendi ihtiyarı ile ölmüştür ama, ebedî olarak canlıdır.

    16. Helal Tavuk…
      TAVUK ETİ; TAVUĞUN BESLENMESİNDEN KESİMİNE KADAR HELAL-HARAM KONUSUNDA ÇOK ÜZERİNDE DURULMASI GEREKEN BİR KONUDUR

      1-YEM FAKTÖRÜ
      Tavuk yetiştiricileri yem kullanırlar ve bu yemde hayvan kemiği tozu kullanılması şarttır. Bu yemler yurtdışından gelir ve içinde hangi hayvanın kemiği var bilemezsiniz. Çünkü ülkemize girişte bir kontrol ya da ciddi bir ceza uygulaması yoktur.
      2- ANTİBİYOTİK
      Tüm üreticiler tavuğa antibiyotik verirler. Tavuk kesimden 3 gün önce antibiyotik verilmemelidir. Ama bırakmazsa mundar olur tavuklar. Köylerde bile kesimden 3 gün önce kafese kapatılır ki fıkhi olarak temizlensin diye. Çünkü tavuk her bulduğunu yer. Belki akrep yedi. Antibiyotikli tavuğun paketini açtığınızda zaten tavuk eczane gibi kokar.
      3- KESİM
      Bazı üreticiler kesmeden önce bayıltıcı elektirik veriyorlar. Tavuğu banttan çıkarıp yere geri bırakırsan 60-90 sn arası dirilmesi lazım. Ama bazı firmalar elektrik ile öldürüyor. Bu durumda hayvan mundar olur. Bu elektriği vermelerinin nedeni tavuğun çırpınarak banttan çıkmaması için.
      Makinelerde otomatik kesildiği için hayvan besmelesiz yani mundar olmaktadır. Kesim konusunda helal tercih edilen firmanın elle kesim yapıp yapmadığına dikkat edilmelidir.
      4- KURU YOLUM
      Tavuk vücut ısısı normalde 42 derecedir. Kesilince tavuk ölür ama hücreleri bir süre canlı kalır. Bu nedenle derisi büzüşüyor ve tüylerin deriye giren kısımları sıkışarak yolumu zorlaştırıyor. Eğer keser kesmez yolunmazsa büzüşmeden dolayı yolarken derisi de kopar. Ayrıca seri üretimde çok fazla tavuk kesilir ve bu nedenle bazı firmalar elle yolunmasından kaçınıyorlar. Tüylerin yolumu için tavuklar kesildikten sonra kaynar suya atılıryor ve bağırsakları dağılarak içindeki pislik etine bulaşarak necis duruma düşüyor. GİMDES helal tavuk yönetmeliğinde tavuk 52 derece suya sokuyorlar (dinimizde haram olan kaynar suya sokmaktır). Böylece vucut ısısı 42 derece oluyor ve makina yoluyor. Bağırsakları dağılıp necis duruma düşmeden yolum inkanı sağlanıyor.
      5- KAN
      Bir tavukta 200gr kan olur. Kanı akmamış tavuğun kanları kılcal damarlarında kalır. Ve bu tavuğun rengi morumsu olur. Tavuk kesilince kanının tam akması ve renginin açık olması gerekir.

    17. Açlık ve servet = Allah yolunda tasadduk – Şakîk-i Belhî (r.h.) hazretleri
      Hikâye olundu. Şakîk-i Belhî (r.h.) hazretleri, üç gün yemek bulamadı. Hiç bir şey yemedi. İbâdetle meşgul idi. Açlıktan zayıf düşüp ibâdet yapamayacak hâle gelince, ellerini semâya dergâhı ilâhiyeye kaldırdı:
      -”Yâ Rabbî! Bana yemek nimeti verip, beni yedir!” diye duâ etti. Duayı bitirdiğinde, etrafına baktığında kendisine bakan bir adam gördü. Adam, kendisine selâm verdi ve:
      -”Ey şeyh! Benimle gel!” dedi.
      Şakîk-i Belhî hazretleri onu takip etti. Adam onu bir eve götürdü. Türlü türlü leziz ve nefis yemekler hazırlanmıştı. Sofranın çevresinde, hizmetçiler, cariyeler ve köleler vardı. Şakîk-i Belhî hazretleri yemeğini yedi. O yemeğini yerken adam ayakta bekliyordu.
      Şakîk-i Belhî hazretleri, karnını doyurdu. Adama duâ ve teşekkür etti. Kalkıp gideceği sırada adam yine sordu:
      -”Ey şeyh! nereye gidiyorsun?” O:
      -”Mescide!” dedi. Adam:
      -”Senin adın nedir?” dedi. O:
      -”Şakîk!” dedi. Adam:
      -”Ey Şakîk! Bilgin olsun, muhakkak ki bu ev, içindeki her şey, senindir. Bu cariyeler ve köleler de senindir. Ben de senin kölenim. Ben babanın kölesiydim. Beni ticârete göndermişti. Babanın parasıyla ticâret yaptım. Bütün bunları kazandım. Geri döndüğümde babanın vefat ettiğini gördüm. Babanın mirasına konman için sana haber vermeye geldim,” dedi. Şakîk sordu:
      -”Bunların hepsi benim mi?” Adam:
      -”Evet!” dedi. Şakîk-i Belhî hazretleri:
      -”Eğer bu köle ve cariyeler benim ise, ben hepsini Allah için âzâd ettim. Bundan böyle hepsi hürdürler. Eğer bu mallar benim ise, ben onları size bağışlıyorum. Aranızda paylaşın. Beni ibâdetten alıkoyacak hiçbir şey istemiyorum!” dedi.
      Şakîk-ı Belhî (k.s.) Kimdir ?
      Şakîk-ı Belhî (k.s.) hazretlerinin doğum tarihi belli değildir. Tebe-i tabiîn ve evliyâ’nın büyüklerindendir. İbrahim Edhem hazretlerinin talebesi, Hâtem-i Esâm’ın da hocasıdır. Ticâretle uğraşırdı. 174 (M: 790) yılında vefat etti.

    18. Muazzam Bir Hatim Şekli
      Selefi salihinin ekserisinin de yaptığı gibi haftada bir hatim eden kişi Kuran’ı yediye böler.
      Rivayet edilmiştir ki hz. Osman r.anh,
      Cuma gecesi Bakara suresinden Maide suresine kadar,
      Cumartesi gecesi En’am suresinden Hud suresine kadar,
      Pazar gecesi Yusuf suresinden Meryem suresine kadar,
      Pazartesi gecesi Ta-ha suresinden Kasas suresine kadar,
      Salı gecesi Ankebut suresinden Sad suresine kadar,
      Çarşamba gecesi Zümer suresinden Rahman suresine kadar,
      Perşembe gecesi Vakıa suresinden Kuran-ı Kerim’in sonuna kadar hatim ederdi.- (Gazali, İhya)
      Hz. Osman’ın r.anh hatimlerinin şekilleri hakkında daha bir çok rivayetler vardır.
      Ruh-ul Beyan tefsirinde zikredildiğine göre, bu şekil üzere hatmedenin duası mutlaka kabul olunur.
      Hz. Osman hatimi:
      Cuma gecesi: Bakara – Maide
      Cumartesi gecesi: En’am – Hud
      Pazar gecesi: Yusuf – Meryem
      Pazartesi gecesi: Ta-ha – Kasas
      Salı gecesi: Ankebut – Sad
      Çarşamba gecesi: Zümer – Rahman
      Perşembe gecesi:Vakıa – İhlas
      sureleri okunup hatim tamamlanır.Secdeleri yapıldıktan sonra dua edilir.

    19. Tâbût’un Tarihi
      Erbâb-i Ahbâr (Tarih ve rivayet uzmanları) buyurdular: Allahü Teâlâ hazretleri Âdem Aleyhisselâm’a bir tâbut indirdi. O tâbutun içinde. Âdem Aleyhisseiâm’ın evlâdından yeryüzüne gelecek olan peygamberlerin temsilleri vardı.
      Âdem Aleyhisselâm’a indirilen tâbut, Şimşâr (Şimşir) ağacının tahtasındandı. Üç zira ile iki zira kadardı. Âdem Aleyhisselâm’ın vefatına kadar, Âdem Aleyhisselâm’ın yanında kaldı.
      Âdem Aleyhisselâm’ın vefatlarından sonra evlâdı birer birer ona vâris oldular. En son Yakub Aleyhisselâma ulaştı. Yakûb Aleyhisselâmın vefatından sonra İsrâiloğullarının eline geçti. İsrâiloğullanndan da Mûsâ Aleyhisselâm’a geçti.
      Mûsâ Aleyhisselâm, onun içine Tevrâtı ve bâzı eşyalarını koyardı. Savaşa girildiği zaman Mûsâ Aleyhisselâm önce o tâbutu ordunun önünden yürütürdü. O tâbut İsrâiloğullarını heyecana getirirdi. Mûsâ Aleyhisselâm’ın vefatından sonra İsrâiloğullarının eline geçti.
      Isrâiloğulları, bir şeyde ihtilâf ettikleri zaman ona başvuruyorlardı. Onu aralarında hakem tayin ediyorlardı. 0 da kendilerine konuşurdu ve aralarında hüküm verirdi. .Savaşa girdikleri zaman, o tâbutu önden yürütürlerdi. Tâbut ile düşmanlarına karşı gelip fütuhat kazanırlardı. O tâbutu askerlerin üzerinde melekler taşırdı. Sonra savaşırlardı. Tevrâttan bir sayha işittiklerinde düşmana saldırır ve yakînen başarılı olacaklarına inanırlardı.
      İsrâiloğullan Allah’a âsî olup, yeryüzünde fesad çıkarttıkları zaman, Allahü Teâlâ hazretleri onların başına Amalîka’lıları musallat etti. Amalikalılar, Yahudileri mağlub ettiler. Tâbutu ellerinden aldılar. Onu lağıma koydular.
      Allahü Teâlâ hazretleri. Tâlûtu melik yapmayı dilediği zaman. Amalikalılara bir belâ musallat etti. Tâbutun olduğu yere bevleden herkes bâsûr hastalığına yakalandı…
      Bundan dolayı beş şehir helak oldu. Kâfirler, helak olmalarının sebeblerinin bu tâbut olduğunu anladılar. Onu çıkarttılar. temizlediler, bir kağnının üzerine bağladılar. Kağnıyı da iki öküze bağladılar. İki öküzü salıverdiler. O iki öküz yürümeye başladı. Allahü Teâlâ hazretleri, onlara dört melek vekil etti. Melekler, o öküzleri sevkediyorlardı, hatta Tâlûtun evinin önüne getirdiler.
      Yahudiler, peygamberlerinden Tâlût’un melikliğine dair alâmet ve işaret istediklerinde peygamberleri:
      -”Tâlût’un, melikliğinin alâmeti, sizin Tâbutu onun evinde bulmanızdır,” buyurdu.
      (Yahudiler onun evine koştular.) Tâbutu, Tâlûtun evinde görünce; onun melikliğini kabul ettiler.
      Mûsâ Aleyhisselâm’ın vefatından sonra, İsrâiloğulları azıp isyana kalkışmaları yüzünden, Allah onlara gadab ederek Tâbutu kaldırmıştı. Yahudîler, İşmuil Aleyhisselâm’dan Tâlût’un melikliğine (hükümdarlığına) delâlet etmesi için bir âyet istediklerinde İşmuil Aleyhisselâm, kendilerine şöyle söyledi:
      -”Muhakkak ki Tâlût’un melikliğinin (hükümdarlığının) alâmeti, size gökten bir tâbutun gelmesidir. Bu tâbutu melekler korumaktadırlar.”
      İşmuil Aleyhisselâm’ın beyan ettiği gibi meleklerin koruması altındaki bu tâbut kendilerine geldi. Onlar tâbuta bakıyorlardı, tâbut gelip, Tâlût’un yanıbaşına indi. Bu Ibni Abbas (r.a.) hazretlerinin sözüdür (yani rivayetidir.)
      Tâbutta Bulunan Mukaddes Emânetler
      Onların ikisi de levhlerin (Tevrâtın üzerinde yazıldığı levhaların) kalıntıları,
      Mûsâ Aleyhisselâm’ın asası ki bu asâ cennetin mersin ağacındandı.
      Mûsâ Aleyhisselâm’ın elbisesi, Mûsâ Aleyhisselâm’ın na’lin {ayakkabı veya pabucu). Harun Aleyhisselâm’ın sarığı, Tevrâttan bâzı şeyler, Süleyman Aleyhisselâm’ın yüzüğü.
      Bir ölçek, menn. Menn kudret helvâsıdır. Tih çölünde İsrâiloğullarına iniyordu.

    20. Namazda Safların Önemi Ve Sevabı

      Kişi. birinci safta imamın tam arkasında namaz kılmaya dikkat etmelidir. Efendimiz (s.a.v.) hazretlerinden şöyle rivayet olundu: (1/373) Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular:

      “İmâmın arkasında ve tam hizasında namaza duran kişiye yüz namaz yazılır, sağında durana yetmiş beş namaz, sol tarafında durana elli namaz ve diğer saflarda duranlara ise yirmi beş namaz (sevabı) yazılır. El-Kınye isimli fıkıh kitabında da böyledir. Ancak birinci safa geçebilmek için insanların boyunlarını basarak, insanları çiğneyerek veya başkasına zarar vererek geçemez. Saflarda boşluk bulduğu ilk yere oturur.

      Namazda, birbirine değecek şekilde omuzların aynı hizada olması gerekir. Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular:

      “Saflarınızı sıklaştınn ve safları birbirine yaklaştırın, boyun­larınız bir hizada olsun. Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, şeytanların, siyah ve koçuk koyunlar gibi saf aralıklarına girdiklerini görüyorum.

      Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri, Fatih Yayınevi: 2/690-691.

    21. Süleyman Aleyhisselam’a Büyücü Diyen Kâfirdir

      Süddî şöyle buyurdu: Şeytanlar, (birinci kat) semâ’ya (göğe) çıkıyorlardı. Orada melekler, konuşurlarken onları dinliyorlardı. Yeryüzünde olacak ölüm ve diğer şeyleri öğreniyorlardı. Sonra onları gelip, işittikleri her kelimeye yetmiş yalan kelime katarak onları kâhinlere aktanyorladı. Cinlerin, yetmiş kat yalan katarak, kahinlere haber verdiği bilgileri, kâhinler, insanlara hemen yazıp kitab haline getiriyorlardı. Bu durum Isrâiloğulları arasına yayıldı. Cinlerin gaybi bildikleri inancı Isrâiloğulları arasına yayıldı. Bunun üzerine Süleyman Aleyhisselâm, insanların arasına haber ve adamlarını gönderdi. 0 kitapları topladı. Hepsini bir sandığa koydu. Onları, alıp oturmakta olduğu kürsî’nin altına gömdü. Ve şöyle buyurdu:

      -”Bundan sonra bir kimsenin “cin ve şeytanlar gaybı biliyor” dediğini işitirsem boynunu vururum.” Sonra Süleyman Aleyhis­selâm vefat etti. Zamanla Süleyman Aleyhisselâm’ın kâhinlerin kitablarını toplayıp, tahtının altına gömdüğünü bilenler kalmadı. Isrâiloğullarında ihtilaflar çıktı. Şeytanlar bir insan suretinde Isrâiloğullarından bir nefere geldi:

      -”Sizin ebediyyen yiyemeyeceğiniz ve sahib olamayacağınız bir hazineden size haber vereyim mi?” dedi. Onlar:

      -”Evet!” dediler. Şeytan onlara:

      -”Süleyman Aleyhisselâm’ın, oturmakta olduğu kürsî’nin altını kazın,” dedi. Şeytanlar, onlarla beraber gitti. Onların kazacakları yerleri gösterdi. Şeytan bir köşede durdu. Isrâiloğulları ona:

      -”Yaklaş ‘ dediler. O:

      -”Hayır! Ben burada durayım. Eğer orada hazineyi bulamazsanız, beni öldürün,” dedi. Zîrâ şeytanlardan biri o kürsî’ye yaklaşsaydı hemen yanardı. Isrâiloğulları şeytanın istediği yeri kazdılar. O kitabları çıkarttılar. Şeytan onlara:

      -”Muhakkak ki Süleyman! (Aieyhisselâm), cinleri, insanları, şeytanları ve kuşları, bu kitablar ile emrine almıştı” dedi. Yahûdî-lerin şaşkınlıkları arasında Şeytan uçup kaçtı. Bunun üzerine Isrâiloğullannın arasına, Süleyman Aleyhisselâm’ın sihirbaz olduğu yayıldı. İsrailoğulları, bu kitabları aldılar. Bundan dolayı, Yahudi­lerin, arasına büyü ve sihirbazlık yaygın bir halde bulunmaktadır. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri geldiği zaman (1/190) Allahü teâlâ Hazretleri, Süleyman Aleyhisselâm’ı bunlardan (Yahudilerin, sihir iftiralarından) beri (uzak olduğunu) bildirip temize çıkarttı. Süleyman Aleyhisselâm’ın sihir ve büyüden uzak olduğunu bildirdi.

      Tuttular da Süleyman mülküne dair şeytanların uydurup izledikleri şeyin ardına düştüler,” buyurdu.

      “Halbuki Süleyman küfretmedi.” Sihir ve ilmiyle kâfir olmadı. Yani, Süleyman Aleyhisselâm, sihirbaz değildi. Sihirbaz kişi, kâfirdir. Sihrin, küfür olduğuna tariz de, Süleyman Aleyhisselâm’ın böyle çirkinliklerden uzak olduğunu mübalağa ile beyan etmek içindir. Onların yalanlarını başlarına vurdu. “lakin o şeytanlar küfrettiler.” Sihri, kullanmak, öğretmek ve onu düzenlemekle kâfir oldular.

      ”insanlara sihir öğretiyorlar,”

      Yani kâfir oldular. Halbuki on|ar sihri, insanları sapıtmak ve dalâlete düşürmek için öğretiyorlardı. Rivayet olundu ki, sihir, şeytanların güçlerinin cevherinden ve ağızlarının inceliğinden çıkartmış oldukları şeylerdir.

      “Ve o şey ki,” yani insanlara o şeyi öğretiyorlardı ki, “O iki meleğe indirilen (şeyleri öğretiyorlardı.” Ona ilham edilen ve öğretilen şeyleri. O da sihir ilmidir.

      Onlar, Allah tarafından insanları imtihan etmek için, sihir ilmini öğretmek gayesiyle indiler. İnsanlardan, sihir ilmini Öğre­nen ve onunla amel eden kişi kâfir oldu. Sihir ilminden kendini koruyan veya amel etmek için değil de, sihirden kendisini koru­mak için öğrenen ve öğrendiğiyle amel etmeyen kişiler ise, mü’mindiler. Kâfir olmadılar. Şöyle ki: Ben şerri, şer için değil; ondan korunmak için öğrendim” denildiği gibi.

      Bu, bir “arrâf’a yani sihirci veya geleceği bildiğini söyleyen kişi veya cindâra) geldiği zaman, ona bir şey sormak, onun halini imtihan etmek, işinin iç yüzünü öğrenmek, onun yalan ve doğrularını ortaya koyacak bilgilere sahip olmak caizdir.

      Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi- İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri

    22. Yetimlere Bakmak Büyüklerin Ahlakıdır

      Bilk ki: Yetimlerle beraber olmak, onlara karışmak ve onlarla ilgilenmek kerim (büyük ve yüce) kimselerin ahlakındandır. Yetimlere merhamet etmek ve acımakta büyük faydalar vardır. Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular:

      “Kim merhamet ederek, elini bir yetimin başının üzerine koyarsa, elinin üzerinde geçtiği kıllarının sayısınca kendisine hasene (iyilik ve sevab) yazılır.

      Yine hadîs-i şerifte buyuruldu:

      “Üç kişi kıyamet günü, Allah`ın Arşının gölgesinde olacaklar­dır.

      (Birincisi:) Kocası ölen, kendisine bir çok küçük yetim bırakan, nasibi çıktığı halde: “(Ben evlenmem) Allah, bu yetimleri, zengin edinceye (yani büyüyüp bana ihtiyaçları kalmayıncaya) ve Ölesiye kadar (yetimler veya kendisi ölesiye kadar) ben oturacağım diyen kadın.

      (İkincisi:) Malı olan bir adamdır. Bu adam, bir yemek yaptı. Yemeğini çok temiz ve güzel yaptı. En güzel şeyleri harcayarak yemek pişirdi. O yemeğe yetim ve miskinleri çağırdı.

      (Üçüncüsü:) Sıla-ı rahim yapan kişidir. Sıla-ı rahim yâni yakın akrabaları ziyaret etmek, rızkında genişlik yapar, ömrünü uzatır ve Allah’ın Arşının gölgesinde olur.

      Allahü Teâlâ Mûsâ Aleyhisselâm’a şöyle buyurdu:

      “Ey Mûsâ! Yetime rahîm bir baba gibi ol! Dullara şefkatli bir koca gibi ol! Yabancıya merhametli kardeş gibi ol! Ben de sana böyle olayım!“

      Şeyh Sadî (k.s.) buyurdular:

      Sen yetime iyilik yap. Onun başını okşa.

      Yetim ağladığı zaman vallahi Arş titrer.

      İnsan bütün kuvvetiyle, yetimin hakkını ihlâl etmekten kaçınmalı, onun malından bir habbe (tane) bir şey yememelidir. Asla ona zulüm etmemeli ve ona kahretmemelidir.

      Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri: 2/559-561.

    23. Kader Ve Kaza

      Ve bil ki: Kader ve kazadan kesinlikle meydana gelecek olan şeylere hiçbir şey fayda vermez. Yâni onların meydana gelmesini engelleyemez. Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdukları gibi:

      “Sakınmak, kadere fayda vermez. Muallakta olan kadere sadaka ve benzerleri fayda verir. Efendimiz (s.a.v.) hazretlerinin buyurduğu gibi: Sadaka ve akrabayı ziyaret, hastalıkları giderir ömrü uzatır.

      “Muhakkak ki sakınmak kazâ’yı reddetmez. Lakin duâ kazayı reddeder.

      “Kader’den sakınmak fayda vermez. Lakin inen ve inmeyen şeylere duâ fayda verir. Ey Allah’ın kulları size duâ etmeyi tavsiye ederim.”

      Bâzı muhakkikin buyurdular: Mukadderat iki kısım üzeredir. Bir kısım külliyâta mahsustur. Bir kısım da cüz’iyât ve tafsilâta mahsustur.

      Külliyat, insana mahsustur. Efendimiz (s.a.v.) hazretlerinin haber verdikleri üzere dört şeye münhasırdır.

      1 – Ömür,

      2- Rızık,

      3- Ecel,

      4- Saadet ve şakaavet.

      Bunlar değişikliği kabul etmezler. Sıla-ı rahim gibi iyilikler buna fayda vermez. Ancak farz-ı muhal yolu hariç. (Bunu) şu mânâda (söylüyorum) meselâ: Sıla-ı rahm yapan kişinin rızkının geniş olduğu ve ecelinin tehîr edildiği, hayır (ve iyiliklerin) eserindendir. Eğer gerçekten, rızık ve ecelin değiştirilmesi mümkün olsaydı, bu sıla-ı rahim ile olurdu, demektir.

      Kendisine bir hikmet taalluk ettiği bu şekilde, farz-ı muhal caizdir. Meselâ şu âyet-i kerîmede Allahü Teâlâ buyurduğu gibi:

      “De ki: Rahmân’ın bir veledi olsa, ben ona tapanların birincisi olurdum‘ Yâni farz-ı muhal demektir…

      Amma cüz’iyât ise. tafsîliyet levâzımındandır. Cüz’iyâzın bâzısının insan için zuhuru ve meydana gelmesi, sebeblere ve şartlara bağlıdır.

      Dua, kesb, çalışmak ve kasdetmek. bu sebeb ve şartların cümlesindendir. Yâni bunlar (dua, kesb, çalışmak ve kasdetmek gibi sebepler ve şartlar olmadıkça) onlar meydana gelmezler.

      Kader ve kaza: Kadere îmân etmek imanın şartlanndandır.

      Kader; ezelden ebede kadar hayır ve şer (iyi-kötü) meydana gelecek bütün hadiseler hakkında Cenab-ı Allanın kendi ilmi icabı bilip takdir buyurmasıdır.

      “Benim katımda söz değiştirilmez ve ben kullara zulm’edici değilim!” El-Kamer: 54/49,

      Irâde-i cüziyye; Cenab-ı Allanın kuluna verdiği belirli bir selâhiyet ve tercih etme hakkıdır. Kader ve kazâ’da irâde-i cüziyye’nin önemi çok büyüktür. Çünkü insan irâdesini iyiye kullanırsa Cenab-ı Allah, hayrı {ve iyiliği), kötülüğe sarfederse, kötülük (ve şerri) yaratır.

      Bu itibâr ile Cennet ve Cehennemi insan kendi İradesiyle kazanır… Cenab-ı Allah, Hâlık (yaratıcı)dır. Kul (insan) kâsib (İsteyen ve elde temeye çalışan)dir. insan, fiilinin yaratıcısı değildir. Ama, isteyenidir. Bu imtihan dünyasında Cenab-ı Allah, iyi ve kötü kulunun bütün irâdelerini yaratır. Bu konuda daha geniş bilgi için bakınız: Mektubât: 217. ve 289. Mektub.

      Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri, Fatih Yayınevi: 2/713-714.

    24. Beş Vakit Namaza Verilen İlâhî Mükâfat

      “Ka’bul Ahbâr (r.h.)’ buyurdu: Allâhü Teâlâ hazretleri, Mûsâ Aleyhisselâmla münâcâti esnasında ona şöyle buyurdu:

      Ey Mûsâ! Ahmed (Aleyhisselâm’a) ve ümmetinin kılacağı dört rek’ât öğle namazının:

      Birinci rekatında onları mağfiret ederim.

      İkinci rekatta mizanlarını ağırlaştırırım.

      Üçüncü rekatta, onlar için teşbih ve mağfirette bulunan melekler tayin ederim. Gökte ve yerde onlar için istiğfar etmeyen hiç bir melek kalmaz. Meleklerin kendisi için istiğfar ettiği kimselere de ebedî azap etmem.

      Dördüncü rekâtta onlara gök (yani rahmet) kapılarını açarım; huriler nazar eder.

      Ey Mûsâ! Ahmed (Aleyhisselâm) ve ümmetinin kılacağı dört rekat ikindi namazı(ından sonra) benden ne isterlerse (ve niçin duâ) ederlerse, mutlaka onu yerine getirir ve hacetlerini gideririm.

      Ey Mûsâ! Ahmed (Aleyhisselâm) ve ümmetinin kılacağı üç rekat akşam namazında onlar için gök açarım.

      Ey Mûsâ! Ahmed (Aleyhisselâm) ve ümmetinin kılacağı dört rekat yatsı namazı, kendileri için dünyâ ve içindekilerden daha hayırlıdır ve annelerinin kendilerini doğurduğu gündeki gibi (günahsız ve isyansiz olarak) dünyâdan çıkarlar.“

      Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri, Fatih Yayınevi: 2/688-689

    25. Teşbih Duasını İlk Olarak Okuyanlar Kimlerdi ?

      “Sübhânallah” (Allahım! Seni noksan sıfatlardan ten­zih ederim.) teşbihini ilk defa söyleyen Cebrail Aleyhisselâm’dır.Bu da (yani ilk defa teşbih okumasının sebebi de:) Allahü Teâlâ hazretleri onu yarattığında, gözü Arş’a ilişti. Arşın büyüklüğünü gördü. Ve hemen: “Sübhânellah” (Allahım! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim.) dedi. Kim Sübhânallah derse Cebrail Aleyhisselâm’in sevabına nail olur.

      “Elhamdü Lillah” Hamd Allah’a mahsustur.” İlk defa hamdeden Safiyullah Âdem Aleyhisselâm’dır. Âdem Aleyhisselâm’a ruh üflendiği zaman: “Elhamdü üllah” Hamd Allah’a mahsustur.” Dedi. Kim bunu söylerse, Âdem Aleyhisselâmın faziletinden nasîbdâr olur .

      “Lâ ilahe illallah” (Allah’tan başka ilâh yoktur.) kelime-i tevhidini ilk söyleyen En-Neciyyüllah Nuh Aleyhisselâm’dır. Nuh Aleyhisselâm, tufanı görüp, şiddetli belâları müşahede ettiği zaman; “Lâ ilahe illallah” (Allah’tan başka ilâh yoktur.) demişti. Kim bunu söylerse, Nuh Aleyhisselâm’m sevabından büyük bir nasîb ve pay alır.

      “Allahü Ekber” (Allah en büyüktür) İlk defa tekbir getiren İbrahim Aleyhisselâm’dır. İbrahim Aleyhisselâm, İsmail Aleyhisselâm için gelen fidyeyi -o da bir koçtu- görünce “Allahü Ekber” (Allah en büyüktür) dedi. Kim bunu söylerse, ibrahim Aleyhisselâm’ın feyzinden bir feyze nail olur.

      Allahım! Bizleri, zikredenler ve şükredenler eyle. Amin!

      “Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.“

      Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri: 2/554-555

    26. HELAL KAZANCIN ÖNEMİ
      İnsanın en başta gelen vazifelerinden biri helal dairede yaşamak, helal kazanmak ve helal yolda harcamaktır. Allah bizi imtihan etmek için bazı şeyleri haram, bazılarını da helal kılmıştır. Fakat helal dairesini o kadar geniş tutmuştur ki, harama girmeye ne ihtiyaç, ne de mecburiyet vardır. Sonra haram daireyi mayınlı bölge gibi tehlikelerle doldurmuş, helal daireyi de meyvelerle dolu güllük gülistanlık bir bahçeye döndürmüştür. Birçok emir ve yasağı da sırf bizim iyiliğimiz, dünya ve ahiret mutluluğumuz için koymuştur.

      Allah (c.c.) müminlere de Peygamberlere emrettiği şeyleri emretti ve şöyle buyurdu: “Ey Resuller! Helal olan şeylerden yiyin ve salih ameller işleyin. Çünkü Ben sizin yaptıklarınızı pekâlâ bilirim.” [1]

      Bir başka ayette de: “Ey iman edenler! Size verdiğimiz azıkların helal ve hoş (tayyip) olanlarından yiyin.” [2]

      (Rasûlullah devamla) şöyle buyurdu:”Bir kimse (Allah için) uzun bir yolculuğa çıkmıştır. Saçları darma dağınık, toza toprağa bulanmış bir vaziyette ellerini semaya uzatarak: “Ya Rabbi Ya Rabbi” diye dua eder. Hâlbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haram kısacası kendisi haramla beslenmiş olursa böylesinin duası nasıl kabul edilir?” [3]

      “Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bilip dururken, insanların mallarından bir kısmını, yalan yemin ve şehadet ile yemeniz için o malları hâkimlere (reislere, yetkili idarecilere, mahkeme hâkimlerine el altından)vermeyin.” [4]

      “Yerde sizin için geçim vasıtaları yarattık.” [5]

      “Namaz bitince yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan isteyin.” [6]

      Bu ayetler bize helal ve temiz rızıkları kullanmamızı, haram yollara, haramlara başvurmamamızı, yeryüzünde birçok helal ve geçim vasıtalarının bulunduğunu, yeryüzüne dağılıp Allah’ın lütfundan bunları istememizi emretmektedir. Haramlardan kaçınmak gibi helal kazanç sağlamak da farz bir emirdir.

      Hadis-i şeriflerde şöyle buyrulmuştur: “En faziletli amel helal kazançtır.” [7]

      “En temiz ve üstün kazanç, kişinin el emeği ve her türlü dürüst alış-verişten kazandığıdır.” [8]

      Helali aramak cihattır.” [9]

      “Helalin ne olduğunu öğrenip onu kazanmaya çalışmak her müslümana vacip (gerekli) dir.” [10]

      “Ey insanlar! Allah’tan korkunuz ve (dünyalığı) isteme hususunda mutedil olunuz (her türlü aşınlıktan ifrad ve tefritten sakınınız). Çünkü nzkı gecikse bile tamamını almadıkça hiçbir nefis ölmeyecektir. O halde (rızık talebinde) Allah’tan korkunuz. Ve (dünyalığı) istemekte mutedil olunuz. Helal olanı alınız ve haram olanı terkediniz.” [11]

      Hadisler, dünya malını ve rızkı elde ederken mutedil olmayı, yani talepte (çalışmada, istemede, kazanmada) kusur etmemeyi ve aşın hırsa da kapılmamayı, bunu meşru ve helal yoldan kazanmaya çalışmayı emretmektedir.

      Yüce Kitabımız’da Allah Teâlâ’nın faizi batıracağı, sadakaları arttıracağı bildirilmiştir. Hadis-i şerifte ise ancak helal maldan verilen sadakaların kabul edileceği ve değerlendirileceği, haramların kabul edilmeyeceği şöyle ifade edilmiştir: “Kim helal kazancından bir hurma kadar sadaka verirse ki, Allah, helalden başkasını kabul etmez- Allah o sadakayı kabul eder. Sonra onu dağ gibi oluncaya kadar herhangi birinizin tayını büyüttüğü gibi, sahibi adına ihtimamla büyütür.” [12]

      Hz. Peygamber şöyle uyarmıştır: “Öyle bir zaman gelecektir ki, kişi malını helalden mi haramdan mı elde ettiğini önemsemeyecek.” [13]

      Esas mesele para kazanmak değil, helal kazanmak olmalıdır. Haramda hayır yoktur, bereket yoktur. İbrahim Ethem Hazretleri: “Midelerine girenlerin helal mi, haram mı olduğunu araştıranlar iman bakımından yükselirler. Kazançlarının helalliğini düşünmeden dünyalık peşinde koşanlar ise önce mide fesadına uğrarlar, sonra da huzurları kaçar, manen yükselemez, alçalırlar. Ne ibadetlerinin, ne de yaptıkları iyiliklerin zevkine varabilirler.” demiştir.

      Abdullah bin Ömer (r.a.) : “Namaz kılmaktan yay gibi, oruç tutmaktan çivi gibi olsanız da haram ve şüpheli şeylerden kaçınmazsanız, Allah o ibadetleri kabul etmez.” diye söylemiştir.

      Hz. Ebu Bekir (r.a.) kölesinin getirdiği bir sütten içti ve hemen kölesine dönerek: “Bunu nereden aldın?” diye sordu. Köle: “Kehanette bulundum, yani gaybden bazı haberler verdim de ücret olarak bu sütü aldım.” dedi. Bunun üzerine Ebu Bekir (r.a.), içtiği sütü midesinden çıkarmak için boğazına parmak saldı ve boğulacak şekilde istifra ederek, çıkarmaya çalıştı, sonra da: “Allah’ım, midemde kalıp damarlanma karışan kısmından sana sığınırım.” dedi. [14]

      Cahız, helal kazancın muhakkak helale harcandığını, kötü kazançların kötü şeylere kaydığını, temiz kazançların da temize yöneldiğini ifade ettikten sonra Hasan Basri’hazretlernin bir sözüne yer verir. Hasan Basri hz. der ki: “Bir adamın servetinin nereden geldiğini öğrenmek istiyorsanız, nereye harcadığına bakınız. Çünkü kötü kazançlar israfa harcanır.” diye söylemiştir.

      Haramlar, Allah Teâlâ ile kullarının arasına girer ve dualarının kabulünü önler, engel olur. Bunun için Allah Teâlâ, önce helal yemeyi emretmekte, arkasından da salih amelleri işlemeyi emretmektedir. Hz. Peygamber şöyle buyurarak uyarmıştır: “Besleneceğin şeyleri helal ve temiz yap ki, duaların kabul olunsun.” [15]

      “Bedenine haram gıda giren bir kimsenin duasını kırk gün müddetle bârigâh-ı uluhiyyete ulaşmayacağı” yolundaki bir hüküm tevatüren zamanımıza kadar gelmiştir. Bunun sebebi, vücuda giren bir lokmanın tamamen tasfiyesinin biyolojik olarak kırk günde gerçekleşebilmesi keyfiyetidir.

      Müfessir Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın: “İsm-i Azam duası, ‘helal lokma’dır.” tarzında bir beyanı vardır. Yani ibadet ve duaların makbuliyeti yenilen lokmaların manevi durumuyla da yakından alakalıdır. Zira helal lokma vücutta kulluk enerjisini meydana getirir. İnsanların isyanının sebebini haram lokmada aramak gerekir. Çünkü haram lokmayla beslenen bir vücudun ibadete meyilli olması mümkün değildir. Haramla beslenen bir vücut, ibadetlere değil, şehvete meyillidir. Haramla beslenenler şehvet tüccarıdır.

      Şeytan haram yiyenlerin dostudur onların, yoldaşları şeytandır. Şeytan onları gaflete, günaha sevkeder, ibadetlerden uzaklaştırır. Hz. Mevlana’nın diliyle: “Bilgi de hikmet de helal lokmadan doğar; aşk da, merhamet de helal lokmadan meydana gelir. Bir lokmadan haset, hile doğarsa, bilgisizlik, gaflet meydana gelirse sen o lokmanın haram olduğunu bil. Hiç buğdayını ektin de arpa çıktığını gördün mü?” [16] Süfyan-ı Sevrî ise “Kişinin dindarlığı ekmeğinin helalliği nispetindedir.” demiştir.

      Öyleyse hem helal kazanmalı, helal yemeli, hem de helal yolda harcamalıdır. Zira Rasûlullah (s.a.v.) hadislerinde helal yemeyi, cennete girmenin şartları arasında saymış, helalden kazanan kimseyi müjdelemiştir. Buna karşılık, vücudu haramla beslenen kimsenin cehenneme layık olduğunu, böylelerinin dualarının ve amellerinin kabul edilmeyeceğini bildirmiştir.

      Abdurrahman İbni Avf (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdular: “Allah’ın lanetine uğrayan şeytan, mal sahipleri (zenginler) hakkında şöyle seslenir: (Allah’tan ve ibadetlerden gafil) mal sahibi mutlaka şu üç zararın biriyle benden kurtulamaz. Sabah ve akşam yanına gider, ona vesvese veririm; Haram yoldan kazanmasını (helal olmayanı almasını) sağlamaya çalışırım. Meşru olmayan kötü yollara harcamasını sağlarım. Ve ona malı öyle sevdiririm ki, hakkıyla; yerli yerince harcayamaz.” [17]

      Cenâb-ı Hakk’ın bir ismi de Rezzak’tır. ‘Rezzak’ bol bol rızık veren anlamına gelir. “Şüphesiz ki, Allah bizzat rızkı veren kuvvet ve kudret sahibidir.” [18]

      “Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın.” [19]

      Eskiden işyerlerinde çokça asılan levhalardan birisi de ‘Rızkı veren Allah’tır‘ anlamına gelen ‘Er rızku Alellah‘ ibaresiydi. Bu gerçek ruhlara, kalplere hükmettiği içindir ki, müminler helal rızık talebinde bulunurlar, çocuklarına haram lokma yedirmedikleriyle iftihar ederlerdi.

      Birçok ayet ve hadislerde temiz ve helal rızka teşvikler yapılmaktadır. Buna rağmen sanki aç kalacakmışçasına nice insan haram yola sapabilmektedir. İnsan asli görevlerini unutmadan, rızkını temin için meşru dairenin dışına taşmadan çalışmalıdır. Çünkü ekmek için ekmek gerek, ateş için çakmak gerek, durmadan kıpırdamamız, çalışmamız gerekir. Çalışırız, zengin olursak şükreder zekatla, sadakayla, hayır yoluna dağıtır, harcarız. Fakir olursak sabreder, şükreder, kimseye yük olmamaya devam ederiz. Kimse gönül rızasıyla fakir olmak istemez. Ama olunuyor, çalışıyor, çabalıyor ve yine fakir kalıyor. Rabbimiz bunun hikmetini: “Onların dünya hayatındaki geçimlerini Biz taksim ettik. Birbirlerine iş gördürsünler diye bir kısmını diğerlerinin üzerine derecelerle üstün kıldık.” buyurarak haber veriyor. [20]

      Çalışmaya devam edelim. Rabbimizin taksimine razı olalım. Yine çalışalım. Çünkü helal mal kazanmak için çalışmak, bir mümin için ibadettir. Bülbülün, kartalın, karıncanın, filin, hamsinin, balinanın vücutlarına uygun olarak rızıklarını taksim eden Rabbimiz bütün insanlığa yetecek rızkı da yaratmaktadır. İnsan yaşamak için rızka muhtaçtır. Fakat o nereden, kimden ve nasıl geldiğine bakmaksızın her önüne geleni alamaz, kullanamaz, yiyemez. Kur’an-ı Kerim’de, “Allah’ın size helal ettiği o temiz ve güzel şeyleri kendinize haram kılmayın. Haddi aşmayın; çünkü Allah haddi aşanları sevmez.” [21] ayetiyle müminler ikaz edilmişlerdir.
      Eğer Allah’ın çizdiği sınır ile yetinmeyip bu sınırın daha daraltmaya çalışmak ayet ve hadisler ile ‘haddi aşmak’ şeklinde vasıflandırılırsa, Allah’ın çizdiği sınırı hiç tanımadan başıboş bir şekilde hareket etmek, elbette ondan çok daha büyük bir had bilmezlik, hadsizlik olur. Bunun cezası ise, dünyada ferdin ve toplumun huzursuzluğu, ahirette de cehennem azabıdır. Helal dairedeki rızkıyla yetinmeyip harama kaçan bir kimse, şeytana uymuş olur. Her harama giriş, her farzı terkediş, şeytana uymaktır. İslâm’ı yaşamayan şeytana uymuş demektir.

      Hâlbuki şeytan haramları hoş gösterir, günahları süsler. İzahına çalıştığımız hadiste de belirtildiği gibi, şeytan öncelikle insanların haram yoldan kazanmasını sağlamaya, haram işletmeye çalışır. Harama sevk edemezse, kazancı meşru olmayan kötü yollarda harcamaya sevkeder. İsraf ettirir, çünkü israf edenler, şeytanların kardeşleridir. Gereksiz yerlerde harcatır, lükse, İslâm’a uygun olmayan yerlerde harcama yaptırır. Zengin olmak, israf hakkını doğurmaz. İsraf hem kişilere ve hem de ülkelere göre değişen bir şeydir. Dikkatli olunmalıdır.

      Şeytan, fakirlikle korkutur, Çirkin şeyleri emreder. İnsanların mallarına ortak olmaya ve onları haram yollardan mal kazanmaya ve biriktirmeye, haram yollara harcamaya, israfa teşvik eder. Hadisi şerifte şöyle buyurulur: “Ey tüccarlar! Şeytan ve günah alışverişte hazır bulunur, alış-verişe katılırlar. Alışverişinize sadaka karıştırın.” [22]

      Besmelesiz, İslâmsız her işe şeytan karışır ve bulaşır. Kendisi pis olan şeytanın amelleri de pistir. Onun için tedbirli bulunmalı, şeytana, şeytanlaşanlara kanmamalıdır. Ve şu düsturlarla hareket etmelidir:
      1) İslâm’da her hak ve imkan, bir sorumluluk ve görevin karşılığıdır. Hem helal kazanmalı, hem helal yolda harcamalıdır. Zira kişi, servetini nereden ve nasıl kazandığından sorguya çekileceği gibi, nereye harcadığından da hesaba çekilecektir.

      2) Müslüman her hususta olduğu gibi iktisadi faaliyetlerde de inancının, dininin gereklerini göz önünde bulundurmalıdır. Haram-helal konusunda dikkatli olmalı, şüpheli şeyleri terk etmelidir. Zira şüpheli şeyleri terk eden dinini, ırzını ve hassasiyetini korumuş olur.

      3) Müslüman yaptığı işte mesleki ehliyete ve bilgiye sahip olmalıdır, işini bilerek yapmalıdır. Helal rızık için çalışmak ibadettir, cihattır. İşçi ve işveren haklarını gözetmelidir. Harcama ve tüketimde israftan kaçınmalıdır. Zekat, infak, sadaka gibi görevlerini yapmalı, infak etmeli, cömert davranmalıdır.

      4) İslâm’ı yaşamayan, İslâm’a uymayan, şeytana uymuş demektir. İslâm’a tam inanıp uyanlar, Rablerine güvenip ihlâslı olanlar üzerinde şeytanın bir tesiri yoktur. Allah’a kul ve asker olan kurtulur. Haram yıkım sebebidir. Evet; helalin hesabı, haramın azabı vardır.

      Yüce Dinimiz İslâm, insanoğluna dünya ve ahiret saadetini kazandıracak prensiplerle dolu bir hayat nizamıdır. İslâm’da çalışma ve helal kazanç, tıpkı ilim gibi farz telakki edilmiş, kişinin kimseye muhtaç olmadan hayatını sürdürebilmesi, çoluk çocuğunun nafakasını temin etmek maksadıyla meşru yoldan çalışıp kazanması, ibadet ölçüsünde kutsal ve değerli bir davranış olarak kabul edilmiştir.

      İslâm, kazanç elde etme konusunda önemli bir ilke olan meşruiyet prensibini esas alarak; hırsızlık, gasp, faiz, kumar, rüşvet ve şans oyunları; kamu mallarını zimmete geçirmek, her türlü yolsuzluk, hileli alışveriş, müşteriye birinci kalite diye ikinci kalite mal vermek, eksik tartıp ölçmek, malı fahiş fiyatla satmak, işçi ve memurun görevlerini ihmal ve terk etmesi, işverenin çalışanlara hak ettiğin ücretlerini, devlete vergisini, fakire zekatını vermeden ve kalitesiz mal üretip pahalıya satarak elde ettiği servet gibi gayri meşru kazancı yasaklamıştır. Yüce Allah Nisa sûresinin 29. Ayetinde: “Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksız yollarla yemeyin. Karşılıklı rızaya dayalı ticaret yiyin” [23] buyurmak suretiyle, haksız kazancın haram olduğunu bildirmiştir.

      İslâm’da asli ve tabii kazanç yolu emektir. Müslüman, çalışmadan başkalarının sırtından veya gayri meşru yollardan kazanç elde etmekten şiddetle sakınmalı; kazancının nereden nasıl geldiğine dikkat etmelidir. Zira haram fiillerden biri işlenince, diğerine kapı açılır ve haramlar normal karşılanmaya başlar. Böylece toplum huzurunun temellerini teşkil eden başkalarının hakkını gözetme, hizmet etme, yardımda buluma gibi asil duygular yok olur.

      Yüce Allah, “Ey insanlar! Yeryüzündeki şeylerin helal ve temiz olanlarından yiyin.” [24]

      “Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden helal, iyi ve temiz olarak yiyin ve kendisine iman ettiğiniz Allah’ karşı gelmekten sakının.” [25] anlamındaki ayetlerde, helal ve temiz rızık yenilmesi emretmektedir.

      Müminlerin, Allah’ın bu emrine uyarak meşru işlerde çalışmaları, helalinden kazanmaları, haram gıdalarla beslenmemeleri ve çoluk çocuğuna da haram yedirmemeleri gerekir. Bu husus, hem ibadetlerimizin kabulü hem de sosyal hayatımızın güven ve huzuru için önemlidir.

      Kazancımızın helal ve meşru olması kadar servetimizi, ekonomik değerlerimizi; içki, kumar, uyuşturucu, fuhuş ve benzeri gayr-i meşru ve haram yerlere harcamamak ve malı-mülkü israf etmemek de önemlidir. Çünkü batıl yollara servet edinmek ve onu gayri meşru yerlerde harcamak günahtır. Bu husus, Bakara sûresinin 188. Ayetinde şöyle ifade edilmektedir: “Aranızda mallarınızı batıl yollara yemeğin. İnsanların mallarından bir kısmını bile bile günaha girerek yemek için, onları hakimlere (rüşvet olarak) vermeyin.” [26]

      Çok çalışmak, bol üretmek, meşru yollardan kazanmak, israf etmemek, helal harama riayet etmek ve insan haklarına saygı göstermek, Müslümanların temel görevleri arasında yer alır. Milletimiz ancak bu sayede güven ve huzura erecek, mutlu ve müreffeh olabilecektir.

      İslâm’da çalışma ve helal kazanç, farz olarak görülmüş, kişinin kimseye muhtaç olmadan hayatını sürdürebilmesi, çoluk çocuğunun nafakasını temin etmek maksadıyla meşru yoldan çalışıp kazanması, ibadet ölçüsünde kutsal ve değerli bir davranış olarak kabul edilmiştir.

      Her hususta orta yolu tavsiye eden dinimiz helal rızk peşinde koşmanın önemini ifade ederken, ibadetleri unutup tamamen dünyaya dalmanın da doğru olmadığını göstermiştir. Bu açıdan bir kimsenin çalışmasının ibadet olabilmesi farzlarını yerine getirmesine ve haramlardan kaçınmasına bağlanmıştır. Memurun işiyle, çiftçinin çiftiyle, tüccarın ticaretiyle, kadının evi ve çocuğuyla, talebenin dersiyle uğraşması ibadettir. Yeter ki Yüce Allah’a karşı vazifelerini ihmal etmesin.

      Helal kazanç konusunda peygamberlerin hayatları da bizim için güzel bir örnektir. İnsanlara her yönüyle örnek olan peygamberlerin kendilerine birer iş, meslek ve sanat edinmeleri, bizim için ölçü olmalıdır. Bu yüzden sanatkârların birçoğu peygamberleri kendilerine pir ve üstad edinmişlerdir. Gemicilerin Hz. Nuh’u, demircilerin Hz. Davud’u, terzilerin Hz. İdris’i, saatçilerin Hz. Yusuf’u pir edinmeleri gibi. Bu ve benzeri meslekler helal rızk yollarının kapılarıdır. Bunlar bize aynı zamanda meslek veya sanat sahibi olmanın ehemmiyetini de ifade eder.

      Helal rızkın, insanın manevi gelişmesindeki önemi de büyüktür. Eğer bir çocuğu bozuk ve zararlı gıdalarla beslemeye kalkarsak fazla yaşamaz, yaşasa da sıhhatli bir hayat süremez. Aynı şekilde gıdaya haramın karışması halinde ise manevi hayatın sıhhati tehlikeye girmiş olur. Helal lokmanın önemini Mevlana şöyle ifade eder: “Nur ve kemali arttıran lokma, helal kazançtan elde edilen lokmadır. İlim ve hikmet helal lokmadan doğar, aşk ve rikkat yani gönül inceliği helal lokmadan meydana gelir.”

      İslâm dininde çalışmak, kazanmak ve mal-mülk edinmek tıpkı ilim gibi farz telakki edilmiş, kişinin kimseye muhtaç olmadan hayatını sürdürebilmesi ve ailesinin nafakasını temin etmek maksadıyla meşru yollardan çalışıp kazanması, ibadet ve cihat ölçüsünde kutsal bir davranış olarak nitelendirilmiştir. Cenabı Allah Kur’anı Kerim’de “İnsan için ancak çalıştığı vardır. Şüphesiz onun çalışması ileride görülecektir. Sonra çalışmasının karşılığı kendisine tastamam verilecektir” [27] buyurmuştur. Çalışma ile ilgili olarak yüce dinimizde; el emeği, alın teri ve göz nuruna büyük önem verilmiştir. En temiz kazancın ne olduğu sorulduğunda sevgili peygamberimiz “kişinin kendi elinin emeği, bir de dürüst ticaretin kazancıdır” [28] diye cevap vermiştir.

      İnsanların Allah’ın emirlerine uyarak meşru işlerde çalışmaları ve helal yollardan kazanmaları hem ibadetlerin kabulü, hem de sosyal hayatın güven ve huzuru için son derece önemlidir. Onun için dünyalıklarımızı helalinden kazanmaya ve kazancımızı helal yerlere sarf etmeye çalışalım. İbadetlerimizin kabul, dualarımızın makbul olmasını istiyorsak, yediğimiz lokmanın helal olmasına dikkat edelim. Çocuklarımızın hayırlı olması için onları helal rızıkla besleyelim. Kâfi miktardaki az ve helal malın, haramdan gelen çok maldan daha hayırlı olduğunu unutmayalım. Haram-helal demeden kazanma hırsına kapılmayalım. Kanaat ve şükür duygularımızı asla ihmal etmeyelim.

      İslâm dininde bir taraftan çalışmak ve kazanmak teşvik edilirken, diğer taraftan çalışmada, kazanmada, kazanılanı harcama ve değerlendirmede ölçü ve kurallar konulmuştur. Yarın kıyamet gününde malını nereden ve nasıl kazandığının, nereye, niçin ve hangi amaçlarla harcadığının hesabının sorulacağı haber verilmiştir. Onun için esas olan, her ne yol ve suretle olursa olsun para ve mal kazanmak değil, helal ve meşru yollardan kazanmak, helal ve meşru yollarda harcamak ve değerlendirmektir. Bu yüzden malı kazanmakla mükellef olduğumuz kadar, kazanılan malı korumak, değerlendirmek, israfa kaçmadan harcamak, helal dairesinden çıkmadan sarf etmek, Allah rızası için hayır hasenat ve yardımda bulunmaktan da sorumluyuz. Helal olan malın hesabı, haram olanın ise azabı olduğunu hiç bir zaman unutmayacağız.

      İnsanoğlu meşru yoldan çalışmaya ve kazanmaya devam ettiğinde malının ve kazancının arttığına, bereketlendiğine şahit olur. Malını temizlemek için zekât ve sadaka verip, hayır hasenat yaptıkça malının çoğaldığını ve bereketlendiğini görür. Çünkü zekât, sadaka, hayır ve hasenat bir taraftan malı bereketlendirirken diğer taraftan da zengin ve fakir arasındaki saygı ve sevgi bağlarını kuvvetlendirir, kin ve nefret duygularını yok eder, huzur ve barışa katkı sağlar. Bunun bilincinde olalım.

      Dinimiz rızkımızı temin için çalışmayı ibadet sayar. Kazançta esas olan çokluk değil helalliktir. Niceleri vardır ki haramdan kazandıkları hesapsız servet biranda yok olup gider. Ne kendisine ne de başkasına fayda sağlar. Niceleri de vardır ki çok küçük ama helal bir kazançla mutlu bir şekilde yaşar çevresine hesapsız yardımları dokunur. İslâmiyet geldiği zaman insanları güzel ahlâka davet etmiş, Onları ahlâki bozuklukların pisliklerinden arındırıp imana dayalı temizliğe, faiz ve haram kazancın kirlerinden, helal kazancın temizliğine kavuşturmuştur.

      İslâm dini kişilerin meşru işlerle uğraşmalarını ve geçimlerini helâl yollardan temin etmelerini emreder. Buna rağmen gayr-i meşru yolla bir kazanç elde edilmiş ve bu kazancın sahibi belli ise, bunun sahibine geri verilmesi belli değil ise, karşılığında sevap beklenmeksizin yoksullara veya hayır kurumlarına verilerek elden çıkarılması ve tövbe edilmesi gerekir.

      Mali yönü bulunan her ibadet helal kazanç ile yapılmalıdır. Örneğin, gayr-i meşru yolla elde edilen kazanç ile kurban kesmek dinen caiz değildir. Bununla birlikte, bir kimse haram yoldan kazanılan parayla kurban kesmişse, kesilen hayvanın etinin yenmesi ve dağıtılması gibi dünyevi hükümler açısından kurban şeklen yerine gelmiş olsa bile, Allah’a karşı ibadet sorumluluğu açısından bu, caiz ve makbul bir ibadet sayılmaz. Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Helal, Allah Teâlâ Hazretlerinin kitabında helal kıldığı şeydir. Haram da Allah Teâlâ hazretlerinin kitabında haram kıldığı şeydir. Hakkında sükût ettiği şey ise affedilmiştir. Onun hakkında soru sormayınız.” [29]

      Tüketim toplumu, insanların maddi varlığını zarara soktuğu gibi, manevi hayatlarını da etkilemiştir. İhtiyacımızın dışındaki harcamalar lüks tüketim ihtiyaç gibi algılandığından, bunları temin etmeye çalışan insanlar, istediklerini elde edebilmek için, zaman zaman helal kazancın dışında, haram kazançlara kaymaktadırlar. Tüketim toplumunun hastalıklarından korunabilmek için, iktisatlı olma prensibine her zamankinden daha çok dikkat edilmesi gerekmektedir. Çünkü bu zamandaki teknolojik gelişmeler, öyle bir tüketme kültürü vermiştir ki, insanlar farkında olmadan sürekli tüketen bir konuma gelebilmektedir.

      Numan İbnu Beşirden ra. rivayet edildiğine göre
      Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: “Şurası muhakkak ki, haramlar apaçık bellidir, helaller de apaçık bellidir. Bu ikisi arasında (haram veya helal olduğu) şüpheli olanlar vardır. İnsanlardan çoğu bunları bilmez. Bu durumda, kim şüpheli şeylerden kaçınırsa, dinini de, Irzınıda korumuş olur. Kim de şüpheli şeylere düşerse harama düşmüş olur, tıpkı koruluğun etrafında sürüsünü otlatan çoban gibi ki, her an koruluğa düşebilecek durumdadır. Haberiniz olsun, her melikin bir koruluğu vardır, Allah’ın koruluğu da haramlarıdır Haberiniz olsun, cesette bir et parçası var ki, eğer o sağlıklı olursa cesedin tamamı sağlıklı olur, eğer o bozulursa, cesedin tamamı bozulur. Haberiniz olsun bu et parçası kalptir.” [30]

      Müslüman mutlaka çalışıp kazanmalıdır. İslâmi prensipler insanın üretmesini, çevresine faydalı olmasını alan el değil veren el olmasını öngörür. Sevgili peygamberimiz (s.a.v.) çalışıp kazanan kişiyi övmüştür, ancak çalışıp kazanma meşru yollarla yapılmalıdır. Müslüman Allah’ın verdiği imkânları ticari ahlâka uyarak değerlendirmeli, kendi gayretiyle alın teriyle üretip şerefli bir şekilde yaşamalıdır.

      Dürüst ticaret en meşru ve bereketli kazanç yollarından biridir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Doğru ve emin tüccar, kıyamet gününde peygamberler, şehitler ve sıddıklarla beraberdir” buyurmak suretiyle müminleri dürüst ticarete teşvik etmektedir. Dürüst ticaret en güzel helal kazanç yollarından biridir. İslâmiyet ticaret yapmayı, alım-satımı teşvik etmiş, gayri meşru ticaret konularını, karaborsayı, aldatmayı yasaklamıştır.

      Helal ve temiz şeyleri yemek, insanı Allah’a itaat’ a ve Şeytana uymaktan sakınmaya sevk eder. Çünkü salih ameller, helal lokmanın neticesidir. Meşru yoldan helal kazanç sağlamak bütün peygamberlerin sünnetidir. Kişi ailesinin geçimi uğruna çalışmaya başlayınca, hafaza melekleri ona; “Allah bu senin çalışmanı mübarek ve bereketli kılsın. Kazandığını cennette senin için azık yapsın” derler. Yerde ve göklerde bulunan bütün melekler “âmin!” diyerek bu duaya iştirak ederler.“

      Helal ve meşru yoldan kazanmaya çalışmak peygamberlerin yoludur, seçilmiş kulların mesleğidir. Meleklerin dua edeceği kutsiyette bir uğraştır. Bu aynı zamanda, şeytanın adımlarına uymaktan alıkoyan tabiî bir zırhtır. Şeytan haram yiyenlerin dostudur onların, yoldaşları şeytandır. Şeytan onları gaflete, günaha sevk eder, ibadetlerden uzaklaştırır.

    27. HZ. BİLAL-İ HABEŞİ (r.anh)

      Hz. Peygamber’e ilk iman edenlerden biri ve sonradan ona müezzin olan sahabî. İslâm tarihinde unutulmaz yeri olan Bilâl-î Habeşî, aslen Habeş’lidir. Anasının adı Hamâme, babasının adı Rebah, künyesi Abdullah’tır.

      Bilâl, islâm’ın ilk tebliğ yıllarında Ümeyye b. Halef’in kölesiydi. İslâm’ın ortaya çıktığı yıllarda bir çok kimse, soy ve soplarının yüksekliğine, şirk toplumu içindeki nüfuzlarına bakarak kavim ve kabîle taassubuna düşmüş, islâm’a cephe almış ve sapıklıkta kalmışlardı. Bilâl b. Rebah gibi kimseler de zayıf ve acizliklerine rağmen hak davete uyup şirkten kurtulmuşlardı. İşte Bilâl b. Rebah (r.a.) islâm davetine ilk icabet edenlerden biriydi.

      Ümeyye b. Halef, kölesi Bilâl’in müslüman olduğunu anladıktan sonra, onu islâm’dan çevirmek için yapmadığı eziyet ve işkence kalmamıştı. Ümeyye, öğlen vakti güneşinin bir yanardağ kesildiği anda, Bilâl’i alır, kızgın kumların üzerine yatırır, sırtına kocaman bir taş koyar ve şöyle derdi: “Muhammed’e küfret; Lat ve Uzza’ya iman et. Yoksa onlara iman edinceye kadar böylece kalacaksın.”

      Bilâl’in kızgın kumlar üzerinde sırtı yanar, göğsü yanar, nefesi tıkanır, bu müthiş işkence altında saatlerce kıvranırdı. Fakat dudaklarında daima şu sözler dökülürdü: “Allahu Ahad, Allahu Ahad”, Onun bu durumu, müşrikleri bile hayrete düşürürdü (İbn Sa’d, Tabakat, III, 232).

      O, geçim için, makam ve mevki için başka ilâhlara sığınmazdı. O biliyordu ki hüküm Allah’a aittir, rızık Allah’a aittir. Öldürmek ve yaşatmak Allah’ın elindedir. Geçici dünyanın çıkarları için put ve tağutları tasdik etmek ve bu arada imandan bir cüz de Allah’a ayırmak iman için yeterli değildir. Tam ve kâmil anlamda hükmün, öldürmek ve diriltmenin Allah’a ait olduğunu rızık verenin yalnız Allah olduğunu, Allah’ı bütün sıfatlarıyla tanıyıp ona göre iman etmedikçe ve bu uğurda gelecek sıkıntı ve ezalara katlanmadıkça imanda kemâle ulaşmanın mümkün olmadığını biliyordu. Bilâl, rızık ve ölüm korkusu taşımıyordu. Yalnız Allah’tan korkuyor ve yalnız ondan ümid ediyordu.

      İşkence altında kıvranan Bilâl (r.a.)’a rastgelen Varaka b. Nevfel,

      “Vallahi ey Bilâl, Allah birdir, Allah birdir. ” der, sonra da müşriklere dönerek: “Siz onu bu yüzden öldürürseniz, biz onu, kendimize örnek alırız.” derdi (İbnü’l-Esir, el-Kâmil Fi’t-Târih, II, 66).

      Bilâl’in efendileri olan Mekkeli müşrikler onu, çoluk çocuğun oyuncağı yapmışlardı, ona işkence edenlerden biri de Ebu Cehil’di. Ama Bilâl’e yapılan işkenceler sırasında gösterdiği sabır ve tahammül hepsini şaşkına çevirirdi. Nasıl oluyor da bu derece ağır işkencelere katlanabiliyordu.

      Ümeyye b. Halef’in Bilâl’e yaptığı işkencelere çok üzülen Hz. Ebû Bekir (r.a.) ona bu işkenceden vazgeçmesini söylemiş o da; “Onun ahlâkını bozan sensin, onu bizden uzaklaştıran senden başkası değildir” demişti. Bunun üzerine Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.) ona şu cevabı vermişti: “Benim yanımda senin şu kölenden daha güçlü ve kuvvetlisi var. Hem de senin dinindendir. İstersen onu al ve bunu bana ver.” Ümeyye bu teklifi kabul edip öteki köleyi aldı ve Hz. Bilâl’i Hz. Ebû Bekir’e verdi. Başka bir rivayette Hz. Ebu Bekir’in onu yedi ukiyeye satın alıp azat ettiği kaydedilir. (İbn Sa’d, Tabakat, III, 232).

      Bilâl’i Resulullah’ın yanına götürüp azat etmiş ve Bilâl işkenceden kurtulmuştu. Elbette bu Allah’ın bir takdiridir. Bilâl Hz. Ebû Bekir’e bu sebeple borçlu değildir. İki mümin de görevlerini yapmışlar. Allah da onlara ecrini vermiştir. Hz. Ömer şöyle der:

      “Efendimiz Ebu Bekir, yine efendimiz Bilâl’i azad etti. “(İbnü’l-Esîr, Üsdü’l- Gabe, I, 209).

      Bilâl daha sonra diğer ashab ile birlikte Medine’ye hicret etti. Orada Sa’d b. Hayseme’ye misafir oldu. Ensar ile Muhacirler arasında kardeşlik oluşturulunca Bilâl’e de Abdullah b. Abdurrahman el-Has’amî kardeş ilân edildiler. Bu kardeşlik köklü bir şekilde sürüp gitti. Öyle ki Bilâl, Hz. Ömer devrinde Şam’da bulunduğu sırada maaş olarak divandan ona ayrılan hissesinden kardeşine de bir hisse veriyordu. (İbn Sa’d, Tabakat, III, 234).

      Bilâl, Resulullah (s.a.s.)’in müezzini olarak tanınmaktadır. Ve sık sık ezanı Bilâl’e okuttururdu. Hatta sabah ezanındaki ” ” (Namaz uykudan hayırlıdır) ibaresini Bilâl ezana eklemiş Resulullah “Bilâl, bu ne güzel söz!” diye onu tasvip etmişti. (Avnu’l-Ma’bud, Serh Ebû Dâvud, III,185; İbn Mâce, Ezan, 1, 3,). Hz. Bilâl, Resulullah’ın bütün gazalarına katıldı. Bedir gazasında Hz. Bilâl, Mekke’de kendisine her türlü eza ve işkenceyi reva gören Ümeyye’yi görmüş ve şöyle bağırmıştı: “İşte küfrün başı!..” Bunun üzerine dikkatleri ona çevrilmiş ve müslümanlar derhal onun ve oğlunun etrafını sararak ikisini de öldürmüşlerdi. Resul-u Ekrem Mekke’nin fethi ardından Kâbe’ye girerken has müezzini Hz. Bilâl’i yanlarında bulundurmuşlardı. İbn Ömer, bu vakayı şöyle nakleder ve der ki:

      “Resul-u Ekrem, Mekke’nin fethi gününde, Mekke’nin yüksek tarafından bir deve üzerinde geldi. Üsame b. Zeyd, Bilâl ve Osman b. Talha da yanlarındaydılar. Resul-u Ekrem Kâbe içinde uzun bir müddet kaldılar, sonra çıktılar. Arkasında müminler içeri girmek için birbiriyle yarış etti. İlk giren bendim. Bilâl, kapının arkasındaydı. Bilâl’e Resulullah’ın nerede namaz kıldıklarını sordum, yerini gösterdi. Ne var ki Bilâl’e, Allah Resulunun kaç rekat namaz kıldıklarını sormayı unuttum.” (Buhârî, Megâzî, 49).

      Resulullah, Kâbe’yi putlardan temizledikten sonra müezzini Bilâl, burada ezan okuyarak, ortalığı tevhîd nameleriyle coşturmuştu. (İbn Sa’d, Tabakat, III, 234). Resul-u Ekrem’in vefatı üzerine, ona karşı büyük bir sevgi duyan Hz. Bilâl, Medine’de kalmaya dayanamayıp, ayrılmak zorunda kaldı. Hz. Ebu Bekir, Bilâl’e yanında kalması için ısrar ettiği halde, Hz. Bilâl ona şöyle demişti: “Eğer sen beni Allah için azat ettinse bırak istediğim yere gideyim; yok kendi nefsin için azat ettinse beni yanında alıkoy!” Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir şöyle demişti: “İstediğin yere git!…” Resulullah’ın vefatından sonra cihadı, ezana tercih eden Hz. Bilâl, Şam’a gitti ve Hz. Ebû Bekir devrinde Suriye’de meydana gelen gazalara katıldı (İbn Sa’d, Tabakat III,238).

      Hz. Ebû Bekir’in vefatından sonra, Hz. Ömer devrinde cihat devam etti. Hz. Bilâl bu cihatlara da katıldı. Hz. Ömer, hicrî onaltıncı yılda Suriye ve Filistin’e gittiği zaman, Bilâl onu karşılamaya çıkarak Câbiye’ye gelmişti. Sonra halifenin maiyetinde Kudüs’e giderek, bu kutsal şehrin teslimi sırasında bulunmuş ve Hz. Ömer ile birlikte Kudüs’e girmişti. Hz. Ömer, burada, Resulullah’ın vefatından beri ezan okumayan Bilâl’den ezan okumasını rica etmiş, Hz. Bilâl de halifenin ısrarına dayanamayarak ezan okumuştu. Bilâl Tevhîd’in bu üstün yanı olan ezanı okumaya başlar başlamaz, Hz. Ömer ve diğer ashab Resulullah (s.a.s.) dönemini hatırlayarak, gözlerinin önüne, geçmiş günleri getirip hüngür hüngür ağlamaya başladılar. Bilâl’in ezanını dinleyenlerin hepsi, kendilerinden geçmişlerdi. Kudüs’ü teslim alma sırasında Hz. Ömer’den başka Ebu Ubeyde b. el-Cerrâh, Muaz b. Cebel, Amr b. el-Âs gibi ashabın ileri gelenlerinden bir çok kimse bulunuyordu.

      Hz. Peygamber (s.a.s.)’in irtihâlinden sonra Suriye’ye giden Bilâl,

      “Havlan” kasabasına yerleşti. O burada huzur içinde yaşıyordu. Hz. Bilâl, Suriye’de bir müddet kaldıktan sonra bir gece rüyasında Hz. Peygamber (s.a.s.)’i gördü. Resulullah ona, şöyle demişti: “Beni ziyaret etmeyecek misin?” Hz. Bilâl, uyanır uyanmaz, hazırlığını tamamlayıp Medine yolunu tuttu. Medine’ye gece ulaştı. Oraya varınca Ravza-i Mutahhara’ya yüzünü sürerek, burada Resul-u Ekrem’le birlikte geçirdigi günlerin hatırasını düşünerek ağladı. Bu sırada Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin Bilâl’i görmüş, fecir vaktinde ondan ezan okumasını rica etmişlerdi. Bilâl, (r.a.) onların arzusunu yerine getirerek, Peygamber Mescid’inde ezan okumuştu. Bilâl’in sesini duyan Medineliler, İsrafil suruyla uyandırılmış gibi yerlerinden fırlamış ve ezanı dinlemeye başlamışlardı. Birinci şehadetten sonra Resulullah’ın risâletini ikrar eden şehadet tekrar okunurken, Hz. Peygamber’in kabrinden kalktığını tasavvur ederek evlerinden dışarı fırlamışlardı. Bu sabah, bütün Medine’ye, risalet devrini bütün canlılığı ile yaşatan, herkesin hislerini coşturan, bütün müslümanların Resul-u Ekrem’e karşı duydukları sevgiyi canlandıran Bilâl’in sesi idi.

      Hz. Bilâl, hicretin yirminci yılında altmış yaşlarında iken vefat etti. Dımaşk’ın Bâbü’s-Sagîr tarafına defnolundu. (İbn Sa’d, Tabakat, III, 238; İbnü’l-Esir, Üsdü’l-Gabe, I, 209).

      Hz. Bilâl (r.a.), vefatı yaklaşınca, ölümün ızdırabını, sevgililerine kavuşmasındaki zevk ile mezcetmiş; ömrünün son anlarında onun hastalığını gören zevcesi, teessüründen “ah ne acı” dedikçe, Bilâl: “Oh! ne tatlı!.” diyor ve ekliyordu: “Yarın sevgililerle, Muhammed ve arkadaşlarıyla buluşacağım.” diyordu.

      Bilâl-i Habeşî, islâm’ın ahlâkıyla ahlâklanmış, fazîlet ve kemâl sahibi bir sahabî idi. Hz. Bilâl’in, ilk müslümanlardan olduğunu ve islâm akîdesi uğrunda en büyük çileyi çekenlerden olduğunu, herkes bilir ve ona son derece sevgi ve hürmet beslerdi. Hz. Bilâl, bütün vaktini, Resul-u Ekrem’e hizmetle geçirdi. O, Resulullah’ın meclislerinde daima hazır bulunurdu. Her namazda, her durum ve işte Resulullah’dan ayrılmazdı. Hz. Peygamber’in hazinedarlığını, Bilâl yapardı. Çarşı ve pazardan alınacak her şeyi o tedarik eder, icabında ödünç para alır, Resulullah’ın evinin ihtiyaçlarını sağlar, sonra da müsait zamanlarda o borçları öderdi.

      Hz. Bilâl’in doğruluk ve ahlâki, islâm’a bağlılığı bütün çağdaşları tarafından aynı derecede takdir edilmekte ve övülmekteydi. Artık o, siyahî bir köle değil, ashab’ın ileri gelenlerinden ve islâm devletinin yönetiminde söz sahibi olan müminlerden biriydi.

      Hz. Bilâl, uzun boylu, zayıf, ince ve koyu esmerdi. Ömrünün sonlarına doğru saçlarının çoğu beyazlaşmıştı. Resulullahın müezzini Bilâl-i Habeşî

      Bilâli Habeşî hazretleri, ilk imân edenlerden idi. Müşriklere karşı müslüman olduğunu açıkça bildiren yedi Sahâbiden biridir.

      Müslüman olmadan önce Mekke-i Mükerreme’de müşriklerin ileri gelenlerinden Ümeyye bin Halefin kölesi idi.

      Bilâli Habeşî yine bir kervanla Ümeyye bin Halefin mallarını satmak üzere Şam’a gitmişti. Bu kervanda Hz. Ebû Bekir de vardı. Bu ticaret seferi, Hz. Ebû Bekir ile Bilâli Habeşi arasında dostluk krulmasına sebep oldu.

      Hz. Ebû Bekir, Şam’da bulunduğu sırada bir rüyâ görmüştü. Bu rüyâsını tâbirettirmek üzere giderken yanında Bilâli Habeşi’yi de götürmüştü.

      Rüya tabircisi, Hz. Ebû Bekir’e “Senin rüyân sadık bir rüyâdır. Bir peygamber gönderilecek sen onun hayatında yardımcısı, vefâtından sonra da halifesi olacaksın,” dedi.

      Bilâli Habeşi, bu sözleri ibret ve hayretle dinledikten sonra, “Putlar mı gönderecek?” dedi.

      Tabirci, “Hayır, semâvâtı, arzı ve herşeyi yaratan Allah önderecektir. O peygamber, eşi ve benzeri olmayan Allaha ibadet etmeyi ve putların kırılmasını emredecek” dedi.

      Bilâli Habeşi derin derin düşündükten sonra “Putların kırılacağı gün,” diye mırıldandı.

      Tabirci, “ evet onların hepsini kıracak!” dedi.

      Bu kervan Şam’dan Mekke-i Mükerremeye döndüğünde artık İslâmın nuru alemi aydınlatmıştı. İnsanlar birer ikişer müslüman oluyordu.

      Bilâli Habeşî bir gece yarısından sonra kaldığı evin kapısının yavaş yavaş çılındığını ve “Bilâl! Bilâl!” diye fısıldayan bir ses duydu. Gecenin bu saatinde nedir bu ses diye doğruldu.

      Yine “Bilâl! Bilâl!” diye fısıldayan ses işitti. Karanlıkta ürpererek sesin geldiği yere yaklaştı.

      “Kimsin? “dedi.

      Ben Ebû Bekir deyince, “Bu saatte ne istiyorsun? Ne söyleyeceksen sabah söyleyemez miydin?” dedi.

      Hz. Ebû Bekir “Hayır ya Bilâl! Söyleyeceğimi, sâhibinin yanında sana açamam,” dedi.

      Bilâli Habeşi, “Nedir öyleyse o haber?” dedi.

      “Bu ümmetin Peygamberi geldi.

      Bilâli Habeşi bu ümmetin Peygamberi!” diye tekrar edince,

      “ evet Yâ Bilâl” dedi.

      “Kimdir o?” deyince

      Hz. Ebû Bekir, “Muhammed bin Abdullah”dır dedi.

      Bilâli Habeşî, “Nasıl bildin?” dedi.

      Ben kendisine sordum. Bana,” Evet Yâ Ebâ Bekir! Rabbim beni insanlara müjdeleyici ve korkutucu olarak, Hz. İbrahim’i gönderdiği gibi beni de bütün insanlara peygamber olarak gönderdi,” diye cevap verdi.

      Ben de, “Sen yüksek bir ahlâka sahipsin yalan söylemezsin” dedim. Elini uzattı ben de elini tuttum ona tabi olup, müslüman oldum. Bilâli Habeşî başını eğip, bir müddet sessizce bekledi. Yolculuktaki rüyayı hatırladı.

      Sonra da Hz. Ebû Bekir’in bildirdiği gibi kelimeyi şehâdet getirerek müslüman oldu.

      “Zengin olarak değil fakir olarak öl

      Medine-i Münevvereye hicretten birmüddet sonra Mescid-i Nebi yapıldı. Peygamberimiz Eshâb-ı kirâma beş vakit namazı cemaatle bu mescidde kıldırıyordu. Namaz vakti gelince “Es-salâtü câmia” denilerek namaz vaktinin girdiği bildiriliyordu.

      Daha sonra ezan okunması bildirilince, Hz.Blâl, Resulullahın müezinini oldu.

      Hz. Bilâli Habeşi’nin sesi gür çok güzel ve pek tesirliydi. O, ezan okumaya başlayınca, herkes büyük bir aşk ve vecd içinde dinler kendinden geçerdi. Ezan okurken herkesi ağlatırdı.

      Peygamberimizin vefâtına kadar müezzinliğe devam etti.

      Bilâli Habeşî’nin müezzinlikten başka bir vazifesi daha vardı. O da bayram namazlarında “Anaze” denilen mızrağı taşırdı. Bu âsâyı Peygamberimiz namaza veya duâya durunca önüne dikerdi.

      Mekke’nin fethedildiği günde Peygamberimiz has müezzini Bilâli Habeşi’yi yanında bulundurmuştur. Mekke-i Mükerreme fethedilip, Ka’be putlardan temilenince Peygamberimiz Bilâli Habeşî’ye, Ka’be’de ilk ezanı okutturdu. Onun tatlı ve gür sesiyle tevhid sedaları dalga dalga Mekke semalarında yayıldı. Bunu işiten Eshâb-ı kirâm artık küfrün ortadan kaldırıldığını, hakkın gelip bâtılın silindiğini görerek sevinç gözyaşları döktüler.

      Peygamberimizin vefâtından sonra Bilâli Habeşî ayrılık acısına tahammül edemez olmuş, artık bir daha ezan okumamıştır.

      Resûlullah’a olan muhabbetiyle hergün yanıp, tütüyor gözyaşı döküyordu.

      Sonra da Medine’de kalmaya tahammül edemediği için Şam’a gitmeye karar verdi. Hz. Ebû Bekir kalmasını arzu edince,

      “Yâ Ebâ Bekir sen beni âzad etmemişmiydin, eğer kendin için âzad etmişsen kalayım, Allah için âzad etmişsen müsâade et gideyim” dedi.

      Hz. Ebû Bekir “istediğin yere gidebilirsin” diyerek müsâade etti. Böylece Şam’a gidip orada yerleşti.

      Hz. Ebû Bekir devrinde orada yapılan savaşlara katılıp cihad etti. Hz. Ebû Bekir’in vefâtından sonra da Şam’da kalıp, Hz. Ömer’in Şam taraflarında yaptığı savaşlara katıldı.

      Hicretin onaltıncı senesinde Hz. Ömer ordusuyla Şam’a gelmişti. Bilâli Habeşî de orduya katılıp Kudüs’e gitmişti. Burada Hz. Ömer, Peygamberimizin vefatından beri ezan okumayan Bilâli Habeşî’ye ezan okumasını rica etmişti. Hz. Ömer’in ısrarına dayanamayıp ezan okumaya başlamıştı. O ezan okumaya başlar başlamaz Hz. Ömer ve orada bulunan Eshâb-ı kirâm, Peygamberimizin zamanını hatırladılar. Hepsi kendinden geçmiş gözyaşı döküp ağlamışlardır.

      Hz. Bilal, şu hadisleri rivayet etmiştir: “Gece badetine devam edin; zira bu, sizden önceki salihlerin ibadetidir. Çünkü, gece ibadeti, Allah’a yakınlık ve günahlara kefaret olup, insanın bedenini hastalıklardan korur ve günahlardan uzaklaştırır.” “Ey Bilâl, zenin olarak değil fakir olarak öl” buyurdu.

      “Beni ziyaret etmeyecek misin Yâ Bilâl”

      Bilâli Habeşî hazretleri, Şam’da iken bir gece rüyasında Peygamber efendimizi görmüştü.

      Peygamberimiz “Beni ziyaret etmeyecek misin Yâ Bilâl” buyurdu.

      Bunun üzerine hemen Medine yoluna düştü. Medine-i münevvere’ye gelince doğruca Peygamberimizin kabri şerifine gidip, Ravda-i mutahharaya yüzünü, gözünü sürerek ziyaret etti.

      Resûlullah ile geçirdiği günleri hatırlayıp, hasret ve muhabbet gözyaşları dökerek uzun müddet ağladı.

      Bu sırada Peygamber efendimizin torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin onu görüp boynuna sarıldı. Bilâli Habeşî’nin Medine’ye bu gelişinde Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin bir ezan okuması için çok ısrar etti. Bilâli Habeşî bu ısrara dayanamayarak bir gün sabah namazı vaktinde ezan okumaya başladı.

      Peygamberimizin mescidinden Bilâli Habeşî’nin sesiyle yükselen ezanı duyan Eshab-ı kirâm yerlerinden fırlayıp, kadın, erkek, çoluk, çocuk hep sokaklara dökülmüşlerdi.

      Hepsi Resûlullah ile yaşadıkları saâdetli günleri, Bilâli Habeş^ı’nin okuduğu ezan sedalarıyla hatırlayıp ağlaşmışlardı.

      Fakat Bilâli Habeşî ezanda “Eşhedü enne Muhammeden resûlullah” derken, Peygamber efendimizin mübârek ismi geçince hüngür hüngür ağlamaya başladı.

      Ezanı tamamlamak için kendini zorladı, gene gözyaşlarını tutamadı. Böylece ağlaya ağlaya ezanı bitirdi.

      O gün Eshab-ı kirâm sanki Resûlullahın bulunduğu günlerden bir gün yaşadı. Peygamberimize olan hasretleri ve derin muhabbetleriyle ağlaştılar, o günleri yâd ettiler.

      Bu ezan Bilâli Habeşî’nin okuduğu son ezan oldu.

      Birkaç gün Medine’de kaldıktan sonra Şam’a döndü.

      Fakat yolda çok hastalanıp evine güçlükle varabildi. Bu hastalıkla ömrünün son günlerini geçirdi ve vefât etti.

      Vefât edeceği sırada büyük bir sevinç içinde
      “Oh ne tatlı artık Resûlullah ve arkadaşları ile buluşacağım” demiştir.

      Bilâli Habeşî bir gün Mescidi Nebîde iken büyük bir neş’e ile coşuyor, yerinde duramıyordu.

      Hz. Ömer bu halini görüp ne yapıyorsun Yâ Bilâl Mescidde böyle yapılır mı? Dedi.

      Bu sırada Peygamberimiz de Mescidde oturuyordu. Bilâli Habeşî Resûlullaha soralım Yâ Ömer dedi.

      İkisi birlikte Peygamberimizin yanına varıp oturdular. Durumu arzettikten sonra Peygamberimiz Bilâli Habeşî’ye bu halinin sebebini sordu.

      Bilâli Habeşî nasıl sevinip, neşelenmeyeyim Yâ Resûlallah , Allahü teâlâ bana hidayet nasib etti. Halbuki Kureyşin ileri gelenlerinden niceleri inadları sebebiyle bu hidayetten ve ebedi seadetten mahrum kaldılar. Onlara da hidayet nasib olmadı, dedi.

      Bunun üzerine Peygamberimiz ona dokunulmamasını ve sevinip neşelenmesinde serbest olduğunu tasdik buyurdu.

      Meşhurların Son Sözleri
      MEHMET ORUÇ

    28. Fırka-i Nâciye’nin Saâdeti.
      Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
      “Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna, diğerleri hep ateştedir.
      – Onlar kimlerdir Yâ Resulellah?
      Benim ve Ashâb’ımın yolunda olanlardır.” (Ebu Dâvud)(EHLİ SÜNNET VELCEMAAT MEZHEBİDİR)
      Bu fırka Resulullah Aleyhisselâm tarafından “Fırka-i Nâciye“ yani “Kurtulmuş Fırka” lâkabıyla müşerref kılınmıştır. Bu kalpleri diri hakikat erleri, Resulullah Aleyhisselâm’ın, Ashâb-ı kiram’ın, Selef-i salihîn’in yolundan yürümüşler, sırat-ı müstakimden bir an bile ayrılmamışlardır. Bugüne kadar da bu âlî himmetleriyle Hakk yolunun sâliklerini bid’atçıların, ehl-i dalâletin iğvâ ve saptırmalarından korumuşlardır.
      Allah-u Teâlâ onların doğruluğunu bizzat kendisi rahmetiyle müminlere göstermiş, müminler de bu büyüklerden istifade etmişler, feyz almışlardır.
      Allah-u Teâlâ bu Nur sahipleri vekillere öyle büyük lütuflarda bulunmuş ki; onları zâtına çekmiş, onlara her şeyin en güzelini vermiş, onları takvânın en yüksek derecesine yükseltmiş, gönüllerini mârifet nurlarıyla nurlandırmıştır.
      Onlar da Allah-u Teâlâ’ya gönülden bağlanmışlar, hükmü Hakk’tan beklemişler, daima ilticâ hâlinde olmuşlar, fazl-ı ilâhî’ye ve feyz-i samedânî’ye bağlılık halinde bulunmuşlardır.
      Allah-u Teâlâ’nın tevfiki, onların refikidir. Tefrika ve çekişmelerden, muhalefet ve ihtilâflardan kurtuldukları için bütün mahlûkata şefkat ve merhamet nazarıyla bakarlar.
      Onların ilmi mükâşefât ve müşâhedât ilmidir, ilâhî ilhama dayanan bir ilimdir. Naklî ve aklî delillerle teyid olunmuştur. Onların hâl ve ahvallerini, ilim ve irfanlarını kelime ve kalıplara sığdırmak mümkün değildir.
      Onlar gerçekten Allah yolunu bulan kimselerdir. Gidişleri, gidişlerin en güzelidir. Gittikleri yol, yolların en doğrusu, ahlâkları ahlâkların en temizidir.
      Niçin? Çünkü onlar Habibullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı ile ahlâklanmışlar, tabiatıyla tabiatlanmışlar, onun boyası ile boyanmışlardır.
      Onlara düşmanlık eden veya haklarında suizan besleyen kimse, farkına bile varmadan helâk olur. Çünkü onların üzerine titreyen bir Allah-u Zülcelâl vardır. Onlar Hakk’ın yardımına ve desteğine mazhardırlar.
      Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
      “Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)
      Onlar Allah-u Teâlâ’nın bütün emir ve nehiylerine dikkat ederler.
      “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd: 112)
      Âyet-i kerime’si mucibince emir doğrultusunda istikamette yürürler. Beşeriyete güzel birer numune olurlar. Nasipdar olanlar onlardan numune alır, Hakk’ı ve hakikati bilir ve bulur.
      Bu fırka yok denecek kadar azdır, fakat gerçek müslümanlar da bunlardır.
      Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
      “Rabb’in dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı, fakat onlar hâlâ ayrılıktadırlar.
      ANCAK RABB’İNİN RAHMETİNE NÂİL OLANLAR MÜSTESNÂDIR. (ONLAR BU İHTİLÂFIN DIŞINDA KALMIŞLARDIR.)” (Hûd: 118-119)
      Allah-u Teâlâ kime rahmet etmişse, ihtilâfa tefrikaya düşmemişlerdir.
      Âyet-i kerime’nin devamında ise şöyle buyuruluyor:
      “ESASEN ONLARI BUNUN İÇİN (RAHMET ETMEK İÇİN) YARATMIŞTIR.
      Rabb’inin: ‘Andolsun ki ben cehennemi cinlerle ve insanlarla dolduracağım!’ sözü tamamen yerine gelmiştir.” (Hûd: 119)
      Onlar Allah ve Resul’üne dâvet ederler. Gönüllere Allah ve Resul’ünün muhabbetini sokmaya gayret ederler. İnsanları arındırıp rızâ yolunda birleştirmeye çalışırlar.
      Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde bu bir tâifeye işaret etmiş ve şöyle buyurmuştur:
      “Ümmetimden bir tâife, kıyamet kopuncaya kadar Allah’ın yardımı ile muzaffer olmakta devam edecek, muhalefette bulunanlar onlara zarar veremeyecektir.” (Tirmizî)
      Ümmet-i Muhammed’in yetmiş üç fırkaya ayrılacağını beyan eden Hadis-i şerif mucibince, kurtulan o bir fırkanın içinde de Allah-u Teâlâ’nın vazifedar kıldığı kimseler vardır.
      Gerçek vazifedarlar her zaman için mevcuttur ve fakat fesad zamanında tamamen belli olacaktır.
      Eskiden âlim çoktu. Her biri vazifesini yapıyordu. Şimdi ise gerçek âlim yok oldu. Hakikati söyleyen ise pek azdır.
      Allah ve Resul’ünün yolundan gidenlere cennet vardır.
      Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
      “Resul’üm! İman edip sâlih ameller işleyenleri, altlarından ırmaklar akan cennetlerle müjdele.” (Bakara: 25)
      “İman edip de sâlih ameller işleyenler ise cennet halkıdırlar. Onlar orada ebedî kalacaklardır.” (Bakara: 82)
      Hak ve hakikati tatbik edip, âmel-i saliha ile hakikate çağıran iman erlerinin mükâfatı ebedî bir hayatın, ebedî güzelliklere dönüşmesidir.

      Şeytan ilâhî rahmetten tardolununca, Allah-u Teâlâ’dan kıyamete kadar kendisine mühlet verilmesini istemiş ve zannına göre şöyle demişti:
      “‘Eğer kıyamet gününe kadar beni ertelersen, yemin ederim ki pek azı dışında onun neslini kendime bağlayacağım.’ dedi.” (İsrâ: 62)
      Zâtına isyan edenlere cezâlarını hemen vermeyen, hiçbir yaratığın herhangi bir dilek ve duâsını toptan reddetmek şânından olmayan Allah-u Teâlâ da dilediği bir hikmete binaen; muhalefet edilemeyen, karşı gelinemeyen meşiyeti ile onun bu isteğini kabul etti.
      “Sen mühlet verilenlerdensin.” buyurdu. (A’râf: 15)
      Şeytan dileğinin kabul edildiğini gördükten sonra, insanları nasıl yoldan çıkaracağını itiraf ederek şöyle dedi:
      “Öyle ise beni azdırdığın için andolsun ki, ben de onları saptırmak için, senin doğru yolun üzerinde tuzak kuracağım.” (A’râf: 16)
      “Ve sen onların çoklarını şükredenlerden bulamayacaksın.“ (A’râf: 17)
      Bu sözlerini kendi zannına göre söylemiş ve isabet de etmiştir.
      Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
      “Andolsun ki İblis onların aleyhindeki zannını gerçekleştirdi.
      Müminlerden bir fırka hariç olmak üzere hepsi ona uydular.“ (Sebe: 20)
      Bu uymaları şeytanın gücünden değil, imansızlıklarındandır.
      Sayıları az da olsa sapıklığa karşı çıkan, şeytana ve nefsin arzularına muhalefet eden bir zümre her zaman için mevcuttur.
      Sapıklığı tercih edenlerin dışında şeytanın hiç kimseyi yoldan çıkaramayacağına dâir Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
      “Bana varan doğru yol işte budur. Benim hâlis kullarım üzerinde senin bir nüfuzun olamaz.
      Ancak sana uyan azgınlar bunun dışındadır.“ (Hicr: 41-42)
      Bu Âyet-i kerime’lerden açıkça anlaşılıyor ki, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in cehennemlik olduklarını haber verdiği bu “Yetmiş İki Fırka“ şeytanın hizmetindedirler.
      Bu yetmiş iki fırkanın birine sapanların felâketlerini ve cehennemdeki azaplarını görüyoruz. O bir fırkanın da saâdet ve selâmetlerini görüyoruz. Bu ilâhî hükümleri görmüş oluyoruz.
      Kimi o bir fırkayı seçer, selâmete erer. Kimi o yetmiş iki fırkadan birini seçer felâkete düşer.
      Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
      “Küfre varıp âyetlerimizi yalanlayanlar ise, cehennem ehlidirler. Onlar o ateşte ebedî kalacaklardır.” (Bakara: 39)
      “Kötülük işleyip suçu kendisini kuşatmış olan kimseler, işte bunlar cehennemliktirler. Onlar orada ebedî kalacaklardır.” (Bakara: 81)
      Kendilerine hak ve hakikat hatırlatıldığı, kötülük yerine iyiliğe, doğruluğa, sâlih amellere çağrıldığı halde, nefsin galebe çalması sonucu ebedî hayatını mahvedenlere de cehennem vardır.
      ÇOK ŞÜKÜR CANAB-I HAKKA Kİ BİZİ MÜSLÜMAN BİR AİLEDEN HALK ETMİŞ VE EHLİ SÜNNET VELCEMAAT AKİDESİNİ BULMAYI NASIP ETMİŞ HAZ. ALLAH SABİT KILSIN AYAĞIMIZI KAYDIRMASIN – Amin.

    29. BESMELE

      Bişr-i Hafi. Evliyânın büyüklerinden. Genç. Günah çukuruna düşmüş yuvarlanıyor yuvarlandıkça batıyor…

      Bir gün Gecesini içki masalarında sabahladığı bir gecenin günü. Sarrhoş. Evinin yolunu tutturmuş, gidiyor, gitmeye çalışıyor. Yürüyor. O da ne? Bir kağıt, üstünde Besmele yazılı bir kağıt. İçi cız ediyor. Eğiliyor. Çamurların içinden Besmele yazılı kağıdı alıyor. Hiç Allah’ın ismi yerde olur mu, çamurlar içinde olur mu, bin bir düşünce bin bir ah ediş. Kağıdı öpüyor, çamurlarını siliyor, temizliyor, evine götürüyor, güzel kokulare sürüyor ve eveinin en güzel yerine asıyor.

      O gece âlim bir zât bir rüyâ görür. Rüyâda,” Git, Bişr’e söyle! İsmimi temizlediği gibi onu temizlerim. İsmimi büyük tuttuğu gibi büyültürüm. İsmimi güzel kokulu yaptığı gibi, onu güzel ederim. İzzetime yemin ederim ki, onun ismini dünyada ve âhirette temiz ve güzel eylerim” denildi.
      Bu rüyâ, üç defa tekrar etti. Rüyâ gören kimse, sabah olunca, Bişr-i Hafi’yi arayıp meyhanede buldu. Mühim haberim var diye içeriden çağırdı. Bişr geldiğinde, gelen zâta dedi ki:
      -Kimden haber vereceksin?
      -Sana Allahü teâlâdan haber vereceğim. Bunu duyan Bişr, ağlamaya başladı ve sordu:
      -Bana kızıyor mu, şiddetli azap mı yapacak? Rüyâyı sonuna kadar dinleyince arkadaşlarına dönüp şöyle söyledi:
      -Ey arkadaşlarım! Beni çağırdılar, bundan sonra bir daha beni buralarda göremiyeceksiniz.
      O zâtın yanında hemen tövbe etti. Bu anda ayağında ayakkabı bulunmadığı için, hiç ayakkabı giymedi. Sebebini soranlara,”Söz verdiğim zaman yalınayaktım, şimdi giymeğe hayâ ederim” derdi.

      Ayakkabı giymediği için kendisine ”Hafi” (yalınayak)denilmiştir.

    30. Hızır ve Gelin

      1930’lu yıllar. Rize. Anzer, halkın kendi tabiri ile Ancer. Dünyaca balı ile meşhur olan Ancer. Binlerce poleni ve şifayı içinde barındıran balıyla meşhur Ancer. Kış. Yaylacılık yapan Ancerlilerin bir kısmı aşağıya Rize’ye şehre inmemiş, kışlamışlar. Yazdan yığdıkları otlarıyla, mallarını kışdan çıkarıp, bahara eriştirmenin çabası içindeler. Evet hepsinin mal tabir ettiği koyunları, sığırları var, tektük birkaç tanesinin de kara kovanı var. Şifa niyetine ilaç niyetine küçük bir kavanozu dolduracak kadar balları olurdu çoğunun. O da kış bitmeden tükenir giderdi.

      Meryem. Lezgilerin kızı Meryem. Yeni gelin, beyini gurbete Samsun’a göndermiş. O da o kış yaylada kışlamış. Sabaha kadar kar yağmıştır. Tam kürekle yolu açayım deyip, kapıya yönelmekte iken, kapısı çalınır. Kapıyı açari. İhtiyar bir adam selam verir ve:
      – Kızım, ben Aşağı Ancerdenim, gelinim aş eriyor, canı bal çekti, Allah rızası için, bir iki kaşık bal verirmisin?
      Meryem gelin düşünmez bile, Allah rızası değil mi der, dibinde üç dört kaşık bal kalmış olan kavonozu getirir , onun da yarısını ihtiyar’a verir. İhtiyar:
      – Allah razı olsun kızım, artsın eksilmesin der.
      Meryem, kavanozu koymak için geri döner. Kavanozun ağzını kapatayım derken birde ne görsün, kavanoz ağzına kadar bal ile dolu. Meseleyi anlar, kapıya koşar, kar ile dolu yaylanın uçsuzluklarına bakar. Ne bir insan vardır ne de kar da bir iz. Gelen Hızırdır.

      Aradan üç dört ay geçer, her gün bal yediği halde kavanoz her seferinde ağzına kadar bal ile doludur. Sırrını hiç kimseye açmaz. Yaza doğru beyi gurbetten gelir. Beyine her öğün bal verir. Bal bitmez, hem ancer balı olacak, bütün kış kalacak birde her öğün kaşık kaşık yenecek, bal bitmeyecek. Beyini merak sarar, sorar, cevap alamaz. Beyi en sonunda:
      – Ne olur beni seviyorsan söyle ne oluyor. bunda bir iş var.
      Meryem dayanamaz ve ağzı kapalı kavonozu da alır ve olayı anlatır. Kavanozu açıp işte bak ağzına kadar dolu demek istediğinde bir de ne görsün?
      Kavonozun dibinde iki kaşık bal kalmış.

      Evet, gerçek yaşanmış bir olay… Belki sizin başınıza da geldi, belki gelebilir. Meryem’in kavonozundaki bal bitmeyecekti. Sizin de belki cebinizdeki araba parasını verdiğiniz bir ihtiyar ardından elinizi her cebinizdeki cüzdana attığınızda tükenmeyecek para… Ama sakın ha. Sakın ha. Hızır ile karşılaştığınızı ve sırrınızı kimseye söylemeyin….

    31. İlim Talebelerine Yardım
      Abdullah b. Mübarek (r.h.) hazretleri, her sene fakirlere ve ilim talebelerine bin dirhem altın sadaka verirdi. Ve Fudayl bin lyaz (r.h.)’a şöyle derdi: “Eğer sen ve ashabın (talebelerin) olmasaydı ticâret yapmazdım.”
      Abdullah b. Mübarek (r.h.) hazretleri, Fudayl ve ashabına şöyle derdi: “Siz dünyâ ile meşgul olmayın. İlim ile iştigâl edin. İlim öğrenmeye bakın. Ben sizin bütün ihtiyaçlarınızı karşılarım!“
      (İlim Talebelerine yardım hakkında İmam-i Rabbani hazretlerinin bir Mektubu) ( 1 )
      Yahya Bermekî266, Süfyân-ı Sevrî (r.h.) hazretlerine her ay bin dirhem gönderirdi. Süfyân-ı Sevrî hazretleri, secdelerinde Yahya Bermekî için şöyle dua ederdi:
      -”Allahım! Yahya Bermekî benim dünyâ işlerimde bana kâfi geliyor (benim ihtiyaçlarımı giderip kendimi ibâdete vermemde bana yardımcı oluyor). Sen de âhiret işlerinde ona kâfi ol. (Onun âhiretteki hâlini düzelt ve ona yardımcı ol)” (1/295)
      Yahya Bermekî öldükten sonra bâzı dostları onu rüyasında gördüler. Ona sordular:
      -’”Allah sana ne etti (nasıl muamele etti?) O:
      -”Süfyân-ı Sevrî hazretlerinin dualarının bereketiyle Allah, bana bağışladı. Günahlarımı affetti.” dedi.
      Saib buyurdu:
      Bu cihan günlerinde idare lambasının kandilini yak.
      Sen kandile yağ koy ki, o da seni aydınlatsın.
      Allahü Teâlâ hazretleri bizi ve sizi, kitabının muktezası ve hitabının medlûlünce amel etmeyi nasîb etsin. Amin

      .

      Kaynak: Kaynak: İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri

      .
      ( 1 )- İlim Talebelerine yardım hakkında İmam-i Rabbani hazretlerinin bir Mektubu
      (Imam-ı Rabbani Müceddid-i Elf-i Sâni Ahmed Farûki Serhendi hazretleri. Bu mektûb’u. nakîb seyyid şeyh Ferîde yazmıştır. Din âlimlerine ta’zim etmek ve şeriatı garra’nın hameleleri olan ilim talebelerinin değerini bildirmenin lâzım olduğunu bildirmekdedir:
      Allahü Teâlâ, Peygamberlerin en üstünü hürmeti için “aleyhi ve aleyhimüssalevât vetteslîmât vettehtyyât“, din düşmanlarına karşı olan mücâdelenizde yardımcınız olsun! İltifat yoluyla göndermiş olduğunuz mübarek mektubunuzu okumakla şereflendim. İlim talebelerine ve tasavvuf ehline sarf ve harcamak üzere, bir miktar para gönderdiğinizi yazıyorsunuz. Mektubunuzda İlim talebelerini tasavvuf ehlinin üzerine takdim etmeniz çok güzel oldu. Değer bakımından gerçekten böyledir. Zahir, bâtının- unvanı olduğuna hükmedilir. Bâtında da bu cemaatin (yâni ilim talebelerinin tasavvuf ehlinin üzerine) takdim edilmesini ümit ederiz. (Ne güzel buyurmuşlar) “Ve her kabın içinde bulunan şey dışarıya sızar.“
      llm talebelerini tasavvuf ehlinin üzerine takdim etmek şeriatın ilerlemesine sebeb olur. Çünkü ilim talebeleri, nebevi şeriatın yükünü taşıyanlar ve bekçileridir. Muhammed Mustafa aleyhisseiâmın dîni onlarla kaimdir. Din, ilim talebeleriyle ayakta durmaktadır. Kıyamet günü insanlara islâmiyetden sorulacak, tasavvuftan değil… Cennete girmek. Cehennemden kurtulmak, ancak şeriat ile amel etmeğe bağlıdır. İnsanların en iyileri, seçilmişleri olan Peygamberler “salevâtüllahi Teâlâ ve teslîmâtühü aleyhim“, halkı (insanları) şeriatlere davet ettiler. Kurtuluşun medarının şeriat olduğunu beyan ettiler. O büyüklerin (peygamberlerin), gönderilme maksatları şeriatleri tebliğ etmekti.. O hâlde en büyük hayr ve iyilik, şeriatı yâni islâmiyet! öğretmek ve dinin eğitimine ve öğretimine yapılan çalışma, hizmet, yardımdır ve islâmiyetin hükümlerinden bir ahkâmını ortaya ihya etmektir. Hususiyetle İslâm şiâr’ının yıkıldığı, çöktüğü ve zayıf olduğu bir zamanda; Allah yolunda fakirlere milyonlarca sadaka dağıtmak, şeriatın meşelerinden birinin öğrenilmesine ve halk arasında revaç bulmasına asla müsâvî olamaz.. Çünki, bu işte, (yâni şeriatın öğretilmesinde) mahlukatın en büyükleri olan Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” uymak ve o büyüklerin vazifesine ortak olmak vardır. Hâlbuki, Müslümanın hasenatının en mükemmeli ancak onlara tabi olmakla mümkündür. Milyonla sadaka vermek, hayrat, hasenat yapmak ise, bu büyüklerden gayrı herkese müyesser olabilir. Şeriatın ikâmesi ve onun ahkamı ile amel etmekte nefse muhalefet vardır. Mal infak etmek (yâni hayrat yapmak) ise, çoğu kere nefsin hoşuna gidebilir. Evet, eğer malın infakı şeriatın öğretilmesi için oluyorsa, yâni İslâm öğretilmesi ve milletin ona revâc bulması, dine eğilmesi için oluyorsa, o harcamanın ve sarf edilenin üzerimizde çok yüksek dereceleri vardır… Bu niyet ile az bir şey vermek, bu niyet olmadan sarf edilen milyonlardan aşağı değildir.
      Suâl: (Eğer denilse ki:) Nefsine uyan ve nefsinin elinde esir olan ilim talebesi, nefsi ile cihâd eden ve nefsin elinden kurtulan söfîden nasıl üstün olabilir?
      Cevâp: (Buna şöyle cevâb veririm:) Bu suâli soran kişi, kelâmın hakîkatından sonra anlamamış ve meramın aslına muttali olmamıştır. Muhakkak ki ilim talebesi, nefsinin elinde esir olmakla beraber, mahlukatın kurtuluşuna sebebtir. Zîrâ şeriatın hükümlerinin tebliğ edilmesi, ilim talebelerine bağlıdır. Her ne kadar o ilim talebesinin kendi nefsi ondan faydalanmazsa bile (onun ilminden insanlar faydalanmaktadır.) Söfî ise, kendini kendi nefsini kurtarmakla berabar o sâdece kendisini kurtarmıştır. Mahlûkata iltifat etmemektedir (başkalarına faydası yokdur.) Fazilet ve üstünlük, kendisine taalluk eden şeye göredir. Çok kişinin kurtuluşuna sebep olmak, büyük toplulukların saadetine çalışmak, kişinin kendi nefsinin kurtuluşuna çalışmasından daha üstündür. (Yâni İslâmiyet, insanların saadetine çalışanları, kendini kurtarmağa çalışanlardan, daha üstün tutmaktadır.) Evet, şu bir gerçektir ki, (tasavvuf yolunda ilerliyen) sofi bir sâlik, fena ve beka makamlarından, Allah ile Allah’tan seyr derecelerine erer ve sonra insanları da’vet etmek için âleme döner; ilim sahibi olup halkı davet etme vazîfesi ile şereflendirilirse, Peygamberlik makamından nasîbi olur. Böylece o sofî, şeriatı tebliği eden (yâni Islâmiyeti bildirenlerden) sayılır. (Mürşid olan bu kişi) şerefli âlimlerin hükmüne girer. (Ve böylece İslâm âlimleri gibi üstün ve kıymetli olur.) Bu, (makam ve mevki) Allahü Teâlâ’nin fazl-ü keremidir. Onu dilediğine verir. Allah, büyük fazilet ve ihsan sahibidir.”

    32. Kul Hakkı – İmâmı Âzam ile Mecûsî
      Rivayet olundu: lmam-ı Azam Ebû Hanife (r.h.) hazretlerinin bâzı mecûsîlerden alacağı vardı.
      Alacağını istemek için mecûsînin evine gitti.
      Mecûsinin evinin kapısına vardığında, ayakkabıları necasete bulaştı.
      İmâm-ı Âzam Ebû Hanife hazretleri, ayakkabılarına bulaşan necaseti yani pisliği temizleyip atarken. pislik mecûsî adamın evinin duvarına sıçradı.
      Imâm-ı Âzam Ebû hanife hazretleri hayret ettiler. Kendi kendine şöyle düşündü:
      -”Eğer ben bu pisliği mecüsînin duvannda olduğu gibi bırakırsam, duvarı çirkin görünür. Eğer duvarı kazıp çıkaracak olursam, adamın duvarının toprakları ve boyası dökülür.
      İmâm-ı Âzam Ebû hanife hazretleri, hemen evin kapısını çaldı. Bir cariye (kadın hizmetçi) kapıyı açtı. İmâm-ı Âzam ona:
      -”Efendine söyleî Ebû Hanife kapıda kendisini beklediğini söyle, “dedi.
      Mecûsî çıktı. İmâm-ı Âzam Ebû hanife hazretlerini görünce malını istediğini zannetti. Borcunu ödeyemediği veya ödeyemeceği için özür dilemeğe başladı. İmâm-ı Âzam Ebû Hanife hazretleri,
      -”Burada özürlerden daha evla bir mesele var,” der. Ve ayakkabısına bulaşan necaseti ve onu temizlerken duvara sıçramayı anlatır. Ve sonra şöyle der:
      -”Bunu temizlemenin yolu nedir?“
      Bunun üzerine mecûsî:
      -”Şimdi dur! Önce ben kendi nefsimi temizlemeliyim!” der. Ve hemen Müslüman olur.
      Bu kıssadaki nükte ve incelik: İmâm-ı Âzam Ebû Hanife hazretleri, kul hakkına tecâvüz etmemek ve kimseye zulüm etmemek için bu kadar küçük bir konuda titizlik gösterdi ve mecûsinin müslüman olup ebedî şekavetten kurtulmasına sebep oldu.
      Kim zulüm yapmaktan sakınır ve haksızlıktan uzak durursa, her iki dünyâ saadeti elde eder. Aksi takdirde rezil olur gider.
      Kul Hakkı – Hikâye
      Hikâye olundu. Nûşirevân öldüğü zaman, tabutunu bütün memleketini gezdirdiler. (1/302) Bir münâdî şöyle nida ediyordu:
      -”Üzerimizde hakkı olan gelsin.”
      Vilâyetin hiçbirinde, bir dirhem kadar bile üzerinde hakkı olan bir kimse bulunmadı.

      .

      Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri:

    33. Kul Hakkı – Hikâye – MAZLUM`UN AHI.
      Hikâye olunur. Hıristiyanm biri, hanımını bir eşeğe bindirip Müslüman kasabalarından birine geldi. Rindâne hayat yaşayan serserilerden biri eşeğin kuyruğunu kesti. Eşeğin kuyruğunun kesilmesiyle eşek can havliyle ürküp sıçradı. Kadın eşekten düştü, kolu kırıldı ve hamlini (yani karındaki çocuğunu) düşürdü. Kadın hamileydi.
      Hıristiyan adam o memleketin kâdı’sına gitti. Mahkemede durumu anlattı. Şikâyetçi oldu. Kadı efendi işi ciddiye almadı. O Rindâneye şöyle dedi:
      -”Kesmiş olduğun eşeğin kuyruğunu yerine yerleştirip tut. Ta ki kuyruk eski haline gelesiye kadar.” Hıristiyan adama :
      -”Sen de bekle, kadın hamile kalıncaya kadar. Kolu da zaten kendiliğinden iyileşir,” dedi.
      Hıristiyan adam şaşırdı. Kadı efendiye sordu:
      -”Sizin adaletiniz bu mu? Şeriatınız bunu mu emrediyor?“
      Hıristiyan adam, kadı efendinin cevab vermesini beklemeden. başını göğe kaldırdı, ellerini açtı ve şöyle dedi:
      -”Yâ ilâhî! Sen halim’sin; ama buna benim sabrım yok. Ey zaif ve horlananları gören ve zulme uğrayanlara yardım eden (bana yardım et!)”
      Allah o kadı efendiyi neshetti yani yaratılışını değiştirdi. Hemen o anda taş oluverdi.
      Bu hikâyede iki şey vardır.
      1 – Bu kadı efendi zulmüyle en büyük belâ’ya uğradı.
      2- Mazlumlardan mutlaka zulmü kaldırmak lazım. Bu kişi kâfir olsa bile… Çünkü Allah, mazlum olan kâfirin duasını işitir, yani kabul eder.

      .

      Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri,

    34. MUBÂREK GÜN – KADİR GECİSİ
      Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, bazı gecelere kıymet vermiş, bu gecelerdeki, duâ ve tevbeleri kabûl edeceğini bildirmiştir. Kullarının çok ibâdet yapması, duâ ve tevbe etmeleri için bu geceleri sebep kılmıştır.
      Kıymetli geceye, kendinden sonra gelen günün ismi verilir. Önceki günü öğle namazı vaktinden, o gecenin fecrine kadar olan zamandır. Yalnız, Arefe ve üç kurban günlerinin geceleri böyle değildir. Bu dört gece, bu günleri takip eden gecelerdir.
      Bu geceleri ihyâ etmeli, yâni kazâ namazları kılmalı, Kur’ân-ı kerîm okumalı, duâ, tevbe etmeli,Tesbih namazi kilmali, sadaka vermeli, müslümanları sevindirmeli, bunların sevaplarını ölülere de göndermelidir. Bu gecelere saygı göstermelidir. Saygı göstermek, günâh işlememek ve ibâdet etmekle olur.
      Mübarek günler ve geceler, Cenâb-ı Hakkın bu ümmete ihsanıdır. Geçmiş ümmetlerin ömürleri uzundu. Beşyüz, binyıl yaşayan ümmetler vardı. Ömürleri uzun olduğu için elde ettikleri sevaplar da o oranda fazlaydı.
      Peygamber Efendimiz, ümmetinin ömrü kısa olduğu için sevapları da az olacak diye üzülüyordu. Allahü teâlâ, mübarek gün ve geceleri ihsan buyurarak, bu gecelerde verdiği kat kat fazla sevaplarla diğer ümmetlerden daha çok sevap kazanmalarına imkan verdi.
      Nitekim, Peygamberimiz geçmiş ümmetlerin işledikleri amelleri, aldıkları sevapları anlatırken, Eshab-ı kiram hayret edip, “Biz bu kısa ömrümüzle bu sevaplara nasıl kavuşubiliriz?” diye üzüldüler. Bu anda, Cebrâil aleyhisselâm geylerek:
      “Ya Resullallah! Sen ve Eshâbın geçmiş ümmetlerin bin ay ibadet edip, bu müddet içinde göz açıp kapayacak kadar Allahü teâlâya isyanda bulunmadıklarına hayret ettiniz. Allahü teâlâ sana bundan hayırlısını indirdi. Kadir suresinde beyan olunun faziletler, sen ve Eshabının hayret ettiğiniz şeylerden üstündür.”
      Ayet-i kerimede bildirilen “Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır” müjdesine Resulullah ve Eshabı çok sevindiler.
      Müslümanların on mubarek gecesi vardır:
      KADİR GECİSİ
      Ramazan-ı şerîf ayı içinde bulunan bir gecedir. İmâm-ı Şâfi’î hazretleri onyedinci, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretleri, yirmiyedinci gecesi olması çok vâkı’ olur dedi. Yirmi ile otuzuncu geceleri arasında arayınız denildi. Kur’ân-ı kerîmde medhedilen en kıymetli gecedir. Kur’ân-ı kerîm, Resûlullaha bu gece gelmeğe başladı.
      Ayların içinde, Receb, Şa’ban ve Ramazan ayları diğerlerinden daha fazîletlidir. Bu ayların içinde de, bazı geceler ve günler, diğerlerine göre daha fazîletlidir. Receb ve Şa’bân ayındaki günler, geceler bellidir. Ramazan-ı şerîfin içinde gizlenmiş olan Kadir Gecesi ise, kesin olarak bildirilmemiştir. Ramazan-ı şerîfin başından sonuna kadar, herhangi bir gecede olabileceği, hadîs-i şerîflerle bildirilmiştir. Âlimlerimiz buyurdu ki:
      “Allahü teâlâ, beş şeyi beş şey içinde gizlemiştir. Rızâsını tâ’atta, gazabını günahlarda, kıymetli olan orta namazı beş vakit namaz içinde, evliyâsını insanlar içinde, Kadir Gecesini de Ramazan ayında gizlemiştir.”
      Bir kimse, Peygamber efendimize gelerek, Kadir Gecesi’nin ne zaman olduğunu suâl etti. Resûlullah efendimiz, cevaben buyurdu ki: “Ramazanın birinci gecesi idi, geçti.”
      Bir seferinde de hazret-i Âişe vâlidemiz Peygamber efendimizden Kadir Gecesi’nin ne zaman olduğunu suâl etti. O zaman da Resûlullah efendimiz buyurdu ki:”On üçüncü gece idi geçti.”
      Değişik zamanlarda Kadir Gecesi’nin vakti ile alâkalı sorulan suâllere, Peygamber efendimiz, değişik cevaplar vermiştir. İslâm âlimlerinden bazısı, hadîs-i şerîflerdeki bildirilen değişik zamanlar sebebi ile, Kadir Gecesi’ni, Ramazan-ı şerîfin başından i’tibâren aramak lâzım olduğunu bildirmişler ve bunun için de mümkün olduğu kadar her geceyi ihyâ etmeye çalışmalıdır, buyurmuşlardır. Kadir
      Gecesi, çok kıymetli bir gecedir. Böyle kıymetli bir gecenin fazîletinden mahrûm kalmamak için, Ramazan-ı şerîfin her gecesini ibâdetle, tevbe etmekle, Kur’ân-ı kerîm okumakla ihyâ etmeye çalışmalıdır.
      Kadir Gecesi’nin fazileti hakkında hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
      “Kabirde aydınlık istersen, Kadir Gecesi’nin karanlığında ibâdet eyle!”
      “Kadir Gecesi’ni ihyâ edene, bir saatlik sevap olarak, yüz senelik ibâdet sevabı verilir.”
      “Allahü teâlâ: ‘İzzet ve Celâlime yemin ederim ki, Kadir Gecesi’ni ihyâ edenin günahlarını bağışlarım. Kıyâmette suâl sormam. Onu Cehennem ateşinde yakmam.’ buyurdu.”
      Mübârek ayların, gecelerin, günlerin kıymetini bilmeli, böyle zamanlarda, çok tevbe istigfâr etmeli, ağlamalı, affolunmak için yalvarmalıdır. Herkes kendi hâline göre bir miktar ibâdet etse, o geceyi ihyâ etmiş sayılır.
      Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için hiçbir tâ’ati küçük görmemelidir. Gazabı, günahlar içinde saklı olduğu için, hiçbir günahı küçük görüp işlememelidir. Orta namazı kaçırmamak için beş vakit namazı vaktinde kılmalıdır. Evliyâsı insanlar arasında gizli olduğu için herkese iyi muâmele etmelidir.
      Kadir gecesinin rastladığı geceleri ihyâ etmek de çok kıymetlidir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Kadir gecesine rastlamış bir geceyi ihyâ eden, Kadir gecesini ihyâ etmiş gibidir.”
      Bu hadîs-i şerîfe göre, Ramazan-ı şerîfin yirmiyedinci gecesini, Kadir gecesine daha önce çok tesadüf etmiş olduğu için ihyâ eden büyük sevâba kavuşur.
      Kadir gecesi hakkında İmam-ı a’zam, yirmi ilâ otuzuncu geceleri arasında aranması da bildirilmiştir. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
      “Kadir gecesi Ramazanın 21, 23, 25, 27 29′uncu tek geceleri veya son gecesidir.”
      “Ramazan-ı şerîfin yirmiyedinci gecesini ihyâ edenin Cennete girmesine ben kefilim.”
      “Ramazan-ı şerîf ayının yirmi yedinci gecesini ihyâ edenin, amel defterine yirmiyedibin senelik ibâdet sevâbı yazılır. Cennette ona yirmiyedibin köşk yapılır. Her köşk, hatırdan hayâlden geçmediği şekildedir.”
      Kadir gecesinin alâmetleri hakkında hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “O gece ne soğuk, ne sıcak olur. Sabah güneş doğunca, sisli olmaz, tatlı ve hoş bir hava olur. Fırtına olmaz.”
      Bazı âlimler, Kadir gecesinde köpek sesinin duyulmadığını, ertesi günü güneşin şuasız doğduğunu, Kadir gecesinin gününün de fazilette gecesi gibi olduğunu bildirmişlerdir. Hadîs-i şerîte “Allahü teâlâ katında en sevgili gece, Kadir gecesidir.” Buyuruldu.
      Bu gecede okunacak duâ
      Peygamber efendimiz, Âişe vâlidemize, Kadir gecesinde şu duâyı okumasını bildirmiştir:
      “Allahümme inneke afüvvün tühıbbül afve fa’fu annî.”
      Bu gece çok kelime-i tevhid okumalıdır. Hadis-i şerifte;
      “Kadir gecesinde üç defa lâilâhe illallah diyenin, birincisinde bütün günahları affolur. İkincisinde Cehennemden kurtulur. Üçüncüsünde Cennete girer.” buyuruldu.

    35. Yaşlı adamla yılanın hikayesi..

      Fakir köylü, eline kazmasını alır, her gün bahçenin yolunu tutar, akşama kadar kazma sallayarak, toprağını eşelermiş.

      Sıcakların alınlardan yağmur gibi ter akıttığı bir devreye rastlayan bu çalışma sırasında adam, biraz ileride susuzluktan dilini çıkarıp ıslık çalan bir yılana denk gelmiş.

      Zavallı hayvan can çekişmekteymiş.

      Adam haline acımış, kendi içtiği kaptan yılanın önüne azıcık su döküp susuzluğunu gidermiş.

      Bir gün sonra, tekrar aynı yerde çalışırken, yine meydana çıkan yılan bu defa da açlıktan hareketsiz haldeymiş.

      Toprakların arasından sanki, yalvarırcasına köylünün yüzüne bakıyor, azığındaki sütten birazcık olsun kendisine vermesini istiyormuş.

      Adam merhamete gelmiş, meyve ağacının dalında asılı duran azık çantasının içindeki süt şişesinden bir miktar süt döktüğü çanağı yılanın önüne doğru sürmüş.

      Bir hamlede başını çanağa uzatan yılan, sütün hepsini içerek birden cana gelmiş ve bundan sonra ilerideki otların arasına doğru kayıp gitmiş.

      Bir hayvana iyilik etmenin iç huzuruyla işine devam eden adam, kendi kendine:

      “İyilik yap denize at. Balık bilmezse Hâlık bilir.” sözünü tekrarlayıp duruyormuş.

      Bir gün sonra bakmış ki, yılan aynı yerde kendisini ağzında pırıl pırıl parlayan bir altın lirayla bekliyor.

      Köylü bunu görünce tekrar azığındaki şişeden bir miktar süt döktüğü çanağı yine yılanın yakınına bırakmış.

      Yılan da ağzındaki altını bırakıp, süte uzanarak, karnını doyurduktan sonra oradan ayrılmış.

      Böylelikle bir altın kazanmış olan adam, bu alış verişi uzun müddet hergün devam ettirmiş.

      Adam, gün be gün yılana bir şişe süt getiriyor, hayvan da bu ikrama toprağa bir altın bırakarak karşılık veriyormuş.

      Bu süreçte yılan epey semirmiş, köylü de oldukça zenginleşmiş.

      Fakat insanlık haliymiş, köylü, bir gün rahatsızlanmış ve hayvanın kendileri için önemini tembih tembih üstüne anlatarak, oğlunu bahçeye göndermiş.

      Elinde sütle mekana varan çocuk, tıpkı babasının yaptığı gibi sütü yılana verip, parayı cebine indirmş.

      Amma velakin merakını bir türlü dindirememiş.

      Acaba yılan bu sarı liraları nereden getirmekteymiş?

      Eğer bunu öğrenebilirse bunca zahmete katlanmak yerine tüm hazineyi bir günde evine götürebileceği düşüncesindeymiş.

      İşte bu niyetle yılanın girdiği deliğe doğru bir kazma sallamış.

      Kazma, toprağa değmezden evvel yılanın kuyruğunu parçalamış.

      Can havliyle gerisin geriye dönen yılan, bir hamlede zehirli dişlerini geçirmiş çocuğun narin tenine.

      Oracıkta ölmüş hırslı çocuk.

      Neden sonra olup bitenden hasta babanın haberi olmuş.

      Evlat acısı yakmış yüreğini adamın, bir süre o mekana hiç uğramamış.

      Ama oğlunun acısıyla birlikte yılandan alamadığı sarı liralar da yakmaktaymış canını.

      Bir gün yine oraya gitmiş, yılana süt verip, altın almak istemiş.

      Adamın geldiğini gören hayvan, yine çıkmış deliğinden ve usulca gelmiş adamın kıyısına.

      Yine aç, yine mecalsizmiş.

      Adam alış verişe devam etmek istmekteymiş ki o anda yılan dile gelmiş;

      “Sendeki bu evlat acısı, bendeki de bu kuyruk acısı olduğu müddetçe biz asla yeniden dost olamayız.”

    36. > BİR İNSANI TANIMA YOLLARI NELERDİR?
      BİR İNSANI TANIMA YOLLARI NELERDİR?

      ‘Bir adam Hz. Ömer (r.a.)’in yanında bir hususta şâhitlikte bulunmuştu. Ömer ibnü’l-Hattâb hazretleri ona,

      ‘ Ben seni tanımıyorum, seni tanıyan birini getir, dedi.

      Orada bulunanlardan birisi,

      ‘ Ben onu tanıyorum, deyince Hz. ömer,

      ‘ Nasıl bilirsin? diye sordu. O da,

      ‘ Emin ve âdil bir adam olarak tanıyorum, cevabını verdi.

      Hz. Ömer (r.a.) tekrar sordu:

      ‘ Gecesini gündüzünü bildiğin, yakın bir komşun mudur?

      ‘ Hayır, diye cevap verdi adam.

      Hz. Ömer (r.a.) sormaya devam etti:

      ‘ İnsanın takvâsını ortaya koyan, muâmelesidir. Bu adam, alış’veriş yaptığın bir kimse midir?

      Adam tekrar,

      ‘ Hayır, dedi.

      Hz. Ömer (r.a.) bu defa;

      ‘ Bununla, insanın ahlâkının güzel veya çirkin olduğunu anlamaya imkân veren bir yolculuk yaptın mı? diye sordu.

      Adam bu soruya da,

      ‘ Hayır, cevabını verince, Hz. Ömer (r.a.),

      ‘ Sen onu tanımıyorsun, dedi ve sonra da adama dönerek,

      ‘ Git, seni tanıyan birini getir, buyurdu.’

      Demek ki bir insanı iyi tanıyabilmek, doğruluk ve dürüstlüğünden emin olabilmek için; onunla, ya yakın komşuluk yapacaksın veya alış-verişte bulunacaksın yahut da beraber yolculuk edeceksin… Aksi takdirde, yani bu ölçülerden hiçbirisi ile tartmadığın bir kişi hakkında, müsbet veya menfî yönde şahâdette bulunmayacaksın. Zira bu demektir ki, sen onu tanımıyorsun.

      Alıntı:
      Fazilet Takvimi, 2001

    37. Boyayı mı beğenemedin, yoksa boyacıyı mı?

      Hep hikmetli konuşan Lokman Hekim’in derisi siyah, dudakları da kalınmış. Değerli sözlerini duyarak hayranı olan biri bir gün bakmış ki hayalinde büyüttüğü Lokman, siyah yüzlü, kalın dudaklı biri. Şaşkınlıkla yüzüne bakarken Lokman Hekim, adamın içinden geçenleri sezmiş olacak ki, şöyle çıkışmış:
      – Birader, neden öyle şaşkın bakıyorsun? Boyayı mı beğenemedin, yoksa boyacıyı mı?

      Sonra da ilave etmiş.

      – Bak, demiş, benim ne yüzümün siyahlığında, ne de dudaklarımın kalınlığında bir tesirim vardır. Onları Yaratan öyle yaratmış, öylesine uygun görmüş. Benim tercihim değil…

      Evet, insanların yüz güzelliği, yahut da çirkinliğiyle kendilerine bir pay çıkarmaları son derece yanlıştır. Ne güzellikte bir etkisi vardır, ne de çirkinlikte. Her ikisini de yaratan ve layık gören Allâh-ü azimüşşandır. İnsan kendi iradesiyle kazandığından sorumludur.

    38. ‘BEDELİ ÇANAKKALE’DE ALTIN OLARAK ÖDENECEKTİR’

      Üç aylık bir tâlimden sonra Mehmed Muzaffer, ‘zâbit namzeti’ olarak Çanakkale’de idi. (Mart 1916). Müttefik İngiliz ve Fransız kuvvetleri, Çanakkale’de uğradıkları mağlûbiyetlerden ve verdikleri yüzelli bin zâyiattan sonra Boğaz’ı aşamayacaklarını anlamışlar, 1915’in son haftasıyla 1916’nın ilk haftasında bütün hatları tahliye edip, çıkıp gitmişlerdi.

      Muzaffer, Çanakkale’ye vardığında harp durmuştu. Zaman zaman, İmroz-Bozcaada’da üslenmiş düşman gemileri ve uçakları bombardımanda bulunuyorlarsa da, 1915 Nisan’ından Aralık sonuna kadar sekiz ay süren kanlı bağuşmalara kıyasla bu bombardımanlar ‘hiç’ mesâbesindeydi. Çanakkale’deki birliklerin büyük bir kısmı, Kafkas, Irak ve Filistin cephelerine sevkedileceklerdi. Hazırlanma ve noksanları ikmâl emri aldılar.

      Muzaffer, birliğinin alay karargâhında vazifeliydi. Alayın kamyon ve otomobil lastiği ile diğer bir takım malzemeye ihtiyacı vardı. Bunlarsa ancak İstanbul’dan sağlanabilirdi. O devirlerde bu gibi basit mübâyaalar için açık artırma yapmak, ilanlarda bulunmak, ne âdetti, ne de bunlarla kaybedilecek vakit vardı. Herşey itimatla yürütülürdü. Muzaffer, açıkgöz ve becerikli bir İstanbul çocuğu olduğundan, karagâh, gerekli malzemenin temin ve mübâyaasına onu memur etti. İcab eden paranın kendisine i’tâsı için de Erkân-ı Harbiye Riyâseti’ne hitâben yazılı bir tezkereyi eline verdiler.

      O yıllar İstanbul’da otomobil ve kamyon, nâdir rastlanan vâsıtalardı. Bunlaların lastikleriyse yok denecek kadar azdı ve karaborsaydı.

      Muzaffer aradı, uğraştı, nihayet Karaköy’de bir Yahûdi’de istediklerini buldu. Fiyatlar pek fâhişti ama, yapacak başka birşey yoktu anlaşmaya vardı. Lâzım gelen parayı almak üzere Erkân-ı Harbiye’ye gitti. Elindeki tezkereyi tediye merciiine havâle ettiler. Muzaffer az sonra yaşlı bir kaymakam (yarbay)’ın huzurundaydı. Kaymakam, uzatılan kezkereyi okudu. Karşısında hazırolda duran ihtiyat zâbit namzetine baktı. İsteyeceği paranın miktarını sormadan
      ‘Ne alınacak?’ dedi.
      ‘Oto ve kamyon lastiği’ cevabı verilince bir an durdu. Sonra Muzaffer’e dik dik baktı:
      ‘Bana bak oğlum! Ben askerin ayağına postal, sırtına kaput alacak parayı bulamıyorum. Sen otomobil lastiğinden bahsediyorsun! Haydi yürü git, insanı günaha sokma… Para mara yok!’ dedi.

      Muzaffer selâmı çaktı, dışarı çıktı. Harbiye Nezâreti’nin (bugünkü hukuk fakültesi binâsının) bahçesinden dış kapıya ağır ağır yürürken, ne yapacağını düşünüyordu. Malzemelere alayın ihtiyacı vardı. Eldeki (Almanlar’ın verdiği) iki Mercedes-Benz kamyon ve iki binek arabası lastiksizdi. Diğer malzemeler de mutlaka lâzımdı. Kendisi, bulur alır diye vazifelendirilmişti.

      Malzemeyi bulmuştu, fakat para yoktu. Eli boş dönemezdi, bir çaresini bulmak lâzımdı.

      Muzaffer bunları düşüne düşüne Bâyezid Meydanı’na vardı. Birden durdu, kendi kendine güldü. Aradığı çareyi bulmuştu! Doğru tüccar Yahûdi’ye gitti:
      ‘Paranın tediye muâmelesi akşamüstü bitecek. Ezandan sonra gelip malları alamam gece kaldıracak yerim yok. Yarın öğleden evvel vapurum Çanakkale’ye kalkıyor, yetişmem lâzım. Onun için, sabah ezanında geleceğim. Malları mutlaka hazır edin…’
      Tüccar
      ‘Peki’ dedi.
      Muzaffer tam ayrılırken ilâve etti:
      ‘Altın para vermiyorlar, kâğıt para verecekler.’
      Yahûdi yine
      ‘Peki’ dedi.
      Ertesi sabah Muzaffer, Merkez Komutanlığı’ndan araba ve neferle ezan vakti Yahûdi’nin kapısındaydı. Ortalık henüz ışıyordu. Taccar, malları hazırlatmıştı. Havagazı fenerinin yarım yamalak aydınlattığı loşlukta mallar arabaya yüklendi. Muzaffer, bir yüzlük kâime (yüz liralık kâğıt para) verdi. araba dörtnal Sirkeci’ye yollandı. Malzeme şat’a, oradan dubada bağlı gemiye aktarıldı. Az sonra da gemi Çanakkale yolunu tutmuştu.

      Üç gün sonra Yahûdi, elindeki yüzlük kâimeyi bozdurmak üzere Osmanlı Bankası’na gitti. Bozmadılar.. Zira elindeki para sahte idi.

      Muzaffer evrâk-ı nakdiyenin basımında kullanılan kâğıdın aynısını Karaköy kırtasiyecilerinden tedarik etmiş, bütün gece oturmuş, çini mürekkebi ve boya ile, gerçeğinden bir bakışta ayırt edilemiyecek nefâsette taklit para yapmıştı. Tüccara verdiği para buydu. O devrin hakiki paralarının üzerinde yazılar arasında bir de şöyle ibâre bulunurdu:

      ‘Bedeli Dersaâdette altın olarak tesviye olunacaktır.’ Muzaffer yaptığı taklit parada bu ibâreyi şöyle yazmıştır. ‘Bedeli Çanakkale’de altın olarak tesviye olunacaktır.’

      Onun burada altın dediği, Çanakkale’de Mehmetçiğin akıttığı, altından da kıymetli kanı idi…

      Yâhudi tüccar bunu mesele yapmadı. Yapmak mı istemedi, yapmaktan mı çekindi, bilinmez. Ancak hâdise bütün İstanbul’a yayıldı. Dünyada emsâli olmayan ve olmayacak olan bu hâdise Şehzâde Abdülhalim Efendi’nin kulağına kadar gitti. Şehzade hemen lalasını göndererek Yâhudi tüccarı buldurdu.

      Yüzlük taklid evrâk-ı nakdiyeyi, bedelini altın olarak ödeyip aldı. Çok zarif sedef kakmalı, içi kadifeli bir mücevher çekmecesine yerleştirip, İstanbul Polis Okulu’ndakiEmniyet Müzesi’ne hediye etti.

      Şehid Mehmet Muzaffer’in taklidini yaptığı paranın asıl 50 liralık kâğıt paradır. Bu kâğıt paralar, üzerlerinde de yazılı olduğu gibi, Rûmi 6 Ağustos 1332 (M.18.8.1916) tarihli kanunla tedâvüle çıkarılmıştır. Bu tertip kâğıt paraların en büyük kıymeti 50 liralıklardır. Yüz lira olarak bu tipte hiçbir kupür basılmamıştır. Her halde Şehid Muzaffer’in alacağı malzemenin bedeli elli liranın çok üstünde olmalıdır ki, iki tane ellilik imal edecek olsa anlaşılabileceğini düşünüp tek bir yüzlük yapmıştır. Bu kâğıt paralar yeni tedâvüle çıktığından, getirip veren de subay ve askerleri olduğundan, tüccar, bu çeşit yüzlük kâime mevcut olup olmadığını araştırmak lüzûmunu görmemiş olmalıdır. Esasen Muzaffer’in ‘sabah ezanı vakti’ üzerinde durması da, hem o devrin ölü ışıkları altında paranın iyice incelenmesine imkân bırakmamak, hem de sabahın o saatinde her taraf kapalı olduğundan, sağa sola sormak ihtimâlini de ortadan kaldırmak için olmalıdır.

      Çeşitli imkânlara sahip teksir ve totokopi makinelenin henüz îcad edilmediği yıllarda, bugün son sistem âletlerle çalışan kalpazanlara taş çıkartacak şekilde elle bu derece başarlı bir taklidi yapabilmek, üstelik de bunu bir tek gecenin sınırlı saatleri için sığdırmak, fevkalâde büyük bir sahtekârlık başarısı değil, bir san’at şaheseri olarak değerlendirilmelidir.

      Hz. Allah, bütün şehidlerimizden de, vatan için her şeyi göze alabilen bu san’atkârın, bu mübârek şehidin rûhundan da, o ganî rahmetini eksik etmesin. (Âmin)

      Alıntı:
      Fazilet Takvimi 1997

    39. ARKADAŞINI AL, BERABERCE CENNETE GİRİN’

      Hz. Enes (r.a.) anlatıyor:

      Resûlüllah (s.a.v.) ile beraber bulunuyorduk. Bir ara azı dişleri görülecek şekilde gülümsedi. Sebebini sorduğumuzda şöyle buyurdular:

      -Ümmetimden iki kişi Allâh’ın huzuruna gelirler.

      Birisi,
      -Yâ Rab, benim bunda hakkım var; hakkımı bundan al, bana ver, der.

      Allah Teâlâ da ötekine,
      – Hakkını ver, buyurur.

      Adam,
      -Yâ Rab, bende sevap nâmına bir şey kalmadı, der.

      Cenâb-ı Hakk,
      -Baksana, bu adamın sevabı kalmadı, ne dersin? buyurur.

      Adamcağız,
      – O halde benim günahlarımdan alsın, der.

      Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz bunu anlatırken gözleri yaşardı ve, ‘O gün büyük bir gündür. İnsan; günâhının alınmasını ister’ dedi.

      Bunun üzerine Allah Teâlâ hak sahibine,
      -Başını kaldır ve cennete bak, buyurur.

      Adamcağız,
      – Yâ Rab, inci ile işlenmiş, gümüşten ve altından köşkler görüyorum. Bunlar hangi peygamber, hangi sıddîk veya hangi şehitler içindir? der.

      Allah Teâlâ,
      -Bunlar, bana ücretini verenler içindir, buyurur.

      Adamcağız,
      -Bunların hakkını kim ödeyebilir? der.

      Hz. Allah,
      -Sen istersen bunlara sahip olabilirsin, buyurur.

      Adam,
      -Nasıl olur, yâ Rab? deyince,

      Cenâb-ı Hakk,
      -Hakkını bu adama bağışlamakla, buyurur.

      Adam,
      -O halde ben bunu affettim, der.

      Allahü zû’l-Celâl hazretleri de,
      -Arkadaşını al, beraberce cennete girin, buyurur.

      Sonra Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz,
      ‘Allah’tan korkun, Allah’tan korkun ve siz de kendi aranızı düzeltin. Bakınız, bizzat Hazret-i Allah mü’minlerin arasını buluyor’ buyurmuşlardır.

    40. Musa Aleyhisselâmın ümmeti:

      – Ya Musa! Rabbimizi yemeğe davet ediyoruz. Buyursun bir gün misafirimiz olsun. Nemiz varsa ikram etmeye hazırız, dediklerinde Musa Aleyhisselâm, onları azarladı. «Nasıl olur, Allah (haşa) yemekten, içmekten ve mekândan münezzehtir» diyerek bir daha böyle bir şeyi akıllarından bile geçirmemelerini tenbihledi. Fakat Musa Kelîmullah Turu Sina’ya çıkıp, bazı münasaatta bulunmak istediğinde, Allah tarafından şöyle nida olundu:

      – «Ya Musa neden kullarımın davetini bana getirip söylemiyorsun?»

      Musa Aleyhisselâm: «Ya Rabbi, böyle daveti size gelip söylemekten haya ederim. Nasıl olur, Zatı Ulûhiyetiniz onların söylediklerinden beridir» dedi.

      Allah (c.c.): «Söyle kullarıma, onların davetine Cuma akşamı geleceğim» buyurdu.

      Musa Aleyhisselâm gelip kavmini durumdan haberdar etti, hazırlığa başlandı, koyunlar, sığırlar kesildi. Mümkün olduğu kadar mükellef bir yemek sofrası hazırlandı. Çünkü misafir gelecek olan ne bir vali, ne bir padişah, ne bir başka yaratıktı. Kâinatın yaratıcısı misafir olarak gelecekti. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra, akşam üstü uzak yollardan geldiği belli; yorgun argın, üstü-başı birbirine karışmış bir ihtiyar gelip: «Ya Musa! Uzak yollardan geldim, acım, bana bir miktar yemek verin de karnımı doyurayım» dedi. Hz. Musa:

      – Acele etme, hele şu testiyi al da biraz su getir bakalım. Senin de bir katkın bulunsun. Biraz sonra Allah (c.c.) gelecek, dedi.

      Tabii adam daha fazla diretmeden çekip gitti. Yatsı vakti oldu, beklenen misafir halâ gelmedi. Sabah oluncaya kadar beklediler, halâ gelen giden yoktu. Neyse ümidi kestiler. Hz. Musa taaccüp içinde idi.

      İkinci gün Hz. Musa Tur’a gidip:

      – Ya Rabbi, mahcup oldum, ümmetim: «Ya Sen bizi kandırdın, ya Allah sözünde durmadı» diyorlar dediğinde, şöyle hitap olundu:

      – Geldim ya Musa, geldim. Açım dedim, beni suya gönderdin, bir lokma ekmek bile vermedin. Beni ne sen, ne kavmin ağırladı.» Bunun üzerine Hazreti Musa Kelîmullah:

      – Ya Rabbi bir ihtiyar geldi sadece, o da bir kuldu, Allah değildi. Bu nasıl olur? dediğinde Cenabı Allah:

      – «İşte ben o kulum ile beraberdim. Onu doyursa idiniz, beni doyurmuş olacaktınız. Çünkü ben ne semalara, ne yerlere sığarım, ben ancak aciz bir kulumun kalbine sığarım. Ben o kulumla beraber gelmiştim. Onu aç olarak geri göndermekle, beni geri göndermiş oldunuz» buyurdu.

      Demek ki, Allah için yapılan her şey, bizzat Allah’ın kendisine yapılmış gibi olmakta, Allah o kimseden razı olmaktadır.

    41. BİR DELİYE BİR VELİ ROLÜ

      Ebu Müslim Havlani bir toplulukta konuşulanları dinler.Hemen hepsi de hanımından şikayette bulunmaktadırlar. Ancak Ebu Müslim’de şikayet filan yoktur. Derler ki:
      – Veli gibi bir hanıma düştün de sesin sedan çıkmıyor değil mi?

      Omuzlarını silkerek cevap verir:

      – Bizimki veli filan değil kelimenin tam manasıyla delidir deli!…

      – Öyle ise derler nasıl geçiniyorsun böyle deli biriyle?

      Cevap verir:

      – Ben usulünü biliyorum da öyle geçiniyorum, kavga gürültümüz o yüzden olmuyor!…

      Büsbütün meraka düşerler.

      – Deli gibi biriyle kavgasız gürültüsüz geçinmenin usulü nedir ki? diye sormaktan kendilerini alamazlar.

      Şöyle izah eder Ebu Müslim, geçinmenin sırrını.

      Der ki:

      – Allahü Azimüşşan, Âdem Aleyhisselam’ı topraktan yarattığında bedenine önce aklı koydu. Akıllı bir adam oldu.

      Sonra öfkeyi yarattı. Ona da Âdem’in bedenine girmesini emretti.

      Öfke:

      – Ben dedi. Âdem’in bedenine giremem. Çünkü orada akıl vardır! Akılla ikimiz bir yerde asla duramayız!…

      Rabbimiz buyurdu:

      – Ey öfke! Sen Âdem’in bedenine girmeye çalış, oraya yönel. Akıl senin geldiğini görünce hemen çıkıp gider, kendi yerini sana bırakır. Böylece sen de Âdem’in bedeninde hükmünü icra eder, onu deli yaparsın.

      Ebu Müslim burada der ki :

      – İşte biz hanımla bu konuda anlaştık. Dedik ki; mademki insana öfke gelince akıl gidiyor, insan delinin teki haline geliyor. Öyle ise evde kim öfkelenirse o an sanki o delidir. Deliye karşı ise bir veli lazımdır. Ben öfkelenirsem hemen farkına varacaksın, sabır gösterip ters cevap vermeyeceksin. Çünkü ben o an deli sayıldığımdan deli adamdan her şey beklenir diyerek veli rolüne gireceksin, aklım gelinceye kadar bir deliye bir veli rolü oynayacaksın.

      Ebu Müslim burada şunu da ilave eder:

      – Tabii der, bu sabır benim için de geçerli bir görevdir. Bazen hanım öfkelenir, bu defa o deli durumuna girer bana veli rolü düşer, ben bir veli gibi sabır gösterir, karşılık vermemeye çalışırım. Aklı gelip de akıllı insana muhatap olduğumu anlayıncaya kadar, bu sabır devam eder.

      Ebu Müslim bundan sonrasını şöyle tamamlar:

      – İşte der ey dostlar, benim hanımdan şikayetçi olmayışımın sebebi budur. Gül gibi geçinip gitmemizin sırrı da buradadır. Tavsiye ederim, siz de bir deliye bir veli rolü oynayın, öfkelenince karşı taraf veli rolüne girsin, sabır ve tahammülü esas alsın, göreceksiniz ki tartışma kısa zamanda son bulacak, taraflar birbirlerine karşı sevgiyle dolacak. Çünkü öfkeli taraf kendisine karşılık verilmeyişinin takdirini, minnettarlığını duyacak. Bu da mutluluk vesilesi olacak.

      Sakın “bir deliye bir veli rolü basit bir şey” deyip de geçmeyin. Sadece bir deneyin yeter. İşte size güzel geçinmenin sırrı.

    42. CEVAHIR VAR IKEN PUL NEYE YARAR

      RABBINI BILMEYEN KUL NEYE YARAR

      HERKES TUTMUS BIR YOL GIDIYOR

      ALLAH cc GITMEYEN YOL NEYE YARAR….

    43. Küçük Bir Söz Yakarsa İçini…
      Dost Bildiklerin Anlamazsa Seni…
      Boşver Dökme İçini…
      Al Eline Tesbihi Koy Alnını Secdeye…
      O’ndan Başkası Anlamaz Seni….

    44. “Üzerine güneşin doğduğu günlerin en hayırlısı Cuma günüdür: Âdem (a.s.) o gün yaratıldı, o gün cennete kondu, o gün cennetten çıkarıldı. Kıyâmet de ancak Cuma günü kopacaktır.”
      (Hadîs-i Şerif—Müslim) –

    45. ESHÂB-I KİRÂM KİMDİR?

      Peygamber efendimizi hayatta iken ve peygamber olarak bir ân gören, eğer âmâ ise bir ân konuşan mü’mine “Sahâbî” denir. Birkaç tânesine “Eshâb” veya “Sahâbe” denir. Hürmet olarak Eshâb-ı kirâm denir. Peygamberimizi, kâfir iken görüp de, Resûlullahın vefâtından sonra îmâna gelen veya Müslüman iken, sonra mürted olan ya’nî Müslümanlıktan çıkan sahâbî olamaz.

      Zaten Peygamber efendimiz, Eshâbından hiçbirinin sonradan kâfir olmıyacağını, ya’nî Müslümanlıktan çıkmıyacağını, hepsinin Cennete gideceklerini haber verdi.

      Ehl-i sünnet âlimleri, Eshâb-ı kirâmı üçe ayırmıştır:

      1. Muhâcirler: Mekke şehri alınmadan önce, Mekke’den veya başka yerlerden, vatanlarını, yakınlarını terk ederek, Medîne şehrine hicret edenlerdir.

      2. Ensâr: Peygamber efendimize ve Muhâcirlere her türlü yardımda ve fedâkârlıkta bulunacaklarına söz veren Medîne şehrinde veya bu şehre yakın yerlerde bulunan Müslümanlardır.

      3. Diğer Eshâb-ı kirâm: Mekke şehri alındığı zaman ve daha sonra Mekke’de veya başka yerlerde îmâna gelenlerdir.

      Eshâb-ı kirâmın en üstünleri, Resûlullahın dört halîfesidir. Bunlardan sonra en üstünleri Cennet ile müjdelenmiş olan Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Talhâ, Zübeyr bin Avvâm, Abdurrahmân bin Avf, Sa’d bin Ebî Vakkâs, Saîd bin Zeyd, Ebû Ubeyde bin Cerrâh, ve Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’dir.

      Eshâb-ı kirâmın adedi: Mekke’nin fethinde on bin, Tebük Gazâsında yetmiş bin, Vedâ Haccında doksan bin ve Resûlullah efendimiz vefât ettiği zaman yeryüzünde yüz yirmi dört binden fazla sahâbî vardı. Bu konuda başka rivâyetler de vardır.

      Allahü teâlâ, Eshâb-ı kirâmdan râzı olduğunu, onları sevdiğini Kur’ân-ı kerîmde bildiriyor. ve meâlen:

      – Allah onlardan râzı, onlar da Allahtan râzıdır, ve:

      – Hepsine hüsnâyı, Cenneti va’dettik, buyuruluyor. Allahü teâlânın sıfatları ebedîdir, sonsuzdur. Bu bakımdan Eshâb-ı kirâmdan râzı olması da sonsuzdur.Bunun için bu mübârek insanlardan bahsederken sıradan bir insandan bahseder gibi konuşmamalıdır. Her zaman edebli, terbiyeli olmalıdır.

      Peygamber efendimizi sevenin, O’nun Ehl-i beytini ve Eshâbını, ya’nî arkadaşlarını da sevmesi lâzımdır. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:

      – Sırât köprüsünden ayakları kaymadan geçenler, Ehl-i beytimi ve Eshâbımı çok sevenlerdir.

      – Eshâbıma dil uzatmakta, Allahü teâlâdan korkunuz! Benden sonra onları kötü niyetlerinize hedef tutmayınız! Nefsinize uyup, kin bağlamayınız! Onları sevenler, beni sevdikleri için severler. Onları sevmiyenler, beni sevmedikleri için sevmezler. Onlara el ile, dil ile eziyet edenler, onları gücendirenler, Allahü teâlâya eziyet etmiş olurlar ki, bunun da muâhezesi, ibret cezâsı gecikmez, verilir.

      – Allahü teâlânın, meleklerin ve bütün insanların la’neti, Eshâbıma kötü söz söyliyenin, üzerine olsun! Kıyâmette Allahü teâlâ, böyle kimselerin farzlarını da, nâfile ibâdetlerini de kabûl etmez!

      – Kıyâmette, insanların hepsinin kurtulma ümidi vardır. Eshâbıma söğenler bunlardan müstesnâdır. Onlara Kıyâmet halkı da la’net eder.

      Eshâb-ı kirâm, seçilmiş insanlardı. Üstünlükleri diğer ümmetlerden çok fazlaydı. Meselâ, Hz. Ebû Bekir, Peygamberlerden sonra insanların en üstünü idi. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:

      – Allahü teâlâ, beni bütün insanlar arasından ayırıp seçti. Bana eshâb ve akrabâ olarak en iyi insanları seçti. Bunlardan sonra, birçok kimse gelir ki, eshâbıma ve akrabâma dil uzatırlar. Onlara yakışmıyan iftirâlar söyliyerek, kötülemeye uğraşırlar. Böyle kimselerle oturmayınız! Birlikte yiyip içmeyiniz! Bunlardan kız alıp vermeyiniz.

      Eshâb-ı kirâmın herbirinin ismini hürmetle, saygı ile söylemelidir. Birinin adı söylenince “radıyallahü anh= Allah ondan râzı olsun” denir. İkisi için “radıyallahü anhümâ= Allahü teâlâ o ikisinden râzı olsun” Birkaçı veya hepsi söylenince “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn” veya kısaca “radıyallahü anhüm= Allah onların hepsinden râzı olsun” denir.

    46. Yalancı peygamber Müseyleme’yi öldüren sahabî:
      VAHŞİ

      Vahşî, Hz. Hamza’nın Bedir savaşında öldürdüğü Tuayme’nin kardeşinin oğlu olan Cübeyr bin Mutim’in kölesi idi. Habeşli olduğu için, el ile ok ve mızrak atmakta usta idi. Uhud savaşında, Cübeyr buna demişti ki:

      – Hamza’yı öldürürsen seni azat ederim!

      Daha o zamanlar müslüman olmakla şereflenmemiş olan Ebu Süfyan’ın hanımı Hind de, babasının ve amcasının intikamı için, Vahşî’ye mükâfat vâd etmişti.

      Niçin lanet etmiyorsunuz?

      Vahşî, Uhud’da taş arkasına pusuya girip, yalnız Hz. Hamza’yı gözetirdi. Hz. Hamza sekiz kâfiri öldürüp, saldırırken, Vahşî mızrağını atarak, onu şehit etti. Sonra, gidip durumu Hind’e haber verdi. Hind sevinip üzerindeki zinetlerin hepsini Vahşî’ye verdi. Daha da vereceğini söyledi.

      Uhud savaşında Peygamberimiz birkaç kâfire bedduâ etmişti. “Vahşî’ye niçin lanet etmiyorsun” dediklerinde, buyurdu ki:

      – Miracda, Hamza ile Vahşî’yi kolkola, birlikte cennete girerlerken görmüştüm!

      Hicretin sekizinci yılında, Mekke fethedildiği gün, Vahşî, Mekke’den kaçtı. Bir zaman uzak yerlerde kaldı. Sonra pişman olup, Medine’de mescide gelip, selam verdi. Resulullah efendimiz selamını aldı. Vahşî dedi ki:

      – Ya Resulallah! Bir kimse Allaha ve Resulüne düşmanlık yapsa, en kötü, en çirkin günah işlese, sonra pişman olup temiz iman etse, Resulullahı canından çok seven biri olarak, huzuruna gelse, bunun cezası nedir?

      Resulullah efendimiz buyurdu ki:

      – İman eden, pişman olan affolur. Bizim kardeşimiz olur.

      – Ya Resulallah! Ben iman ettim. Pişman oldum. Allahü teâlâyı ve Onun Resulünü herşeyden çok seviyorum. Ben Vahşî’yim.

      Resulullah efendimiz, Vahşî adını işitince, Hz. Hamza’nın şehit edilmiş hâli gözünün önüne geldi. Ağlamaya başladı.

      Niçin affetmiyorsun?

      Vahşî, öldürüleceğini anlayarak kapıya yürüdü. Eshab-ı kiram kılıçlarına sarılmış, işaret bekliyordu. Vahşî, “Son nefesimi alıyorum” derken, Cebrail aleyhisselam geldi. Allahü teâlâ buyurdu ki:

      – Ey sevgili Peygamberim! Bütün ömrünü puta tapmakla, kullarımı bana düşman etmeye uğraşmakla geçiren bir kâfir, bir kelime-i tevhid okuyunca, ben onu affediyorum. Sen, amcanı öldürdü diye Vahşî’yi niçin affetmiyorsun? O pişman oldu. Şimdi sana inandı. Ben affettim. Sen de affet!

      Herkes, “Öldürün!” emrini beklerken, Resulullah efendimiz buyurdu ki:

      – Kardeşinizi çağırınız!

      Kardeş sözünü işitince, saygı ile çağırdılar. Peygamber efendimiz Vahşî’ye, “affolunduğunu” müjdeleyerek buyurdu ki:

      – Fakat, seni görünce dayanamıyorum, elimde olmadan üzülüyorum.

      Hz. Vahşî, Resulullahı üzmemek için, bir daha yanına gelmedi. Mahcup, başı önünde yaşadı. Aynı mızrak ve okla yalancı peygamber Müseyleme’yi öldürdü ve büyük hizmet etti. Hz. Osman zamanında vefat etti.

    47. Dinsizlerin iyi işleri kıymetsizdir

      Sadece İslam’a inanan kişiler yani müslümanlar mı Cennete girecek? Yahudi ve hıristiyanlardan iyi işler yapanlar, Cennete niçin giremezler?

      CEVAP

      İslam âlimlerinin en büyüklerinden imam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki:

      (Ahirette Cehennemden kurtulmak, yalnız Muhammed aleyhisselama tâbi olanlara mahsustur. Dünyada yapılan bütün iyilikler, bütün keşifler, Muhammed aleyhisselamın yolunda bulunmak şartı ile ahirette işe yarar. Ona tâbi olmayanın yaptığı her iyilik dünyada kalır, ahiretin harap olmasına sebep olur.) [Müjdeci Mektublar]

      Allahü teâlâ, Hud suresi 16. ve Tevbe suresi 17.âyet-i kerimelerinde, gayri müslimlerin iyi amellerinin hiç fayda vermeyeceğini, Muhammed aleyhisselama tâbi olmadıkları için Cehennemde sonsuz kalacaklarını bildirmektedir. İyi işlere, ibadetlere sevap verilebilmesi için düzgün iman sahibi, yani Ehl-i sünnet olmak gerekir. (Kitab-üt-tevhid)

      Diğer din’ler değişmiştir

      Her asırda gelen Peygamberlerle, daha önceki asırda gelen Peygamberin getirdiği dinin imana ait olmayan kısımlarında, değişiklik olmuştur. Onun için Hz. Musa veya Hz. İsa’nın dinleri bozulmamış bile olsa, bugün onlarla amel etmek caiz değildir. Çünkü Resulullah efendimizin getirdiği din, bütün peygamberlerin [amentüde bildirilen] iman hariç, diğer hükümlerinden bazılarını neshetmiş, değiştirmiştir. (Mearic)

      Hz. Âdemden beri gelen Peygamberlere o devirde yaşayanlardan, onların bildirdikleri şekilde iman edenler, günahları ne kadar çok olursa olsun, günahlarının cezasını çektikten veya affa uğradıktan sonra mutlaka Cennete girecektir.

      Dünyada bir profesör, insanlığa faydalı çok eserler yapsa; fakat çeşitli insanları suçsuz yere öldürse, hırsızlık etse, yaptığı iyiliklere bakılmadan bulunduğu devletin kanunlarına göre cezası ne ise verilir. Hak teâlâ da, imansızlıktan, yani küfürden başka günahları, dilerse affedeceğini; fakat imansızlığı, yani küfrü asla affetmeyeceğini bildirmektedir. Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki:

      (Allah şirki [küfrü, bozuk imanı] asla affetmez. Diğer bütün günahları ise, istediği kimselerden affeder.) [Nisa 48]

      Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki:

      (Cennete sadece Müslüman olan girer.) [Buhari, Müslim]

      (Beni duyup da iman etmeyen Yahudi ve Hıristiyan, mutlaka Cehenneme girecektir.) [Hakim]

      (Cebrail aleyhisselam, müşriklerden [kâfirlerden] başka herkesin muhakkak Cennete gireceğini müjdeledi.) [Buhari, Müslim]

      İmanı olmayanların, iyiliklerinin hiç kıymeti yoktur. Müslümanın yaptığı iyi işler, ibadet olduğu halde, gayri müslimlerin yaptıkları bütün hizmetler boşunadır. Çünkü onun imanı yoktur. İmanı olan müslüman da, çok günahkâr olsa da, yine er-geç Cennete girecektir. (Tefsir-i Kurtubi)

      Küfrün cezası sonsuzdur

      İmanlı olmak bu kadar mühim olduğu gibi, imansız olmak da o nispette kötüdür. Kâfir, imansızlığı sebebiyle, Cennete hiç giremeyecek, sonsuz olarak Cehennemde kalacaktır. Kâfir, dünyada sonsuz yaşasaydı, sonsuz kâfir kalmak niyetinde olduğu için cezası sonsuzdur. Allahü teâlâ, her şeyin yaratıcısı, sahibidir. Mülkünde dilediğini yapması hakkıdır. Ona hiç kimse, hesap soramaz. Sormaya da hakkı yoktur. Çünkü Allahü teâlâ layüseldir. (Berika)

      [Layüsel, yaptığı işlerden hesap sorulmayan, hükmü elinde olan, istediği gibi hareket eden demektir. Yalnız Allahü teâlâ layüseldir. İnsanlar layüsel değildir.]

      Mülkün sahibi, dolayısıyla Cennetin sahibi Allahü teâlâ Cennete girmek için iman şartını koymuştur. Kötü bir kimsenin zerre kadar imanı olsa da Cennete girer, tersine, bütün dünyaya yol köprü, çeşme, cami aşevi, yapsa bütün dünyanın fakirlerini doyursa imanı yoksa Cennete giremez. Ölçü imandır. İmanlı kimse de çok kötü birisi olsa, insanları öldürse, hırsızlık yapsa, zina etse, gasp yapsa içki içse yine sonunda mutlaka Cennete gider.

      İman demek Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, öldükten sonra dirilmeye ahiret gününe, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmaktır. Peygamberlerden birisine bile inanmayan kâfir olur. Yahudiler Hz. İsa’ya inanmazlar onun için kâfirdir. Hıristiyanlar bizim Peygamberimize inanmazlar onun için kâfirdir. Kitaplardan birine de inanmayan kâfirdir. Mesela yahudiler İncile inanmazlar, hıristiyanlar Kur’ana inanmazlar. Onun için kâfir olurlar. Kâfir de ne kadar iyilik ederse etsin yeri Cehennemdir.

      Bir yazar, (Allah’a inanıp barışa yönelik hizmetler veren herkes, ister yahudi, ister hıristiyan olsun Cennete girecek) diyor. Doğru mu?
      CEVAP

      Doğru değildir. Cennete yalnız müslüman olanlar girer. Kur’an-ı kerimde, gayri müslimlerin iyi amellerinin hiç fayda vermeyeceği, Muhammed aleyhisselama tâbi olmadıkları için Cehennemde sonsuz kalacakları bildirilmektedir. İyi işlere, ibadetlere sevap verilebilmesi için düzgün iman sahibi bir müslüman olmak şarttır. (Kitab-üt-tevhid)

      Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:

      (Ey iman edenler, yahudileri de, hıristiyanları da dost edinmeyin! Onlar birbirinin dostudur. Onları dost edinen de onlardandır. Allah, [gayri müslimleri dost edinerek kendilerine] zulmeden kavme hidayet etmez.) [Maide 51]

      (Eğer Ehl-i kitap [Kur’ana ve Muhammed aleyhisselama] iman edip [kötülükten] sakınsaydı, günahlarını örter, nimetleri bol Cennetlere koyardık.) [Maide 65]

      (İman edenlere en şiddetli düşmanlık edenler yahudi ve müşriklerdir) [Maide 82]

      (Hak din yalnız İslam’dır.) [Al-i İmran 19]

      (İslam dininden başka din isteyenlerin, dinlerini Allah kabul etmez. Bunlar ahirette en büyük zarara uğrayacaklardır.) [Al-i İmran 85]

      (Ey Resulüm, de ki, Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana tâbi olun!) [A.İmran 31]

      [Ehl-i kitap] (“Yahudi ve hıristiyanlar hariç hiç kimse Cennete girmeyecek” dediler. O iddia, onların kuruntusudur. Onlara de ki “Doğru söylüyorsanız delilinizi getirin.”) [Bekara 111]

      (Kendi dinlerine uymadıkça, yahudilerle hıristiyanlar senden asla hoşnut olmazlar.) [Bekara 120]

      (İbrahim, ne yahudi, ne de hıristiyan idi; fakat o, Allah’ı bir tanıyan hanif, doğru bir müslüman idi; müşriklerden de değildi.) [Al-i İmran 67]

      Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa da her peygamber gibi müslüman idi. Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya o zaman inanan kimseler de müslüman idi. Şimdiki yahudi ve hıristiyanlar, Muhammed aleyhisselama inanmadıkça, yani müslüman olmadıkça ebedi Cehennemliktir.

      Bir kitapta okuduğuma göre, mazlum olarak ölen gayri müslimlerin şehid olacağı bildiriliyor. Şehid olmak için müslüman olma şartı yok mudur? Bir de Edison gibi iyi işler yapan kâfirlerin Cennete gideceği de söyleniyor. Cennete kâfir girer mi? Cennete girmenin ölçüsü nedir?
      CEVAP

      Cennete girmek için de, şehid olmak için de, müslüman olma şartı vardır. Müslüman olmadıktan sonra, iyi işler yapmış olmak veya mazlum olmak faydasızdır. Fakat müslüman günahkâr da olsa, hatta günah işlerken zulmen öldürülse şehid olur. (Fetava-i Hayriyye 1/16, Redd-ül muhtar 2/253)

      Mülk Allah’ındır. Mülkün sahibi Odur. Allahü teâlâ, Cennete girmek için, sadece imanlı olma şartını koymuştur. Suç ve günah işlese de, iman kaydı bulunan mümin Cennete gider. İman kaydı bulunmayan kâfir de, yararlı işler yapsa da Cehenneme gider.

      Amentüde altı esas var

      Cennete girmek için sadece Allah’a inanmak kâfi mi? Bir kimse, Allah’a, ahiret gününe inansa, Peygamberlerden sadece birine inanmasa kâfir olur mu?
      CEVAP

      Elbette kâfir olur. Çünkü Allahü teâlâ, kendisine inanmaktan başka, ahiret gününe, [ölüme, öldükten sonra dirilmeye, Cennete, Cehenneme, hesaba, mizana] meleklere, [Allahü teâlânın gönderdiği] kitaplara, [bütün] peygamberlere inanmak gerektiğini bildirmiştir. (Bekara 177)
      Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki:

      (Onlar, sana ve senden önce indirilen kitap ve peygamberlere ve ahiret gününe iman ederler.) [Bekara 4]

      (Allah’ın emri mutlaka yerine gelecek, yazılmış bir kaderdir.) [Ahzab 38]

      (Kendilerine bir iyilik dokunsa, “Bu Allah’tan” derler; başlarına bir kötülük gelince de “Bu senin yüzünden” derler. “Hepsi Allah’tandır” de!) [Nisâ 78]

      Peygamber efendimiz, Kur’an-ı kerimdeki imanla ilgili âyetleri açıklayıp imanı şöyle tarif etmiştir:
      (İman; Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe, ölüme, öldükten sonra dirilmeye, Cennete, Cehenneme, hesaba, mizana, kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmaktır.) [Nesâi]

      Amentüdeki altı esastan birini inkâr eden kâfir olur. Sadece Allah’a inandım demek kâfi değildir. (Hıristiyanlar da Allah’a inanıyor. Onlara kâfir denmez) demek yanlıştır. Bizim peygamberimiz dahil bütün peygamberlere inanmaları gerekir.

      Yahudiler, Hz. İsa’ya, Hıristiyanlar da, Muhammed aleyhisselama inanmadıkları için kâfir oldular. Bir müslüman da, Amentüde bildirilen altı husustan birini, mesela kaderi inkâr etse, mürted yani kâfir olur, bütün iyi amelleri yok olur. (Redd-ül muhtar)

      Cenab-ı Hak buyuruyor ki:

      (Onlardan kimi, ona [Muhammed aleyhisselama] iman etti, kimi de, ondan yüz çevirdi. Bunlara da çılgın ateşli Cehennem yetti. Âyetlerimizi inkâr ederek kâfir olanları elbette ateşe atacağız.) [Nisâ 55-56]

      Bekara suresinin 62. âyet-i kerimesinde, diğer peygamberlere, onların zamanlarında iman edenlerin, o zamanki Yahudi ve Hıristiyanların Cennete gideceği bildirilmektedir. Buna bugünkü Yahudi ve Hıristiyanların da dahil olduğunu söylemek, Kur’an-ı kerime iftiradır. Önceki peygamberlerin dinlerinde şarap haram değildi. Bir kâfir, müslüman olduktan sonra, şaraba helal dese, tekrar kâfir olur. Dinimiz gayri müslimlere selam vermeyi bile caiz görmez. Hadis-i şerifte (Yahudi ve Hıristiyanlara selam vermeyin) buyuruldu. (Müslim)

      Allah şirki asla affetmez

      Bir arkadaşım, iyi iş yapan gayr-i müslimlerin de Cennete gireceğini söyledi. “Mesela, elektrik ampulünü yaratan Edison Cennete girecektir” dedi. Edison gibi, insanlığa hizmeti geçmiş gayri müslimler Cennete girecek midir?

      CEVAP

      Cennet ve Cehennemin sahibi Allahü teâlâdır. Cennete girmek için imanlı olmak şartını koymuştur. İmanı olmayanların hepsi Cehenneme girecektir. Ancak şu kadar var ki, kimi diğerine göre daha fazla ceza görecektir. Amerikalı Fizikçi Thomas Edison imansız ölmüş ise, Cehenneme gidecektir. Cenab-ı Hakkın kanunu böyledir.

      Dünyada bir profesör, insanlığa faydalı çok eserler yapsa; fakat çeşitli insanları suçsuz yere öldürse, hırsızlık etse, bulunduğu devletin kanunlarına göre, yaptığı iyilikler nazar-ı itibara alınmaz. Hak teâlâ da, imansızlıktan başka günahları dilerse affedeceğini; fakat imansızlığı asla affetmeyeceğini bildirmektedir. Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki:

      (Allah [Ahirette] şirki [küfrü, bozuk imanı] asla affetmez. Diğer bütün günahları ise, istediği kimselerden affeder.) [Nisa 48]

      Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki:

      (Cennete sadece Müslüman olan girer.) [Buhari, Müslim]

      (Beni duyup da iman etmeyen yahudi ve Hıristiyan [müslüman olmayan herkes] muhakkak Cehenneme girecektir.) [Hakim]

      Phonograph, megaphon elektrik ampulü gibi aletleri ilk defa bulan Thomas Edison, bunları yaratmamış, yapmamış, yapılmasına sebep olmuştur. Bunları yaratan, Allahü teâlâdır. Edisonun bunları yaratması şöyle dursun, mevcut maddeleri bir araya toplayıp, yeni aletlerin yapılmasına sebep olurken, elinin, ayağının, gözünün, diğer duygularının, çeşitli hücrelerinin, kalbinin, ciğer, böbrek ve daha nice organlarının işlemesinden ve kullandığı maddelerin, aletlerin yapısından, içlerindeki atom, proton kuvvetlerinden haberi bile yoktu. Ne kendinin, ne de kullandığı şeylerin bir çok inceliklerinden haberi olmayan bir vasıtaya, bir sebebe yaratıcı denilir mi? Yaratıcı, bunların en ufağını, en incesini, hepsini bilen, hepsini yapandır ki, bu da ancak Allahü teâlâdır. (S. Ebediyye)

      Elektrik ampulünü yaratarak büyük hizmet eden Edison’un, yaptığı işin Allah indinde faydasız olduğu, Müslüman olmadığı için Cennete girmeyeceği yazıldı. Bu yetki nereden alındı? Edison ile birlikte ahirete gidip de mi onun Cehennemde olduğu görüldü?
      CEVAP
      Allahü teâlâ, insanlar için, (Şunu yapan Cennete, şunu yapan Cehenneme gider) diye hiç değişmeyen kanun koydu. Bu kanuna göre, mümin olan Cennete, kâfir olan Cehenneme gider.

      Türkistanlı bir Türk, Türkiye’ye gelse, Türk vatandaşlığına kabul edilmediği sürece, profesör olsun, Edison gibi bilim adamı olsun Türk vatandaşına tanınan haklardan faydalanamaz. Mesela, oy kullanamaz, milletvekili olamaz. Çünkü T.C. vatandaşı değildir. Vatandaş olmayan, bu haklara sahip olamaz. Allahü teâlâ da Cennete girmek için, mümin olma şartını koymuştur.

      Bir Türk, resmi dairedeki bir memurun yanına gelip, ona günlerce yardım etse, ay sonunda o Türk’e bir kuruş para verilmez. Halbuki o dairedeki herhangi bir personel, çok az çalışsa, hatta izinli olsa da, ay sonunda maaşını alır. Çünkü bu personelin o dairede kaydı vardır. Başka kimselerin o dairede kayıtları bulunmadığı için, çalışmaları nazarı itibara alınmaz. Mümin olan kimse, suç ve günah işlese de, iman kaydı bulunduğu için Cennete gider. İman kaydı bulunmayan kâfir de, yararlı işler yapsa da Cehenneme gider.

      Pasaportsuz giremez
      Hacca veya bazı ülkelere giderken pasaport isterler, pasaportsuz veya vizesiz olanı o ülkeye sokmazlar. İman pasaportu olmayan da, ister Nobel ödülü alsın, ister elektriği bulsun, isterse dünyanın her yerine yol, çeşme, cami yaptırsın, onun hiçbir iyiliğine sevap verilmez ve Cennete giremez.
      Cennet ve Cehennemin sahibi Allahü teâlâdır. Cennete girmek için mümin olma şartını koymuştur. Müslüman değil ise, iyi işlerinin faydası olmaz. Ama Müslüman çok günahkâr olsa, hatta günah işlerken zulmen öldürülse şehid olur. (Fetava-i Hayriyye 1/16, Redd-ül muhtar 2/253)

      Müslüman olmayanların hiçbir iyiliğine sevap verilmez. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
      (Ahirette Cehennemden kurtulmak, yalnız Muhammed aleyhisselama uyanlara mahsustur. Dünyada yapılan bütün iyilikler ve keşifler, Onun yolunda bulunmak şartı ile ahirette işe yarar. Ona uymayanın yaptığı her iyilik dünyada kalır, ahiretinin yıkılmasına sebep olur.) [Müjdeci Mektuplar 184]

      İyi işlere, ibadetlere sevap verilebilmesi için, düzgün iman sahibi olmak gerekir. Bid’at ehli bile, Müslüman olduğu hâlde, ibadetlerine sevap alamaz. Nerede kaldı ki, gayri müslimler, iyiliklerine sevap alıp da Cennete girsin. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
      (Bid’at ehlinin hiçbir ibadeti kabul olmaz.) [İbni Mace]

      Bir profesör, insanlığa faydalı çok eserler yapsa; fakat çeşitli insanları suçsuz yere öldürse, hırsızlık etse, yaptığı iyiliklere bakılmadan, bulunduğu devletin kanunlarına göre cezası ne ise verilir. Hak teâlâ da, imansızlıktan, yani küfürden başka günahları, dilerse affedeceğini; fakat kâfirliği, yani gayri müslim olmayı asla affetmeyeceğini bildirmektedir. Müslüman olmayan herkes gayri müslimdir, yani kâfirdir. Kâfirin de yaptığı hiçbir iyiliğin Allah katında kıymeti yoktur. Hatta cami, çeşme yaptırsa, namaz kılsa, oruç tutsa hiç kıymeti olmaz.

      Allah kâfiri hiç affetmez
      Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
      (Allah şirki [kâfirliğin her çeşidini] affetmez. Diğer bütün günahları ise dilediği kimseden affeder.) [Nisa 48]

      (Kâfir olarak ölenlerin işleri, dünyada da, ahirette de boşa gider.) [Bekara 217]

      (Kimi, ona [Muhammed aleyhisselama] iman etti, kimi de, ondan yüz çevirdi ki, bunlara da çılgın ateşli Cehennem yetti. Âyetlerimizi inkâr eden kâfirleri elbette ateşe atacağız.) [Nisa 55-56]

      (Kâfirlerin [iyi] işleri, engin çöllerde görünen seraba benzer. Susayan kimse onu uzaktan su sanır. Ama, yanına varınca, umduğunu bulamaz. [Kâfir de, kıyamette, iyiliklerini serap gibi yapan, yani yok eden] Allah’ı bulur ve Allah da onun hesabını eksiksiz görür.) [Nur 39]

      (Rablerini inkâr edenlerin [imansızların faydalı] işleri, fırtınalı bir günde, rüzgarın şiddetle savurduğu küle benzer; o işlerin hiç faydası olmaz.) [İbrahim 18]

      (Ehl-i kitap [Yahudi ve Hıristiyanlar, İslam’a uygun] iman edip [kötülükten] sakınsalardı, kötülüklerini örter ve onları nimetleri bol Cennete sokardık.) [Maide 65]

      (Kâfirlerin [beğenerek] yaptığı bütün işler, kıyamette boşa gider.) [Tevbe 17]
      (İmansızın ameli boşa gider, ahirette de ziyana uğrar.) [Maide 5]

      (Kâfirlere ahirette yalnız Cehennem vardır. Emekleri boşa gider.) [Hud 16]
      (Kıyamette onların yaptıkları her işi toz duman ederiz.) [Furkan 23]

      (Kıyamette en çok ziyana uğrayanlar, iyi işler yaptıklarını sanıp da, bütün çabaları boşa gidenlerdir.) [Kehf 103-104]

      Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki:
      (Cennete ancak Müslüman girer.) [Buhari]
      (İmanı olmayan Cennete girmez.) [Tirmizi]

      (Bana inanmayan Yahudi ve Hıristiyan, mutlaka Cehenneme girecektir.) [Hakim]
      (Cebrail, müşrik hariç herkesin Cennete gireceğini müjdeledi.) [Buhari]

      İnsan yaratıcı olamaz
      Fonograf, megafon, elektrik ampulü gibi aletleri ilk defa bulan Edison, bunları yaratmamış, yapmamış, yapılmasına sebep olmuştur. Bunları yaratan, Allahü teâlâdır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
      (Allah, her sanatkârın ve sanatının yaratıcısıdır.) [Buhari]

      Demek ki, Edisonu da, elektriği de yaratan Allahü teâlâdır. Edison’un bunları yaratması şöyle dursun, mevcut maddeleri bir araya toplayıp, yeni aletlerin yaratılmasına sebep olurken, elinin, ayağının, gözünün, diğer duygularının, çeşitli hücrelerinin, kalbinin, ciğer, böbrek ve diğer organlarının işlemesinden ve kullandığı maddelerin, aletlerin yapısından, içlerindeki atom, proton kuvvetlerinden haberi yoktu. Böyle birine yaratıcı denilir mi?

      Yaratıcı, bunların en ufağını, en incesini, hepsini bilen, hepsini yapandır ki, bu da ancak Allahü teâlâdır. (S. Ebediyye)

      Yaratmak Allah’a mahsus
      Yaratmak Allah’a mahsustur. Mecaz olarak da, insanlar için “yaratıcı” demek, yazmak çok çirkindir. Küfre düşürür.

      Yaratmak, hiç yoktan var etmek veya mevcut şeyleri, fiziko-şimik, fizyolojik veya metafizik kanunlarla, bir şekilden başka hassalı şekillere çevirmek demektir. Allahü teâlâdan başka yaratıcı yoktur. Her var olanı, o yaratmıştır. Maddeleri hareket ettirir. Yerlerini değiştirir. Bir zamandan, başka zamana götürür. Bir hâlden başka hâle döndürür. Akıllara hayret verecek şeyler yaratır. Bir damla nutfeden ve görülemeyen spermatozoidden bir olgun insan yaratır.

      Nuh aleyhisselam gibi bir peygamberden, âsi, kâfir ve ahmak bir oğul yaratır. Ebu Cehil gibi taş yürekli, örümcek kafalı bir kâfirden, İkrime gibi bir mümin oğul yaratır.

      En küçük zerre olan, mikroskopta bile görülemeyen atomun derinliğinde, çekirdeğinde, dağları deviren nükleer kuvvetler yaratır. Pancarda şeker yaratır. Yaprakta fotosentez, özümleme kuvveti yaratır. Arıda bal yaratır. Cansız yumurtada, canlı hayvan yaratır. Çiçeklerde güzel kokular, esanslar yaratır. Kuru ağaçta, yapraklar, çiçekler, meyveler yaratır. Su içinde hayvanlar, çiçekler, ağaçlar yaratır. Acı su içinde tatlı su yaratır.

      Kimya reaksiyonları ve nice fizik ve kimya özelliklerini yaratır. Toprağı bitki hâline, bitkiyi hayvan hâline döndürür. İnsanları, hayvanları çürütüp toprak maddelerine, su ve gazlara döndürür.
      Her şeyin tersini de yaptığı, reversibl tepkimeler yaptığı gibi, bunun da ters, geri dönen hâlini yaratır.
      Bu kâinat fabrikasında her şeyi, hesaplı, düzenli yaratmaktadır. Gelişigüzel, yıkıcı, bozucu görünen değişmelerin, hepsinin de çok hesaplı, çok ahenkli, bağlılıklar, akıllara hayret veren bir düzen içinde yaratıldığı, günden güne daha iyi anlaşılmaktadır.

      İmam-ı a’zam hazretleri, (Yaratıcı yalnız Allahü teâlâdır) buyuruyor.
      Bursalı İsmail Hakkı hazretleri de, yaratıcı, yalnız Allahü teâlâdır. İnsan için yaratıcı demek ilhaddır, diyor. (Huccet-ül- baliga)
      [İlhad, dinsizlik demektir]

      Allah yoktan var eder
      Allahü teâlânın, hiçbir işinde, ortağı yoktur. Her varlığın hâlıkı yalnız Odur. Yaratmak, yoktan var etmektir. Maddeyi, elemanı yok iken var etmek ve var ettikten sonra, başka bir varlığa çevirmek de yaratmaktır. Mesela, insanı, nutfeden; cinleri ateşten yarattığını bildiren âyet-i kerimeler böyle olduğunu bildirmektedir. (Rahman 15, Müminun 12-14)

      Allahü teâlâdan başkasına, her ne maksatla olursa olsun, yaratıcı demek caiz değildir. Yaratıcı, yalnız Allahü teâlâdır. Nitekim Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki:
      (Yaratmak Allah’a mahsustur.) [Araf 54]
      (Allah’ın yarattığı gibi yaratıcı ortaklar buldular da, bu yaratmayı birbirine benzer mi gördüler? Her şeyi yaratan Allah’tır.) [Rad 16]

      (Her şeyin yaratıcısı olan Rabbiniz Allah’tır.) [Mümin 62]
      (Yaratıcı ancak Rabbindir.) [Hicr 86]
      (Her şeyin hâlıkı ancak Odur.[Allahü teâlâdır]) [Enam 102]

      Cenab-ı Hak, bu âyetlerde, tek yaratıcı kendisi olduğunu ve başka ortağının bulunmadığını bildirirken, insana yaratıcı demek hiç caiz olur mu?

      Kur’an-ı kerimde geçen Ahsen-ül hâlıkin ifadesi, asla, (Yaratıcıların en güzeli) demek değildir. Beydavi tefsirinin Şeyhzade haşiyesinde buyuruluyor ki:
      (Ahsen-ül-hâlıkin, takdir edenlerin [tasvir edenlerin, suret verenlerin] en güzeli demektir.) [4/68 ve Savi 3/114]

    48. Dinler arası diyalogun içyüzü

      Mehmet Oruç beyin yazdığı Dinler arası Diyalog Tuzağı ve dinde reform

      İsimli kitap hakkında bilgi verir misiniz?

      CEVAP

      Bu eserde, Vatikan’ın bugüne kadar yaptıkları ve yapmak istedikleri sinsi planlar belgelerle açıklanmaktadır. Bu kıymetli kitabı herkese önemle tavsiye ediyoruz. Kitabın özeti şöyledir:

      Hıristiyan âlemi, özellikle İngilizler, 18. asırdan itibaren, İslam dünyasına karşı uyguladıkları planları gözden geçirdi. Asırlardır güç kullanarak zorla hedefe varma planları istenilen neticeyi vermedi. İslamiyet’i yıkmanın, parçalamanın yollarını aradılar. Eğer İslam âlimleri ve eserleri, halkın gözünden düşürüldüğü takdirde kalenin içten fethedileceğini anladılar. Bir şeyi yapmak gibi, yıkmak için de o şeyi iyi bilmek gerekir. Bunun için İslamiyet’i iyi bilen binlerce casus yetiştirdiler. Sapık din adamlarını madden ve manen desteklediler. İslam âlemine dağılan bu hoca kılıklı ajanlar, Müslümanların inancını hassas noktalardan vurmaya başladılar. İngiliz intelligence [entelijans] servisi elemanlarından Hempher, [1700’lerde] İslam ülkelerinde 5 bin İngiliz casusu bulunduğunu yazar.

      İnancı sağlam olan Müslümanın, Hıristiyan olması mümkün değildi. İnancı bozularak, boşlukta kalan kimse ancak buna ilgi duyardı. Çeşitli sinsi faaliyetlerle, İslam âlimleri ve kıymetli eserleri gözden düşürülüp, halkı doğrudan, Kur’an-ı kerime yönlendirmeye özendirdiler, acemi kaptanların elinde rotasını kaybeden gemi gibi, İslam dünyası da alabora oldu.

      Satın aldıkları kimseleri hemen devreye sokup, gemiyi kurtarma gerekçesiyle İslam’da reform projelerini ortaya attılar. Maksat rotasını bozdukları gemiyi temelli batırmak. Bunun için yoğun bir misyonerlik faaliyetleri başlatıldı. Hemen bunun arkasından da Dinler arası Diyalog ve Hoşgörü projesi devreye sokuldu. Bu çalışmaları başlatmak için Konsil ilk defa 1962’de bu konuyu görüşmek için toplandı. Daha sonraki toplantılarla da diyalog adı altında misyonerlik faaliyetini yürüttüler.

      II. Paul’ün 1991 de ilan ettiği Redemptoris Missio isimli genelgesinde deniyor ki:

      “Dinler arası diyalog, bütün insanları Kilise’ye döndürme amaçlı misyonun bir parçasıdır.”

      1964 te 2.Vatikan Konsilinde kurulan ‘Hıristiyan olmayanlar sekreteryası’nın 1973 te sekreterlik görevine getirilen Pietro Rossano, Sekreterya’nın yayın organı Bulletin’deki yazısında diyor ki:

      “Diyalog faaliyetimizi, Kilise şartları içinde misyoner bir cemaat olarak yapıyoruz”

      Kardinal Francis Arinze, diyalogun kilisenin bir misyonu olduğunu ifade etmektedir:

      “Papa VI. Paul’ün vizyonu gerçekleşmektedir. Dinler arası diyalog, Kilise misyonunun normal bir parçası olarak görülmektedir” (Bulletin, 59/XX – 2, 1985, 124).

      Misyonerler, dinler arası diyalog ile, Hıristiyanlığın da hak bir din olduğu, korkulacak bir şey olmadığı konusunu işleyerek, Müslümanlığın Hıristiyanlığa karşı olan tutumunu kırmayı amaçladılar. Dinler arası Diyalog fikrinin babası olan Louis Massignon; “Müslümanların her şeylerini tahrif ettik. İnançları, dinleri mahvoldu. Artık hiçbir şeye tam inanmıyorlar. Derin bir boşluğa düştüler” diyor. Bu boşluğu, Vatikan, Dinler arası Diyalog projesi ile Müslümanları Hıristiyanlaştırarak doldurmak istiyor. Müslümanlar bu tuzağa düşmemelidir.

    49. Diyalogcuyu sollayan kişi

      Bir yazar, sanki azap âyetleri yokmuş gibi, hep rahmet âyetlerini yazarak, Hıristiyanlara kucak açan diyalogcuları geride bırakıyor. Kitap, sünnet, icma ve kıyasa aykırı olarak, mazlum olarak ölen Hıristiyanların şehid olduklarını söylüyor. Şöyle diyor: (Şirke girmemiş, fakat zulümle ölmüş Hıristiyanların bir nevi şehid olduklarını söylemek âyet ve hadislere aykırı değildir. Çünkü Allah’ın rahmeti her şeyi kuşatmıştır.)

      CEVAP

      Yazarın bu sözü dindeki dört delile [Kur’ana, sünnete, icmaya ve kıyas-ı fukahaya] aykırıdır. Şirke girmemiş Hıristiyan demek, Müslüman bir kâfir demektir. Kâfirse Müslüman denmez,. Müslümansa kâfir denmez. Bu söz, necasete [pisliğe], temiz necaset demeye benzer. Yani temiz necaset denmez, temiz ise, o zaman necaset değildir. Hıristiyan gayri müslimdir, kâfirdir. Her kâfir şirke girmiştir. Şirke girmemiş olana gayri müslim veya Hıristiyan denmez, o Müslümandır. Şirke girerse kâfir olur. Hangi Hıristiyan Amentüdeki altı esasın hepsine inanıyor ki? Diyalogcu bir yazar da, (Hıristiyanlarla iman birliğimiz, Amentüde ittifakımız var) diyordu. Ama o mazlum ölen hıristiyana şehid demiyordu.

      Hıristiyanlarla aramızdaki inanç farklılıkları çok ise de birkaçını bildirelim:

      1- Biz bir Allah’a inanırız. Onlar üç ilaha inanırlar. Hz. İsa’ya tanrının oğlu ve tanrı diyorlar. Onlar melekleri kız gibi görüyorlar, biz ise, meleklerde erkeklik dişilik olmadığını biliyoruz. Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki:

      (Allah ile birlikte başka ilah edinen Cehenneme atılır. Rabbiniz oğulları size ayırdı da kendisi için kız olarak melekleri mi edindi? Elbette vebali çok büyük söz ediyorsunuz.) [İsra 39, 40]

      2- Onlar tanrı gökte derler, biz Allah’ı mekandan münezzeh biliriz.

      3- Biz semavi kitapların hepsine inanırız, onlar, Kur’ana inanmazlar.

      4- Biz bütün peygamberlere inanırız, onlar, Muhammed aleyhisselama inanmazlar. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

      (Bana iman etmeyen Yahudi ve Hıristiyan, mutlaka Cehenneme girecektir.) [Hakim]

      5- Biz hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna inanırız, onlar, (Tanrı kötülükleri takdir etmez) derler.

      Amentüye inanmayan Cennete gider mi? Yazar, Allah’ın rahmeti her şeyi kuşatmış diyerek gavurlara da ahirette rahmet edileceğini söylüyor. Rahman, dünyadaki her mahluka acıyan, Rahim, ahirette yalnız müminlere acıyan demektir. Allahü teâlânın rahmeti, şefkati dünyada müminlere ve kâfirlere, herkese birlikte yetiştiği halde, ahirette kâfirlere merhametin zerresi bile yoktur. İşte üç âyet meali:

      (Kâfirlerin cami yapmaları ve diğer bütün [iyi] işleri, boşa gidecek, Cehennemde sonsuz kalacaklar.) [Tevbe 17]

      (Bunlara ahirette yalnız Cehennem vardır. Emekleri ahirette boşa gider.) [Hud 15, 16]

      (Kâfirlerin dünyada yaptıkları iyi işler, çölde görünen seraba benzer.) [Nur 39]

      Doğru iman [Ehl-i sünnet itikadı] şöyledir: Allah’ın azabından emin olmamak, rahmetinden de ümit kesmemek. Dostlarına dost, düşmanlarına düşman olmak. Hz. Zekeriyya şöyle övülüyor:

      (Korku ile ümit arasında dua ederdi.) [Enbiya 90]

      Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

      (Mümin havf ve reca [korku ile ümit] arasında bulunursa, Allahü teâlâ, ona umduğunu verir ve korktuğundan onu emin kılar.) [Tirmizi]

      (İmanın temeli Mümini sevmek ve kâfiri sevmemektir.) [İ.Ahmed]

      (İmanın efdali Allah için sevgi, Allah için buğuzdur.) [Taberani]

      Cenab-ı Hak, Hz. İsa’ya buyurdu ki:

      (Yer ve göklerdekilerin ibadetlerini yapsan, dostlarımı sevmedikçe ve kâfirlere düşmanlık etmedikçe, hiç faydası olmaz.)

    50. Padişahların özlü sözleri…

      Yapmak İstediğimi Sakalımın Bir Teli Bile Bilseydi, Sakalımın O Telini Hemen Koparır ve Yakardım!

    51. Padişahların özlü sözleri…

      Fatih Olmasaydım Ulubatlı Hasan Olmak İsterdim..

    52. Fatih Sultan Mehmet’in tarihe geçmiş diğer özlü sözleri ise şöyle… İmparatorunuza Söyleyin. Şimdi ki Osmanlı Padişahı Öncekilere Benzemez. Benim Gücümün Ulaştığı Yerlere, Sizin İmparatorunuzun Hayalleri Bile Ulaşamaz. Ya Ben Bizans’ı Alırım; Ya da Bizans Beni.

    53. FATİH SULTAN MEHMET Sultan Mehmet 12 yaşına geldiğinde babası Sultan Murat oğluna tahti bırakıp Manisa’ya inzivaya çekilir.Bu haber üzerine hristiyanlar Osmanlı tahtında bir çocuk olduğu için Haçlı ordusu toplayıp Osmanlının üzerine saldırmaya karar verir. Bu olayı haber alan Sultan Mehmet babasını çağırır fakat babası artık sensin diye gelmez. Bunun üzerine Sultan Mehmet babasına şu tarihi mesajı yollar: Baba, Eğer Padişah siz iseniz geliniz ve ordunun başına geçiniz , yok eğer padişah ben isem size emrediyorum gelip ordunun başına geçiniz.

    54. Ramazan ayında okunan Kur’ân’ın her bir harfine binler sevap yazılır

      Ramazan ayı “Kur’ân ayı”dır. Diğer semavî kitaplar da Ramazan ayında indirilmiştir.

      Her bir Kur’ân harfine normal vakitte on sevap varken Ramazan-ı şerifte binler sevap verilir.

      Her Ramazan ayına Cebrail (as) Kur’ân’ı baştan sonra okur Efendimiz (asm) dinlerdi. Sonra da Peygamber Efendimiz mescidde sahabelere okur Hz. Cebrail de yanında bulunurdu. Bu hadiseye “arda” denilirdi.

      “Teravih namazı”nı kılan günahlardan temizlenir

      “Allah(cc) Ramazan orucunu farz kıldı. Ben de gece ibadetini (teravih namazını) sünnet kıldım. Kim, faziletine inanarak ve alacağı mükâfatı Allah’dan (cc) umarak orucunu tutup, gece ibadetini yaparsa, anasından doğduğu gün gibi günahlarından kurtulur” (Nesai)

      “Ramazan ayının ilk gecesinde; sema kapıları ve cennet kapıları açılır. Bu açılış, ta son gecesine kadar devam eder; kapanmaz. İster kadın olsun, ister erkek; Ramazan ayının gecelerinden birinde kıldığı namazın (teravihin) her secdesi için bin yedi yüz sevap yazılır. Onun için cennette bir saray yapılır ki; kırmızı yakuttandır, her kapının dahi kırmızı yakut işlemeli iki kanadı vardır…” (Gunyet-üt Talibin)

      “Resulullah ve Hz. Ebu Bekir devrinde teravihler ferdi olarak kılınmış ve durum Hz. Ömer’in hilafetinin başlarına kadar bu minval üzere devam etmiştir. Hz. Ömer’in emriyle teravihler Übey İbnu Kab’ın imamlığında cemaatle kılınmaya başlanmıştır. Bu sebeple teravih namazının cemaat ile kılınmasına “Hz. Ömer’in sünneti” denilmiştir.” (Kütüb-i Sitte)

      Ramazan ayında tutulan oruç beraberinde edilen istiğfar sorgusuz sualsiz cennete gitmeye vesiledir

      Kab nakleder ki: “Kim ramazan ayını oruçlu geçirirde, kendi nefsine Ramazandan sonra Allah’a isyan etmeyeceğine dair söz verirse sorgusuz ve sualsiz Cennet’e girer.” (Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri İbn Kesir 15)

      Ramazan ayının gecelerini özellikle de son on gecesini ihya etmek geçmiş günahların affına vesiledir

      “Kim inanarak ve sevabını Allah’tan umarak Ramazan ayının gecelerini ibadetle ihya ederse geçmiş günahları affolunur.” (Buhari)

      Hz. Aişe (ra) anlatıyor: “ Resulullah (asm) Ramazan ayında diğer aylarda görülmeyen bir gayrete girerdi. Ramazan ayının son on gününde ise çok daha şiddetli bir gayrete geçerdi. Son on günde geceyi ihya eder, ailesini de (gecenin ihyası için) uyandırırdı, izarını da bağlardı” (Buhari, Müslim)

      İzarın bağlanması: Âlimler bununla, Resulullah’ın son on günde hanımlarını terk etmiş olduğunun kinaye edildiğini belirtirler.

      Ramazan ayının cumaları Ramazan ayının diğer aylara olan üstünlüğü gibidir

      Cabir’den (ra) rivayetle:

      “Ramazan ayındaki Cuma gününün diğer Cumalardan üstünlüğü, Ramazan ayınındiğer aylara olan üstünlüğü gibidir.” (Deylemi)

      “Kur’ân-ı Hakîm’in nass-ı hadîs ile herbir harfinin on sevabı var; on hasene sayılır, on meyve-i Cennet getirir. Ramazan-ı Şerifte herbir harfin, on değil bin ve Âyetü’l-Kürsî gibi âyetlerin herbir harfi binler ve Ramazan-ı Şerifin Cum’alarında daha ziyadedir. Ve Leyle-i Kadir’de otuzbin hasene sayılır. Evet herbir harfi otuzbin bâki meyveler veren Kur’ân-ı Hakîm, öyle bir nuranî şecere-i tûbâ hükmüne geçiyor ki; milyonlarla o bâki meyveleri, Ramazan-ı Şerif’te mü’minlere kazandırır” (Mektubat)

      İtikâf’a girmek iki hacc ve iki umre sevabı kazandırır

      “Kim Allah’ın rızasını talep ederek bir gün itikâfa girerse Allah u Teala onunla ateş arasını doğu ile batı arasındaki mesafeden daha büyük üç hendek ile ayırır” (Taberani, Beyhaki)

      Ebu Hüreyre (ra) anlatıyor: “Hz. Peygamber (asm) her Ramazan ayında on gün itikâfa girerdi. Vefat ettiği yılda ise yirmi gün itikâfa girdi” (Buhari, Ebu Davud)

      İbnu Abbas (ra) anlatıyor:

      Resulullah (asm) mutekif (itikâf yapan) hakkında: “O, günahları hapseder ve bütün hayırları işlemiş gibi ona hayırlar kazandırılır” buyurdular. (kütüb-i sitte)

      “İtikâfta olan kimse günahları defeder ve kendisine bütün sevapları yapıyormuş gibi ecir verilir”(Ramuz)

      “Ramazan ayının son on gününü itikâfta geçiren kişi iki hac ve iki umre yapmış gibi olur” (Beyhaki)

      İtikâfa girmek isteyen kimsenin, Ramazan ayının son on gününde itikâf yapması söylenmiştir.

      Ramazan ayında Umre yapmak sevap bakımından hacca denktir

      “Ramazan ayında yapılan bir umre, sevap bakımından bir hacca denktir.” (Tirmizi)

      “Kim Ramazan ayına Mekke’de yetişir de oruç tutar ve kolayına geldiği şekilde teravih namazını kılarsa, Allah (cc) ona o Ramazan ayının dışında yüz bin Ramazan ayı sevabını yazar ve her günü için bir köle azat etmiş kadar sevap yazar. Her gecesi için de bir köle azat etmiş kadar sevap yazar. Her gün Allah (cc) yolunda bir at yükü miktarınca tasadduk etmiş kadar sevap alır. Her gün sevap ve her gece sevap..” (İbn Mace)

      “Medine’de geçirilen bir Ramazan ayı, onun dışında ki yerlerde geçirilen bin Ramazan ayından daha hayırlıdır. Medine’de geçirilen bir Cuma, onun dışında geçirilen bin Cuma’dan daha hayırlıdır.”(Taberani)

      “Mekke’de geçirilen bir Ramazan ayı, Mekke’den başka bir yerde geçirilen bin Ramazan ayından daha faziletlidir” (Bezzar)

      Ramazan ayında oruçluya su veren mahşerde susamayacaktır

      “Ramazan ayında kim bir oruçluya su verirse, Allah(cc)’da ona havzımdan öyle bir şerbet verir ki, artık cennete girinceye kadar hiç susamaz.” (Beyhaki)

      Ramazan ayında Oruçlulara iftar verenle, Cebrail (as) musafaha eder

      Ebu’ş -Şeyh İbn Hıbban’ın bir rivayetinde Rasulullah (asm) şöyle buyurmuştur:

      “Ramazan ayında kim helal kazancından bir oruçluyu iftar ettirirse, Ramazan’ın bütün gecelerinde melekler ona dua eder ve kadir gecesinde Cebrail (as) onunla musafaha eder (tokalaşır) Cebrail (as) kiminle musafaha ederse, onun kalbi incelir ve gözlerinin yaşı çoğalır. Ravi der ki:

      – Ya Resulallah! Oruçluyu iftar ettirecek bir şeyi yoksa ne yapacak? Bana bildir. dediğimde:

      – Bir avuç yiyecek de kafidir. buyurdu. Ben:

      – Bir lokma ekmek de bulamazsa? deyince:

      – Birazcık su ile karıştırılmış süt ikram eder. buyurdu. Ben:

      – Yanında o da yoksa? deyince:

      – Bir içim su” buyurdu. (Beyhaki)

      “Kim bir oruçluya iftar ettirirse, kendisine onun sevabı kadar sevap yazılır. Üstelik bu sebeple oruçlunun sevabından hiçbir eksiltme olmaz.” (Tirmizi)

      Ramazan ayında verilen sadaka en faziletli sadaka hükmündedir

      Hz. Enes’den (ra) rivayetle:

      “En faziletli sadaka, Ramazan ayında verilendir.”

    55. TERAVİH NAMAZININ FAZİLETİ

      H.Z Ali bin Ebu Talip diyorki : Efendimizden, teravih namazi`nin faziletinden ve verilecek sevaptan sual olundugunda Efendimiz buyurdular ;

      1.gecesi teravih kılan, anasından doğduğu gün gibi tertemiz olur.günahtan eser kalmaz,kul ve hayvan hakkı hariç, O haklari yerine getirmek gerekir.

      2. gecesi teravih kılan, ana babası imanla ölmüşse Allah onları magfiret eder.

      3. gecesi teravih kılan, Bir melek ona nida edip ‘amelin Allah katında makbul oldu,geçmiş günahların bağışlandı ’müjdesini verir.

      4. gecesi teravih kılan, Kuran-ı kerim,bozulmaya ugramamis Allah katinda makbul olan İncil,tevrat ,Zebur ve kitab-i munirleri okumuş gibi sevaba nail olur.

      5. gecesi teravih kılan,Haremi Kabe’de meescid-i nebiy ve aksa’da kılınan namazlar gibi sevap kazanır.

      6. gecesi teravih kılan,Beytül-mamuru tavaf etmiş sevabı verilir.taşlar ve ağaçlar onun için istiğfar eder.

      7. gecesi teravih kılan, Hz.Musa’nın(a.s.) Firavun ve Hamman’a karşı yaptığı mücadelede Hz.Musa’ya yardım etmiş sevabı verilir.

      8. gecesi teravih kılan,İbrahim halilullah’a verilen sevap verilir.

      9. gecesi teravih kılan,Allah habib olur.yani Allah o kulunu sever.

      10. gecesi teravih kılan,dünyanın ve ahretin hayırlı rızkları ile merzuk kılınır.

      11. gecesi teravih kılan,öldüğü gün anasından doğduğu gibi tertemiz rabbina vasil olur.

      12. gecesi teravih kılan,mutlu ve kutlu kimse mahşer yerine, yüzü ayınOndørdu gibi parlak mutlu gelir.

      13. gecesi teravih kılan,kıyamet günü Arasat meydanında korkulardan emin olur.

      14. gecesi teravih kılan,bütün melekler kıldığı namaza şahadet ederler,o kimse kıyamet günü hesaptan kurtulur.

      15. gecesi teravih kılan,Arş ve kürsiyi hamil olan melekler salat ederler.

      16. gecesi teravih kılan,cehennemden azâd olduğuna dair berat verilir ve cennete gider.

      17. gecesi teravih kılan,Embiya Aleyhisselama verilen sevaptan verilir.Bir teravih mukabili verilen bu mukafatlar cok gørulmemelidir, butun bu mazhariyetlerin neden ileri geldigini bir dusun ! Cumle enbiyaya bu mukafatlar bildirilince; Ummeti muhammede gipta edip “ Ya rabbi keske bizleri ummeti muhammedden kilsaydin “ demislerdir.

      18. gecesi teravih kılan,bir melek “ey Allah’ın sevgili kulu Allah senden,anandan ve babandan razı oldu”.der.

      19. gecesi teravih kılan,Firdevs-i ala derecesi verilir.

      20. gecesi teravih kılan,şehitler ve Salihler mertebesi verilir.

      21. gecesi teravih kılan,cennette nurdan bir köşk hazırlanıp ihsan olunur.

      22. gecesi teravih kılan, kıyamet günü üzüntü ve sıkıntıdan azad edilmişlerden olur.

      23. gecesi teravih kılan,cennette bir şehir bina edilir ve o sehir o kulun ismi ile isimlenir.

      24. gecesi teravih kılan,kişinin o gece 25 duası kabul olunur.

      25. gecesi teravih kılan,kabir azabı kaldırılır,kabir azabı görmez.

      26. gecesi teravih kılan,40 yıl ibadet etmiş sevabı verilir.

      27.Bu gece umulur ki Kadir gecesidir.80 yıl ibadet etmiş gibi olur.Korkunc sırat köprüsünden yıldırım gibi geçer.

      28. gecesi teravih kılan, cennet-i ala da bin derece verilir.

      29. gecesi teravih kılan,bin defa hac edip bin haccı kabul olmuş sevabı alır.

      30. gecesi teravih kılan,kula Allah c.c. “Ey kulum,cennetime gir,cennet meyvalarımdan ye,selsebil ırmağında yıkan,Kevser ırmağından su iç,ben senin Allah’ınım sende benim kulumsun”. diye hitap eder.

    56. Ramazan-ı şerifte, oruç tutmak çok sevabdır.
      Özürsüz oruç tutmamak büyük günahtır.
      Ama dini bir mazeret varsa oruç tutmamak günah olmaz.
      Hadis-i şerifte, (Özürsüz Ramazanda bir gün oruç tutmayan, bunun yerine bütün yıl boyu oruç tutsa, Ramazandaki o bir günkü sevaba kavuşamaz) buyuruldu. (Tirmizi)

      Oruç tutmamayı mubah kılan özürler_

      1- Hastalık: Hasta olan veya oruç tutunca hastalığı artan kimse, oruç tutmaz veya tutuyorsa bozabilir. Hastaya bakan da, hasta hükmündedir. Hastaya bakmak için sıkıntıya girerse, oruç tutmayabilir.

      2- Sefer: 104 km uzağa giden kimse, 15 günden az kaldığı yerde seferi olur. Yolculukta sıkıntı olur, iş aksar veya kazaya sebep olacak bir durum olursa, orucu kazaya bırakmak caiz olur. Hadis-i şerifte, (Seferde sıkıntı içinde oruç tutmak, iyilik sayılmaz) buyuruldu. (Buhari)

      3- Gebe ve emzikli olmak: Kendine veya çocuğuna bir zarar gelecekse, gebe ve emzikli kadın oruç tutmaz. Hadis-i şerifte, (Allahü teâlâ, gebeyle emzikli kadına oruç tutmaması için ruhsat verdi, orucunu tehir etti) buyuruluyor. (Ebu Davud, Tirmizi, Nesai)

      Emzikli kadın, kendi çocuğunu veya başkasının çocuğunu emzirse de hüküm aynıdır.

      4- Açlık ve susuzluk: Kendisinde şiddetli açlık ve susuzluk meydana gelen kimse, ölüm tehlikesi varsa veya aklı gidecekse yahut hastalanıp bir zarara uğrayacaksa orucunu bozabilir.

      5- İhtiyarlık: Oruç tutamayan yaşlı kimsenin, iyileşme ihtimali de yoksa tutamadığı günler için fidye verir. 30 günün fidyesi 53 kg. undur. Veya 53 kg. un alacak altın da verilebilir.

      6- İkrah: Oruçlu, (Orucunu bozmazsan seni öldürürüz veya bir uzvunu keseriz) diye tehdit edilmişse, dediklerini yapmaya güçleri yetiyor ve blöf yapmıyorlarsa, oruçlunun orucunu bozması mubah olur.

    57. Kim ki faziletine inanarak ve mükafatını Cenab-ı Hakk’tan umarak Ramazan ayında oruç tutarsa geçmiş günahları bağışlanır.(Hadis-i Şerif) Hayırlı Ramazanlar…

    58. Ramazan orucunu tutmamanın cezası nedir?

      Ramazan orucunu tutmamanın cezası nedir? Ebu Ümame el-Bahili Radiyallâhu Anh şöyle rivayet etmiştir:

      Resulullah Sallallâhu Aleyhi Vesellemin şöyle buyurduğunu işittim:

      Ben uyuyorken, iki adam gelip iki koltuğumdan tutarak çıkması zor bir dağa götürdüler ve:
      “Buraya çık” dediler.
      Ben de:
      “Çıkamam” deyince:
      “Biz onu sana kolaylaştırırız” dediler.
      Bunun üzerine dağa çıkmaya başladım. Ortasına gelince âniden kuvvetli sesler duyuldu.
      Ben, “Bu sesler nedir?” deyince:
      “Cehennem halkının feryadı” dediler.
      Tekrar gitmeye başladık. Bir de gördük ki avurtları yarılmış, bu yarıklardan kanlar akan, ayakları bağlanmış bir topluluk!
      Ben, “Bunlar kim?” dedim.
      “Oruçlarını vaktinden önce yiyenler (oruç tutmayanlar)” dediler.
      (et-Tergîb ve’t-Terhîb, 2:453.)

    59. RAMAZAN-I ŞERİF AYI VE FAZİLETLERİ
      Ramazan-ı Şerif Ayı ve Faziletleri Ve mü’minlere müjdeler; Peygamber efendimiz (s.a.v.), Ramazan-ı şerifin fazileti hakkında buyuruyor ki:

      “Ramazan ayı mübarek bir aydır. Allahü teâlâ, size Ramazan orucunu farz kıldı. O ayda rahmet kapıları açılır, Cehennem kapıları kapanır, şeytanlar bağlanır. O ayda bir gece vardır ki, bin aydan daha kıymetlidir. O gecenin [Kadir gecesinin] hayrından mahrum kalan, her hayırdan mahrum kalmış sayılır.” [Nesai]
      (Ramazan ayı gelince, “Hayır ehli, hayra koş, şer ehli, kötülüklerden el çek” denir.) [Nesai]
      (Ramazan bereket ayıdır. Allah bu ayda, günahları bağışlar, duaları kabul eder.) [Taberani]
      (Ramazan gelince, Allahü teâlâ meleklere, müminlere istiğfar etmelerini emreder.) [Deylemi]
      (Farz namaz, sonraki namaza kadar; Cuma, sonraki Cumaya kadar; Ramazan ayı, sonraki Ramazana kadar olan günahlara kefaret olur.) [Taberani]
      (Peş peşe üç gün oruç tutabilenin, Ramazan orucunu tutması gerekir.) [Ebu Nuaym]
      (Bu aya Ramazan denmesinin sebebi, günahları yakıp erittiği içindir.) [İ.Mansur]
      (Ramazanın başı rahmet, ortası mağfiret, sonu ise, Cehennemden kurtuluştur.) [İ.Ebiddünya]
      (İslam, kelime-i şahadet getirmek, namaz kılmak, zekat vermek, Ramazan orucunu tutmak ve haccetmektir.) [Müslim]
      (Allahü teâlânın, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiç kimsenin hayaline bile gelmeyen nimet dolu sofrası, ancak oruçlular içindir.) [Taberani]
      İmam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki:
      Mübarek Ramazan ayı, çok şereflidir. Bu ayda yapılan, nafile namaz, zikir, sadaka ve bütün nafile ibadetlere verilen sevap, başka aylarda yapılan farzlar gibidir. Bu ayda yapılan bir farz, başka aylarda yapılan yetmiş farz gibidir. Bu ayda bir oruçluya iftar verenin günahları affolur. Cehennemden azat olur. O oruçlunun sevabı kadar, ayrıca buna da sevap verilir. O oruçlunun sevabı hiç azalmaz.
      Bu ayda, emri altında bulunanların, işlerini hafifleten, onların ibadet etmelerine kolaylık gösteren âmirler de affolur, Cehennemden azat olur. Ramazan-ı şerif ayında, Resulullah, esirleri azat eder, her istenilen şeyi verirdi. Bu ayda ibadet ve iyi iş yapabilenlere, bütün sene bu işleri yapmak nasip olur.
      Bu aya saygısızlık edenin, günah işleyenin bütün senesi, günah işlemekle geçer.
      Bu ayı fırsat bilmeli, elden geldiği kadar ibadet etmelidir. Allahü teâlânın razı olduğu işleri yapmalıdır. Bu ayı, ahireti kazanmak için fırsat bilmelidir.
      Kur’an-ı kerim Ramazanda indi. Kadir gecesi bu aydadır. Ramazan-ı şerifte iftarı erken yapmak, sahuru geç yapmak sünnettir. Resulullah bu iki sünneti yapmaya çok önem verirdi.
      İftarda acele etmek ve sahuru geciktirmek, belki insanın aczini, yiyip içmeye ve dolayısıyla her şeye muhtaç olduğunu göstermektedir. İbadet etmek de zaten bu demektir.
      Hurma ile iftar etmek sünnettir. İftar edince, (Zehebez-zama’ vebtellet-il uruk ve sebet-el-ecr inşaallahü teâlâ) duasını okumak, teravih kılmak ve hatim okumak önemli sünnettir.
      Bu ayda, her gece, Cehenneme girmesi gereken, binlerce Müslüman affolur, azat olur.
      Bu ayda, Cennet kapıları açılır. Cehennem kapıları kapanır. Şeytanlar, zincirlere bağlanır. Rahmet kapıları açılır. Allahü teâlâ, bu mübarek ayda Onun şanına yakışacak, kulluk yapmayı ve Rabbimizin razı olduğu, beğendiği yolda bulunmayı, hepimize nasip eylesin!
      Açıktan oruç yiyen, bu aya hürmet etmemiş olur. Namaz kılmayanın da, oruç tutması ve haramlardan kaçınması gerekir. Bunların orucu kabul olur ve imanları olduğu anlaşılır.
      Ramazanda oruç tutmak hakkındaki hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
      (Ramazan orucu farz, teravih namazı ise sünnettir. Bu ayda oruç tutup, gecelerini de ibadetle geçirenin günahları affolur.) [Nesai]
      (Ramazan orucunu farz bilip, sevap bekleyerek oruç tutanın günahları affolur.) [Buhari]
      (Ramazan orucunu tutup ölen mümin, Cennete girer.) [Deylemi]
      (Ramazan bereket ayıdır. Allah bu ayda, günahları bağışlar, duaları kabul eder. Bu ayın hakkını gözetin! Ancak Cehenneme gidecek olan, bu ayda rahmetten mahrum kalır.) [Taberani]
      (Ramazan ayında ailenizin nafakasını geniş tutun! Bu ayda yapılan harcama, Allah yolunda yapılan harcama gibi sevaptır.) [İbni Ebiddünya]
      (Oruçlunun susması tesbih, uykusu ibadet, duası makbul, ameli de çok sevaptır.) [Deylemi]
      (Oruçlu iken çirkin konuşmayın! Birisi size sataşırsa, “Ben oruçluyum” deyin!) [Buhari]
      Ramazan-ı şerifte, oruç tutmak çok sevaptır. Özürsüz oruç tutmamak büyük günahtır. Hadis-i şerifte, (Özürsüz, Ramazanda bir gün oruç tutmayan, bunun yerine bütün yıl boyu oruç tutsa, Ramazandaki o bir günkü sevaba kavuşamaz) buyuruldu. (Tirmizi)
      Ama dini bir mazeret varsa oruç tutmamak günah olmaz. Ramazan-ı Şerifdeki hedeflerimiz neler olmalı?
      Bir Müslüman olarak rahmet ve bereket ayı olan Ramazan’ı en verimli şekilde geçirebilmek için kendimize şu hedefleri belirleyelim:
      Çok Kur’an-ı Kerim okumak ve hatim indirmek.
      Teravih namazını 20 rekat olarak cemaatle mescitlerde ve camilerde kılmak.
      İftar saatlerinde ümmeti Muhammet için çok dua etmek.
      Oruçlarımı mutlaka sahura kalkarak tutmak ve sahur vakitlerini dua, namaz ve Allah’ı zikirle çok iyi değerlendirmek.
      Kur’an Talebelerine, komşularımıza ve akrabalarımıza iftar vermek.
      Sadaka, bağış ve yardımlarımızı bu ayda biraz daha artırmak.
      Allah’ın isimlerini bolca zikretmek.
      Gıybet, su-i zan, yalan, dedikodu gibi günahlardan uzak durarak orucumuzu lekelememek.
      Ramazan’ımızı bereketlendirmek için fitremizi fazlasıyla vermek.
      Çevremize hayırhâh olup bu ayda kalplerin de yumuşamasını fırsat bilerek din-i mübin-i İslam’a hizmet adına daha fazla şeyler yapmak.
      Hayır ve hasenat sahiplerini yeni bir nesle sahip çıkma adına çeşitli hayırlara kanalize etmek.
      Kötü huy ve alışkanlıklarımızı bu rahmet ve bereket ayında tamamen terk etmeye çalışmak.
      ‘Ramazan tebrik ziyaretleri’ adı altında tanıdık tanımadık herkese ziyaretlerde bulunmak.
      ‘Her gece Kadir Gecesi olabilir’ mülahazası ile Ramazan gecelerini çok dinç olarak ibadet ve dua ile değerlendirmek.

    60. HAYAT’ÜS SAHABE > HZ. ALİ (r.anh)
      HZ. ALİ (r.anh)

      Resulullah’ın amcasının oğlu, damadı, dördüncü halife. Babası Ebû Talib, annesi Kureyş’ten Fâtıma binti Esed, dedesi Abdulmuttalib’tir. Künyesi Ebu’l Hasan ve Ebû Tûrab (toprağın babası), lâkabı Haydar; ünvanı Emîru’l-Mü’minin’dir. Ayrıca ‘Allah’ın Arslanı’ ünvanıyla da anılır.

      Hz. Ali küçük yaşından beri Resulullah’ın yanında büyüdü. On yaşında İslâm’ı kabul ettiği bilinmektedir. Hz. Hatice’den sonra müslümanlığı ilk kabul eden odur. Hz. Peygamber ile Hz. Hatice’yi bir gün ibadet ederken gören Hz. Ali’ye Peygamberimiz şirkin kötülüğünü, tevhidin manasını anlattığında Hz. Ali hemen müslüman olmuştu.

      Mekke döneminde her zaman Resulullah’ın yanındaydı. Kâbe’deki putları kırmasını şöyle anlatır: “Bir gün Resul-u Ekrem ile Kâbe’ye gittik. Resul-u Ekrem omuzuma çıkmak istedi. Kalkmak istediğim zaman kalkamıyacağımı anladı, omuzumdan indi, beni omuzuna çıkardı ve ayağa kalktı. Kendimi istesem ufukları tutacak sanıyordum. Kâbe’nin üzerinde bir put vardı, onu sağdan soldan ittim. Put düştü, parça parça oldu. Resulullah’ın omuzlarından indim. İkimiz geri döndük.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 384).

      Resul-u Ekrem, en yakın akrabasını uyarmak ve hakkı tebliğ etmek hususunda Allah’u Teâlâ’dan emir alınca onları Safa tepesinde toplayıp ilâhî emirleri tebliğ edince, Kureyş müşrikleri onunla alay etmişti. İkinci toplantıyı yapmasını Hz. Ali (r.a.)’ye bıraktı, Ali de bir ziyafet hazırlayarak Haşimoğullarını davet etti. Resulullah yemekten sonra: “Ey Abdülmuttaliboğulları, ben özellikle size ve bütün insanlara gönderilmiş bulunuyorum.İçinizden hanginiz benim kardeşim ve dostum olarak bana bey’at edecek” dedi. Yalnız Ali (r.a.) kalktı ve orada Resulullah’a onun istediği sözlerle bey’at etti. Bunun üzerine Resul-u Ekrem, “Kardeşimsin ve vezirimsin ” diyerek Hz. Ali’yi taltif etti.Hz. Peygamber hicret etmeden önce elinde bulunan emanetleri, sahiplerine verilmek üzere Ali’ye bıraktı ve o gece Hz. Ali, Resulullah’ın yatağında yatarak müşrikleri şaşırttı. Böylece Hz. Ali, Hz. Peygamber’i öldürmeye gelen müşrikleri oyalayarak onun yerine hayatını tehlikeye atmış, bu suretle Peygamber’e hicreti sırasında zaman kazandırmıştır.

      Hz. Ali, Peygamberimiz’in kendisine bıraktığı emanetleri sahiplerine verdikten sonra Medine’ye hicret etti. Medine’de de Hz. Peygamber’in devamlı yanında bulundu, bütün cihat harekâtlarına katıldı, Uhud’da gâzî oldu. Bedir’de sancaktardı. Aynı zamanda keşif kolunun başındaydı; hakim noktaları tesbit ederek Hz. Peygamber’e bildirdi. Bu mevkiler işgal edilerek, Bedir’de önemli bir savaş harekâtını başarıya ulaştırdı. Bedir gazasının başlamasından önce, Kureyşliler’le teke tek dövüşen üç kişiden biriydi. Bu döğüşte, hasmı Velid b. Muğire’yi kılıcı ile öldürdüğü gibi, Hz. Ebû Ubeyde zor durumdayken yardımına koştu ve onun hasmını da öldürdü. Kendisine “Allah’ın Arslanı” lâkabı ve Bedir ganimetlerinden bir kılıç, bir kalkan ve bir de deve verildi.

      Hz. Ali, Bedir savaşından sonra Hz. Peygamber’in kızı Hz. Fâtıma ile evlendi. Nikâhını Hz. Peygamber kıydı. O zamana kadar Resulullah’la oturan Hz. Ali nikâhtan sonra ayrı bir eve taşındı. Hz. Ali’nin, Hz. Fâtıma’dan üç oğlu, iki kızı dünyaya geldi.Hicret’in üçüncü yılında Uhud savaşında, müslüman okçuların hatası yüzünden müşrikler müslümanların üzerine saldırmışlar ve Hz. Peygamber de yaralanarak bir hendeğe düşmüş ve düşman onun öldüğünü yaymıştı. Halbuki o sırada döğüşe döğüşe gerileyen Hz. Ali, Hz. Peygamber’in içine düştüğü hendeğe ulaşarak, onu korumaya almıştı. İki tarafın da kazanamadığı bu savaşta Hz. Ali birçok yerinden yaralanarak gazi oldu.Uhud savaşından sonra Hz. Ali “Benu Nadr” Yahudilerinin hainlikleri üzerine bu kabile ile yapılan savaşı bizzat idare etti. Bütün çarpışmalarda Hz. Ali kahramanca döğüşmüş ve müşriklerin en meşhur savaşçılarını öldürmüştür.

      Hudeybiye barışında sulh şartlarının yazılmasında o memur edildi. Hz. Ali, sulhnameyi yazmaya şöyle başladı: “Bismillâhirrahmânirrahîm . Muhammed Resulullah….” Ancak müşrikler bu ifadeye itiraz ettiler. Hz. Peygamber, “Resulullah” yerine “Muhammed b. Abdullah” yazmasını Hz. Ali’ye söylemiş fakat Hz. Ali “Resulullah” ifadesinin yazımında ısrar etmiştir.Hz. Ali Mekke’nin fethi sırasında yine sancaktardı. “Keda” mevkiinden Mekke’ye girdi. Mekke kan dökülmeden fethedildi. Hz. Peygamber ile birlikte Kâbe’deki bütün putları kırdılar.Mekke’nin fethinden sonra Resulu Ekrem, Hâlid b. Velid’i Benu Huzeyme kabilesine gönderdi. Bu kabile ya cehaleti, ya da bedevî olmalarından, “müslüman olduk” anlamındaki “eslemna” kelimesi yerine “sabbena” dediği için Hâlid b. Velid hiddetlendi ve onlarla harp etti. Hz. Peygamber olayı duyunca çok üzüldü. Hz. Ali’yi bu hatayı telâfi ile görevlendirdi. Hz. Ali Benu Huzeyme’ye giderek öldürülenlerin diyetini ödeyip mağdur olanların zararlarını telâfi etmişti.

      Huneyn gazasında müslümanlar bir ara bozulup dağıldılar. Sayıları binleri bulduğu halde içlerinden ancak birkaç kişi sabredip dayanabildi. Hz. Ali bu savaşta yalnız sabırla tahammül etmekle kalmayarak gösterdiği yiğitlik ve kumandanlıkla İslâm ordusunun kendi safında toparlanmasını sağladı.Resulu Ekrem hicretin 9. yılında Tebük seferine çıkarken Hz. Ali’yi ehl-i beytin muhafazası için Medine’de bıraktı, ancak bu sefere katılamadığı için müteessir oldu. Bunun üzerine Resulullah: “Musa’ya göre Harun ne ise, sen bana karşı o olmak istemez misin?” dedi. Ali, bu iltifattan çok memnun oldu.Tevbe suresinin ayetleri nazil olunca, Resulullah Hz. Ali’yi Mekke’ye gönderdi. Bu suretle hiçbir müşrikin artık Kâbe-i Şerîfi bundan sonra haccedemeyeceğini bildirdi.Yemen bölgesinin İslâm’a girmesi zordu. Görev yine Ali b. Ebi Talib’e verildi. Hz. Ali “Bu çok güç bir iş” dedi. Resulullah da “Ya Rabb, Ali’nin dili tercümanı, kalbi hidayet nurunun memba olsun” diye dua edince, Ali, siyah bir bayrak alarak Yemen’e gitti, kısa süren irşadları sayesinde Yemen’in bütün Hemedan kabilesi müslüman oldu.

      Hz. Peygamber’in vefatı sırasında, hücresinde bulunanların başında geliyordu. Hz. Ebu Bekir halife seçildiği sırada Hz. Ali Resulullah’ın hücresinde tekfin ile meşgul idi.Hz. Ömer devrinde devletin bütün hukuk işleriyle ilgilenip adeta İslâm devletinin baş kadısı olarak görev yaptı. Hz. Ömer’in şehâdeti üzerine yine devlet başkanını seçmekle görevlendirilen altı kişilik şûra heyetinde yer alıp, bu altı kişiden en sona kalan iki adaydan biri oldu.Hz. Osman’ın hilâfeti döneminde idarî tutumdan pek memnun olmamakla birlikte İslâm devletinin muhtelif vilâyetlerinden gelen şikayetleri hep Hz. Osman’a bildirmiş ve ona hâl çareleri teklif etmişti. Hz. Osman’ı muhasara edenleri uzlaştırmak için elinden gelen gayreti sarfetti.

      Hz. Osman’ın şehâdetinden sonra İslâm’ın ileri gelen şahsiyetleri ona bey’at ettiler. Ancak onun bu dönemi Allah’ın bir takdiri olarak son derece karışık bir dönem oldu. Hilâfete geçtiğinde hâlledilmesi gereken bir çok problemle karşı karşıya kaldı. Bu karışıklıklar Cemel ve Sıffin gibi iç çatışmaları doğurdu. İslâm devleti bünyesindeki bu ihtilâfları giderme konusunda büyük fedakârlık ve gayretler gösterdi.Nihayet, Kûfe’de 40/661 yılında bir Hârici olan Abdurrahman b. Mülcem tarafından sabah namazına giderken yaralandı. Bu yaranın etkisiyle şehid oldu.

      Hz. Ali devamlı olarak Hz. Peygamber (s.a.s.)’in yanında bulunduğu için Tefsir, Hadîs ve Fıkıhta sahabenin ileri gelenlerindendir. Hatta Resulullah’ın tabiri ile “ilim beldesinin kapısı” olarak ümmetin en bilgini idi. Hz. Peygamber yolunda insanları hakka iletmek için büyük gayretler sarfetmiş ve hilâfet dönemi iç karışıklıklarla dolu olmasına rağmen İslâm’ın öğretilmesi ve öğrenilmesi hususunda büyük katkıları olmuştu.

      Medine’de duruma hakim olup yönetimi tam olarak eline aldıktan sonra öğretim için merkezde bir okul kurdu. Arapça gramerin öğretilmesini Ebu Esved ed-Düeli’ye, Kur’an okutma ve öğretme işini Abdurrahman esSülemi’ye, Tabiî ilimler konusunda öğretmenlik görevini Kümeyl b. Ziyâd’a verdi. Arap edebiyatı konusunda çalışma yapmak üzere de Ubade b. esSamit, ve Ömer b. Seleme’yi görevlendirdi. Devlet yönetimi ve hizmetlerini; maliye, ordu, teşrî ve kaza gibi bölümlere ayırarak yürütüyordu. Malî işleri, dağıtma ve toplama diye iki kısma ayırmazdı.Ümmetin malını ümmete dağıtırken de son derece titiz davranırdı. Kendisine bir pay ayırma noktasında gayet dikkatli olup, kimsenin hakkına tecavüz etmemekte de büyük bir örnek idi. Kendisini Kûfe’de görenler, kışın soğuğunda ince bir elbisenin altında tir tir titreyerek camiye gittiğini aktarırlar. Devlet yönetici ve memurlarının nasıl davranmaları gerektiği konusunda şu yönetmeliği hazırlamıştı.

      Halka karşı daima içinizde sevgi ve nezaket besleyin. Onlara bir canavar gibi davranmayın ve onları azarlamayın .
      Müslüman olsun olmasın herkese aynı davranın. Müslümanlar kardeşleriniz, müslüman olmayanlar ise sizin gibi bir insandır.
      Affetmekten utanmayın. Cezalandırmada acele etmeyin. Emriniz altında bulunanların hataları karşısında hemen öfkelenip kendinizi kaybetmeyin .
      Taraf tutmayın, bazı insanları kayırmayın. Bu tür davranışlar sizi zulme ve despotluğa çeker.
      Memurlarınızı seçerken zalim yöneticilere hizmet etmemiş ve devletin suçlarından ve zulümlerinden sorumlu olmamış bulunmalarına dikkat edin.
      Doğru, dürüst ve nazik kişileri seçin ve çıkar ummadan ve korkmadan acı gerçekleri söyleyebilenleri tercih edin.
      Atamalarda araştırma yapmayı ihmal etmeyin.
      Haksız kazanç ve ahlâksızlıklara düşmemeleri için memurlarınıza yeterince maaş ödeyin.
      Memurlarınızın hareketlerini kontrol edin ve bunun için güvendiğiniz samimi kişileri kullanın.
      Mektuplar ve müracaatlara bizzat kendiniz cevap verin.
      Halkın güvenini kazanın ve onların iyiliğini istediğinize kendilerini inandırın .
      Hiç bir zaman vaadinizden ve sözünüzden dönmeyin.
      Esnaf ve tüccara dikkat edin; onlara gereken önemi gösterin, fakat ihtikâr, karaborsa ve mal yığmalarına izin vermeyin.
      El işlerine yardım edin; çünkü bu yoksulluğu azaltır, hayat standardını artırır.
      Tarımla uğraşanlar devletin servet kaynağıdır ve bir servet gibi korunmalıdır.
      Kutsal görevinizin yoksul, sakat ve yetimlere bakmak olduğunu hiç aklınızdan çıkarmayın. Memurlarınız onları incitmesin, onlara kötü davranmasın. Onlara yardım edin, koruyun ve yardımınıza ihtiyaç duydukları her zaman huzurunuza çıkmalarına engel olmayın .
      Kan dökmekten kaçının, İslâm’ın hükümlerine göre öldürülmesi gerekmeyen kimseleri öldürmeyin.
      Hz. Ali bütün bu emirleri kendi nefsinde eksiksiz uygulayan bir halifeydi. Beş yıllık halifeliği çok önemli olaylarla, savaş ve sıkıntılarla geçmişti. Fitnelere karşı sonuna kadar doğru yoldan sabırla mücadele etmek istedi sonunda şehid oldu.Hz. Ali İslâm’ın bütün güzelliklerine vakıftı. Çünkü o, Resulullah’ın daima yanında bulunmuştu. Vahiy kâtibiydi, hâfız, müfessir ve muhaddisti. Hz. Peygamber’den beş yüzden fazla hadis rivayet etti.

      Ahkâmın nazariyatından çok amelî keyfiyetine bakardı: “Halka anladıkları hadisleri söyleyiniz. Allah ile Peygamber’in tekzip edilmesini ister misiniz?” (Buhârî, İlim) demiştir.

      Hz. Ali’nin, Hz. Fâtıma’dan Hasan, Hüseyin, Muhsin adlı oğulları ve Zeynep, Ümmü Gülsüm adlı kızları oldu.Hz. Ali âbid, kahraman, cesur, iyilikte yarışan, takva sahibi ve son derece cömertti.

      Medine’de müslümanların durumu düzeldikten sonra, Hz. Ali de bir hizmetçi almaya karar verip, Resulullah’a gitti. Resulullah kızıyla damadının arasına girerek: “Ben size hizmetçiden daha hayırlısını haber vereyim. Yatarken otuzüç kere Allahü ekber, otuzüç kere Elhamdülillah, otuzüç kere de Subhanallah deyin” buyurdu.

      Yine bir gün yiyecek çok az yemekleri olan Hz. Ali ile ailesi sofraya oturdukları sırada kapılarına bir dilenci geldi, onlar da yemeği dilenciye verdiler. Ertesi gün gelen bir yetime, üçüncü gün gelen bir esire yemeklerini verdiler. Bu olay üç gün sürdükten sonra şu ayet-i kerime indi: “şüphesiz en iyiler mizacı kâfur olan bir tastan içerler. Allah’ın kullarının taşıra taşıra içeceği bir kaynak. Adağı yerine getirirler ve şerri yaygın olan bir günden korkarlar. İçleri çektiği hâlde yiyeceği, miskine, yetime ve esire yedirirler. ‘Biz sizi ancak Allah’ın rızası için doyuruyoruz, sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. Doğrusu biz oldukça asık suratlı zorlu bir günden dolayı Rabbımızdan korkuyoruz’ derler. Allah da bu günün şerrinden onları korur. Onlara parlaklık ve sevinç verir.” (İnsan, 5/11)

      Hz. Ali’nin “Zülfikâr” adı verilen meşhur bir kılıcı vardı. Kılıcın ağzı iki çatallı idi ve Hz. Ali’ye Resulullah tarafından hediye edilmişti.Hz. Ali’nin cömertliği, insanîliği, Resulullah’a olan yakınlığıyla edindiği büyük manevî miras onu yüzyıllardır halk inançlarında destani bir kişiliğe büründürmüştür. Bir gün onun dört dirhemi vardı. Birini açıktan, birini gizliden birini gündüz, birini de gece infak etti ve hakkında şu ayet-i kerime indi: “Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık olarak infak edenler. Onlar için Rabbleri katında karşılıkları vardır ve üzülecek de değillerdir.” (el-Bakara, 2/274).

      Hz. Ali’nin peygamberimizden rivayet ettiği bazı hadis-i şerifler:

      “Günah işleyen biri pişman olur, abdest alır namaz kılar ve günahı için istiğfar ederse Allah’u Tealâ Nisâ suresinde ‘Biri günah işler veya kendine zulmeder sonra pişman olup Allah’u Teâlâ’ya istiğfar ederse Allah’u Teâlâ’yı çok merhametli ve af ve mağfiret edici bulur’ buyurmaktadır.”

      “Üzerinde farz namaz borcu olan kimse, kazasını kılmadan nafile kılarsa boş yere zahmet çekmiş olur. Bu kimse, kazasını ödemedikçe Allah’u Teâlâ onun nafile namazlarını kabul etmez. ”

      “Malınızın zekâtını veriniz. Biliniz ki, zekâtını vermeyenlerin bunu vazife kabul etmeyenlerin namazı, orucu, haccı ve cihadı ve imanı yoktur. “Peygamberimiz (s.a.s.) Hz. Ali’ye buyurdu: ” Ya Ali, altıyüzbin koyun mu istersin, yahut altıyüzbin altın mı veya altıyüzbin nasihat mı istersin ? ” Hz. Ali dedi: “Altıyüzbin nasihat isterim.” Peygamberimiz buyurdu: “Şu altı nasihate uyarsan altıyüzbin nasihata uymuş olursun:

      Herkes nafilelerle meşgul olurken sen farzları ifa et. Yani farzlardaki rükünleri, vacipleri sünnetleri, müstehapları ifa et.
      Herkes dünya ile meşgul olurken sen Allah’u Teâlâ’yı hatırla. İslâm’a uygun yaşa; İslâm’a uygun kazan; İslâm’a uygun harca.
      Herkes birbirinin ayıbını araştırırken sen kendi ayıplarını ara. Kendi ayıplarınla meşgul ol.
      Herkes dünyayı imar ederken sen dinini imar et, zinetlendir.
      Herkes halka yaklaşmak için vasıta ararken, halkın rızasını gözetirken sen Hakk’ın rızasını gözet; hakka yaklaştırıcı sebep ve vasıtaları ara.
      Herkes çok amel işlerken sen amelinin çok olmasına değil, ihlaslı olmasına dikkat et.
      “Hz. Ali buyurdu:

      “Kişi dili altında saklıdır. Konuşturunuz, kıymetinden neler kaybettiğini anlarsınız.”

      “İnsanın yaşlanıp Rabbini bildikten sonra ölmesi, küçükken ölüp hesapsız Cennet’e girmesinden daha hayırlıdır. ”

      “Kul ümidini yalnız Rabbi’ne bağlamalı ve yalnız günahları kendini korkutmalıdır. ”

      “Cahil, bilmediğini sormaktan utanmasın. Âlim, içinden çıkamayacağı bir meselede en iyisini Allah’u Teâlâ bilir’ demekten sakınmasın.”

      “Sizin için korktuğum şeylerin en başında, nefsinin isteğine uymak ve uzun emelli olmak gelir. Birincisi hak yoldan alıkoyar; ikincisi ise ahireti unutturur. ”

      “Amellerin en zoru üçtür. Bunlar; nefsin hakkını verebilmek, her halde Allah’u Teâlâ’yı hatırlayabilmek, kardeşine bol bol ikramda bulunabilmektir. ”

      “Takva, hataya devamı bırakmak; aldanmamaktır . ”

      “Kalpler, kaplara benzer. Hayırlı olanı, hayırla dolu olanıdır.””Bana bir harf öğretenin kölesi olurum. ”

      Hz. Ali bu ümmetin en ileri gelenlerinden biri olarak İslâm’ın bize kadar gelmesinde büyük rolü olan sahabelerdendir .

    61. Ramazan.. Cuma günü.. Cuma vakti..
      Cemaat tek tük camiye gitmekte.. İmam kürsüde..
      Girenlerin arasında. O… Hızır..

      Hızır (a.s.) da genç ihtiyar arasında onlardan
      biri gibi gidiyor bir köşeye oturuyor.
      Kürsüde imam sohbete başlıyor.
      Hızır’ın (a.s.) yanına kırklı yaşlarında bir adam gelip oturuyor.
      Cami yavaş yavaş dolmakta…
      Adam, bir müddet sonra uyuklar bir vaziyette
      sallanıyor, ha uyudu ha uyuyacak
      Hızır (a.s.) adamı dürtükleyerek “
      Uyuyacaksın” der. Adam:
      Uyumam beni rahat bırak..
      Hızır (a.s.) ses etmez, ancak ezan okundu okunacak,
      adam ha uyudu ha uyuyacak, bir daha dürtükleyerek;
      Uyuyacaksın dedim” der. Adam:
      Bende sana uyumam, beni rahat bırak dedim.
      Hızır olduğunu söylerim, buradan çıkamazsın.
      Bu kalabalık sakalında bir tel bırakmaz.
      Hızır (a.s.) susar ve gözlerini kapar, boynunu büker
      Allah’a yönelerek:
      Ya Rabbim! Bu nasıl iştir.
      Bu kulun benim kim olduğumu bildi.
      Bu nasıl iştir ki bendeki listede bunun ismi yok.”

      Cevap gelir:
      Sana verilen listede beni sevenlerin isimleri var.
      O ise benim sevdiklerimden…..

    62. HZ. OSMAN BİN AFFAN (r.anh)

      Osman b. Affân b. Ebil-As b. Ümeyye b. Abdi’ş-Şems b. Abdi Menaf el-Kureşî el-Emevî; Raşid Halifelerin üçüncüsü. Ümeyyeoğulları ailesine mensup olup, nesebi beşinci ceddi olan Abdi Menaf’ta Resulullah (s.a.s) ile birleşmektedir.

      Fil olayından altı sene sonra Mekke’de doğmuştur. Annesi, Erva binti Küreyz b. Rebia b. Habib b. Abdi Şems’tir. Büyükannesi ise Resulullah (s.a.s)’ın halası Abdülmuttalib’in kızı Beyda’dır. Künyesi, “Ebû Abdullah’tır. Ona, “Ebu Amr” ve “Ebu Leyla” da denilirdi (İbnul-Hacer el-Askalânî, el-İsabe fi Temyîzi’s-Sahabe, Bağdat t.y., II, 462; İbnül Esîr, Üsdül-Ğâbe, III, 584-585; Celaleddin Suyûtî, Târihul-Hulefâ, Beyrut 1986, 165).

      Resulullah (s.a.s) risaletle görevlendirildiğinde Osman (r.a) otuz dört yaşlarındaydı. O, ilk iman edenler arasındadır. Ebû Bekir (r.a), güvendiği kimseleri İslâma davette yoğun gayret göstermekteydi. Onun bu çalışmaları neticesinde, Abdurrahman b. Avf, Sa’d b. Ebi Vakkas, Zübeyr b. Avvâm, Talha b. Ubeydullah ve Osman b. Affân iman etmişlerdi. Hz. Osman, cahiliyye döneminde de Hz. Ebû Bekir’in samimi bir arkadaşı idi (Siretu İbn İshak, İstanbul 1981,121; Üsdü’l-Gâbe, aynı yer; Askalanî, aynı yer).

      Hz. Osman, iman ettiği zaman bunu duyan amcası Hakem b. Ebil-Âs onu sıkıca bağlayarak hapsetmiş ve eski dinine dönmezse asla serbest bırakmayacağını söylemişti. Hz. Osman (r.a) ebediyyen dininden dönmeyeceğini söyleyince, kararlılığını gören amcası onu serbest bırakmıştı (Suyûtî, 168).
      Peşinden o, Resulullah (s.a.s)’ın kızı Rukayye ile evlenmişti. Bazı tarihçiler bu evliliğin Peygamber’in risaletle görevlendirilmesinden önce olduğunu kaydederler (Suyûtî, a.g.e., 165).

      Mekkeli müşriklerin iman edenlere yönelttikleri baskı ve işkenceler yoğunlaşıp çekilmez bir hal alınca, Resulullah (s.a.s), ashabına Habeşistan’a hicret etmeleri tavsiyesinde bulunmuştu. Hz. Osman’ın Habeşistan’a ilk hicret edenler arasında olduğu hakkında kaynaklar ittifak halindedirler. İbn Hacer birçok sahabiye dayandırarak Hz. Osman’ın, eşi Rukayye ile birlikte Habeşistan’a hicret eden ilk kimse olduğunu kaydetmektedir (İbn Hacer, aynı yer). Mekkelilerin iman ettiklerine dair yanlış bir haberin Habeşistan’a ulaşmasıyla birlikte muhacirlerden bir bölümü Mekke’ye geri dönmüştü. Hz. Osman da geri dönenler arasındaydı. Ancak onlar kendilerine ulaşan haberin asılsız olduğuna şahit olduklarında tekrar Habeşistan’a gitmek için yola çıktılar. Hz. Osman, hareket etmeden önce Resulullah (s.a.s)’e şöyle demişti: “Ya Resulullah! Bir defa hicret ettik. Bu Necaşi’ye ikinci hicretimiz oluyor. Ancak siz bizimle değilsiniz”. Resulullah (s.a.s) ona; “Siz Allah’a ve bana hicret edenlersiniz. Bu iki hicretin tamamı sizindir” karşılığını vermişti. Bunun üzerine o; “Bu bize yeter ya Resulullah” dedi (İbn Sa’d, Tabakatül-Kübra, Beyrut t.y., I, 207).

      Hz. Osman (r.a), ikinci olarak hicret ettiği Habeşistan’da bir müddet kaldıktan sonra Mekke’ye geri döndü. Resulullah (s.a.s), Medine’ye hicret etmekle emrolunduğunda, Hz. Osman diğer müslümanlarla birlikte Medine’ye hicret etti. O, Medine’ye ulaştığı zaman Hassan b. Sabit’in kardeşi Evs b. Sabit’e konuk olmuştu. Bundan dolayı Hassan, onu çok severdi (İbnül-Esîr, Üsdül-Gâbe, 585; İbn Sa’d, a.g.e., 55-56).
      Bir yahudinin mülkiyetinde olan Rume kuyusunu yirmi bin dirheme satın alarak bütün müslümanların istifadesine sunmuştu. Bu kuyunun müslümanlar için ne kadar önemli olduğu Resulullah (s.a.s)’in şu sözünden anlaşılmaktadır: “Rume kuyusunu kim açarsa, ona Cennet vardır” (Buharî, Fezailu’l-Ashab, 47).
      Hz. Osman, hanımı Rukayye ağır hasta olduğu için, Resulullah (s.a.s)’in izniyle Bedir savaşından geri kalmıştı. Rukayye ordu Bedir’de bulunduğu esnada vefat etmiş, müslümanların zaferinin müjdesi Medine’ye ulaştığı gün toprağa verilmişti. Fiili olarak Bedir’de bulunmamış olmakla birlikte Resulullah (s.a.s) onu Bedir’e katılanlardan saymış ve ganimetten ona da pay ayırmıştı (Üsdül-Gâbe, III, 586; Suyutî, a.g.e., 165; H.İ.Hasan, Tarihu’l-İslâm, I, 256).

      Hz. Osman Bedir savaşı hariç, müşriklerle ve İslâm düşmanlarıyla yapılan bütün savaşlara katılmıştır.Rukayye’nin vefat edişinden sonra Resulullah (s.a.s), Hz. Osman’ı diğer kızı Ümmü Gülsüm ile evlendirdi. Hicretin dokuzuncu yılında Ümmü Gülsüm vefat ettiğinde Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmuştu: “Eğer kırk tane kızım olsaydı birbiri peşinden hiç bir tane kalmayana kadar onları Osman’la evlendirirdim” ve yine Hz. Osman’a “Üçüncü bir kızım olsaydı muhakkak ki seninle evlendirirdim” demişti (Üsdül-Gâbe, aynı yer).

      Resulullah (s.a.s)’in iki kızıyla evlenmiş olduğu için iki nûr sahibi anlamında, “Zi’n-Nureyn” lakabıyla anılır olmuştur. Zatü’r-Rika ve Gatafan seferlerinde Resulullah (s.a.s), onu Medine’de yerine vekil bırakmıştır (Suyuti, a.g.e., 165).

      Hz. Osman’ın Habeşistan’a hicreti esnasında Hz. Rukayye’den doğan Abdullah adındaki oğlu, Medine’ye hicretin dördüncü yılında bir horozun yüzünü gözünü tırmalaması sonucunda hastalanarak vefat etti. Abdullah, vefat ettiğinde altı yaşında idi (İbn Sa’d, a.g.e., III, 53, 54).

      Hicretin altıncı yılında müslümanlar, Umre yapmak için Mekke’ye hareket ettiklerinde, Hz. Osman da onların arasındaydı. Ancak, putperest Mekke yönetimi, müslümanları Mekke’ye sokmama kararı almıştı. Bunun üzerine Hudeybiye’de karargah kuran Resulullah (s.a.s), müşriklerle diyalog kurarak, maksatlarının yalnızca umre yapmak olduğunu onlara bildirmek istiyordu. Resulullah (s.a.s), bu iş için Hz. Ömer’i görevlendirmek istemiş, ancak Hz. Ömer, bir takım geçerli sebepler ileri sürerek Hz. Osman’ın daha uygun olduğunu söylemişti. Bunun üzerine Resulullah (s.a.s), elçilik görevini Hz. Osman’a verdi. Daha önce elçi gönderilen Hıraş b. Umeyye el-Ka’bî’yi Mekkeliler öldürmek istemişlerdi (İbn Sa’d, a.g.e., II, 96).

      Müşriklerin hırçın davranışları böyle bir elçiliği tehlikeli bir hale sokuyordu. Resulullah (s.a.s), Hz. Osman (r.a)’a şöyle dedi: “Git ve Kureyş’e haber ver ki, biz buraya hiç kimse ile savaşmaya gelmedik. Sadece şu Beyt’i ziyaret ve onun haremliğine saygı göstermek için geldik ve getirdiğimiz kurbanlık develeri kesip döneceğiz “. Hz. Osman (r.a), Mekke’ye gidip, müşriklere bu hususları bildirdi. Ancak onlar; “Bu asla olmaz. Mekke’ye giremezsiniz” karşılığını verdiler. Onların red cevabı İslâm kârargahına Osman (r.a)’ın öldürüldüğü şeklinde ulaştı. Onun dönüşünün gecikmesi bu haberi destekler nitelikteydi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.s), yanındaki bütün müslümanları, ölmek pahasına müşriklerle çarpışmak üzere, bey’ata çağırdı. Bey’atu’r-Rıdvan adıyla tarihe geçen bu bey’atlaşmada Resulullah (s.a.s) sol elini sağ elinin üzerine koyarak, “Osman Allah’ın ve Resulünün işi için gitmiştir” dedi ve onun adına da bey’at etti. Müşrikler bu durumdan korkuya kapıldıkları için anlaşma yolunu tercih etmişlerdi (İbn Sa’d, II, 96, 97).

      Hz. Osman, bu arada Mekke’deki güçsüz müslümanlarla görüşmüş ve onları İslâm’ın yakında gerçekleşecek olan fethiyle teselli etmişti (Asım Köksal, İslâm Tarihi, VI, 177).Müşrikler, Osman (r.a)’a isterse Kâ’be’yi tavaf edebileceğini bildirmişler, ancak o, Resulullah (s.a.s) tavaf etmeden, kendisinin de tavaf etmeyeceği cevabını vermişti. Hudeybiye’de bulunan sahabiler ise Resulullaha: “Osman Beytullah’a kavuştu, onu tavaf etti; ne mutlu ona” dediklerinde Resulullah (s.a.s); “Beytullah’ı biz tavaf etmedikçe, Osman da tavaf etmez buyurmuştur” (Vakidî’den naklen, A. Köksal, a.g.e., 178-179).

      Hz. Osman, Medine dönemi boyunca sürekli Resulullah (s.a.s) ile birlikte olmaya gayret gösterdi. Ashabın en zenginlerinden biri olması, onun İslâma ve müslümanlara herkesten çok maddi yardımda bulunmasını sağladı. Bilhassa kâfirler üzerine sefere çıkan orduların techiz edilmesinde aşırı derecede cömert davrandığı görülmektedir. Tarihçiler onun Ceyş’ul-Usra diye adlandırılan Tebük seferine çıkacak ordunun techiz edilmesine yaptığı katkıyı övgüyle zikretmektedirler. O, bu ordunun yaklaşık üçte birini tek başına techiz etmiştir. Asker sayısının otuz bin kişi olduğu göz önüne alınırsa bu meblağın büyüklüğü rahatça anlaşılır. Yaptığı yardımın dökümü şöyledir: Gerekli takımlarıyla birlikte dokuz yüz elli deve ve yüz at, bunların süvarilerinin teçhizatı, on bin dinar nakit para (A. Köksal, IX,162). Onun bu davranışından çok memnun olan Resulullah (s.a.s); “Ey Allah’ım! Ben Osman’dan razıyım. Sen de razı ol” (İbn Hişam, Sîre, IV,161) diyerek duada bulunmuş ve; Bundan sonra Osman’a işledikleri için bir sorumluluk yoktur” (Suyûtî, a.g.e.,169) demiştir.

      Hz. Osman, Veda Haccı esnasında da Resulullah (s.a.s)’in yanındaydı. Resulullah (s.a.s) müslümanları ilgilendiren bir çok meselede Osman (r.a)’ın yardımına müracaat etmiştir (H.İ.Hasan, a.g.e., I, 256).
      Hz. Ebû Bekir (r.a) halife seçilince Osman (r.a) ona bey’at etti. Ebû Bekir (r.a) halifeliği boyunca ümmetin işlerini idarede onunla istişarede bulundu. Ebû Bekir (r.a)’ın vefatından önce yazdırdığı Hz. Ömer’in Halife atanmasına dair belgeyi Osman (r.a) kaleme almıştır. Hz. Ebû Bekir, Osman (r.a)’ın yazdıklarını ona tekrar okutturduktan sonra mühürletmişti. Osman (r.a), yanında Ömer (r.a) ve yanında Useyd İbn Saîd el-Kurazî olduğu halde dışarı çıkmış ve oradakilere “Bu kağıtta adı yazılan kimseye bey’at ediyor musunuz” diye sormuştu. Onlar da “evet” diyerek bunu kabul etmişlerdi (İbn Sad a.g.e., III, 200).

      Halife Hz. Ömer (r.a), yaralanınca, hilâfete geçecek kimsenin tayin edilmesi için altı kişiden oluşan bir şura oluşturmuştu. Bunlar Hz. Ali, Osman, Sa’d İbn Ebi Vakkas, Abdurrahman b. Avf, Zubeyr İbn Avvam ve Talha İbn Ubeydullah (r.anhum) idiler. Yapılan görüşmeler neticesinde, şura üyelerinden dördü feragat edince görüşmeler Hz. Osman’la Hz. Ali üzerinde devam etti. Şura başkanı Abdurrahman İbn Avf, geniş bir kamu oyu yoklaması yaptıktan sonra müslümanların bu iki kişiden birisinin halife seçilmesi üzerinde mutabık olduklarını gördü. Hz. Ali (r.a)’i çağırarak ona; Allah’ın Kitabı, Resulünün Sünneti ve Ebû Bekir ve Ömer’in uygulamalarına tabi olarak hareket edip etmeyeceğini sordu. O, Allah’ın Kitabı ve Resulünün Sünnetine tam olarak uyacağı, ancak bunun dışında kendi içtihadına göre davranacağı cevabını verdi. Aynı soruyu Osman (r.a)’a yönelttiğinde o, bunu kabul etmişti. Bunun üzerine Abdurrahman İbn Avf, Osman (r.a)’ı halife atadığını ilan ederek ona bey’at etti (Suyuti, a.g.e.,171, 172; İbn Hacer, a.g.e., 463; H.İ.Hasan, a.g.e., I, 258, 261).

      Hz. Osman’a ikinci olarak bey’at eden kimse Hz. Ali (r.a) olmuştur. Peşinden de bütün müslümanlar ona bey’at ettiler (İbn Sa’d, a.g.e., III, 62). Osman (r.a)’ın hilâfete geçişi Hicri yirmi üç senesi Zilhicce ayının sonlarında olmuştur.Osman (r.a), devlet idaresini devraldığı zaman İslâm fetihleri hızlı bir şekilde devam ediyordu. Hz. Ömer (r.a) devrinde Suriye, Filistin, Mısır ve İran, İslâm topraklarına katılmıştı. Hz. Ömer (r.a)’ın güçlü idaresi, fethedilen bölgelerde otorite ve düzenin sağlam bir şekilde yerleşmesini sağlamıştı.Hz. Osman (r.a), İslâm tebliğinin girmiş olduğu yayılma sürecini aynı hızla devam ettirmeye çalıştı. O, Ermenistan, Kuzey Afrika ve Kıbrıs’ı fethetmiş, İran’daki ayaklanmaları bastırarak merkezî yönetimin nüfuzunu yeniden tesis etmiştir.

      Hz. Osman (r.a), hilâfeti devraldığı zaman idari kadrolarda yavaş yavaş bazı değişiklikler yapma yoluna gitti. Ancak, Ömer (r.a)’in vasiyetine uyarak bir sene müddetle onun valilerini yerlerinde bıraktı. İlk önce Küfe valisi Muğire b. Şu’be’yi azlederek yerine Sa’d b. Ebi Vakkas’ı atadı. Sa’d, Osman (r.a)’ın yönetime geçtikten sonra atadığı ilk validir (İbnül-Esir el-Kamil fî’t-Tarih, Beyrut 1979, III, 79).Mısırlılarca sevilen bir kimse olan Amr b. el-As’ın Mısır valiliğinden alınması ve yerine, Abdullah b. Sa’d b. Ebi Serh’in tayin edilmesi bazı karışıklıkların çıkmasına sebep olmuştu. İskenderiye halkı Bizans İmparatoru Heraklious’a mektup yazarak kendilerini müslümanların elinden kurtarmasını istediler. Ayrıca, müslümanların karşı koyacak kadar askerlerinin olmadığını da bildirdiler.

      Bunun üzerine Bizans İmparatoru, Manuel komutasında kalabalık bir orduyu İskenderiye’ye gönderip burayı işgal etti. Bizanslılardan çekinen Kıpti halk, Hz. Osman’dan duruma müdahale etmesini istediğinde o, Amr b. el-As’ı Mısır’a geri gönderdi. Amr, yaptığı savaşta, Manuel’i öldürerek düşmanı büyük bir yenilgiye uğrattı ve İskenderiye şehrini çevreleyen sur’u yıktı (Hicrî 25) (İbnul-Esir, a.g.e., III, 81; H.İ.Hasan, a.g.e.; I, 264).

      Aynı yıl içerisinde anlaşmalarını bozan Rey üzerine, Sa’d b. Ebi Vakkas bir sefer düzenlemiş; ayrıca, Deylem üzerine yürümüştür.Sa’d b. Ebi Vakkas, Beytül-Maldan borç olarak aldığı parayı geri ödemekte sıkışınca Osman (r.a), onu azlederek yerine anne bir kardeşi Velid b. Ukbe’yi Küfe valiliğine getirdi (İbnul-Esir a.g.e., III, 82).

      Velid, beş sene Küfe valiliğinde bulunmuştur. Velid, bir sabah, namazı sarhoş olduğundan dolayı dört rekat kıldırmıştı. Hatırlatılması üzerine “sizin için arttırıyorum” demişti. Bunu duyan Hz. Osman, ona tazir cezası vererek bunun uygulanmasını Hz. Ali’den istemişti. Hz. Ali de Abdullah b. Cafer’e onu kırbaçlattırmıştı. Bu olay üzerine Hz. Osman onu azlederek yerine Saîd b. el-As b. Umeyye’yi atadı (İbnul-Esir, a.g.e., III, 107).

      Suyûtî, Hz. Osman’ın, ilk olarak Velid’i, Sa’d’ın yerine vali yapması yüzünden kınandığını söylemektedir (Suyutî, 172).Velid, Küfe valisi olunca, Azerbaycan komutanı Utbe b. Ferkat’ı görevinden aldı. Bunun üzerine Azerbeycan halkı isyan ettiler. Velid, Azerbeycan üzerine yürüyerek burayı itaat altına aldıktan sonra Ermenistan (Tiflis) tarafına yöneldi ve andlaşmalar yaparak ganimetlerle geri döndü (H. 25).Bu arada Bizansla yapılan mücadele devam etmekteydi. Muaviye, Antalya ve Tarsus taraflarına akınlar düzenliyordu. Öte taraftan, Amr b. el-As’a Kuzey Afrika’yı ele geçirmek için emirler gönderen Osman (r.a), Sicistan Valisi, Abdullah b. Amr’a Kabil’e yürümesi talimatını veriyordu (İbnul Esir, a.g.e., III, 87).

      Hicri yirmi altıda, Mescid-i Haram’ın genişletilmesi çalışmalarına tanık olunmaktadır. Mescid-i Haram’ın çevresindeki arsalar satın alınarak geniş bir alan elde edilmişti.Hz. Osman (r.a), Hicri yirmi yedinci yılda Mısır Valisi Amr b. el-As’ı azlederek yerine Abdullah İbn Sa’d b. Ebi Serh’i getirdi. O, Kuzey Afrika’nın fethinin tamamlanması düşüncesindeydi. Bunun için Osman (r.a), Ashabın ileri gelenleriyle istişare ettikten sonra, ona izin verdi ve içinde çok sayıda sahabinin de bulunduğu bir orduyu takviye olarak ona gönderdi (H.İ. Hasan, a.g.e., I, 265). Abdullah b. Nafi b. Abdulkays ve Abdullah b. Nafi b. Husayn komutasındaki kuvvetler, İbn Ebi Serh ile birleşerek Mısır’dan batıya doğru harekete geçtiler. Trablus’tan Tanca’ya kadar olan bölgenin hakimi ve Bizans İmparatorunun valisi, İslam ordusunun topraklarına doğru ilerlediği haberini alınca, yirmi bini süvari olmak üzere, yüz bin kişilik bir ordu hazırlayarak tedbirler aldı. Krallık merkezi olan Subaytala’ya yirmi dört saatlik bir mesafede iki ordu karşı karşıya geldi. İbn Ebi Serh’in, müslüman olmak veya cizyeyi kabul etmek teklifi reddedilince çatışma başladı. Bu arada, ordunun Medine ile olan haberleşmesi kesilmişti.

      Hz. Osman bağlantı kurabilmek için Abdullah İbn Zübeyr’i bir askeri birlikle Afrika’ya gönderdi. Günlerce süren savaş, Abdullah İbn Zübeyr’in önerdiği taktikle kısa zamanda büyük bir zaferle sonuçlandı. Müslümanların eline geçen ganimet oldukça büyüktü. Süvarilere üçer bin dinar ve yayalara ise biner dinar hisse düşmüştü (İbnül-Esir, a.g.e., III, 88-90; H.İ.Hasan, a.g.e., I, 265-266).

      İslâm ordularının önündeki bu engel kaldırıldıktan sonra Hz. Osman, Abdullah b. Nafî b. Husayn ve Abdullah b. Nafi b. Abdulkays’a hiç vakit kaybetmeden Cebelu’t-Tarık’ı geçerek Endelüs’e girmeleri emrini verdi. Hz. Osman’ın, ordunun Endelüs’e geçişini istemesi, İstanbul’un batı yönünden sıkıştırılarak fethinin kolaylaştırılması düşüncesinden kaynaklanıyordu. O, komutanlarına şöyle diyordu: “İstanbul ancak Endelüs tarafından fethedilebilir. Eğer orayı fethederseniz, İstanbul’u fethedenlerin ecrine ortak olacaksınız” (İbnül-Esir, a.g.e., III, 93; Ayrıca bk. Muhammed Hamidullah, Fethul-Endelüs (İspanya) fi Hilafeti Seyyidina Osman sene 27 li’l-Hicre, İ.Ü. Ed. Fak. İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, İstanbul 1978, VII, 221-225).

      Böylece Hz. Osman zamanında, Kuzey Afrikadaki fetihler tamamlanmış, İslâm’ın karşısındaki en büyük güç olan Bizans’ın batıdan sıkıştırılması planları uygulamaya konulmuştur.Öte taraftan Muaviye b. Ebi Süfyan, Osman (r.a)’dan izin alarak, Suriye sahillerinde oluşturduğu donanma ile Akdenize açılmış ve müslümanlar denizlerde de Bizans’a karşı varlık göstermeye başlamışlardı. Muaviye daha önce bu iş için Hz. Ömer’e müracaat etmişti. Ancak Ömer (r.a), o an müslümanların maslahatı bunu gerekli kılmadığı için izin vermemişti. Daha sonra şartlar bu iş için elverişli hale geldiğinden dolayı Hz. Osman donanma inşasının lüzumuna kanaat getirmişti. Muaviye, donanmasıyla denize açılarak, Kıbrıs Adasına çıktı. Abdullah b. Sa’d Mısır’dan onun yardımına gitti. Kıbrıs, yıllık yedi bin dinar cizye ile İslâm hakimiyetini tanımak zorunda kaldı (Hicrî 28). Bu miktar onların Bizans İmparatoruna ödediği meblağdır (İbnül-Esir, a.g.e., III, 96).

      Hz. Osman, Kufe Valisi Ebu Musa el-Eş’arî’yi görevinden alarak yerine Abdullah b. Amir el-Kureyz’i atadı (H. 29). Abdullah, Osman (r.a)’ın dayısının oğludur. Ebu Musa’yı azletmesinin sebebi Kûfe halkının ondan şikayetçi olmaları ve bunu Hz. Osman (r.a)’a bildirmeleridir (İbnül-Esîr, a.g.e., III, 99-100).Hz. Osman, Mescid-i Nebi’nin genişletilmesine ihtiyaç duyarak, onu süslü taşlarla yeniden inşa etti. Taş sütunlar dikerek tavanını sac (bir cins ağaç) ile kapattı. Uzunluğunu yüz altmış, genişliğini de yüz elli zira’a çıkarttı (Suyûtî, 173).

      Hicri otuz yılında Sa’id b. el-As’ın Taberistan’a hücum ettiği görülür. Bu bölgede gazalarda bulunan Sa’id, bir çok şehri fethetti. Horasan, Tus, Serahs, Merv, Beyhak bunlardan bazılarıdır.Bu yıl içerisinde Hz. Osman, değişik eyaletlerde, Kur’an-ı Kerim’in okunması üzerine ortaya çıkan ihtilafları ortadan kaldırmak için çalışmalar başlattı. Kur’an-ı Kerim ilk olarak Hz. Ebû Bekir zamanında tedvin edilmişti. Zeyd b. Sabit’in başkanlığında yapılan bu çalışmada, Kur’an-ı Kerim bir kitap haline getirilmişti. Bu ilk mushaf, Ebû Bekir (r.a)’dan sonra Ömer (r.a)’a geçmiş, onun şehadetinden sonra da Hafsa (r.anh)’nın elinde kalmıştı.Azerbeycan sefer esnasında ordu içerisinde kıraat konusunda bir ihtilafın çıkması, ordu komutanı Huzeyfe b. Yeman’ı endişelendirmiş ve Halife’den, müslümanların emin bir şekilde okuyabilecekleri bir mushafın çoğaltılmasını istemişti. Hafsa (r.anh)’ın yanında bulunan mushaf getirilerek çoğaltıldı ve bütün eyaletlere dağıtıldı. Bunun dışında kalan nüshaların tamamı toplatılarak imha edildi. Bu durum karşısında Ashabın hayatta olanları oldukça rahatlamışlardı (İbnül-Esîr a.g.e., III,111-112; H.İ. Hasan, a.g.e., I, 510-513).

      Hz. Osman, Resulullah (s.a.s)’a ait olan; Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’den sonra kendisine intikal eden mührü Medine’deki Arîs kuyusuna düşürdü. Onu bulacak olana büyük miktarda para vadinde bulunmuş, ancak bütün aramalara rağmen bu mühür bulunamayınca Osman (r.a) büyük bir üzüntüye kapılmıştı. Ondan ümidini kesince hemen bir mühür yaptırdı. Şehid edilene kadar parmağında kalan bu mührün kimin eline geçtiği tesbit edilememiştir (İbnül-Esir, III, 133).

      Bu olay hilâfetinin altıncı yılında meydana gelmiştir.İslam fetihlerinin sürekliliği ve elde edilen ganimetlerle insanların zenginleşmeleri, refah seviyesini oldukça yükseltmişti. Bu durum, tabii olarak, İslâma uygun olmayan birtakım davranış biçimlerinin de ortaya çıkmasına sebep olmuştu. Resulullah (s.a.s)’ın yanında yetişen ve bu gelişmeleri endişeyle takip eden sahabiler, bu endişelerini yer yer ortaya koymaktaydılar. Bunlardan birisi de, zühd ve takvasıyla tanınan ve maddi varlıklardan muhtaç kimselerin yeterince istifade ettirilmediğine inanan Ebu Zerr el-Gifarî (r.a)’dır. O, Şam’da, Muaviye’nin uygulamalarına karşı çıktığı ve düşüncelerini söylemekte ısrarlı davrandığı için Medine’ye çağırıldı. Ebu Zerr, Medine’ye geldiğinde görüşlerini Hz. Osman’a tekrarlamıştı. Bunun ardından, Halife’den izin isteyerek, Medine’ye yakın bir yer olan Rebeze’ye gidip yerleşmişti (a.g.e., III, 115; bk. Ebu Zerr el-Gifârî Mad.).

      Bizans’a karşı kazanılan en parlak ve kesin zaferlerden birisi hiç şüphesiz ki Latu’s-Sevârî deniz savaşıdır. Abdullah b. Sa’d’ın komutasındaki İslâm donanması, İskenderiye açıklarında Bizans İmparatoru Konstantin komutasındaki büyük donanmayla karşı karşıya geldi. Bizanslıların gemi sayısı hakkında verilen bilgiler, beş yüz ile sekiz yüz rakamı arasında değişmektedir. İslâm donanmasının sahip olduğu gemi sayısı ise ikiyüz civarındaydı. Yapılan savaşta Bizanslılar büyük bir bozguna uğratıldı. Konstantin, Sicilya’ya sığınmak zorunda kaldı.(İbnül-Esir, a.g.e., III,117-118; H.İ. Hasan, I, 266-267).

      Bu zaferden sonra Bizans, müslümanlara karşı olan deniz üstünlüğünü kaybetmiş, İslam donanmasının İstanbul sularına kadar önüne çıkacak bir güç kalmamıştı.

      FİTNENİN ORTAYA ÇIKIŞI VE ŞAHADETİ :
      Hz. Osman on iki sene hilâfet makamında kalmıştır. Bunun ilk altı senesi huzur ve güven içerisinde geçmiş ve hiç kimse yönetimin uygulamalarından şikayetçi olmamıştır. Kureyş, onu Hz. Ömer’den daha çok sevmişti. Çünkü Hz. Ömer onlara karşı şeriatı uygulamada müsamahasız ve sertti. Hz. Osman ise yaratılışındaki yumuşaklık ve hoşgörü ile insanların serbestçe hareket edebilmelerine imkan sağlamıştı. Onun bu yapısından istifade eden eyaletlerdeki bir takım valiler, sorumsuz davranışlar sergilemeye başlamışlardı. Yükselen şikayetleri ani ve kesin kararlarla karşılayamayınca, yavaş yavaş bir fitne ve kargaşa ortamının oluşmasına zemin hazırlanmıştı.Endelüs’ten Hindistan hudutlarına kadar çok geniş bir sahayı kaplayan devletin içerisinde, çeşitli din ve ırklara mensup zimmi statüsünde topluluklar vardı. Bunlar, mağlup düştükleri İslâm Devleti’ne karşı her fırsatı değerlendirerek baş kaldırıyorlardı. Yahudi unsuru ise, İslâm Ümmeti’ni parçalayıp yok etmek için İslamın temel prensiplerini hedef almıştı. Müslüman olduğunu iddia ederek ortaya çıkan bir takım Yahudi asıllı kimseler, zuhur eden huzursuzlukları körükleyip fitne alevini her tarafa yaymaya çalışıyorlardı.

      Bunlardan birisi etkili nifak hareketlerinin ortaya çıkmasını sağlayan ve tam bir komitacı olan Abdullah İbn Sebe’dir. İbn Sebe Yemenli bir yahudidir. O, samimi kimselerin haklı şikayetlerini kullanarak insanları Hz. Osman’a karşı kışkırtıyordu. Bir taraftan “ric’atı Muhammed” (Muhammed (s.a.s)’in tekrar dönüşü) düşüncesini yaymaya gayret gösterirken, öte taraftan Peygamber’in peşinden hilâfet hakkının Hz. Ali (r.a)’a ait olduğunu ve bunun da Allah tarafından belirlenmiş bir gerçekten başka bir şey olmadığını yayarak daha sonra ortaya çıkacak Şia akidesinin temellerini atıyordu. Onun yaydığı düşüncelere göre Ebû Bekir (r.a), Ömer (r.a) ve Osman (r.a), Hz. .Ali (r.a)ın hakkını gasbetmişlerdi. O, Kûfe, Basra ve Şam’da insanları kışkırtırken, Ebu Zerr (r.a)in haklı çıkışlarını da kendisine malzeme yapmaya uğraşıyordu. (İbnü’l Esir, Tarih, III,154; H. İ. Hasan, age, I, 368-370)

      Bir zaman sonra, Muhammed b. Ebî Bekr ve Muhammed b. Ebî Huzeyfe de, yapmış olduğu atamalardan dolayı Hz. Osman’ı tenkid etmeye başladılar (İbnül-Esîr. a.g.e., III, 118).Hz. Osman’a yapılan en önemli suçlama, onun kendi akrabalarını valiliklere getirmesi, onlara bolca ihsanlarda bulunması ve yolsuzluklarını denetleyememesidir .(Suyûtî, 174).
      Hz. Ali (r.a) bu konudaki şikayetlerini ona ilettiğinde o, Hz. Ali’ye şöyle diyordu: “Muğire b. Şu’be’yi Ömer’in vali tayin ettiğini bilmez misin?” Hz. Ali: “Biliyorum” deyince o; “O halde neden akrabalığı ve yakınlığından dolayı onu vali tayin ettiğim şeklinde bir kınamada bulunuyorsun?” diye sormuştu. Hz. Ali’nin buna verdiği cevap şuydu; “Ömer vali atadığı kimseyi sıkı bir şekilde kontrol altında tutardı. En ufak hatalarını görse onları sorgular ve en şiddetli şekilde cezalandırırdı. Sen ise bunu yapmıyorsun” (İbnül-Esir, a.g.e., III, 152).

      Bunun üzerine Hz. Osman, vilayetlerdeki yönetimler hakkında yapılan dedikoduları ve bunların sebeplerini yerinde incelemek üzere müfettişler tayin etti. Muhammed b. Mesleme’yi Kufe’ye; Usame b. Zeyd’i Basra’ya; Abdullah b. Ömer’i Şam’a ve Ammar b. Yasir’i de Mısır’a gönderdi. Ammar b. Yasir hariç, diğerleri görevlerini tamamlayarak geri dönmüşlerdi. Osman (r.a) haksızlıkları gidermek, filizlenmeye başlayan ve ümmet için büyük sakıncalara sebep olacak olan fitnenin yatıştırılması için yoğun bir gayretin içine girmişti.O, gelen şikayetleri dikkatle inceliyor, başta Hz. Ali (r.a) olmak üzere Ashab’ın ileri gelenleri ile istişarelerde bulunuyordu. Ancak, Mısır’dan Medine’ye gelip, Abdullah b. Sa’d b. Ebi Serh’in gayr-ı meşru uygulamalarını şikayet eden bir heyetin, dönüşlerinde İbn Ebi Serh’in takibatına uğramaları ve bazılarının öldürülmesi, olayların tırmanmasına sebep olmuştu.

      Bunun üzerine Mısır’dan altı yüz kişilik bir topluluk Medine’ye gelerek Mescid-i Nebi’de, namaz vakitlerinde Ebi Serh’in işlediklerini sahabilere şikayet ediyorlardı. Talha İbn Ubeydullah, Hz. Aişe (r.anha) ve Hz. Ali (r.a), Hz. Osman’a giderek, bu insanların haklı isteklerini yerine getirmesini ve Abdullah b. Sa’d b. Ebi Serh’i azlederek yargılamasını istediler. Bunun üzerine Hz. Osman, Mısırlılar’a kendileri için vali olarak kimi istediklerini sordu. Onlar, Muhammed b. Ebi Bekr’i istediklerini bildirdiler. Osman (r.a), Muhammed b. Ebi Bekr’i vali tayin etti. O, Mısır’dan gelenler ve bir grup sahabi ile birlikte Medine’den yola çıktı. Medine’den üç günlük bir uzaklıkta yol alırlarken devesini, sanki takip ediliyormuş gibi hızlı sürmeye çalışan bir adam gördüler. Adamı yakalayıp sorguladıklarında İbn Ebi Serh’e bir mesajı yetiştirmeye çalıştığını anladılar. Ona kim olduğu sorulduğunda, bazen Osman (r.a)’ın, bazan da Mervan b. Hakem’in kölesi olduğunu söylüyordu. Üzerindeki mektubu açtıklarında, içinde, “Muhammed b. Ebi Bekr ile falanca falanca… Sana ulaştıklarında onları öldür” yazıldığı ve bunun Hz. Osman’ın mührüyle mühürlenmiş olduğunu gördüler. Derhal Medine’ye geri dönüp Hz. Osman’ın evini kuşattılar. Hz. Ali, yanına Muhammed İbn Mesleme’yi alıp Osman (r.a)’ın evine gitti. Hz. Ali (r.a) ona, üzerine kendi mührü bulunan bu mektubu kimin kaleme aldığını sordu. Osman (r.a) böyle bir mektup yazmadığını ve yazıldığından da haberi olmadığını söyledi. Muhammed de Osman (r.a)’ı doğrulamış ve bu işi düzenleyen kimsenin Mervan olduğunu söylemişti. Yazıyı inceledikleri zaman bunun Mervan b. Hakem’e ait olduğunu anladılar.

      O esnada Osman (r.a)’ın evinde bulunmakta olan Mervan’ın kendilerine teslim edilmesini istediler. Hz. Osman (r.a) bunu kabul etmedi. Çünkü onu öldüreceklerinden korkuyordu.Onun evini kuşatan asiler diyalog çağrılarına cevap vermedikleri gibi, suyunu da kesmişlerdi, Hz. Osman’ın fitneyi yatıştırmak ve haksızlıkları gidermek hususunda asilere yaptığı nasihatlerin onlar üzerinde hiç bir tesiri olmamıştı. Onlar, Hz. Osman (r.a)’a şöyle diyorlardı:”Biz seni hilafetten azledene veya öldürene yahut da bu yolda ölene kadar bu işten vazgeçecek değiliz. Eğer sana sahip çıkanlar bize engel olmaya kalkarlarsa onlarla savaşırız”. Hz. Osman onlara, Allah’ın üzerine yüklediği hilafet görevini asla bırakmayacağını ve ölümün kendisine bundan daha sevimli olduğunu bildirmiş, ayrıca kendini savunmak için kimseye emir vermediğini eklemişti (İbnül-Esîr, a.g.e., III, 169-170).

      O, ashaptan, asileri şehirden kovup çıkarmak için gelen teklifleri reddediyor, onlardan silah kullanmayacaklarına dair kesin söz vermelerini istiyordu.Bir gün kendisini kuşatan asilerin karşısına çıkıp: “Ali buralarda mı? Sa’d buralarda mı?” diye sormuş, bulunmadıkları cevabını alınca biraz susmuş ve şöyle demişti: “Bana su sağlamasını, Ali’ye bildirecek kimse yok mu?” Bu Hz. Ali’ye ulaşınca derhal üç kırba suyu ona göndermişti. Ali (r.a), asilerin Osman (r.a)’ı öldürmek istediklerini öğrenince, böyle bir şeye meydan vermemek için, iki oğlu Hasan ve Hüseyin’e, kılıçlarını alarak gidip Osman’ın kapısında beklemelerini ve içeri kimseyi sokmamalarını söylemişti. Abdullah İbn Zübeyr de onlara katılmış, diğer bir takım sahabiler de çocuklarını oraya göndermişlerdi. Durum çok nazik bir hal almıştı. Hz. Osman, ne asilerin haksız taleplerini kabul ediyor, ne de Medine ve diğer bölgelerden gelen, asileri savaşarak Medine’den çıkarma tekliflerine olumlu cevap veriyordu. O, Peygamber şehri’nde kan dökmek ve fitneyi ilk başlatan kimse olmaktan çekindiği için böyle davranıyordu. Hz. Âişe (r.anha)’dan Resulullah (s.a.s)’ın şöyle söylediği rivayet edilmektedir:”Ya Osman! Belki Allah sana bir gömlek giydirir, münafıklar senden onu çıkarmanı istediklerinde onu, bana kavuşuncaya kadar sakın çıkarma”.
      Hz. Osman, Resulullah (s.a.s)’in bu günler için kendisine bildirdiği şeylere uymaya çalışıyordu. O, şöyle diyordu: “Resulullah (s.a.s) benimle ahitleşmiş olduğu şey üzerinde sabretmekteyim” (Üsdül-Ğâbe, II, 589; Suyûtî, 170; İbnü’l-Esîr, III, 175).

      Asilerin kendisini öldürmeye kararlı olduğunu anladığında, onların böyle bir iş işleyip katillerden olmalarını önlemek için kendilerine bir müslümanın kanının ancak; zina, kasten adam öldürme ve dinden dönmek şartları dahilinde helal olduğunu hatırlatıyor ve kendisinin bunlardan hiç birisiyle itham edilemeyeceğini anlatıp duruyordu.

    63. HZ. ÖMER B. HATTAB (r.anh)

      İkinci Raşid Halife. İslâmı yeryüzüne yerleştirip, hakim kılmak için Resulullah (s.a.s)’in verdiği tevhidî mücadelede ona en yakın olan sahabilerden biri. Hz. Ömer (r.a), Fil Olayından on üç sene sonra Mekke’de doğmuştur. Kendisinden nakledilen bir rivayete göre o, Büyük Ficar savaşından dört yıl sonra dünyaya gelmiştir (İbnül-Esîr, Üsdül-gâbe, Kahire 1970, IV,146). Babası, Hattab b. Nüfeyl olup, nesebi Ka’b’da Resulullah (s.a.s) ile birleşmektedir. Kureyş’in Adiy boyuna mensup olup, annesi, Ebu Cehil’in kardeşi veya amcasının kızı olan Hanteme’dir (bk. a.g.e., 145).

      Kaynaklar Hz. Ömer (r.a)’in müslüman olmadan önceki hayatı hakkında fazlaca bir şey söylemezler. Ancak küçüklüğünde, babasına ait sürülere çobanlık ettiği, sonra da ticarete başladığı bilinmektedir. O, Suriye taraflarına giden ticaret kervanlarına iştirak etmekteydi (H. İbrahim Hasan, Tarihul-İslâm, Mısır 1979, I, 210). Cahiliyye döneminde Mekke eşrafı arasında yer almakta olup, Mekke şehir devletinin sifare (elçilik) görevi onun elindeydi. Bir savaş çıkması durumunda karşı tarafa elçi olarak Ömer gönderilir ve dönüşünde onun verdiği bilgi ve görüşlere göre hareket edilirdi. Ayrıca kabileler arasında çıkan anlaşmazlıkların çözümünde etkin rol alır ve verdiği kararlar bağlayıcılık vasfı taşırdı (Suyûtî, Tarihul-Hulefâ, Beyrut 1986, 123; Üsdül-gâbe, IV, 146).

      Hz. Ömer, sert bir mizaca sahip olup, islâma karşı aşırı tepki gösterenlerin arasında yer almaktaydı. Sonunda o, dedelerinin dinini inkâr eden ve tapındıkları putlara hakaret ederek insanları onlardan yüz çevirmeğe çağıran Muhammed (s.a.s)’i öldürmeye karar vermişti. Kılıcını kuşanarak, Peygamberi öldürmek için harekete geçmiş, ancak olayın gelişim şekli onun müslümanların arasına katılması sonucunu doğurmuştu. Tarihçilerin ittifakla naklettikleri rivayete göre, Ömer (r.a)’in müslüman oluşu şöyle gerçekleşmişti: Ömer, Resulullah (s.a.s)’i öldürmek için onun bulunduğu yere doğru giderken, yolda Nuaym b. Abdullah ile karşılaştı. Nuaym ona, böyle öfkeli nereye gittiğini sorduğunda o, Muhammed (s.a.s)’i öldürmeye gittiğini söylemişti. Nuaym, Ömer’in ne yapmak istediğini öğrenince ona, kızkardeşi ve eniştesinin yeni dine girmiş olduğunu söyledi ve önce kendi ailesi ile uğraşması gerektiğini bildirdi. Bunu öğrenen Ömer (r.a), öfkeyle eniştesinin evine yöneldi. Kapıya geldiğinde içerde Kur’an okunmaktaydı. Kapıyı çalınca, içerdekiler okumayı kesip, Kur’an sayfalarını sakladılar. İçeri giren Ömer (r.a), eniştesini dövmeye başlamış, araya giren kızkardeşinin aldığı darbeden dolayı burnu kanamıştı. Kızkardeşinin ona, ne yaparsa yapsın dinlerinden dönmeyeceklerini söyleyerek kararlılığını bildirmesi üzerine, ona karşı merhamet duyguları kabarmaya başlamış ve okudukları şeyleri görmek istediğini söylemişti. Kendisine verilen sahifelerden Kur’an ayetlerini okuyan Ömer (r.a), hemen orada imân etti ve Resulullah (s.a.s)’in nerede olduğunu sordu. O sıralarda müslümanlar, Safa tepesinin yanında bulunan Erkam (r.a)’ın evinde gizlice toplanıp ibadet ediyorlardı. Resulullah (s.a.s)’ın Daru’l-Erkam’da olduğunu öğrenen Ömer (r.a), doğruca oraya gitti. Kapıyı çaldığında gelenin Ömer olduğunu öğrenen sahabiler endişelenmeye başladılar. Zira Ömer silahlarını kuşanmış olduğu halde kapının önünde duruyordu. Hz. Hamza: “Bu Ömer’dir. İyi bir niyetle geldiyse mesele yok. Eğer kötü bir düşüncesi varsa, onu öldürmek bizim için kolaydır” diyerek kapıyı açtırdı. Resulullah (s.a.s), Ömer (r.a)’in iki yakasını tutarak; “Müslüman ol ya İbn Hattab! Allahım ona hidayet ver!” dediğinde, Ömer (r.a), hemen Kelime-i şehadet getirerek imân ettiğini açıkladı (İbn Sa’d, Tabakatu’l Kübra, II, 268-269; Üsdül-gâbe, IV, 148-149; Suyûtî, Tarihu’l-Hulefa, Beyrut 1986, 124 vd.). Rivayetlere göre Ömer (r.a)’in müslüman oluşu, Resulullah (s.a.s)’in yapmış olduğu; Allahım! İslâmı Ömer b. el-Hattab veya Amr b. Hişam (Ebû Cehil) ile yücelt” şeklinde bir duanın sonucu olarak gerçekleşmişti (İbnul-Hacer el-Askalânî, el-isâbe fi Temyîzi’s-Sahâbe, Bağdat t.y., II, 518; İbn Sa’d, aynı yer; Suyûtî, a.g.e., 125).

      Ömer (r.a), risaletin altıncı yılında müslüman olmuştur. O, iman edenlerin arasına katıldığı zaman müslümanların sayısı yetmiş seksen kişi kadardı (İbn Sa’d, aynı yer).

      Mekkeli müşriklerin, gösterdiği zorbaca tepkiden dolayı müslümanlar, Beytullah’a gidip namaz kılamıyor ve ancak gizlice bir araya gelebiliyorlardı. Ömer (r.a) müslüman olunca doğruca Beytullah’ın yanına gitti ve müslüman olduğunu haykırdı. Orada bulunanlar şiddetli tepki gösterdi. Ancak o, müşriklere karşı savaşını sürdürerek onların, müslümanlara gösterdiği muhalefeti kırdı ve bir avuç müslümanla birlikte herkesin gözü önünde Beytullah’ta namaza durdu. Onun bu şekilde saflarına katılması müslümanlara büyük bir moral desteği sağlamıştı. Abdullah İbn Mes’ud’un; “Ömer’in müslüman oluşu bir fetihti” (Üsdül-gâbe, IV,151; İbn Sa’d, a.g.e., III, 270) sözü bunu açıkça ortaya koymaktadır. Taberî’nin İbn Abbas’tan tahric ettiği bir hadise göre, müslümanlığını ilk ilân eden kimse Hz. Ömer (r.a) olmuştur (Suyûtî, a.g.e.,129). Ömer (r.a) benliğini kuşatan imanın verdiği heyecanla, küfre karşı açık ve net bir şekilde, hiç bir tehdide aldırış etmeden mücadele ediyordu. Müşrikler, secaat ve kararlılığını eskiden beri bildikleri için ona sataşmaya cesaret edemiyorlardı.

      Müslüman olduktan sonra sürekli Resulullah (s.a.s)’in yanında bulunmuş, onu korumak için elinden gelen gayreti göstermiştir. O, imân ettikten sonra müşriklere karşı çok sert davranmış ve dinini her ortamda, kimseden çekinmeden herkese meydan okuyarak savunmuştur. İslâm tebliğinin yeni bir veche kazanması için Medine’ye hicret emrolunduğu zaman müslümanlar Mekke’den gizlice Medine’ye göç etmeye başladıklarında, Hz. Ömer, gizlenme ihtiyacı duymamıştı. Ömer (r.a), beraberinde yirmi arkadaşı olduğu halde Medine’ye doğru yola çıkmıştı. Hz. Ali (r.a) onun hicretini şu şekilde anlatmaktadır: “Ömer’den başka gizlenmeden hicret eden hiç bir kimseyi bilmiyorum. O, hicrete hazırlandığında kılıcını kuşandı, yayını omuzuna taktı, eline oklarını aldı ve Kâ’be’ye gitti. Kureyş’in ileri gelenleri Kâ’be’nin avlusunda oturmakta idiler. O, Kâ’be’yi yedi defa tavaf ettikten sonra, Makâm-ı İbrahim’de iki rek’at namaz kıldı. Halka halka oturan müşrikleri tek tek dolaştı ve onlara; “Yüzler pisleşti. Kim anasını evladsız, çocuklarını yetim, karısını dul bırakmak istiyorsa şu vadide beni takip etsin” dedi. Onlardan hiç biri onu engellemeye cesaret edemedi (Suyûtî, a.g.e., 130). Bunun içindir ki İbn Mes’ud; “Onun hicreti bir zaferdi” (İbn Sa’d, aynı yer; Üsdül-gâbe, IV, 153) demektedir.

      Ömer (r.a), Medine dönemi boyunca islamın yücelişini etkileyen bütün olaylara aktif olarak iştirak etmiştir. Resulullah (s.a.s)’ın önemli kararlar alacağı zaman görüşlerine başvurduğu kimselerin başında Ömer (r.a) gelir. Onun ileri sürdüğü görüşler o kadar isabetliydi ki; bazı ayetler onun daha önce işaret ettiğine uygun olarak nazil oluyordu. Resulullah (s.a.s) onun bu durumunu şu sözüyle ifade etmekteydi: “Allah, hakkı Ömer’in dili ve kalbi üzere kıldı” (Üsdül-gâbe, IV, 151).

      Ömer (r.a), Bedir, Uhud, Hendek, Hayber vb. gazvelerin hepsine ve çok sayıda seriyyeye katılmış, bunların başında komutan olarak görev yapmıştır. Bunlardan biri Hicretin yedinci yılında Havazinliler’e karşı gönderilen seriyyedir.

      Ömer (r.a), bütün meselelere karşı net ve tavizsiz tavır koymakla tanınır. Onun küfre karşı düşmanlığı; müşriklerin, islâma karşı olan saldırılarını hazmedememe konusundaki hassasiyeti; bazı kararlara şiddetle karşı çıkmasına sebep olmuştur. Hudeybiye’de yapılan anlaşmanın müşrikler lehine görünen maddelerine karşı çıkışı bunlardan biridir. Ancak o, Resulün, Allah Teâlâ’nın gösterdiği doğrultuda hareket etmekten başka bir şey yapmadığı uyarısı karşısında, hemen kendini toparlamış ve olayın iç gerçeğini kavramıştı.

      Resulullah (s.a.s)’ın vefatının hemen peşinden ortaya çıkan karışıklığın Hz. Ebû Bekir’in halife seçilmesiyle yok edilmesinde Hz. Ömer büyük rol oynamıştır. Hz. Ebû Bekir’in kısa halifelik döneminde en büyük yardımcısı Ömer (r.a) olmuştur.

      Hz. Ebû Bekir (r.a) vefat edeceğini anladığında, Hz. Ömer’i kendisine halef tayin etmeyi düşünmüş ve bu düşüncesini açıklayarak bazı sahabilerle istişarelerde bulunmuştu. Herkes Ömer (r.a)’in fazilet ve üstünlüğünü kabul etmekle beraber, onu bu iş için biraz sert mizaclı buluyorlardı. Hatta Talha (r.a) ve diğer bazı sahabiler ona; “Rabbin seni Ömer’i halife tayin ettiğinden dolayı sorgularsa ona ne cevap vereceksin? Bilirsin ki Ömer oldukça sert bir kimsedir” demişlerdi. Hz. Ebû Bekir onlara; “Derim ki: Allahım! Kullarının en iyisini onlara halife yaptım” karşılığını vermişti. Sonra da Hz. Osman’ı çağırarak bir kâğıda Hz. Ömer’i halife tayin ettiğini yazdırdı. Kâğıt katlanıp mühürlendikten sonra, Hz. Osman dışarı çıkarak insanlardan kâğıtta yazılı olan kimseye bey’at edilmesini istedi. Oradakilerin bey’at etmesiyle Hz. Ömer’in II. Raşid halife olarak iş başına gelişi gerçekleşmiş oldu (Üsdü’l-gâbe, IV,168-199; İbn Sad, a.g.e., III, 274 vd.; Suyûtî a.g.e., 92-94).

      Hz. Ömer Döneminde İslam Devleti ve Fetihler : Resulullah (s.a.s)’ın sağlığında Arap yarımadası islâmın hakimiyetine boyun eğdirilmiş ve insanlar bölük bölük ihtida ederek müslümanlarla bütünleşmişlerdi.Bunun peşinden Resulullah (s.a.s), islam tebliğinin insanlara ulaştırılmasının önünde bir set teşkil eden, müşrik zalim güçlerden biri olan Bizans imparatorluğuna karşı askerî seferleri başlatmıştı. Ebû Bekir (r.a), Resulullah (s.a.s)’ın vefatından hemen sonra ortaya çıkan Ridde hareketlerini bastırdıktan sonra, Bizans hakimiyetindeki topraklara askerî akınlar başlatmış, öte taraftan çağın despot devletlerinden ikincisi olan İran imparatorluğuna karşı da askerî faaliyetlere girişmişti. Hz. Ömer (r.a)’in üzerine düşen, bu siyaseti devam ettirmekten ibaretti. Hz. Ömer bir taraftan Suriye’nin fethinin tamamlanması için gayret gösterirken, öte taraftan İran cephesinde netice almak için ordular sevkediyordu. Kadisiye savaşıyla İran ordusu hezimete uğratılmış ve Kisrâ, saraylarını islam ordusuna terk ederek doğuya kaçmak zorunda kalmıştı. Peşpeşe gönderilen ordularla İranın bazı bölgeleri savaş ile, bazı bölgeleri de sulh yoluyla islam’ın hakimiyetine boyun eğdirilmişti. Kuzeye yönelen Mugîre b. şu’be, Azerbaycanı sulh yoluyla ele geçirmişti. Ermenistan bölgesi fethedilen yerler arasındaydı.

      Suriye’nin fethi tamamlandıktan sonra bu bölgedeki askerî harekât batıya doğru kaydırıldı. Etraftaki şehir ve kasabalar fethedildikten sonra Kudüs kuşatma altına alındı. Şehirdeki hristiyanlar bir süre direndilerse de sonunda barış istemek zorunda kaldılar. Ancak, komutanlardan çekindikleri için şart olarak şehri bizzat halifeye teslim etmek istediklerini bildirmişlerdi. Durum Ebu Ubeyde tarafından bir mektupla Hz. Ömer (r.a)’a bildirildi. Hz. Ömer (r.a) Ashabın ileri gelenleriyle istişare ettikten sonra, Medine’den komutanlarıyla buluşmayı kararlaştırdığı Cabiye’ye doğru yola çıktı. Cabiye’de yapılan bir anlaşmadan sonra Hz. Ömer, bizzat Kudüs’e kadar giderek şehri teslim aldı (H.16-M. 637). Hz. Ömer (r.a) kısa bir müddet Kudüs’te kaldıktan sonra Medine’ye geri döndü.

      Bu arada İran cephesinde durumlar karışmaya başlamıştı. Hz. Ömer, bölgede bulunan orduları takviye ederek İran meselesini kesin bir sonuca bağlamaya karar verdi. Hicri 21 yılında başlayan ve sürekli takviye edilen akınlarla Azerbaycan ve Ermenistan da dahil olmak üzere, Horasan’a kadar bütün İran toprakları islam devletinin sınırları içine alınmış ve Fars cephesinde askerî harekâtlar tamamlanmıştı.

      Öte taraftan Amr b. el-As, hazırlayıp uygulamaya koyduğu harekât planıyla Mısır’ı fethetmeyi başarmış, müslümanları Mısır’dan geri püskürtmek için İskenderiye’de hazırlıklara girişen Bizanslıların üzerine yürüyerek burayı ele geçirmişti (H. 21). Böylece Suriye’den sonra, Mısır’da da Bizans’ın hakimiyetine son verilmiş oluyordu (Sibli Numanî, Bütün yönleriyle Hz. Ömer ve Devlet idaresi, Terc. Talip Yaşar Alp, İstanbul t.y., I, 285-286).

      İslam ordularının fethettiği bölgelerdeki halk, müslümanlardan gördükleri müsamaha ve âdil davranışlardan etkilenerek kitleler halinde islâma giriyorlardı. Asırlarca Bizans ve İran devletlerinin zulmü altında ezilen, horlanan topluluklar islâmın kuşatıcı merhameti ile yüz yüze geldiklerinde müslüman olmakta tereddüt göstermiyorlardı. Kendi dinlerinden dönmek istemeyenler ise hiç bir baskıya maruz kalmadıkları gibi, geniş bir inanç hürriyetine kavuşuyorlardı.

      Hz. Ömer, bir taraftan islâmın insanlığa tebliğinin önündeki engelleri kaldırmak için ordular sevkederken, öte taraftan da henüz müesseselerine kavuşmamış bulunan devleti teşkilatlandırmaya çalışıyordu.

      Hz. Ömer’den önce, orduya katılan askerler ve bunlara dağıtılan paralar belirli defterlere yazılıp kayıt altına alınmazdı. Bu durum normal olarak bazı karışıklıkların çıkmasına sebep olur, gelir ve giderlerin hesabı yapılamazdı. İlk zamanlar buna pek ihtiyaç da yoktu. Ancak devletin sınırları genişlemiş ve bu geniş cografya içerisinde devletin etkinliğini sağlayabilmek için idarî düzenlemeler yapılması zarureti doğmuştu. O, ilk olarak askerlerin kayıtlarının tutulduğu ve fey ve ganimet gelirlerinin dağıtımının kaydedildiği “divan” teşkilatını kurdu.

      Ayrıca, Suriye ve Irak’ta bulunan divanlar varlıklarını korumuşlardır. Bunlar vergilerin toplanması ile alakalı çalışmaları yürütmekteydiler. Suriye ve Irak’taki divanlar her ne kadar İran ve Bizans malî teşkilatından kalma idiyse de, onun Medine’de tesis ettiği divan hiçbir yabancı tesir söz konusu olmaksızın, ortaya çıkan ihtiyaçları karşılamak için kurulmuştur. Hz. Ömer, feyden elde edilen gelirlerden verdiği atiyyeleri bir gruplandırmaya tabi tutmuştur.

      Hz. Ömer, yargı (kaza) işlerini bir düzene koymak için valilerden ayrı ve bağımsız çalışan kadılar tayin eden ilk kimsedir. O, Kufe’ye, Sureyh b. el-Haris’i, Mısır’a da Kays b. Ebil-As es-Sehmî’yi kadı tayin etmiştir. Onun Medine’deki kadısı Ebû Derda (r.a)’dır. Bu dönemin tanınmış kadılarından birisi de Ebu Mûsa el-Eşari’dir. Hz. Ömer, tayin ettiği kadılara, görevlerini ne şekilde ifa etmeleri gerektiğine dair talimatlar verir ve onların bu çerçeve dışına çıkmamalarını tenbihlerdi (Mustafa Fayda, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul 1986, II, 176-177).

      Hz. Ömer (r.a)’in, üzerinde titizlikle durduğu ve asla müsamaha göstermediği en önemli konu adâlet meselesiydi. O, mevki, rütbe, soyluluk vb. hiçbir ayırım gözetmeden hakların sahiplerine verilmesi için çok şiddetli davranmıştır. Bu konuda onun yanında bir köle ile efendisi arasında bir fark yoktur.

      O, her tarafta adâletin eksiksiz yerine getirilmesi, muhtaç ve yoksul kimselerin gözetilmesi için ülkenin en ücra köşelerindeki durumlardan zamanında haberdar olmak için imkân oluşturmaya çalıştı. O, muhtaç kimseler konusunda din ayırımı gözetmemiş, hristiyan ve yahudilerden olan yoksullara da yardımlarda bulunmuştur.

      Devletin temel görevlerinden birisi ilmin insanlara ulaştırılmasıdır. Hz. Ömer, fethedilen bölgelerde okullar açmış, buralara müderrisler tayin etmiş ve Kur’an-ı Kerim’i okumak ve onunla amel edebilmek için gerekli olan eğitimin verilmesini sağlama yolunda gayret sarfetmiştir. İslâm’ın, müslüman olan insanlara öğretilmesi ve tebliğ çalışmalarının yürütülmesi için sahabîlerden ve diğer âlimlerden istifade etmiş ve onları değişik bölgelerde görevlendirmiştir. Kur’an, Hadis ve Fıkıh öğretimi ile uğraşan bu âlimlere büyük meblağlar tutan maaşlar bağlamıştır. Hz. Ömer, devletin her tarafında camiler inşa ettirmişti. Onun zamanında dört bin tane cami yapılmış olduğu rivayet edilmektedir (Ahmed en-Nedvi, Asr-ı Saadet, Terc. Ali Genceli, İstanbul 1985, I, 317). İlk defa bir takvimin kullanılmasına Hz. Ömer zamanında ihtiyaç duyulmuş ve böylece Hicret esas alınarak oluşturulan takvimle devlet işlerinde tarihleme açısından ortaya çıkan problemler ortadan kaldırılmıştır (H. 16).

      İslâm devleti, bağımsız bir devlet olmasına ve çok geniş bir coğrafî sahayı kaplayan ekonomik faaliyetlerin yürütülmesine rağmen, kullanılan paralar yabancı kaynaklıydı. Irak ve İran bölgelerinde Fars dirhemleri; Suriye ve Mısır taraflarında da Bizans dinarları tedavülde bulunmaktaydı. Bu durum o devirde henüz hissedilmeye başlanmamış olsa bile, bir ekonomik baskı tehlikesini beraberinde getirmekteydi. Hz. Ömer’in, devleti müesseselere kavuşturup yapısını sağlamlaştırmaya çalışırken, bu duruma da müdahale etmemesi düşünülmezdi. O, Hicri 17 de para bastırarak piyasaya sürdü. Ayrıca Halid b. Velid’in Taberiye’de Hicrî 15 tarihinde dinar darbettirdiği de bilinmektedir (Hassan Hallâk, Dirâsât fî Tarihil-Hadâretil-İslamiye, Beyrut 1979, 13-15). Hz. Ömer (r.a), İslâm devletinin dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı güvenliğini sağlamak ve orduları düşman bölgelerine yakın yerlerde bulundurabilmek için ordugah şehirler tesis etmiştir. İran ve Hindistan taraflarından gelebilecek deniz akınlarına karşı Basra ordugah şehri kuruldu. Bu şehrin mevkii bizzat Hz. Ömer tarafından tesbit edilmiştir. O, bu iş için Utbe b. Gazvan’ı görevlendirmişti. Utbe, sekizyüz adamıyla o zaman boş ve ıssız olan Haribe bölgesine gelip H. 14 yılında Basra şehrinin inşasına başladı.

      Sa’d b. Ebi Vakkas, Kadisiye’de kazandığı büyük zaferden sonra İran içlerine akınlara başlamıştı. Onun ordusu Medâin’de bulunmaktaydı. Ancak buranın ikliminin Arap askerlerin sağlığını olumsuz yönde etkilediği anlaşılınca, Hz. Ömer, Sa’d’a iklim bakımından uygun ve merkez ile arasında deniz bulunmayan bir yer bulup burada bir şehir kurması talimatını verdi. Bu iş için görevlendirilen Selmân ve Huzeyfe, Kufe mevkiini uygun buldular. H. 17 de kurulan bu ordugah şehir kırk bin kişiyi iskân edebilecek büyüklükte inşa edildi.

      Amr b. el-As, Mısır’ı fethettikten sonra İskenderiye’yi karargah edinmek için Hz. Ömer (r.a)’dan izin istedi. Hz. Ömer (r.a), haberleşme açısından endişe duyduğu için kendisiyle Mısır’daki kuvvetler arasında bir nehrin bulunmasını kabul etmedi. Amr, Nil’in doğu yakasına geçerek burada Fustat adlı şehri kurdu (H. 21). Bu ordugah şehirlerinden başka yine askerî amaçlı merkezler de oluşturulmuştur.

      Hz. Ömer’in idare anlayışı : Hz. Ömer, toplumu ilgilendiren meselelerde karar vereceği zaman müslümanların görüşüne başvurur, onlarla istişare ederdi. O “istişare etmeden uygulamaya konulan işler başarısızlığa mahkûmdur” demekteydi. İstişarede takip ettiği yöntem şuydu: Önce meseleyi müslümanların ulaşabildiği çoğunluğu ile görüşür, peşinden Kureyşliler’in düşüncesini sorar, son olarak da sahabilerin görüşlerini alırdı. Böylece en isabetli fikir ortaya çıkar ve uygulamaya konulurdu. Hz. Ömer, müslümanların yaptığı işlerde bir hata gördükleri zaman kendisini uyarmalarını isterdi. Başka dinlere mensup olup, zimmî statüsünde bulunan kimselerle alâkalı işlerde de onların görüşlerine başvurur ve meseleyi onlarla istişare ederdi. Bu durum Hz. Ömer’in adâlet anlayışının ne kadar kapsamlı olduğunu ortaya koymaktadır.

      Hz. Ömer idarede görevlendirdiği memurlarına karşı oldukça sert davranır, onların bir haksızlıkta bulunmalarına asla göz yummazdı. Halka karşı ise son derece şefkatle yaklaşır, onların varsa gizledikleri problemlerini öğrenip çözümlemek için gece-gündüz uğraşıp dururdu. O bu hassasiyetini: “Fırat kıyısında bir deve helak olsa, Allah bunu Ömer’den sorar diye korkarım” sözü ile ortaya koymaktadır. Hz. Ömer, merkezden uzak bölgelerde halkın durumunu yakından görmek için seyahatler yapma yoluna gitmişti. O, insanların çeşitli dertlerini uzak diyarlarda olmaları sebebiyle kendisine ulaştıramadıklarından endişe ediyordu. Bazı bölgeleri dolaşmasına rağmen başka yerlere gitmeyi tasarladığı halde ömrü o şehirlere ulaşmasına yetmemişti. İslâm tarihinde adâletin timsali olarak yerini alan Hz. Ömer (r.a) hakkında rivayet edilen şu olay onun bu sıfatla bütünleşmiş olduğunun en açık delilidir.

      Bir defasında Eslem’le birlikte Harra taraflarında (Medine’nin dış bölgesi) dolaşırlarken ışık yanan bir yer gördü ve Eslem’e; “şurada, gecenin ve soğuğun çaresizliğine uğramış biri var. Haydi onların yanına gidelim” dedi. Oraya gittiklerinde bir kadını iki çocuğuyla üzerinde tencere bulunan bir ateşin etrafında otururken gördüler. Hz. Ömer, onlara; “Işıklı aileye selâm olsun” dedi. Kadın selâmı aldıktan sonra yanlarına yaklaşmak için izin alan Hz. Ömer ona yanındaki çocukların neden ağladıklarını sordu. Kadın, karınlarının aç olduğunu söyleyince, Hz. Ömer merakla tencerede ne pişirdiğini sordu. Kadın, tencerede su bulunduğunu, çocukları yemek pişiyor diye avuttuğunu söyledi ve; “Allah bunu Ömer’den elbette soracaktır” diye ekledi. Hz. Ömer, ona; “Ömer bu durumu nereden bilsin ki?” diye sorduğunda kadın; “Madem bilemeyecekti ve unutacaktı neden halife oldu” karşılığını verdi. Hz. Ömer bu cevap karşısında irkilerek Eslem’le birlikte doğruca erzak deposuna gitti. Doldurdukları yiyecek çuvalını Eslem taşımak istedi. Ancak Hz. Ömer (r.a); “Kıyamet gününde benim yüküme ortak olacak değilsin. Onun için bırak da yükümü kendim taşıyayım” diyerek buna izin vermedi; çuvalı omuzuna aldı ve kadının bulunduğu yere götürdü. Orada bizzat yemeği Hz. Ömer (r.a) hazırlayıp pişirdi ve onları doyurdu. Eslem; “O, ateşe üflerken şakakları arasından çıkan dumanları seyrediyordum” demektedir. Hz. Ömer oradan ayrılırken kadın; “Siz bu işe Ömer’den daha layıksınız” dedi. Hz. Ömer; “Ömer’e dua et. Bir gün onu ziyarete gidersen beni orada bulursun” dedi.

      Bu onun insanlara yardım etmede ve mağduriyetlerini gidermede gösterdiği hassasiyetin örneklerinden sadece bir tanesidir.

      İlmi : Hz. Ömer’in fıkıh ilminde ayrı bir yeri vardır. O, her yönüyle devleti teşkilatlandırmaya çalışırken diğer taraftan da bu teşkilatlanmanın alt yapısı olan ilmî gelişmeyi sağlayabilmek için gayret sarfediyordu. Fıkıh usulünün oluşumu Hz. Ömer (r.a) ile başlar. Fıkıh ilminin temellerini meydana getiren kaideleri, karşılaştığı kazâî ve idarî meseleleri çözüme kavuştururken takip ettiği yöntemlerle belirlemeye başlamıştır. Ondan sahih senetlerle rivayet olunan fikhî hükümlerin sayısı birkaç bini bulmaktadır. Hz. Ömer’in içtihadlarının İslâm hukuku açısından çok büyük bir önemi vardır ve Resulullah (s.a.s)’in hadislerinden başka hiç bir şey onun bu içtihadlarının üzerinde değildir (Muhammed Revvâs Kal’acı, Mevsuatu Fıkhî Ömer b. el-Hattab, 1981, 8; Bu kitabta Hz. Ömer’in Fıkhî içtihadları bir araya toplanarak ansiklopedik bir tarzda tasnif edilmiştir).

      Hz. Ömer (r.a), Hadis rivayeti konusunda çok titiz davranmıştır. O, Peygamber (s.a.s)’den hadis rivayet eden bazı kimseleri sorguya çekmiş, onlardan rivayet ettikleri hadisler için şahid istemişti. Hz. Ömer’in kendisinden beş yüz otuz dokuz hadis rivayet edilmiştir (Suyutî, a.g.e., 123).

      Ayrıca o, Kur’an-ı Kerim’in te’vil ve tefsirinde ilim sahibiydi. İbn Ömer’den rivayet edildiğine göre, kendisine Resulullah (s.a.s) hayattayken kimlerin fetva verdiği sorulduğunda: “Ebu Bekir ve Ömer’den başkasının fetva verdiğini bilmiyorum” karşılığını vermişti (H.i.Hasan, İslâm Tarihi, İstanbul 1985, I, 319).

      Şahsiyeti : Hz. Ömer, inandığı şeyi yerine getirme hususunda şiddetli davranmakla tanınır. O, müslüman olmadan önce ilk iman edenlere karşı sert muamele etmişti. Müslüman olduktan sonra ise bu sertliği islâm’ın lehine müşriklere karşı yönelmiştir. Hz. Ömer Halife olduktan sonra da doğruların uygulanması ve hakkın elde edilmesi konusunda titiz davranmaya ve en ufak ayrıntıları bile bizzat takip etmeye aşırı dikkat göstermiştir. O, bir şeyi emrettiği veya yasakladığı zaman ilk önce kendi ailesinden başlardı. Aile fertlerini bir araya toplayarak onlara şöyle derdi; “şunu ve şunu yasakladım. İnsanlar sizi yırtıcı kuşun eti gözetlediği gibi gözetlerler. Allah’a yemin ederim ki, her hangi biriniz bu yasaklara uymazsa onu daha fazlasıyla cezalandırırım”. Sert bir mizaca sahip olmasına rağmen insanlara karşı oldukça mütevâzî davranırdı. Geniş toprakları, güçlü orduları olan bir devletin başkanı olması onu diğer insanlar gibi mütevazî ve sade bir hayat yaşamaktan alıkoyamamıştır. Pahalı, lüks elbiseler giymekten kaçınır, diğer insanlar gibi gerektiğinde alelade işlerle uğraşmaktan çekinmezdi. Tanımayan kimse onun müslümanların halifesi olduğunu asla anlayamazdı. Çünkü çoğu zaman giydiği elbise yamalarla doluydu.

      Hz. Ömer güçlü bir hitabet kudretine sahipti ve konuşurken beliğ bir uslubla konuşurdu. Onun üstün kabiliyeti yazı için de geçerliydi. Valilerine yazmış olduğu talimatları ve mektupları Arap dili için bir numune addedilmekteydi. Hz. Ömer şiire de ilgi duyan ve şiir zevki olan sahabilerden birisidir. Çok sayıda Arap şairlerinin şiirlerini ezberlemiş, az da olsa şiir yazmıştır. Hz. Ömer ibadet ederken bütün benliğiyle Rabbine yönelirdi. Halife olduktan sonra gündüz işlerinin yoğun olmasından dolayı nafile namazlarını gece kılar, ev halkını sabah namazına; “ve namazı ailene emret” (Tâhâ, 20/132) mealindeki ayeti okuyarak uyandırırdı. O, her sene haccetmeyi asla ihmal etmez ve hac farizasını yerine getirmek için Mekke’ye gelen hacılara bizzat riyaset ederdi. Rabbine karşı duyduğu sorumluluğun altında öylesine ezilirdi ki, kıyamet günü hesaptan, cezasız kurtulmayı başarabilirse sevineceğini söylerdi. O, ölüm döşeğinde bu endişesini şu anlamdaki bir beyitle dile getiriyordu:

      “Müslüman oluşum, namazları kılıp, orucu tuttuğum müstesna, nefsime zulmetmiş bulunuyorum” (Siblî, a.g.e., II, 373). Hz. Ömer (r.a)’in, şahsi hayatı oldukça sadeydi. Hz. Ömer (r.a), Bizans ve İran’a karşı büyük ordular sevkeden ve onları tarihlerinde pek nadir tattıkları sürekli yenilgilerle perişan eden güçlü ve muktedir bir devletin başkanıdır. Ama o buna rağmen yamalı elbiseler, eskimiş sarık ve yırtık ayakkabılarla hayatını sürdüren bir kişidir. O, bazen dul bir kadına su taşırken görülür, bazan da günün yorgunluğunu hafifletmek için mescid’in çıplak zemini üzerinde uyuduğuna şahit olunurdu. Medine’den Mekke’ye çok sayıda yolculuk yapmış olduğu halde hiç bir zaman yanına çadır almamış ve yolda, bir çarşafı dalların üzerine gererek basit bir şekilde dinlenmeyi tercih etmiştir. Yine bir gün, Ahnef b. Kays yanında Arapların ileri gelenlerinden bazı kimselerle birlikte Hz. Ömer (r.a)’i ziyarete gitmiş; onu, elbisesinin eteklerini beline sıkıştırmış olduğu halde koşar bir vaziyette bulmuştu. Ömer (r.a), Ahnef’i gördüğünde ona; “Gel de kovalamaya katıl. Devlete ait bir deve kaçtı. Bu malda kaç kişinin hakkı olduğunu biliyorsun” dedi. Bu esnada biri ona neden kendini bu kadar üzdüğünü ve deveyi yakalamak için bir köleyi görevlendirmediğini söyleyince O; “Benden daha iyi köle kimmiş?” diyerek karşılık vermiştir (Siblî, a.g.e., I, 384-385). Günlük yaşayışını gösteren bu örnekler, Hz. Ömer (r.a)’in ümmetin sorumluluğunu üstlenen kimselerin yüklenmiş oldukları görevleri ne şekilde yerine getirmeleri ve makamlarının cazibesine kapılıp sıradan insanların yaşayış tarzından kopmadan hükmetmeleri gerektiğini, çağları aşan bir örnek sergileyerek ortaya koymuştur. Bir devlet başkanı ancak bu şekilde, insanlardan ve onların günlük yaşamlarından kopmadan âdil bir yönetim kurabilir. Hz. Ömer (r.a)’a âdil sıfatını kazandıran, onun bu şekilde islâm’ı yeryüzüne hakim kılma yolunda varlığını ortaya koymuş olmasıdır. Hz. Ömer (r.a) geçimini ticaretle temin ederdi. Bunun yanında Peygamber (s.a.s)’in Medine’de ona bazı tarlalar verdiği de bilinmektedir. Hayber’in fethini müteakip burada ele geçirilen araziler, savaşa katılanlar arasında taksim edilmişti. Ancak, Hz. Ömer (r.a) kendi payına düşen araziyi vakfetmiş ve bir vakıf şartnamesi de düzenlemişti: “Bu arazi satılamaz, hibe edilemez ve miras yolu ile sahip olunamaz; geliri fakirlere, akrabaya, kölelere, Allah yolunda, yolcu ve misafirlere harcanacaktır. Vakfı yöneten kişinin ölçülü olarak yemesinde ve yedirmesinde bir sakınca yoktur” (Buharî, surût, 19). İslâmda ilk vakıf olayı budur.

      Halife olduktan sonra, devlet işleriyle uğraşmasından dolayı kendi iaşesinin temini için Ashab’a müracaat etmis, Hz. Ali (r.a)’in teklifine uyularak ona ve ailesine normal ölçülerde devlet malından geçim imkânı sağlanmıştı. H. 15 yılında müslümanlara maaş bağlandığı zaman, ona da ileri gelen Ashab’a verilen miktarda, beş bin dirhem maaş tayin edilmişti. Ancak onun günlük gideri çok mütevazi meblağdı. Ömer (r.a), yemek olarak genellikle şunları yerdi: Ekmek (buğdaydan olduğu zaman kepekli), bazen et, süt, sebze ve sirke.

      Hz. Ömer (r.a)’in fazileti ve üstünlüğü hakkında çok sayıda sahih hadis bulunmaktadır. Hz. Ömer din konusunda o kadar tavizsizdi ki, şeytanlar bile onunla karşılaşmaktan çekinirlerdi. Bir defasında Resulullah (s.a.s)’ın yanına gitti. Resulullah (s.a.s)’dan bir şey istemek için orada bulunan kadınlar, Hz. Ömer’in sesini duyduklarında hemen kalkıp perdenin arkasına geçtiler. Hz. Ömer içeri girdiğinde Resulullah (s.a.s) gülüyordu. Hz. Ömer ona; “Allah yasını güldürsün ya Resulullah” dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.s); “şu benim yanımda olanlara şaşarım. Senin sesini işitince perdeye koştular” dediğinde Hz. Ömer; “Ya Resulullah, onların çekinmesine sen daha layıksın” dedi. Sonra da kadınlara dönerek; “Ey nefislerinin düşmanları! Resulullah (s.a.s)’den çekinmiyorsunuz da benden mi çekiniyorsunuz?” diyerek onlara çıkıştı. Kadınlar; “Evet. Sen Resulüllah (s.a.s)’den sert ve haşinsin” dediler. Resulullah (s.a.s), Nefsim yed-i Kudretinde olan Allah’a yemin olsun ki, şeytan sana bir yolda rastlamış olsa, mutlaka yolunu değiştirirdi” (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 22).

      Başka bir rivayette Resulullah (s.a.s) onun için şöyle buyurmuştu:

      “Gökte bir melek bulunmasın ki Ömer’e saygı duymasın. Yeryüzünde ise bir şeytan bulunmasın ki Ömer’den kaçmasın” (Suyûtî, a.g.e., 133).

      Resulullah (s.a.s), hakkı görmek ve onu tatbik etmek konusunda Ömer (r.a)’in üstünlüğünü şöyle ifade etmekteydi: “Sizden önce geçen ümmetlerde bazen ilham sahipleri bulunurdu. Eğer benim ümmetimde onlardan biri bulunursa, Ömer b. Hattab onlardandır” (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, II). Bu, Hz. Ömer (r.a)’in işlerinde ve verdigi kararlarda isabetli davranmasını bir anlamda açıklar niteliktedir. Nitekim Resulullah (s.a.s); Allah doğruyu Ömer’in lisanı ve kalbi üzere kılmıştır” (Üsdül-gâbe, IV, 151; Suyutî, 132) demektedir. Bir defasında da Hz. Ömer’i göstererek şöyle demişti: Bu aranızda yaşadığı sürece, sizinle fitne arasında kuvvetlice kapanmış bir kapı bulunacaktır” (Suyûtî, aynı yer).

      Ömer (r.a)’in bu durumunu bazı konularda inen ayetlerin daha önce onun gösterdiği doğrultuda olması da te’yid etmektedir. Hz. Ömer şöyle demiştir: “Rabbime üç şeyde muvafık düştüm: Makam-ı İbrahim’de, hicab’da ve Bedir esirlerinde” (Müslim, Fedâilüs-Sahabe, II). Hz. Ömer ötekileri zikretmemiştir. Örneğin münafıkların cenaze namazını kılmaması için Resulullah (s.a.s)’e inen ayet bunlardan biridir (bk. Müslim, aynı bab; Hz. Ömer (r.a)’in görüşleri doğrultusunda nâzil olan ayetler için bk. Suyûtî, a.g.e., 137-140).

    64. HZ. EBUBEKİR (r.anh)
      Hz. Muhammed (s.a.s.)’in İslâm’ı tebliğe başlamasından sonra ilk iman eden hür erkeklerin; raşit halifelerin, aşere-i mübeşşerenin ilki. Câmiu’l Kur’an, es-Sıddîk, el-Atik lakaplarıyla bilinen büyük sahabi.Kur’ân-ı Kerim’de hicret sırasında Rasûlullah’la beraber olmasından dolayı, “…mağarada bulunan iki kişiden biri…” (et-Tevbe, 9/40) şeklinde ondan bahsedilmektedir.

      Asıl adı Abdülkâbe olup, İslâm’dan sonra Rasûlullah (s.a.s.)’in ona Abdullah adını verdiği kaydedilir. Azaptan azad edilmiş mânâsına “atik”; dürüst, sadık, emin ve iffetli olduğundan dolayı da “sıddîk” lâkabıyla anılmıştır. “Deve yavrusunun babası” manasına gelen Ebû Bekir adıyla meşhur olmuştur.

      Teymoğulları kabilesinden olan Ebû Bekir’in nesebi Mürre b. Kâ’b’da Rasûlullah’la birleşir. Anasının adı Ümmü’l-Hayr Selma, babasının ki Ebû Kuhafe Osman’dır. Künyesi Abdullah b. Osman b. Amir b. Amir… b. Murra …et-Teymî’dir. Bedir savaşına kadar müşrik kalan oğlu Abdurrahman dışında bütün ailesi müslüman olmuştur. Babası Ebû Kuhafe, Ebû Bekir’in halifeliğini ve ölümünü görmüştür. Hz. Ebû Bekir’in Rasûlullah (s.a.s.)’den bir veya üç yaş küçük olduğu zikredilmiştir. İslâm’dan önce de saygın, dürüst, kişilikli, putlara tapmayan ve evinde put bulundurmayan “hanif” bir tacir olan Ebû Bekir, ölümüne kadar Hz. Peygamber’den hiç ayrılmamıştır. Bütün servetini, kazancını İslâm için harcamış, kendisi sade bir şekilde yaşamıştır.

      Hz. Ebû Bekir, Fil yılından iki sene birkaç ay sonra 571’de Mekke’de dünyaya gelmiş, güzel hasletlerle tanınmış ve iffetiyle şöhret bulmuştur. İçki içmek câhiliye döneminde çok yaygın bir âdet olduğu halde o hiç içmemiştir. O dönemde Mekke’nin ileri gelenlerinden olup Arapların nesep ve ahbâr ilimlerinde meşhur olmuştur. Kumaş ve elbise ticaretiyle meşgul olurdu; sermayesi kırk bin dirhemdi ki, bunun büyük bir kısmını İslâm için harcamıştır. Rasûlullah’a iman eden Ebû Bekir (r.a.) İslâm dâvetçiliğine başlamış, Osman b. Affân, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf, Sa’d b. Ebî Vakkas ve Talha b. Ubeydullah gibi İslâm’ın yücelmesinde büyük emekleri olan ilk müslümanların bir çoğu İslâm’ı onun dâvetiyle kabul etmişlerdir.Hz. Ebû Bekir hayatı boyunca Rasûlullah’ın yanından ayrılmamış, çocukluğundan itibaren aralarında büyük bir dostluk kurulmuştur. Rasûlullah birçok hususlarda onun görüşünü tercih ederdi. Umûmî ve husûsî olan önemli işlerde ashâbıyla müşavere eden Peygamber (s.a.s.) bazı hususlarda özellikle Ebû Bekir’e danışırdı. (İbn Haldun, Mukaddime, 206).

      Araplar ona “Peygamber’in veziri” derlerdi.Teymoğulları kabilesi Mekke’de önemli bir yere sahipti. Ticaretle uğraşıyorlar, toplumsal temasları ve geniş kültürlülükleri ile tanınıyorlardı. Hz. Ebû Bekir’in babası Mekke eşrafındandı. Hz. Ebû Bekir, câhiliye döneminde de güzel ahlâkı ile tanınan, sevilen bir kişi idi. Mekke’de “eşnak” diye bilinen kan diyeti ve kefalet ödenmesi işlerinin yürütülmesiyle görevliydi. Muhammed (s.a.s.) ile büyük bir dostlukları vardı. Sık sık buluşur, Allah’ın birliği, Mekke müşriklerinin durumu ve ticaret gibi konularda müşâvere ederlerdi. İkisi de câhiliye kültürüne karşıydılar, şiir yazmaz ve şiiri sevmezlerdi, daha ziyade tefekkür ederlerdi.

      İslâm’ı benimsemesi : Hz. Ebû Bekir, Hira dağından dönen Hz. Muhammed ile karşılaştığında, Rasûlullah (s.a.s.) ona, “Allah’ın elçisi” olduğunu söyleyip “Yaratan Rabbinin adıyla oku” (el-Alâk, 96/1) diye başlayan âyetleri bildirdiği zaman hemen ona: “Allah’ın birliğine ve senin O’nun rasûlü olduğuna iman ettim” demiştir. Hz. Hatice’den sonra Rasûlullah’a ilk iman eden odur. Hz. Peygamber (s.a.s.) İslâm’ı tebliğinin ilk zamanlarında kiminle konuştuysa en azından bir tereddüt görmüş, ancak Ebû Bekir şeksiz ve tereddütsüz bir şekilde kabul etmiştir. Hatta Hz. Peygamber (s.a.s.), “Bütün insanların imanı bir kefeye, Ebû Bekir’in ki bir kefeye konsa, onun imanı ağır basardı ” diye lâtif bir benzetme de yapmıştır.

      Mü’min Ebû Bekir, hayatının sonuna kadar tüm varlığını İslâm’a adamış, bütün hayırlı işlerde en başta gelmiştir.Ebû Bekir Mekke döneminde güçlü kabilelere mensup kişileri İslâm’a kazandırmaya çalıştı, öte yandan müşriklerin işkencelerine maruz kalan güçsüzleri, köleleri korudu; servetini eziyet edilen köleleri satın alıp azad etmekte kullandı. Bilâl, Habbab, Lübeyne, Ebû Fukayhe, Amir, Zinnire, Nahdiye, Ümmü Ubeys bunlardandır.

      Kendisi de Mescid-i Haram’da müşriklerin saldırısına uğramıştı. Ebû Bekir, iman ettikten sonra İslâm’ı tebliğe gizli gizli devam ediyordu. Annesi, karısı Ümmü Ruman ve kızı Esma da iman etmiş, fakat oğulları Abdullah, Abdurrahman ve babası Ebû Kuhafe henüz iman etmemişlerdi. Osman b. Affan, Sa’d b. Ebî Vakkas, Abdurrahman b. Avf, Zübeyr b. Avvâm, Talha b. Ubeydullah gibi ilk müslümanları İslâm’a dâvet eden odur.

      Müşriklerin eziyetleri çoğalıp müslümanlara yapılan baskılar arttıktan sonra Hz. Peygamber Hz. Ebû Bekir’e de Habeşistan’a göç etmesini söylemiş ve Ebû Bekir yola çıkmış; ancak Berkü’l-Gımâd’da Mekke’nin ileri gelen kabilelerinden İbn Dugunne ile karşılaştığında İbn Dugunne onu himayesine aldığını ve Mekke’ye dönmesi gerektiğini belirterek, ikisi birlikte Mekke’ye dönmüşlerdir. Ancak şartlı olarak Ebû Bekir’i himayesine alan İbn Dugunne, Ebû Bekir’in açıktan açığa ibadet etmesi ve inancını yaymaya devam etmesi sebebiyle şartları yerine getirmediğini iddia ederek ona ibadetini gizli yapmasını söylediğinde Ebû Bekir, onun himayesine ihtiyacı olmadığını, zaten kendisine söz de vermediğini ifade etmişti: “Senin himayeni sana iâde ediyorum. Bana Allah’ın himayesi yeter.”

      Böylece onüç yıl Mekke’de Rasûlullah’ın yanında kalan Hz. Ebû Bekir, Hz. Aişe’nin rivâyetine göre, Rasûlullah hicret emrini alıp Ebû Bekir’e gelerek ona beraberce hicret edeceklerini söyleyince Ebû Bekir sevinçten ağlamaya başlamıştı (İbn Hişâm, es-Sire, II, 485).

      Hz. Peygamber’in bir gecede Mekke’den Kudüs’e oradan Sidretü’l Münteha’ya gittiği İsra ve Mirâc hâdisesini duyan müşrikler bunu Hz. Ebû Bekir’e yetiştirdikleri zaman; “O dediyse doğrudur.” demiştir. Bu sözünden sonra Ebu Bekir’e; ihlâslı, asla yalan söylemeyen, özü doğru, itikadında şüphe olmayan anlamında, “Sıddîk” lâkabı verildi. Kur’an tâbiriyle, “O, ne iyi arkadaştı ” (en-Nisâ, 4/69) denilebilir.İşte o “Sıddîk” ile o “Emîn”, o iki arkadaş beraberce Sevr dağındaki mağaraya hareket ederek hicret etmişlerdir.

      Hicreti Sevr mağarasına ilk giren Hz. Ebû Bekir, (r.a.) mağarada keşif yaptıktan sonra Rasûlullah içeri girmiştir. Ebû Bekir’in kızı Esma yolda yemeleri için azıklarını hazırlamıştı. Onlar Mekke’den ayrılınca müşrikler her tarafa adamlarını yollayarak aramaya başladılar. Kureyş kabilesinin müşrikleri Ebû Cehil başkanlığında Esma’nın evini aradılar, hakaret edip dayak attılar.Hz. Ebû Bekir (r.a.) hicret yolculuğuna çıkarken yanına bütün parasını almıştı. Buna rağmen kızı Esma onun nerede olduğunu, nereye gittiğini kâfirlere söylememiştir.

      İz süren Mekkeli müşrikler Sevr mağarasına kadar geldiler. Rasûlullah bu sırada Kur’ân’da anlatıldığı biçimde şöyle diyordu: “Üzülme, Allah bizimledir” (et-Tevbe, 104/40). Nitekim Allah ona güven vermiş, göremedikleri askerleriyle onu desteklemiştir; Allah güçlüdür, hakimdir. Kâfirler tüm aramalara rağmen onları bulamadılar. Mağarada üç gün kaldıktan sonra Medine’ye yönelen Rasûlullah ile Ebû Bekir Kuba’ya vardılar.

      Ebû Bekir mağarada kaldıkları günü şöyle anlatır: “Rasûlullah (s.a.s.) ile beraber bir mağarada bulundum. Bir ara başımı kaldırıp baktım. O anda Kureyş casuslarının ayaklarını gördüm. Bunun üzerine, ‘Ya Rasûlullah, bunlardan birkaçı gözünü aşağı eğse de baksa muhakkak bizi görür’ dedim. O, ‘Sus ya Ebû Bekir. İki yoldaş ki, Allah onların üçüncüsü ola, endişe edilir mi?’ buyurdu.

      Kuba’da üç gün kalan Rasûlullah ile Hz. Ebû Bekir nihayet Medine’ye vardılar. Medine’de Hz. Ebû Bekir humma hastalığına tutuldu. Hastalık ilerleyip yatağa düştüğünde Rasûlullah, “Allah’ım Mekke’yi bize sevgili kıldığın gibi Medine’yi de bize sevgili kıl, hummayı bizden uzaklaştır’ diye dua ettiği zaman Hz. Ebû Bekir ve hasta olan diğer sahâbîler iyileştiler.

      Bu arada Hz. Âişe ile Hz. Muhammed (s.â.s.)’in düğünleri yapıldı. Mescidi Nebî inşâ edildi. Masrafların bir kısmını Hz. Ebû Bekir karşıladı. Medine’de kardeşlik tesis edildiğinde Ebû Bekir’in kardeşliği Harise b. Zeyd oldu.Hz. Ebû Bekir Medine’de Mescidi Nebî’nin inşasına katıldı. Rasûlullah İslâm’ı yaymak ve düşmanlar hakkında bilgi toplamak için seriyye denilen keşif kollarını Medine dışına gönderiyor, bunlara bazen Hz. Ebû Bekir de katılıyordu. Rasûlullah ile birlikte bizzat çarpıştığı savaşlarda (Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te) Ebû Bekir de yer aldı. O, Müreysi, Kurayza, Hayber, Mekke, Huneyn, Taif gazvelerinde de bulundu.

      Rasûlullah’ın bizzat idare ettiği harplere gazve denir. Ebû Bekir, bu sözü geçen büyük savaşlardan başka, otuzdan fazla gazveye katılmıştır. Çarpışma olmaksızın Veddan, Buvat, Bedr-i Ûlâ, Uşeyre gazveleriyle de düşmanlar itaat altına alınmıştır. Bütün bu gazvelerde Hz. Ebû Bekir, Rasûlullah’ın en yakınında yer almış olup onun “veziri” gibi idi.

      Bedir’de, oğlu Abdurrahman müşrikler safında yer aldığında Ebû Bekir oğluyla çarpışmıştır. Sadece o değil, Bedir’de birçok sahâbî, oğlu, kardeşi, babası, dayısı ile çarpışmıştı. Bedir savaşı, müslümanların İslâm’ı herşeyden üstün tuttuklarını, Allah için en yakınları olan müşrikleri kan bağı veya kabile taassubu içinde kalmadan, başka insanlardan ayırdetmeden öldürdüklerini göstermektedir.

      Rasûlullah’ın bir amcası Hamza, İslâm ordusu safındayken öteki amcası Abbas, düşman safındaydı. Yeğeni Ubeyde kendi yanındayken, öteki yeğenleri Ebû Süfyan ve Nevfel müşriklerle beraberdi. Hattâ kızı Zeyneb’in eşi Ebû’l-As da Rasûlullah’a karşı müşriklerle birlikte savaşıyordu.

      Hicretin 9. yılında Medine’de büyük bir kıtlık oldu. Bu arada Bizans İmparatoru, Şam’da Hicaz bölgesini istilâ etmek üzere büyük bir ordu hazırladı. Rasûlullah, bu orduya karşı İslâm ordusunu hazırlarken, kıtlık sebebiyle zorluklarla karşılaştı. Ebû Bekir malının hepsini bu ordunun hazırlanmasında kullandı. Onuncu yılda “Vedâ Haccı”nda bulunan Allah’ın Rasûlü, onbirinci yılda hastalandı.

      Hicrî onbirinci yılda hastalanan Rasûlullah (s.a.s.) 13 Rebiyülevvel Pazartesi günü (8 Haziran 632) vefât etti. Onun vefâtını duyan müslümanlar büyük bir üzüntüye kapıldılar ve ilk anda ne yapmaları gerektiğine karar veremediler. Ama o da bir ölümlüydü. Hz. Ömer, onun Hz. Musa gibi Rabbi ile buluşmaya gittiğini, O’nun için “öldü” diyen olursa ellerini keseceğini söylüyordu. Ebû Bekir, Rasûlullah’ın iyi olduğu bir sırada ondan izin alarak kızının yanına gitmişti. Vefât haberini duyar duymaz hemen geldi, Rasûlullah’ı alnından öptü ve “Babam ve anam sana fedâ olsun ya Rasûlullah. Ölümünde de yaşamındaki kadar güzelsin. Senin ölümünle peygamberlik son bulmuştur. Şânın ve şerefin o kadar büyük ki, üzerinde ağlamaktan münezzehsin. Yâ Muhammed, Rabbinin katında bizi unutma; hatırında olalım …” dedi.

      Sonra dışarı çıkıp Ömer’i susturdu ve; “Ey insanlar, Allah birdir, O’ndan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun kulu ve elçisidir. Allah apaçık hakikattir. Muhammed’e kulluk eden varsa, bilsin ki o ölmüştür. Allah’a kulluk edenlere gelince, şüphesiz Allah diri, bâkî ve ebedîdir. Size Allah’ın şu buyruğunu hatırlatırım: “Muhammed sadece bir elçidir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse siz ökçelerinizin üzerinde geriye mi döneceksiniz? Kim ökçesi üzerinde geriye dönerse Allah’a hiçbir ziyan veremez. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır” (Âl-i İmrân, 3/144).Allah’ın kitabı ve Rasûlullah’ın sünnetine sarılan doğruyu bulur, o ikisinin arasını ayıran sapıtır. Şeytan, peygamberimizin ölümü ile sizi aldatmasın, dininizden saptırmasın. Şeytanın size ulaşmasına fırsat vermeyiniz” (İbn Hişâm, es-Sire, IV, 335; Taberî, Târih, III, 197,198).

      Hz. Ebû Bekir bu konuşmasıyla orada bulunanları teskin ettikten sonra Rasûlullah’ın teçhiziyle uğraşırken, Ensâr, Benû Sâide sakifesinde toplanarak Hazrec’in reisi olan Sa’d b Ubâde’yi Rasûlullah’tan sonra halife tayini için bir araya gelmişlerdir. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Ebû Ubeyde ve Muhacirlerden bir grup hemen Benû Saîde’ye gittiler. Orada Ensâr ile konuşulduktan ve hilâfet hakkında çeşitli müzakereler yapıldıktan sonra Hz. Ebû Bekir, Ömer ile Ebû Ubeyde’nin ortasında durdu ve her ikisinin ellerinden tutarak ikisinden birine bey’at edilmesini istedi. O, kendisini halife olarak öne sürmedi. Hz. Ebû Bekir’in konuşmasından sonra Hz. Ömer atılarak hemen Ebû Bekir’e bey’at etti ve, “Ey Ebû Bekir, müslümanlara sen Rasûlullah’ın emriyle namaz kıldırdın. Sen onun halifesisin ve biz sana bey’at ediyoruz. Rasûlullah’a hepimizden daha sevgili olan sana bey’at ediyoruz” dedi.

      Hz. Ömer’in bu âni davranışı ile orada bulunanların hepsi Ebû Bekir’e bey’at ettiler. Bu özel bey’attan sonra ertesi gün Mescid-i Nebî’de Hz. Ebû Bekir bütün halka hutbe okudu ve resmen ona bey’at edildi. Rasûlullah’ın defni salı günü gerçekleşirken, onun nereye defnedileceği hakkında da bir ihtilâf meydana geldiğinde Hz. Ebû Bekir yine ferasetini ortaya koydu ve “Her peygamber öldüğü yere defnedilir” hadisini ashaba hatırlatarak bu ihtilâfı giderdi. Rasûlullah’ın cenaze namazı imamsız olarak gruplar halinde kılındı. Bütün bunlar olurken, Hz. Ali’nin Hz. Fatıma’nın evinde Haşimoğulları ve yandaşları ile toplandığı ve bey’ata ilk zamanlar katılmadığı nakledilir. Hz. Ali rivâyetlere göre, el-Bey’atü’l-Kübrâ’ya bey’at edildiği haberini alır almaz, elbisesini yarım yamalak giydiği halde evden fırlamış ve gidip Hz. Ebû Bekir’e bey’at etmiştir (Taberî, Târih, III, 207).

      Onun aylarca Hz. Ebû Bekir’e bey’at etmediği haberleri gerçeğe uygun olmasa gerektir. Çünkü onun Ebû Bekir’in üstünlüğünü bildiği, onun hakkında yaptığı konuşmalar ve tarihin akışı, diğer rivâyetlere aykırıdır.Râsulullah’ın en yakın ashâbı arasında -hattâ Ebû Bekir ile Ömer arasında- zaman zaman ihtilâflar, görüş ayrılıkları meydana gelmişse de ilk iki halife zamanında da görüldüğü gibi dâima birliktelik devam ettirilmiştir. Anlaşmazlık gibi görünen hâdiselerin birçoğunda huy ve karakter farklılığı rol oynuyordu.

      Meselâ Ebû Bekir yumuşak ve sâkin davranırken, Ömer sertlik yanlısıydı. Ama her zaman birlikte hareket ettiler. Ebû Bekir’in yönetiminde, Hz. Ali ve Zübeyr b. Avvam Ridde savaşlarında kararların içinde, namazlarda Ebû Bekir’in arkasında yer almışlardır (İbn Kesir, el-Bidâye ve’n Nihâye, V, 249).

      Hz. Ali, Rasûlullah’ın bir vasiyeti olsaydı ölünceye kadar onu yerine getireceğini söylemiş (Taberî, a.g.e., IV, 236) ancak, İbn Abbas’ın Rasûlullah hastalandığı zaman ona gidip hilâfet işini sormak istemesini geri çevirmiştir. Yani Hz. Ebû Bekir’in halifeliğine karşı kimseden bir çıkış olmamıştır. Zaten tabii, fıtrî, akli ve maslahata uygun olan da onun halifeliğidir. Hz. Peygamber ölmeden önce yazılı bir ahidname bırakmamış, ancak Hz. Ebû Bekir’in faziletine dair Mescid’de konuşmuş, hasta yatağındayken onu ısrarla çağırtmış ve yerine İmam tâyin etmiştir.Hz. Ebû Bekir, kendisine Rasûlullah’ın mirasından pay almak için gelen Hz. Fâtıma’ya, “Rasûlullah’ın yaptığı hiçbir şeyi yapmaktan geri durmam” diyerek, Fâtıma’nın peygamberin kızı olmasını dinin üstün tutulmasından daha önemsiz görmüş ve Rasûlullah’ın yanındayken ondan ne duymuş, ne görmüşse onu tatbik etmiştir (Taberî, III, 220).

      Sonraları Hz. Ali’nin hilâfeti zamanında Fâtıma’ya -ki, Ebû Bekir’e gidip miras isterken onu savunmuştu- mirastan hiçbir şey vermemesi de ashâbın Rasûlullah’ın sünnetine nasıl itaat ettiklerinin delilidir (İbn Teymiye, Minhâc’üs-Sünne, III, 230).

      Hz. Ebû Bekir “Rasûlullah’ın Halifesi” seçildikten sonra Mescid’de yaptığı konuşmada, “Sizin en hayırlınız değilim, ama başınıza geçtim; görevimi hakkıyle yaparsam bana yardım ediniz, yanılırsam doğru yolu gösteriniz; ben Allah ve Rasûlü’ne itaat ettiğim müddetçe siz de bana itaat ediniz, ben isyan edersem itaatiniz gerekmez…” demiştir (İbn Hişâm, es-Sire, IV, 340-341; Taberî, Târih, III, 203).

      Mürtedlerle Mücadele : Irak ve Suriye Fütühatı, Hz. Ebû Bekir Rasûlullah’ın halifesi olduktan sonra, onun vefâtıyla Arabistan’da Mekke ve Medine dışındaki bölgelerde görülen dinden dönme hareketlerine, yalancı peygamberlere, “namaz kılarız, ama zekât vermeyiz” diyenlere karşı savaş açtı. Esvedu’l-Ansı, Müseylemetü’l-Kezzâb, Secah, Tuleyha gibi yalancı peygamberlerle yapılan savaşlarla bu zararlı unsurlar yok edilmiş, isyan bastırılmış, zekât yeniden toplanmaya ve Beytü’l-Mal’e konulup dağıtılmaya başlanmıştır. Rasûlullah’ın hazırladığı, ancak vefâtı sebebiyle bekleyen Üsâme ordusunu Ürdün’e yollayan Ebû Bekir, Bahreyn, Umman, Yemen, Mühre isyanlarını bastırmıştır. İçte isyancılarla mücâdele edilirken, dışta da iki büyük imparatorluğun, İran ve Bizans’ın ordularıyla karşılaşılmıştır. Hîre, Ecnâdin ve Enbâr, savaşlarla İslâm diyarına katılmış, Irak fethedilmiş, Suriye’nin de önemli kentleri ele geçirilmiştir. Yermük savaşı devam ederken Hz. Ebû Bekir vefât etmiştir.

      Onun ordusuna verdiği öğütlerde şu ibareler vardır: “Kadın, çocuk ve yaşlılara dokunmayın, yemiş veren ağaçları kesmeyin, ma’mur bir yeri tahrip etmeyin, haddi aşmayın, korkmayın.” Gerçekten İslâm ordusu fethettiği yerlerde kimseye zulmetmemiş, adaletiyle düşmanların takdirini kazanmış, müslüman olmayıp da cizye vererek İslâm’ın himayesine giren milletler huzur ve emniyet içinde yaşamışlardır.

      Kur’ân-ı Kerîm’in Toplanması “Mushaf”ın Meydana gelmesi : Hz. Ebû Bekir, Ridde harplerinde, vahiy kâtiplerinin ve kurrâ’nın birçoğunun şehid olması üzerine, Hz. Ömer’in Kur’ân’ın toplanması fikrine önce sıcak bakmamışsa da sonra ona hak vererek, Kur’ân âyetlerinin toplanmasını sağlamıştır. Rasûlullah zamanında peyderpey inen vahiy, kâtiplerce ceylan derilerine, beyaz taşlara, enli hurma dallarına yazıldığı gibi, ashâbın çoğu da Kur’ân hâfızı idi. Ancak, yazılı olan âyetler dağınıktı, kurrâ da azalınca Kur’ân’ın muhafazası hususunda endişe edildi. Ebû Bekir, Zeyd b. Sâbit’in başkanlığında bir heyet teşkil ederek, herkesin elindeki âyetleri getirmesini emretti. Ayrıca şâhitlerle âyetler doğrulanıyor, kurrâ’ ile te’kid ediliyordu. Böylece bütün âyetler toplandı ve “Mushaf” meydana getirildi.Bu Mushaf Ebû Bekir’den Ömer’e, ondan da kızı Hafsa’ya geçti ve Hz. Osman zamanında çoğaltılarak Dârü’l-İslam’ın bütün vilâyetlerine dağıtıldı.

      Vefâtı : Hilâfeti iki sene üç ay gibi çok kısa bir müddet sürmesine rağmen Hz. Ebû Bekir zamanında İslâm devleti büyük bir gelişme göstermiştir. Hz. Ebû Bekir Hicrî 13. yılda Cemâziyelâhir ayının başında hicretten sonra Medine’de yakalandığı hastalığının ortaya çıkması üzerine yatağa düşünce yerine Ömer’in namaz kıldırmasını istedi. Ashâbla istişâre ederek Hz. Ömer’i halifeliğe uygun gördüğünü söyledi. Hz. Ömer’in sert ve kaba oluşu gibi bazı itirazlara cevap verdi ve hilâfet ahitnamesini Hz. Osman’a yazdırdı. Ebû Bekir (r.a.) de, çok sevdiği Rasûlullah gibi altmışüç yaşında vefât etti. Vasiyeti gereği Rasûlullah’ın yanına -omuz hizasında olarak- defnedildi. Böylece bu iki büyük insanın, iki büyük dostun, kabirlerinde de birliktelikleri devam etti.

      Kişiliği ve Yönetimi : Tâcir olarak geniş bir kültüre sahip olan Hz. Ebû Bekir, dürüstlüğü ve takvâsı ile ashâb içinde ilk sırada yeralır. Karakteri; yumuşak huyluluk, çok düşünüp çok az konuşmak, tevâzu ile belirgindi. Hz. Âişe’nin rivâyetine göre, “gözü yaşlı, gönlü hüzünlü, sesi zayıf” biri idi. Câhiliye döneminde müşrikler ona güvenir, diyet ve borç-alacak işlerinde onu hakem tanırlardı. Rasûlullah’ın en sadık dostu olan Ebû Bekir’in Mirâc olayında sergilediği sonsuz bağlılık örneği ona “es-Sıddîk” lâkabını kazandırmıştır. O bu olayda “O ne söylüyorsa doğrudur” demiştir.

      Cömertlikte ondan üstünü de yoktur. Bütün malını mülkünü İslâm için harcamış, vefât ederken vasiyetinde, halifeliği müddetince aldığı maaşların, topraklarının satılarak iâde edilmesini istemiş ve geride bir deve, bir köleden başka birşey bırakmamıştır. Dört eşinden altı çocuğu olan Ebû Bekir, kızı Âişe’yi Rasûlullah ile hicretten sonra evlendirmiştir (Tabakat-ı İbn Sa’d, VI, 130 vd.; İbnu’l-Esir, II, 115 vd).

      Hicret sırasında mağarada iken ayağını bir yılan soktuğunda ve ayağı acıdığında o sırada dizine yatıp uyumuş olan Peygamber’i uyandırmamak için sesini çıkarmaması, ağlarken Hz. Peygamber uyanıp ne olduğunu sorduğunda, “Anam-babam sana fedâ olsun ya Rasûlullah” demesi olayı Ebû Bekir’in Rasûlullah’a olan bağlılığının örneklerinden sadece biridir. Hz. Ebû Bekir’in beyaz yüzlü, zayıf, doğan burunlu, sakallarını kına ve çivit otuyla boyayan sakin bir adam olduğu rivâyet edilir (İbnü’l Esir, el-Kâmil fi’t-Târih, II, 419-420).

      Rasûlullah’tan sonra bu ümmetin en hayırlısı Ebû Bekir’dir. O, Hz. Peygamber’in veziri, fetvâlarda en yakını idi. Rasûlullah’ın, “İnsanlardan dost edinseydim, Ebû Bekir’i edinirdim” (Buhâri, Salât, 80: Müslim, Mesâcid, 38: İbn Mâce, Mukaddime, II) ve “Herkeste iyiliklerimin karşılığı vardır, Ebû Bekir hariç” demesi ve son hutbesinde, “Allah, kullarından birini dünya ile kendi katında olan şeyleri tercih hususunda serbest bıraktı; kul, Allah katında olanı tercih etti” diye Ebû Bekir’i övmesi ve mescide açılan tüm kapıları kapattırıp yalnız Hz. Ebû Bekir’in kapısını açık bırakması ona verdiği değeri göstermektedir.

      Hz. Ebû Bekir’in nasslara aykırı hiçbir görüşü bize ulaşmamıştır, çünkü böyle bir reyi yoktur. Ebû Bekir nâsih sünneti çok iyi biliyor, Rasûlullah’ı herkesten çok tanıyordu. Bu yüzden hilâfetinde kendisine karşı içte muhâlif bir hareket olmamış ve fitneler görülmemiştir (Buhâri, Fedâilü’l-Ashâbı’n-Nebî, 3 ). İhtilâf veya ihtilâflarda çözümsüzlük, bid’atler onun devrinde yaşanmamıştır. “Üzülme, Allah bizimle beraberdir” buyuran Rasûlullah’ın haberi sanki lâfızda ve mânâda Hz. Ebû Bekir’de zâhir olmuştur (İbn Teymiye, Külliyat Tercümesi, İstanbul 1988, IV, 329).

      Kaynaklarda onun, “Ben ancak Rasûlullah’a tâbiyim, birtakım esaslar koyucu değilim” diye kararlarında çok titiz davrandığı zikredilir (Taberî, IV, 1845; İbn Sa’d, III, 183). Bir meseleyi hallederken önce Kur’ân’a bakar, bulamazsa Sünnet’te araştırır, orda da bulamazsa ashâbla istişâre eder ve ictihad ederdi. Ganimetin bölüşümü meselesinde Muhâcir-Ensâr eşitliği’nin ihtilâfa yol açmasında Ömer’in Muhâcirlere daha çok pay verilmesini savunmasına rağmen ganimeti eşit olarak bölüştürmüştür. O sebeple hilâfetinde huzursuzluk çıkmadı.

      Rasûlullah ve kendisi, bir mecliste bir anda verilen üç talâkı bir talâk saymışlar, bu daha sonra-birçok “maslahat gereği” diye yapılan değişiklik gibi- üç talâk sayılmıştır. Yani Ebû Bekir, Rasûlullah’ın tüm uygulamalarını aynen tatbik etmek istemiş; bazen -kalpleri İslâm’a ısındırmak istenenlere toprak vermesi gibi- maslahat gereği veya zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesini söyleyen ashâbına uymuştur. Müslümanlar henüz otuzsekiz kişiyken Mekke’de Mescid-i Haram’da İslâm’ı tebliğ eden ve müşriklerce dövülen Ebû Bekir’e hilâfetinde “Halifet-u Rasûlillah” denilmiş, sonraki halifelere ise “Emîrü’l-Mü’minîn” denilmiştir.

      Mâlî işlerini Ebû Ubeyde, kadılık ve kazâ işlerini Hz. Ömer, kâtipliğini Zeyd b. Sâbit ve Hz. Ali, başkumandanlığını Üsâme ve Halid b. Velid yapmıştır. Medine Dârü’l-İslâm’ın başkenti olmuş, Mekke, Taif, San’a, Hadramevt, Havlan, Zebid, Rima, Cened, Necran, Cureş, Bahreyn vilâyetlere ayrılmıştır. Yönetimi merkezî olup, ganimetlerin beşte biri Beytü’l-Mal’de toplanmıştır.Hz. Ebû Bekir, Mukillîn denilen çok az hadis rivâyet eden ashâbdan sayılır. O, yanılıp da yanlış birşey söylerim korkusuyla yalnızca yüz kırk iki hadis rivâyet etmiş veya ondan bize bu kadar hadis rivâyeti nakledilmiştir.

      Hutbe ve öğütlerinden bazıları şöyledir:”Rasûlullah vahy ile korunuyordu. Benim ise beni yalnız bırakmayan bir şeytanım vardır… Hayır işlerinde acele edin, çünkü arkanızdan acele gelen eceliniz var… Allah için söylenmeyen bir sözde hayır yoktur… Herhangi bir yericinin yermesinden korktuğu için hakkı söylemekten çekinen kimsede hayır yoktur… Amelin sırrı sabırdır… Hiç kimseye imandan sonra sağlıktan daha üstün bir nimet verilmemiştir… Hesaba çekilmeden kendinizi hesaba çekiniz .

    65. FITIR SADAKASI ORUÇLUNUN HATALARINI TEMİZLER
      Rahman Rahim Allahin adi ile…
      Allaha hamd olsun.
      Selam olsun onun secmis oldugu kullarina.
      FITIR SADAKASI ORUÇLUNUN HATALARINI TEMİZLER

      Fıtır, orucu açmak mânâsına gelen bir kelimedir. Fıtır sadakası ise, Allahın insana Ramazan ayını idrâk etme, yaşama onun bereketinden istifâde etme imkânı vermesine karşılık bir şükran olarak verilen sadaka demektir. Türkçemizde bu kelime, öteden beri fitre olarak kullanılır. Fitrenin arapça aslı olan fıtra ise yaratılış, fıtrat mânâlarına gelir. Bu yönüyle fitre yani fıtır sadakası, Allahın bizleri kâinatta en yüce varlık olarak yaratmasına karşılık teşekkürün ifâdesidir.

      Fitre, Efendimiz(s.a.v.)in Medîneye hicretlerinden iki sene sonra orucun farziyetiyle beraber vâcip kılınmış bir ibâdettir.

      Fitre hakkında İbni Abas (r.a.). Resûlüllah (s.a.v.), fıtır sadakasını oruçluyu faydasız söz ve fiillerden, çirkin ve ölçüsüz lafların (pisliğinden) temizleyici, fakirlere de yiyecek olmak üzere vâcip kıldı.(Ebû Dâvud, Zekât 17 İbni Mâce, Zekât 21) buyurmaktadır.

      Buradan hareketle fitrenin kazandırdıklarını ferdî ve ictimaî olmak üzere iki ayrı açıdan ele alabiliriz. Şöyle ki; oruç tutan kişi, beşeriyeti îcabı kendisine ve hele hele oruçlu bir insana yakışmayacak davranışlarda, konuşmalarda, hatta düşüncelerde bulunabilir. Bunlar oruç ibâdeti adına bir eksikliktir. Bu eksikliklerin telâfi edilmesi, ibâdetin kâmil ve mükemmel olması için şarttır. Bilindiği gibi sehiv secdesi, namazda yanılma neticesi meydana gelen kusuru telâfi eden bir ameldir. İşte bu açıdan fitre de, orucu mükemmeliyete taşıyan bir ibâdettir.

      İctimaî açıdan ise fitre, cemiyetin fertlerinin dertleri ile dertlenme ve onları çözme adına atılan küçük bir adımdır. Fitre zenginden fakire sevgi, fakirden zengine de hürmet ve saygı adına kurulan bir köprüdür. Fitre, vermenin zevkini tatma, veren el olma adına bir vesîledir.

      Her şeyden önce fitre, Allah Resûlünün inananlara emridir. Fitre hâssaten bayram günlerinde fakir fukaranın sofrasının zenginleşmesine, üzerine daha güzel elbiseler alıp giymesine vesîle olacaktır.

      Ebû Muhammed Ebherînin açıklamasına göre mânâsı, yaratılışın zekâtı demektir. fıtır Sadakası, âdeta bedenin zekâtıdır, denilmiştir. O bakımdan bazıları, sadakai fıtra, baş sadakası ve bedenin zekâtı denildiğini nakletmişlerdir. (ReddülMuhtâr, AledDürrilMuhtâr, 4/201)

      Salebe bin Suayr (r.a.)den rivâyet edildiğine göre, Resûlüllah (s.a.v.) ramazan bayramından bir veya iki gün önce irad buyurdukları hutbelerinde şöyle buyurmuşlardır:

      Her hür ve köle için, her küçük ve büyük için sadaka olarak; buğdaydan yarım sa veya hurmadan yahut da arpadan bir sa nisbetinde veriniz. (İmam Serahsî, elMebsût, 3/101)
      ——————————————————————–
      SÂ:
      Hanefî mezhebinde 3500 grlık veya 4.2 litrelik ölçü birimi. Bu miktar diğer mezheblerde farklıdır.

      —————————————————————————-
      Bu hadîsi şerifi esas alan Hanefî müctehidleri, Sadakai fıtr vâciptir; çünkü haberi vâhidle sâbit olmuştur (İ. Mergınânî, elHidâye Şerhu BidâyetilMübtedî, 1/115) hükmünde ittifak etmişlerdir.

      Yine sadakanın Ehemmiyeti ile ilgili Buhârî (rh.)nin rivâyet ettiği bir hadîsi şerifte, iki cihan güneşi, ins ve cinnin peygamberi, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

      * Her Müslümanın sadaka vermesi lâzımdır. Ashâbı kirâm sordu:

      * Ey Nebiyyallah! Ya verebilecek sadakası yoksa? Resûlüllah (s.a.v.) buyurdu ki:

      * Eliyle çalışıp hem kendi faydalansın, hem de başkalarına sadaka versin. Ashâbı kirâm tekrar sordu:

      * Buna da gücü yetmezse? Resûlüllah (s.a.v.):

      * Düşküne, ihtiyaç sahibine yardım etsin! cevabını verdi. Ashâbı kirâm yine:

      * Ya böyle bir ihtiyaç sahibi bulamazsa? diye sordu. Resûli Ekrem (s.a.v.):

      * Hayrı ve iyiliği emretsin! buyurdu. Ashâbı kirâm:

      * Ya bunu da yapamazsa? deyince, Resûlüllah (s.a.v.):

      * Kötü bir şeyi yapmak veya söylemekten kendini alıkoysun; zira bu hareket, onun için bir sadakadır, buyurdu.

      Bu itibarla nisâba mâlik olan hür bir Müslüman, hem kendisi için, hem de fakir olan matuh (bunamış), mecnûn veya küçük çocuğu için ve hizmetinde bulunan köle veya câriyesi için sadakai fıtr vermekle mükelleftir. Bu hususta efendinin ehliyetine bakılır. (Ö. N. Bilmen, B. İslâm İlm., s. 362)

      Resûlüllah (s.a.v.) Efendimizin, Böyle bir günde (bayramda) siz, miskinleri dilenmekten müstağnî kılın (kurtarın) hadîsi şeriflerini esas alan Hanefî âlimleri, Sadakai fıtrın bayram namazından önce verilmesi müstehaptır hükmünde ittifak etmişlerdir. (Molla Hüsrev, DürerulHukkâm, fî Şerhi GurerilAhkâm, 1/195)

      Bilindiği gibi sadakai fıtr, ramazan bayramının ilk günü ikinci fecrin yani sabah namazı vaktinin girmesiyle vâcip olur. Fakat daha önce de verilebilir. Her fıtranın bir fakire verilmesi vâciptir; bir fıtranın bölünerek iki fakire verilmesi câiz olmaz.

      Çünkü nass (hadîsi şerif) ile beyan edilen, fakiri veya miskini dilenmekten müstağnî kılmaktır. Halbuki bir fıtradan azı ile, yani verilecek bir fıtranın ikiye bölünmesiyle bu maksat hâsıl olmaz. (Molla Hüsrev, DürerulHukkâm, fî Şerhi GurerilAhkâm, 1/196)

      Gerçi bugünkü şartlarda bir fitre ile de ne gibi bir ihtiyacın giderilebileceği ayrıca düşünülmesi gereken bir husustur. O bakımdan bu noktayı da dikkatten uzak tutmayıp ona göre hareket etmenin daha isâbetli olacağını hatırlatmakta yarar görüyoruz.
      Selam, Hudaya ittiba edenlere

      Yazı kategorisi: BUNLARI BiLiYORMUYDUNUZ, DiGER KONULAR, DiNi KONULAR, FETVALAR, FIKIH, FITIR SADAKASI, ORUC, RAMAZAN-I ŞERİF | » yorum bırak;

    66. Ebû Derda (r.a.) anlatıyor:

      “Allah Resûlü’nü (s.a.v.) şöyle derken dinledim:

      ‘Kim ilim tahsili için yola koyulursa Allah onun için cennete giden yolu kolaylaştırır.

      Melekler, yaptığı işten dolayı duydukları hoşnutluğu belirtmek üzere ilim öğrenenin üzerine kanatlarını gererler. Göktekiler ve sudaki balıklara varıncaya kadar yeryüzünde yaşayan tüm canlılar ilim öğrenen kimse için mağfiret dilerler.

      Alimin, ibadetle meşgul olan (âbid) kimseye olan üstünlüğü, ayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Alimler peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne dinar ne de dirhem miras bırakmazlar. Peygamberler miras olarak sadece ilim bırakırlar. Kim ilmi elde ederse büyük bir pay ele geçirmiş olur.”

      Ebû Davud, Tirmizî, İbn Mâce, Beyhaki ve İbn Hibban

      “Oku..”4

      Allah-u Teâlâ’nın, Peygamberi Muhammed’e (s.a.v.) söylediği ilk söz. Hz. Peygamber’in kalbine inen ilk vahiy nuru… Vahyin ilk ışıltısı ve ilk aydınlığı…

      Okumak ilmin yolu; ilim ise bilmenin kaynağıdır. Bilgi ise aklın ve kalbin nurudur. Bilgi olmadığı takdirde akıl ve kalp, cehaletin ıssız vadilerinde, dalaletin çöllerinde nereye gittiğini bilmez şaşkın bir halde kalakalır. Bilgi olmadığı sürece akıl ve kalp asla hidayet yolunu bulamaz.

      İlimden maksat; bireyin dünya ve ahiret hayâtında kendisinden faydalandığı ve başkalarına da faydalı olduğu her ilimdir. Özelikle insanı evrenin, hayâtın ve eşyanın değişmez kanunlarının kaynağı olan Yaratıcı’ya bağlayan ilimdir. Çünkü insanın öğrendiği ve keşfettiği bütün bilgilerin yegane kaynağı ve mercii ancak Allah’tır. Aynı şekilde elde edilen maddi neticelerin kaynağı da O’dur.

      Çiftçinin ürün elde etmek, hasat almak ya da istifade etmek amacıyla toprağa bıraktığı çekirdek ya da tohumu düşün. Allah işte o çekirdek ve tohumun ürününü verebilmesini belli koşullara bağlamıştır. Bu koşullardan bir tanesi eksik olsa, toprağa bırakılan o çekirdek veya tohum asla beklenen ürünü vermez.

      Çiftçinin ya da ziraatçinin tecrübeleri ve uygulamaları esnasında elde ettiği ilmin kaynağı ve esası Rabdir. Çekirdeğin, tohumun, havanın, suyun, güneşin Rabbi… Aynı şekilde çalışan elin, gözlemleyen gözün, şefkatli gönlün Rabbi…

      Bütün bunların üstünde ise “ümit” var…

      Bol ve temiz ürün elde etme ümidi…

      Geçmişte ve günümüzde birtakım insanlar, ümidi ve imani ilmi temelinden saptırarak kendi zanlarınca birtakım zaruri sonuçlara bağladılar. Gerçekte onlar hakikatin etrafında dolaşmakta ama ona asla ulaşamamaktadırlar.

      Çünkü ümit gayb’dır… Gayb ise yalnızca Allah’ın kudret ve tasarrufundadır.

      İlim konusunda, dünyevi ilimleri ve özelliklerini mutlaka anlatacak olsaydım, dini ilimleri anlatmadan geçmezdim. Çünkü dini ilimler anlatılmaya daha layıktır. Kaldı ki, dini ilimleri anlatmak da ilim öğretme ve öğrenmenin bir çeşididir. Bazen zındıklığın amaçlandığı, yıkımın hedeflendiği ve dini ilmin ifsadı niyetiyle öğrendiği durum bunun dışında kalır… Bunda ise pek çok tehlike vardır. Allah’ın Resûlü (s.a.v.) ne kadar doğru söylemiş:

      “Ümmetim hakkında en çok endişe ettiğim şey, çok bilmiş her münafıktır.”

      Hadis-i şerîfe, temiz ve iffetli söze dönüyoruz:

      “Hiç kuşkusuz ilim öğrenmek farzdır.”

      İlmin farz oluşuna ilişkin pek çok özendirici faktör vardır. “Kim ilim tahsili için yola koyulursa Allah onun için cennete giden yolu kolaylaştırır…”

      “Kolaylaştırır” sözcüğünde duralım.

      Hadis-i şerîfte buyurulmaktadır ki:

      “Cennet gönle hoş gelmeyen şeylerle çevrilidir.”

      Öyleyse cennet yolu zorlu ve çetindir. Cennet’in etrafı meşakkat, yorgunluk ve bıkkınlıklarla kuşatılmıştır. Cennet yolcusu pek çok yanılmalara, yanlışlara, tökezlemelere düçar olacaktır.

      İnsan nefsini tahrik eden şehvet çukurları, keyfi arzuların zirveleri, şehvet dikenleri ve tırmıkları… Ter, gözyaşı, mücadele, savaş ve sabır…

      Bunların hepsi ilmin kaynağına sımsıkı bağlanmış ilim öğrencisinin önünde kolaylaşmaktadır. Niçin?

      Çünkü ilim öğrencisi, engeller karşısında ancak apaçık bir delille hareket ederek bütün engelleri hiçbir zorluk ve sıkıntı duymadan aşmaktadır. Asla şaşkınlığa düşüp yolunu kaybetmemekte, yolda tıkanıp kalmamakta ve tereddüt etmemektedir.

      İlim öğrencisinin karşılaştığı kolaylığın ilki ve en büyüğü, meleklerin kanatlarıdır.

      Bu kanatlar ilim öğrencisi için yere iner ve son derece şefkat ve yumuşaklıkla onu üzerine alır. Sonra, engellerin üstüne yükselip adeta engellerle alay ederek, onlara aldırmadan geçip gitmesi için meleklerin kanatları ilim öğrencisini kaldırır, yükseklere çıkarır.

      Meleklerin kanatlarında manevi dereceler kateden ilim öğrencisi dünya hayâtının ağırlıklarından hafiflediğini, yeryüzünün kir ve pisliklerinden gönlünün ve vicdanının temizlendiğini hisseder.

      Vicdanında hoşnutluk nağmeleri ve mutluluk melodileri ses verir. Yüzünde derin bir neşe belirir.

      Sonra bütün bunlar yola devam etme azmi ve kararlılığı biçiminde davranışlarına akseder.

      Bu durum gerçekte Hz. Peygamber’in (s.a.v.) haber verdiğinden başka bir şey değildir:

      “Göktekiler ve sudaki balıklara varıncaya kadar yeryüzünde yaşayan tüm canlılar ilim öğrenen kimse için mağfiret dilerler.”

      Denizlerin karanlık mağaralarında ve yoğun su katmanları altında yaşayan balıklara varıncaya kadar tüm canlılar ilim öğrenen kimse için sürekli mağfiret diliyorlar. Mağfiret dilekleri su katmanlarını yarıyor, nihayet suyun yüzeyine çıkıyor ve bir ahenk içinde diğer dualara katılıyor.

      Sevgili gençler…

      İlim öğrencisinden bütün dünya razı ve hoşnuttur.

      Aileden başlayıp tüm canlılara varıncaya kadar bütün dünya…

      Makam ve onur bakımından ilim öğrencisinin sahip olduğu fazilet ve üstünlüğe denk hiçbir fazilet ve üstünlük yoktur… İbadetle meşgul olan (âbid) kimse Allah katında ve insanlar nezdinde yüksek bir derecede olduktan sonra, ilmiyle amel eden alim de, elbette daha yüksek bir makamda ve daha ulvi bir mertebede olacaktır.

      Alimin âbid kimseye olan üstünlüğü, dolunayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir.

      Dolunayın bulunmadığı bir gecede yıldızlar parlak bir biçimde ortaya çıkarlar ve etrafa ışık saçarlar. Hatta ışığı cılız en uzaktaki yıldız bile belirginleşir, göze gelir. Ama ay ortaya çıkıp dolunay halini aldığında o yıldızlar tutulur, gizlenir ve tevazu gösterirler.

      Alim ile âbid arasındaki fark işte böyledir!!..

      “Alimler peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne dinar ne de dirhem miras bırakmazlar. Peygamberler miras olarak sadece ilim bırakırlar. Kim ilmi elde ederse büyük bir pay ele geçirmiş olur.”

      Büyük bir miras, ağır bir sorumluluk, zor bir emanet…

      Kime bu miras verilmiş ve o da bunları hakkıyla takdir edip kıymetini bilerek, gereğini yerine getirmiş ise muhakkak o dosdoğru bir yola (sırat-ı müstakim’e) iletilmiştir. Kime de bu miras verilmiş ve o da bunları hakkıyla takdir edemeyerek kıymetini bilmeyerek, gereğini yerine getirmemiş ise muhakkak onun ameli boşa gitmiştir. Ve kime de bu miras verilmemiş ve o da bunları elde etmek için gayret göstermemiş ise muhakkak o dünyasını ve ahiretini ziyan etmiştir.

      Sevgili gençler…

      Göz ve kalplerimizden cehalet örtülerini kaldırmaya ve ardından hayât yolculuğunu sürekli olarak başkalarının ardısıra giden ve onlara uyan kuyruk insanlar olarak değil; onurlu önderler olarak sürdürmek için bu mirası elde etmeye ve ona olan güveni yeniden sağlamaya ne kadar muhtacız.

      Aklıma konuyla alakalı çok güzel bir hikaye geliyor.

      Rivayetlere göre;

      Hz. Peygamber’in vefatından sonra Ebû Zerr (r.a.), bir gün Medine’nin çarşılarını dolaşıyordu. İnsanları kargaşalı bir halde gördü. Dünya hayâtı onları iyiden iyiye meşgul etmiş, hayât meşgalesi onlara egemen olmuş, akıl ve duygularını esir almıştı.

      Ebû Zerr (r.a.), dünya hayâtının müslümanları bu derece meşgul etmesinden endişeye kapıldı. İnsanlara seslendi:

      –İnsanlar! Şimdi mescidde Muhammed’in mirası dağıtılırken siz mal ve ticarete kendinizi kaptırmış ne yapıyorsunuz?!

      Bu söz üzerine insanlar derhal mescide koşuştular.

      Ancak mescidde rukü ve secde eden, ibadet edenlerle birlikte, ilim öğreten alim ve ilim öğrenen öğrenciler ve fıkıh öğreten fakîh ve fıkıh öğrenen öğrencilerden başka bir şey göremediler. Derhal homurdana homurdana geldikleri gibi ökçeleri üzere geri döndüler. Ebû Zerr’e (r.a.):

      –Mescidde, söylediğinden bir şey göremedik?! dediler. Ebû Zerr (r.a.):

      –Muhammed’in mirası işte odur, cevabını verdi.

      Bu bir hatırlatma ve öğüttü.

      Sevgili gençler…

      Ben de size ve kendime bu mirası hatırlatıyor ve onu öğütlüyorum. Zira hatırlatma ve öğüt, Allah’a inanan (mü’min) insanlara fayda verir.

    67. Nureddin Zengi’nin Rüyâsı
      Onikinci asırda Haçlı seferlerinin en şiddetli yıllarında, Suriye’de bulunan Türk devletinin hükümdarı Nureddin Zengi 1162 senesinde bir rüyâ görür Peygamber efendimiz (s.a.v.) rüyasında 3 adamı sultan’a göstererek,”Nureddin! Bu adamlardan beni kurtar!” diye buyurur.

      Yatağından fırlayan Sultan, “Bu rüyâ doğru bir rüyâdır. Resülüllah tehlikede.” diye düşünerek, sabahı beklemeden, yanına sâdık adamlarından 20 kişi alarak ve çok süratle giderek 16 günde Medine-i Münevvere’ye varır. Halk, Sultan’ın bu ani ziyaretine hem sevinir, hem de şaşar. Ertesi günü, genç-ihtiyar, kadın erkek çocuk bütün şehir halkının, önünden geçmesini ve halka bizzat eli ile hediye dağıtacağını ilân eder. Herkes gelip geçerler.

      Sultan geçnler arasında rüyâda kendisine gösterilen adamları göremez. “Buraya gelmeyen kimse kaldı mı?” diye şehrin valisine sorar. O da Sevgili peygamberimizin kabrinin bulunduğu yere yakın bir evde oturan 3 magriblinin gelmediğini söyler.

      Sultan derhal o 3 kişiyi zorla getirtir. Görürki, bu adamlar rüyada kendisine gösterilen 3 kişidir. Derhal bunları tevkif ettirir.

      Sultan maiyeti ile beraber bu eve gider ve eve girirnce görürler ki, evin içinde büyük bir tünel kazılmış ve tünelin ucu da Ravza-i mutahhara’ya iyice yaklaşmıştır. Mağribileri muayene ettirir. suçluların sünnetsiz ve hıristiyan oldukları ortaya çıkar. Bunlar sorguya çekilince ifadelerinde;
      “Bizler Hıristiyanız yeraltından Peygamberin kabrine girip naaşını çalıp Avrupaya götürecektik.” derler.

      Sultan Nureddin Zengi bundan sonra böyle hainler zarar vermesinler diye, Ravza-i Mutahhara’nın etrafına su gelinceye kadar hendek kazdırır. Bu hendek epeyce geniş olarak yapılır. Buraya kalay eritilip dökülerek kalın bir duvar haline getirilir. Böylece Ravza-i Mutahhara emniyet altına alınmış olur.

    68. HASTALIK VE MUSİBETLER

      4658 – Ebu Hureyre ve Ebu Said radıyallahu anhüma’nın anlattıklarına göre, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm şöyle buyurmuştur:

      “Mü’min kişiye bir ağrı, bir yorgunluk, bir hastalık bir üzüntü hatta bir ufak tasa isabet edecek olsa, Allah onun sebebiyle mü’minin günahından bir kısmını mağfiret buyurur.”

      Buhari, Marda 1; Müslim, Birr 52, (2573); Tirmizi, Cenaiz 1, (966).

      4659 – Hz. Cabir radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, Ümmü’s-Saib radıyallahu anhâ’nın yanına girdi ve:

      “Niye zangırdıyorsun, neyin var?” dedi. Kadın: “Humma (sıtma)! Allah belasını versin!” dedi. Aleyhissalatu vesselam da:

      “Sakın hummaya sövme! Çünkü o, insanların hatalarını temizlemektedir, tıpkı körüğün demirdeki pislikleri temizlediği gibi!” buyurdular.”

      4660 – Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bir hummalıyı ziyaret etmişti. Hastaya:

      “Müjde! Zira Allah Teâla hazretleri diyor ki: “Humma benim ateşimdir, ben onu mü’min kuluma musallat ederim, ta ki, ateşten tadacağı nasibi(ni dünyada tadmış) olsun.”

      Rezin tahric etmiştir. (Ahmed İbnu Hanbel’in Müsned’inde mevcuttur: 2, 440).

      4661 – Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

      “Allah bir kuluna hayır murad ettimi onun cezasını tacil edip dünyada verir; bir kulu hakkında da kötülük murad ettimi onun günahlarını tutar, Kıyamet günü cezasını verir.”

      Tirmizi, Zühd 57, (2398).

      4662 – Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

      “Mükâfaatın büyüklüğü belânın büyüklüğü ile (orantılıdır). Allah bir cemaati sevdi mi onları musebete müptela eder. Kim bundan razı olursa Allah da ondan razı olur, kim de razı olmazsa Allah da ondan razı olmaz.”

      Tirmizi, Zühd 57, (2398).

      4663 – Hz. Cabir radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

      “Kıyamet günü, afiyet ehli kimseler, bela ehline sevapları verilince, dünyada iken derilerinin makaslarla kazınmış olmasını temenni edecekler.”

      Tirmizi, Zühd 59, (2404).

      4664 – Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

      “Mü’min erkek ve kadının nefsinde, çocuğunda, malında bela eksik olmaz. Tâ ki hatasız olarak Allah’a kavuşsun.”

      Muvatta, Cenaiz 40, (1, 236); Tirmizi, Zühd 57, (2401).

      4665 – Mus’ab İbnu Sa’d, babası radıyallahu anh’tan naklediyor: “Der ki:

      “Ey Allah’ın Resûlü! dedim, insanlardan kimler en çok belaya uğrar?”

      “Peygamberler, sonra büyüklükte onlara ve bunlara yakın olanlar. Kişi diyaneti nisbetinde belaya maruz kalır. Kim dininde şiddetli ve sağlam olursa onun belası da şiddetli olur. Şayet dininde zayıflık varsa, allah onu da diyaneti nisbetinde imtihan eder. Bela kulun peşini bırakmaz. Tâ o kul, hatasız olarak yeryüzünde yürüyünceye kadar.”

      Tirmizi, Zühd 57, (2400).

      4666 – Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

      “Allah Teâla hazretleri ferman etti: “İzzetim ve celalim hakkı için, mağfiret etmek istediğim hiç kimseyi, bedenine bir hastalık, rızkına bir darlık vererek boynundaki günahlarından temizlemeden dünyadan çıkarmayacağım.”

      Rezin tahric etmiştir.

      4667 – Ebu Musa radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

      “Bir kul, salih amel işlerken araya bir hastalık veya sefer girerek ameline mani olsa, Allah ona sıhhati yerinde ve mukim iken yapmakta olduğu salih amelin sevabını aynen yazar.”

      Buhari, Cihad 134; Ebu Davud, Cenaiz 2, (3091).

      ÇOCUK ÖLÜMÜ

      4668 – Ebu Sa’id radıyallahu anh anlatıyor: “Kadınlar Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a dediler ki:

      “Ey Allah’ın Resulü! Sizden (istifade hususunda) erkekler bize galip çıktı (yeterince sizi dinleyemiyoruz). Bize müstakil bir gün ayırsanız!”

      Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bunun üzerine onlara bir gün verdi. O günde onlara vaaz u nasihat etti, bazı emirlerde bulundu. Onlara söyledikleri arasında şu da vardı:

      “Sizden kim, kendinden önce üç çocuğunu gönderirse, onlar mutlaka kendisine ateşe karşı bir perde olur!”

      Bir kadın sormuştu: “Ey Allah’ın Resûlü! Ya iki çocuğu ölmüşse?

      “İki de olsa!” buyurmuşlardı.”

      Buhari, İlm 36, Cenaiz 6, İ’tisam 9; Müslim, Birr 152, (2633).

      4669 – Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

      “Mü’minlerden birinin üç çocuğu ölür ve ona da ateş değerse, bu çok hafif bir alev yalamasıdır.”

      Buhari, Cenaiz 6, Eyman 9; Müslim, Birr 150-154, (2632-2635); Muvatta, Cenaiz 38, (1, 235);

      Tirmizi, Cenaiz 64, (1060); Nesai, Cenaiz 25, (4, 25).

      4670 – İbnu Abbas radıyallahu anhüma anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

      “Ümmetimden kimin iki öncüsü varsa, onlarla birlikte cennete girer!”

      Hz. Aişe radıyallahu anha sordu: “Bir öncüsü olan?”

      “Bir öncüsü olan da, ey (hayırda) muvaffak olan!” buyurdular. Hz. Aişe tekrar sordu: “Ümmetinden hiç öncü göndermeyen?”

      “Ben, ümmetimin öncüsüyüm, (şefaatimle onları cennete ben sevkedeceğim. Hatta ben bütün öncülerin en büyüğüyüm. Çünkü, ücret, çekilen meşakkate göre büyür). Benimki gibisine de hedef olmayacaklar. (Onların beni önden göndermekten daha büyük bir kayıpları,daha acılı bir musibetleri yoktur ve olmayacak da. Zira vahiy kesilmiş oldu.)”

      Tirmizi, Cenaiz 64, (1062).

      ÖLÜM VE ALLAH’A KAVUŞMA SEVGİSİ

      4671 – Ubade İbnu’s-Samit radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

      “Kim Allah’a kavuşmayı severse, Allah da ona kavuşmayı sever. Kim Allah’a kavuşmaktan hoşlanmazsa Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz!”

      Hz. Aişe radıyallahu anha: “Biz ölmekten hoşlanmayız” dedi. Aleyhissalatu vesselam:

      “Kasdımız bu değil. Lâkin, mü’mine ölüm gelince, Allah’ın rızası ve ikramıyla müjdelenir. Ona, önünde (ölümden sonra kendisini bekleyen) şeyden daha sevgili birşey yoktur. Böylece O, Allah’a kavuşmayı sever, Allah da ona kavuşmayı sever. Kâfir ise, ölüm kendisine gelince Allah’ın azabı ve cezasıyla müjdelenir. Bu sebeple ona önünde (kendini bekleyenlerden) daha menfur bir şey yoktur. Bu sebeple Allah’a kavuşmaktan hoşlanmaz, Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz.”

    69. – Seferi bir kimsenin 2 rekat kılması icap eden farzı 4 rekat kılmasının tahrimen mekruh olduğunu ve vakit geçmeden farkına varırsa farzı 2 rekat kılarak namazı tekrarlamasının Hanefi mezhebine göre vacip olduğunu zira tahrimi kerahetle kılınan her namazın tekrarının vacip olduğunu biliyor muydunuz?
      99 Mesele-i Mühimme –

    70. Allah’dan Başkasını Dost Edinmek

      Ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:
      “Zâlimlere meyletmeyiniz ki, cehennemi boyLamayasiniz. Zaten Allah’dan baska yardimcilariniz yoktur. Sonra O’ndan yardim göremezsiniz.”

      (Hûd Sûre-i Celilesi. 113)
      Bir tefsir âlimi yukardaki âyet hakkinda sunlari yaziyor, «Bütün dil âlimleri âyette gecen «rükün» kelimesinin azlikcokluk farki söz konusu olmaksizin kayitsiz sartsiz olarak «meyil ve siginma» mânâsina geldiginde görüsbirligi içindedirler.

      Abdurrahman Zeyd. «Buradaki Ruk’un» yardakçilik etmektir. Bu da zâlimlerin küfrüne karsi ses çikarmamaktir» der.

      Ikrime {R.A.) ise onlara meyil göstermeyin yasaginin «Onlar ile hiç bir sekilde isbirligi yapmayiniz» demek oldugunu belirtir.

      Anlasiliyor ki âyetle umumî olarak müsriklerle fasik müslümanlara meyil etmek yasaklanmistir. Nisabûrî tefsirinde der ki, «muhakkikler bu âyette yasaklanan “meyil gösterme” nin «zalimlerin tutumundan memnun olma, onlarin yolunu baskalarina karsi övmek ve güzel göstermek ve onlarin her hangi bir haksiz davranisina ortak olmak» demek oldugunu belirtiyorlar. Bu görüsü ileri sürenlere göre, her hangi bir zarari önlemek üzere veya geçici de olsa belirli bir yarar saglamak amaci ile zâlim yetkililere basvurmak âyette yasak onan «meyil göstermek» mefhûmuna girmez.

      Nisabûrî diyor ki «Bence bu görüs, yasama ve ruhsat yoludur, zâlimlerin hepsi ile uzak kalmak iktiza eder, Allah (C.C) kuluna kâfi degilmidir? Ben de derim ki Nisaburi [r.a.) dogru söylemistir, zâlimlere meyletme maddesini kökünden kesmek evlâdir. Bu husus bu zamanlardaki kötülükten nehiy, iyilige emir mümkün olamiyor. Halbuki zâlimlere meyletmede nice aldanma ve aldatmalar vardir. Bazi bakimlardan davranislari zulüm sifatini kazananlara belli belirsiz meyil göstermek, insani bu sekilde cehennemin atesine yakalanmaya sürüklüyorsa zulüm ve haksizligin içine batmis, kimseler son derece meyletmek, onlarin çevresine katilmaya, yardakçilari olmaya can atmak, onlarla semimi ahbapliklar kurup kötülüklerinde davranis ortakligina girismek, verdikleri nisan ve rütbeleri takinmaktan iftihar duymak, onlarin geçici saltanatinin parlakligina kamasan gözlerle bakmak, aslinda basak tanesinden daha dayaniksiz ve sivrisinek kanadindan daha güçsüz olduklari halde geçici olarak ellerinde bulunan ihtisama imrenmek, eger bütün bunlar, böylesine yürekten taraftar olmaktan ileri gelmiyorsa, bunlar hakkinda ne demeli, istenen de…
      Peygamber’imiz ((s.a.v.).) buyuruyor ki:

      «— insan dostunun dinindendir. Buna göre herkes kimleri dost edindigine iyi baksin.»
      Rivayet olunur ki Peygamber’imiz ((s.a.v.).) söyle buyurmustur:
      «— Iyi bir sohbet arkadasi misk saticisi gibidir, sana misk vermese bile üzerine kokusu bulasir. Kötü bir sohbet arkadasi körük çekene benzer, tutusturdugu ates seni yakmasa bile üzerine dumani bulasir.»
      Ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:
      «— Allah’dan baskalarini dost edinenler, agdan yuva yapan örümcek gibidirler. Oysa ki, eger bilseler, hiç süphesiz örümcek yuvasi yuvalarin en çürügüdür»
      (Ankebût Sûre-i Celilesl – 41)

      Peygamber’imiz ((s.a.v.).) buyuruyor ki:

      «— Bir zengine zenginliginden- dolayi saygi gösteren kimse dininin üçte birini kaybetmistir.» Peygamber’imiz ((s.a.v.).) buyuruyor ki:
      «— Fâsik övüldügü zaman Allah (C.C) gadaba gelir ve bu yüzden Ars titrer.»

      Ulu Allah (C.C) buyuruyor ki:

      “O gün biz herkesi teker teker imami ile çagirinz. Kitabi sagdan verilenler yok mu? Onlar kitablarini okurlar ve en ufak bir haksizliga ugratilmadiklarini görürler»
      (I(s.a.v.)ûre-i Celilesi – 71)
      Herkesin imâmi çagrildigi bildirilen yer. «Arasat» meydanidir. Tefsir âlimleri âyette «herkesin teker teker birlikte çagirilacagini» belirttigi “imam”`in ne mânaya geldigi hakkinda farkli görüsler ileri sürüyorlar.

      Ibni Abbas (R.A.) ile ona katilanlarin görüsüne göre âyetteki “imâm”, içinde herkesin amelleri yazili bulunan defterdir. Buna göre âyetten maksadin herkes defteri ile birlikte hesaplasmaya çagrilacagini belirtmektir. Kur’an’in su âyeti de bu görüsü desteklemektedir.

      Ulu Allah (C.C) söyle buyuruyor:
      «— Amel defterî sagindan verilenlere getince onlar, «îste defterim, alin okuyun onu» derler. Buna karsilik defteri soldan verilenlere gelince onlar da «keske defterim bana verilmeseydi!» derler.»

      (Hakka Sûre-i Celilesi. 19—25)
      Ibni Zeyd (r.a.) der ki imâm gökten indirilen kitaptir. Buna göre insanlar. «Ey Incil Ümmeti». «Ey Tevrat Ümmeti» ve «Ey Kur’an Ümmeti» diye huzura çagirilacaklardir.

      Mücahid ve Katade’ye (r.a.) göre “imâm” ümmetlerin peygamberleri demektir. Buna göre «Ibrahim (A.S)’e bagli olanlari getirin.» «Musa (A.S)’ya uyanlari getirin», «Isa (A.S)’ya uyanlari getirin» ve «Muhammed (s.a.v.)’e uyanlari getirin» denilecektir.

      Hz. Ali (r.a) buyurur ki; «Bu âyetteki “imâm”, insan topluluklarinin her devirdeki imâmi demektir. Buna göre her asrin halki, emirlerini uygulayip yasaklarindan kaçindiklari önderle huzura, cagrilacakiardir.

      ibni Ömer’in. rivayet ettigi sahih bir hadise göre Peygamberimiz ((s.a.v.).) söyle buyurmustur.
      “Allah (C.C) Kiyamet günü bizden önce ve sonraki bütün insanlari bir araya topladigi zaman her gaddar namina bir sancak dikilerek» «bu adam falan falan kimselere haksizlik eden kisidir» diye ilân edilir.»

      Ebû Hureyre (R.A.) tarafindan rivayet edildigine göre. Peygamber’imiz ((s.a.v.).) yukardaki âyetin açiklamasi hakkinda söyle buyuruyor:

      «— Onlardan biri çagirilarak defteri sagdan verilir, boyu atmi(s.a.v.)im olacak sekilde uzatilir, yüzü bembeyazdir. Basina parlak inciden bir tac konur. Adam hemen arkadaslarinin yanina kosar, uzaktan onu görünce hep birlikte «Allah’im! 8u adami bizim yanimiza getir, onu hakkimizda ugurlu eyle, diye dua ederler. Adam yanlarina varinca onlara «müjdeler olsun, hepiniz ayri ayri benim gibi olacaksiniz» der.»

      Kâfire sira gelince yüzü kararir, boyu Hz. Adem (A.S) suretine göre altmi(s.a.v.)in olacak sekilde uzatilir. Onun basina da kâfirliginin alâmeti olacak bir tac giydirilir. Arkadaslari onu görünce hep birlikte «Allah’im! bunun serrinden sana siginiriz, onu bizden irak eyle, onu yerin dibine batir» derler. Fakat adam onlara gelerek «Kahrolasicalar, hepiniz bu kiliga gireceksiniz» der.

      Ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:
      «— Yeryüzü siddetli sarsinti ile sarsildigi zaman. Yeryüzü bütün agirliklarini disariya çikardigi ve insan «buna ne oluyor» dedigi zaman. O gün yeryüzü bütün haberini söyler. Çünki Rabb’i ona öyle vahyetmlstir. O gün insanlar, kendilerine amalleri gösterilmek üzere bölük bölük çikarlar. Kim zerre agirliginca iyilik yaparsa onu görür, kim zerre kadar kötülük islerse onu görür . ( Zilzâl Sûre-i Celilesi, 1—8)
      Ibni Abbas (R.A.) yukardaki sûrenin «yeryüzü bütün agirliklarini çikardigi zaman» mealindeki âyeti açiklarken «yâni yeryüzü en derin tabakasindan sarsilcrak içindeki bütün ölüleri ve gömülü hazineleri disariya bikarir» demektedir.
      Ebû Hureyre’nin (R.A.) rivayet olunduguna göre Peygamberimiz ((s.a.v.).) söyle demistir:

      “O gün yer haberlerini söyler» âyetini okuduk da onun söyleyecegi haberler nelerdir, biliyor musunuz? dedi. Sahâbiler «Allah (C.C)ve Rasûl’ü bilir» dediler.

      Bunun üzerine Peygamber ((s.a.v.).)´imiz buyurdu ki: «yeryüzünün haberlerini söylemesi her köle ve cariyenin üzerinde isledigi her amel hakkinda sahitlik etmesidir.»
      Taberanî’ye göre Peygamber’imiz ((s.a.v.).) buyuruyor ki:

      «— Yerden korunun. Çünki o sizin ananizdir, ayrica onun üzerinde, iyilik olsun, kötülük olsun her kim ne islerse onu haber verecektir.»

    71. Gülme – Ağlama, Elbise …

      Müfessirlerden biri:

      «— Simdi siz bu söze (Kur’an’i, O´nu yalan sayarak) sasiyor ve Allâh’dan gelmesine ragmen alaya alarak) O’na gülüyor musunuz? (Içindekl ikazlara kulak verip çekinerek) aglamiyor musunuz? (Onun size ne gibî görevler yükledigine aldiris etmeksizin, vurdumduymazlik icinde) türkü mü söylüyorsunuz?!»

      (Necm Süre-i Celilsi; 59—60)
      ayetleri hakkinda sunu söylemistir:

      «Peygamber’imiz bu âyet indikten sonra gülümseme hududunu asacak sekilde hiç bir zaman gülmemistir. Hattâ baska bir rivayete göre, bu âyet indikten sonra Peygamber’imizin dünyadan göçene kadar ne güldügü ve ne de gülümsedigi görülmemistir.»

      ibni Ömer buyurur ki; «Peygamberimiz bir gün mesçidden çikinça gülüsüp konusan bir toplulukla karsrlasdi, durarak, selâm verdikten sonra onlara

      «Dünya zevklerini kirip ölümü sik sik hatirlayiniz» buyurdu.

      Baska bir gün de yine mesçidden çiktiktan sonra gülüsen bir toplulukla karsilasinca söyle buyurdu;

      «Nefsimi kudret elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki, benim bildigimi bilseniz, az güler çok aglardiniz.»

      Hizir (A.S), Hz. Musa’dan (A.S.) ayrilmak isteyince Musa (A.S) «Bana bir tavsiyede bulun» dedi. Bunun üzerine Hizir (A.S.) dedi ki;

      «Sebebsiz yere hiç bir harekette bulunma, sebebi yokken bir odim bile atma. Sasirtici bir durum olmadan gülme, baskakalarini hatalari yüzünden ayiplama, kendi hatalarina agla.»
      Peygamber’imiz ((s.a.v.).) buyuruyor ki:

      «— Çok gülmek, kalbi öldürür.»

      Yine Peygamber’imiz ((s.a.v.).) buyuruyor ki:

      «— Gençliginde gülen, yasliliginda aglar. Zenginken gülen, fakirlige düsünce aglar. Yasarken gülen, ölünce aglar.»

      Peygamber’imiz ((s.a.v.).) buyuruyor ki:

      «— Kur’ân’i okuyun ve aglayin. Eger aglayamiyorsaniz, aglamakti olun.»

      Hasan-ül Basrî «islediklerinin karsiligi olarak simdi onlar az gülüp cok aglasinlar» mealindeki âyet hakkinda «dünyada kaldiklari müddetçe az gülsünler, cok aglasinlar» diye tefsir yapmaktadir.

      Yine Hasan-ül Basrî buyuruyor ki; «Önünde cehennem varken gülen ve önünde ölüm varken sevinçli olan kimselere sasarim.»
      Yine Hasan-ül Basrî bir gün gülen bir delikanliya rastlar, ona «Yavrum, Sirat’i astin mi» diye sorar. Delikanli «Hayir» der. Hasan-ül Basrî : «Cennete girecegin mi belli oldu» diye sorar. Delikanli «Hayir» diye cevap verir. Bunun üzerine Hasan-ül Bcsri : «O halde gülmen neye» der. Bundan sonra o delikanlinin bir daha güldügü görülmemistir.

      Abdullâh Ibni Abbas buyurur ki; «Gülerek günâh isleyen, aglayarak cehenneme girer.»

      Ulu Allah (C.C) bir âyette aglayanlari överek:
      «Aglayarak çeneleri üstüne (yüzü koyun) kapanirlar ve bu (Kur’ân’i dinlemeleri) onlarin hürmetini artirir.» buyurmustur. (isra – 109) «Bu Kitaba (amel defterine) ne oluyor ki, kücük – büyük hic günâhi ihmal etmeden saymistir.»

      Evzaî (Kehf – 49):mealindeki âyet hakkinda «Küçük günahtan maksat, gülümseme, büyük günahtan maksat da kahkahadir» der.
      Peygamber’imiz ((s.a.v.).) buyuruyor ki:

      «— Kiyamet Günü su ücü hariç, bütün gözler aglayacaktir.

      1) Allâh Korkusu ile yas döken göz.

      2) Allah’in haram kildigi seylere bakmaktan kaçman göz.

      3) Allah yolunda uykusuz kalarak nöbet tutan göz.»

      Söylendigine göre üc sey insani kati kalbli yapar:
      «1 — Kendini begenmislikten ileri gelmeyen gülmek.

      2 — Acikmadan yemek.

      3 — Bos yere konusmak.»
      Peygamber’imiz ic çamasir, gömlek, kaftan, cübbe ve diger elbiselerden ne bulursa onu giyerdi. Yesil renkli elbiseler hosuna giderdi. Çogu elbiseleri beyazdi ve

      «Beyazi dirilerinize elbise oiarak giydiriniz, ölülerinize de kaftan olarak sariniz.» buyururdu.

      Peygamber’imizin atlastan bir kaftani vardî. Beyaz renkli cildine yesil rengi pek yakisirdi. Bütün elbiseleri topuguna kadar inerdi. Ic gömlegi ise daha yukarda, yari diz hizasinda kalirdi.

      Siyah bir elbisesi vardi, onu birine vermisti. Esi Ümmü Seleme «Anam – babam yoluna feda olsun. O siyah elbisen ne oldu» diye sordu. Peygamber’imiz

      «Onu giysin diye birine verdim» diye cevap verdi. Bunun üzerine Ümmü Seleme «Beyaz tenin üzerinde o elbisenin siyahindan daha güzel yakisan bir sey görmüs degilim» dedi.

      Peygamber’imiz giyerken sagdan baslayarak «Beni giydiren, ayip yerlerimi örtmeye yarayan ve insanilara karsi güzel görünmemi saglayan elbiseler bagislayan Allah’a hamd olsun» diye duâ eder.

      Elbisesini çikarirken de sol taraftan baslardi. Yeni bir elbise edinince eskisini bir fakire verir sonra: «Her hangi bir müslüman, sirf Allah Rizasi için eski elbisesini bir fakire verirse, o elbise giyildigi müddetçe veren kimse — Ölü olsun, diri olsun — Allah’in himayesinde, güveni altinda ve hayri içinde olur» buyururdu.

      Peygamber’imizin bir abasi vardi. Nereye gitse onu ikiye katlayip altina sererdi. Hasir üzerinde uyurdu, altinda baska bir sey olmazdi.

    72. Ramazân Ayı’nın Faziletleri PDF Yazdır E-posta

      Ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:

      «— Ey Mü’minler; Sizden öncekilere oldugu gibi, size de günahlardan korunasiniz diye, oruç tutmak farz kilinmistir.»

      (Bakara – 183)

      Said Ibni Cübeyr buyurdu: «Bizden önceki ümmetlerin orucu, yatsidan bir sonraki günün aksamina kadar sürerdi. Islâm’in iik günlerinde oldugu gibi.»

      Bir gurup âlim bu bahisde der ki: «Oruç, hiristiyanlar üzerine de farz kilinmisti. Ramazanin bazen cok sicak günlere, bazen de cok soguk günlere rastlamasi yolculuklar sirasinda ve hayatlarinin diger bir kisim safhalarinda onlara zor geliyordu.

      Bunun için ileri gelenleri, orucu yaz ile kis arasi bir dönemde tutmak üzere görüs birligine vardilar ve ilkbaharda oruç tutmayi kararlastirdilar. Getirdikleri bu kolayliga karsilik oruca ongun daha ilâve ettiler.

      Bir süre sonra kirallari hastalandi ve eger iyilesirse oruçlarina bir hafta daha ekleyecegini Allah’a adadi. Iyilesmesi üzerine oruca bir hafta daha ekledi.
      Bu kiral ölüp yerine baskasi geçince yeni Kiral «Orucu elli güne çikarin» diye emir verdi. Daha sonra hayvanlarini toplu halde Öldüren bulasici bir hastalik afati ile karsilasmalari üzerine kiralari «Oruç süresini attirin» diye emir çikardi. Bunun üzerine on besten ve on gün sondan olmak üzere oruç müddetine yirmi gün daha eklediler.»

      Ileri sürüldügüne göre, her ümmete Ramazan Orucu tutmak farz kilindi. Fakat zamanla kendileri bu farzi yerine getirmekten kaçindilar.

      Bagavi’nin ileri sürdügüne göre. «Ramazan» kelime olarak «Remza» kökünden türemis bir isimdir ve kizgin tas mânâsina gelir. Cünki araplar siddetli sicak günlerde orüc tutarlardi. Aylara isim verdikleri zaman, oruç ayi siddetli sicaklara rastladigi için, adi «Ramazan» kondu. Baska bir görüse göre de, yakici mânasina gelen Ramazan bu ayin günâhlari eritmeye vesile olmasi yüzünden oruç ayina isim olarak takildi.

      Ramazan Orucu, Hicret’in ikinci yilinda farz kilindi. Kesin bir Isîâmî vecibe oldugu apaçik bulundugu için farz oldugunu inkâr eden kâfir olur. Ramazanin faziletini belirten hadisler çoktur.

      Peygamber’imiz ((s.a.v.).) buyuruyor ki:

      «— Ramazanin iik gecesi girince, bir ay boyunca bir tanesi bile kapanmamak üzere, bütün cennet kapilari açilir ve Allah’in emri uyarinca söyle seslenilir,

      «Ey hayir arayicisi, gel! Ey kötülükte ileri giden, kendine gel! Günahlarinin afvedilmesini dileyen yok mu ki, günâhlari afvedile! Bir istegi olan yok mu ki, dilegi yerine getirile! Tevbe eden yok mu ki, tevbesi kabûl oluna!
      Bu davet, tanyeri agarana kadar devam eder. Allah her bayram gecesi bir milyon kisiyi cehennemden âzâd eder.»
      Selman-i Fârisî buyurur ki; «Saban Ay/nin son günü Peygamber imiz bize hitab ederek söyle buyurdu :

      «— Ey insanlar! Sizi büyük bir ay gölgesi altina almak üzeredir. Içinde bin aydan hayirli olan Kadir Gecesi vardir. Allah, o ay içinde oruç tutmayi farz ve gecelerini ibadetle geçirmeyi nafile kilmistir.

      Kim bu ayda bir hayir islerse baska zamanda bir farzi yerine getiren gibidir. Bu ayda bir farzi yerine getirirse baska zamanlarda yetmis farz yerine getiren gibidir.

      Bu ay sabir ayidir. Sabrin mükafati ise cennettir. Bu ay yardim ayidir, içinde mü’minin rizkinin arttigi bir aydir. Kim bu ayda bir oruçluya iftar ettirirse, bîr köle azad etmis gibi sevab kazanir ve günahlari bagislanir.»

      Seîmân-i Farisî buyurur ki: «Bu sirada. «Yâ Rasûlallah, hepimizin oruçluyu iftar ettirmeye varligi yetmez.» dedik. Peygamber ‘imiz sözlerine söyle devam buyurdu :

      «— Allah, o sevabi, oruçluyu bir yudum süt, bir içim su ve bir hurma ile iftar ettirene de verir. Kim oruçlunun karnini doyurursa bu onun günahlarinin bagislanmasini saglar, Allâh ona benim Havz’imdan bir kere içirir de artik hiç susamaz olur. Ayrica oruçlunun mükâfatindan hiç bir sey eksilmeksizin onunki kadar sevab kazanir. Bu ayin basi rahmet, ortasi bagis ve sonu cehennemden kurtulustur.

      Kim bu ayda kölesinin isini hafifletirse Allah onu cehennemden azad eder.
      Bu ay içinde dört seyi çokça yapin. Ikisi ile Rabb’imizin rizasini kazanirsiniz. Diger ikisi de sizin için kaçinilmaz ve ihmat edilmez ihtiyaçlardir.

      Rabb’inizin hosnutlugunu kazandiran iki sey, Allâh’dan baska ilâh olmadigina sahadet etmek ve O’na istigfar etmektir. Sizin için kaçinilmaz ve ihmal edilmez olan diger iki sey de, Rabb’inizden cennet istemeniz ve sizi cehennemden korumasini diiemenizdir.»
      Peygamber’imiz ((s.a.v.).) buyuruyor ki:

      “Kim inanarak ve önemini anlayarak Ramazan Orucunu tutarsa, geçmis ve gelecek bütün günâhlari afvedilir.”

      «— Ulu Allah «insanoglunun oruç haric, her ameli kendisi içindir. O sirf benim içindir ve mükâfatini da yalniz ben veririm» diye buyuruyor. Ulu Allah’in kendisine izafe ettigi bir ibadet için baska bir sey söylemeye lüzum yoktur.»

      «— Ümmetime, Ramazan Ayi’nda, daha önceki ümmetlere verilmeyen bes özellik verilmistir: 1 — Allâh Kati’nda oruçlunun agiz kokusu, miskten daha hostur.

      2 — Iftar anina kadar melekler onlar için istigfar eder.

      3 — O ayda seytanlarin elebaslari tutuklanir. 4 — Ulu Allah her gün «Salih kullarimin kötülük ve sikintidan kurtulmalari yakindir» buyurarak her gün cenneti süsler,

      5 — O ayin son gecesinde günâhlari afvedilir.» Sahâbiler «Yâ Rasülallah o gece Kadir Gecesi midir» diye sordular. Peygamber ‘imiz onlara su cevabi verdi, «Hayir. Fakat her iyi amel isleyenin ameli bitince, mükâfati verilir.»

    73. FETHIN GÖRÜNMEZ MIMARLARINDAN AKSEMSETTIN HAZRETLERI..
      Akşemseddin; Hazret-i Ebûbekir’in evladından, Şihâbüddin Sühreverdi’nin torunudur. Babası Şeyh Hamza (Kurtboğan adıyla meşhurdur) âlim biridir ve oğlunu mükemmel yetiştirir. Mübarek, dudak uçuklatacak kadar zekidir. Hızlı ilerler ve genç yaşta müderris olur. Osmancık medreselerinde talebe okutur. Evet yörede hatırı sayılır bir âlimdir, ancak işin hâkikatına varmak ister. Bunun tek yolu vardır “ledün ilminde mütehassıs bir velinin” huzurunda diz çökmek.

      Arar, sorar, istihareye yatar. Zihninde iki isim berraklaşır. Bunlardan bir tanesi Hâlep’te ki Zeynüddin Hafi Hazretleridir. Diğeri Ankara’daki Hacı Bayram-ı Veli. Akşemseddin yakından başlar. Önce Ankara’ya gider. Ancak Hacı Bayram Hazretlerini kapı kapı teberrû toplarken görür ve yıkılır. Nedenini, niçinini sormaz bile, oracıktan döner, yürür Hâlep’e. Ancak yolda gördüğü rüyalarda, nasibinin Hacı Bayram elinden olduğu işaret edilir. Hatta zincirlerle çekilir ki, uyandığında izi vardır boynunda. Şaşkınlık ve pişmanlık içinde Ankara’ya döner. Yüce veliyi orak tırpan çalışırken bulur. Mübârek garibin birine yardım eder ki kan ter içindedir. Akşemseddin bin pişmandır, boyun büker… Ve kavuşur affa.

      Hacı Bayram Hazretleri bu mütevazı talebesini çok sever, O’na hususi bir ihtimam gösterir. Akşemseddin ayrıca iyi bir hekimdir de. Pastör’den asırlar evvel hastalığa sebep olan mikropları ve karantinanın mantığını anlatır. Hatta o yıllarda “seretan” adıyla bilinen kanseri teşhis eder.

      İstanbul’un kuşatıldığı günlerde Fatih Anadolu’daki âlimleri ordugâha davet eder. Hepsi mükemmel insanlardır, ancak Akşemseddin’le aralarında anlatılmaz bir muhabbet başlar. Nedendir bilinmez bu akça pakça veliyi görünce içi rahatlar. Tabiri caizse kanı kaynar.

      İstanbul gibi bir şehri almak kolay değildir. Dev surlar, haçlı yardımları, derin hendekler, aşılmaz zincirler, Rum ateşi denen bela ve güçlü düşman. Bunlar bilinen şeylerdir ve Fatih herbirine tedbir düşünür.

      YEMEĞİ İÇMEYİ UNUTUR
      Ancak, bazı komutanlar (ki bir çoğu baba emanetidir) zafere inanmazlar. Açıktan açığa “Bu devletin askerine, akçesine yazık değil mi canım?” derler, “Maceranın sırası mı şimdi?”

      Genç sultanı Bizansla boğuşmak değil, yanındakilerle uğraşmak yorar. Yemeyi içmeyi unutur, uykuyu dağıtır. Kendini fena yıpratır. Geceler boyu ağlar ki yastığı hiç kurumaz. Muhasara başlayalı 50 gün geçer, lâkin gözle görülür bir ilerleme yoktur . Rumlar yıkılan surları anında yapar, o acaib ateşleri ile zemini değil, suyu bile yakarlar. Fidan gibi yiğitler ardarda düşerler toprağa. Sultan Mehmed kalabalıklar içinde yalnızdır. Hatta zaman zaman kuşatmayı kaldırmayı düşünür.

      Akşemseddin hazretleri onun zihninden geçenleri okur. “Sakın ha!” der, “Asla vazgeçme!” Zira o, müjdeyi Hızır Aleyhisselam’dan alır. Zaferden zerre kadar şüphesi yoktur. Şehir düşünce, Fatih derin bir nefes alır, büyük güç ve itibar kazanır. Genç sultanın şimdi tek arzusu vardır. Mihmandârı Resulullah Hâlid bin Zeyd’in kutlu kabrini bulmak.

      Akşemseddin Hazretleri kuşatmanın sürdüğü sıralarda türbenin bulunduğu noktaya bir nur indiğini görür. Fatih’i o mahalle götürür. Kısa bir murakabenin ardından iki çınar dalını toprağa diker ve kendinden emin bir ifadeyle. “Büyük sahabe bunların arasında yatıyor!” der. Ancak etraftan “ne malum?” diyenler olur. Hatta birileri padişaha akıl öğretirler. “Bu dalları başka bir yere diktir bakalım” derler, “ihtiyar molla farkedebilecek mi?” Fatih denileni yapar, hatta ilk işaret edilen yer kaybolmasın diye mührünü gömdürür. Ama Akşemseddin dallara bakmaz bile, ertesi gün milimi milimine ilk gösterdiği noktaya yönelir. Hatta bir ara durur “Sultanımızın mührü” der, “Ne arıyor orada?”

      Büyük veli bakar, bu mevzu çok tartışılacak, şüpheye mahal bırakmaz. “Kazın!” buyururlar. Toprağın bir kulaç altından yeşil somaki bir taş çıkar. Üstünde kûfi harflerle “Hâzâ kabri Halid bin Zeyd” yazılıdır. Kalabalık bir hoş olur. Derhal türbe ve mescid hazırlıklarına girişirler.

      KAÇIŞ
      Günler geçer, Fatih, Akşemseddin Hazretleri’ne sıkça gelip gitmeye başlar. Öyle ki devlet işleri oyuncak gelir gözüne. Sarayı, otağı bırakıp döşeği tekkeye sermeye niyetlenir. Nitekim bir gün “N’olur” der, “Beni de dervişleriniz arasına alın”.

      Akşemseddin, hani Fatih’e baba muamelesi yapan o gül yüzlü muallim birden ciddileşir, celalli bir edayla “Hayır!” der, “Osmanoğullarının dervişe değil, sultana ihtiyacı var!”
      Ama Sultan Mehmed’i iyi tanır. Yine gelecek, hem bu kez ısrar edecektir. Buna fırsat vermez. Pılısını pırtısını toplamadan uzaklaşır İstanbul’dan. O yıllarda kuş uçmaz, kervan geçmez bir kuytu olan Taraklı’ya çekilir, sonra Göynük civarlarına yerleşir, kendi halinde talebe yetiştirir. Ama duaları Fatih’le birliktedir.

    74. Kreş Talebemiz Hafız Oldu..
      6 yaşında hafız olan Zeynep, Diyanet heyetini duygulandırdı
      Zeynep Sude, henüz 6 yaşında. 4,5 yaşında Kur’an’ı öğrenen Zeynep Sude, 1,5 yılda hafız olmayı başardı. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Hafızlık Tespit Sınavı’na giren Zeynep Sude, imtihanı yapan amcalarını hem şaşırttı hem ağlattı. Küçük kızın hocası Müberra Akpınar, oyunlar oynayarak, Kur’an’ı sevdirerek hafızlık yaptıklarını söyledi.
      Gaziantep’te 6 yaşında hafız olmayı başaran Zeynep Sude Aydoğan, eşine az rastlanır bir başarıya imza attı. 4,5 yaşında Kur’an’ı okumaya başlayan ve 1,5 senede hıfzeden küçük kız, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın düzenlediği Hafızlık Tespit Sınavı sonrasında da tacını taktı.
      Kısa bir sürede Kur’an’ı ezberleyerek dikkatleri üzerine çeken Aydoğan’a, süreç içerisinde ailesi ve hocaları tarafından büyük destek verildi. Çocuk olduğu unutulmadan, gerektiğinde oyunlar oynayarak hafız olan küçük kız, mahcup bir şekilde ‘Allah hafız olanlara sevap yazıyor’ diyerek, sıkılmadan, severek hafızlığını tamamladığını belirtiyor.
      Zeynep Sude Aydoğan’ın ezber kabiliyetinin olduğu ilk olarak ailesi tarafından fark edildi. Hafızlık eğitimi veren eğitmenlerle de irtibata geçilerek, Aydoğan’ın bu yeteneğinin geliştirilmesine yardımcı olundu. 4,5 yaşında Kur’an’ı okumaya başlayan Zeynep Sude, 6 aylık bir sürede de ezber yapmaya başladı.
      Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun’da yapılan değişiklikle, Kur’an kurslarına yaş sınırlaması getiren düzenlemenin yürürlükten kaldırılması küçük kızın hafızlığının önündeki engelleri kaldırdı. Böylelikle Şehitkamil Müftülüğü’ne bağlı Mahmudiye Kur’an Kursu’na da kayıt oldu. 6 yaşında Hafızlık Tespit Sınavı’na giren Zeynep Sude, komisyon üyelerini hem şaşırttı hem de ağlattı.
      6 yaşında hafız olmayı başaran Zeynep Sude’nin ailesi kadar eğitmenleri de büyük bir sevinç yaşadı. Mahmudiye Kur’an Kursu Müdürü Muammer Özbek, gözlerini yaşartan bu gelişme karşısında şaşkınlığını gizleyemiyor. 6 yaşındaki bir çocuğun bu başarıyı göstererek iyi bir örnek teşkil ettiğine dikkat çeken Özbek, başarı hikâyesinin nasıl meydana geldiğini şöyle anlatıyor:
      “Zeynep Sude’ye hafızlığın klasik metotlarını uyguladık. Önce ham sayfaları ezberledi. Her gün aksatmadan bunu sürdürdü. Verilen derse evde de ailesinin desteğiyle devam etti. Kızımıza, hem oyun oynatarak hem de Kur’an’ı sevdirerek hafızlığı benimsettik. Ailesi ve bizler de zaman zaman hediyelerle onu taltif ederek kendisine güvenmesini sağladık. Allah’a çok şükür sonunda hafız olmayı başardı. İnanıyorum ki, Zeynep Sude gibi nice kabiliyetli, istidatlı kızlarımız vardır. Artık yaş sınırı da kalktı. Hafızlığın ikmali konusunda onlara da destek olmalıyız.”
      Zeynep Sude’nin hafızlık eğitiminde en büyük desteği verenlerden biri de yanı başından ayrılmayan Kur’an kursu öğreticisi Müberra Akpınar. Zeynep Sude’nin 5 yaşına geldiğinde Kur’an’ı artık seri bir şekilde okuduğunu anlatan Akpınar, “Gerektiği zaman oyun parklarına götürdük. Kur’an’ı zorla değil, sevdirerek öğrettik.” ifadelerini kullanıyor.
      6 yaşındaki Zeynep Sude ise mahcup bir tavırla, hafızlık tacı giymekten duyduğu mutluluğu dile getirerek, “Allah, hafız olanlara sevap yazıyor. Ben de sıkılmadan severek hafızlığımı bitirdim.” diye konuşuyor.

    75. İmanı olmayanın hayrı

      Cüneyd-i Bağdadî (k.s.) bir kış gününde bir mecûsînin kuşlara yem dağıttığını görür ve aralarında şöyle bir konuşma geçer:

      – Sen hayır yapıyorum diye kendini boşuna aldatıyorsun. Allah evvelâ îmanı farz kılmış, geri kalan hayır-hasenatı ondan sonra emretmiştir. İman etmedikçe senin bu yaptığın iyilik Allah indinde makbule geçmez
      – Ben de biliyorum kabul olunmıyacağını. Fakat Allah bu yaptığımı görmez, bilmez mi? dedi.
      – Elbette görür ve bilir.
      – Öyleyse o da bana yeter, der ve bildiğine devam eder.

      Aradan zaman geçer. Cüneyd-i Bağdadî Hazretler bir hac mevsiminde Mescid-i Haram’ı tavaf ederken bir adamın ellerini açmış Allaha yalvarmakta olduğunu, hatta gözlerinden sel gibi yaşlar akıttığını görür. İyice dikkat eder, o zatın karlı bir havada kuşlara yem veren mecûsî olduğunu anlar. Tavaftan sonra yanına yaklaşıp hemen kollarından yakalar. Mecûsîde onu tanır ve şçyle der:
      – İşte Allah gördü ve bildi, deyip kelime-i şehadet getirip ruhunu oracıkta teslim eder.

      O anda Cüneyd-i Bağdadî (k.s.) Allah tarafından şöyle hitap olunur:
      – Ya Cüneyd! Sen Beytimi arzu ederek geldin ona kavuştun. O ise beni arzu ederek geldi bana kavuştu.
      Bir mecûsînin bile mubarek bir ayda Allah rızası için hayırda bulunması nelere vesile oluyor ….
      Allah cümlemizin sonunu hayreyleye!..

    76. Şeytan’ın Hilesi

      Şeytan, şeytanlığını yapabilmek için, insanların zihnine girebilmek için kendine bir yol arar ve bulur. Allah’tan sakınan, gece gündüz ibadet eden birçok kimse vardı. Onlar Allah’ı Allah’da onları sever, dualarını geri çevirmezdi. Allah’ın bu sevdiği kullarını insanlarda sever ve sayardı. Şeytan bu durumu değerlendirmeyi düşündü.

      Bu Allah dostları, halk tecelli edip vefat edince, Şeytan halkın içine girer ve onlara her fırsatta onları hatırlatmaya başlar.
      – Şunu, şunu nasıl bilirdiniz?
      – Allah Allah. Sorduğun soruya bak. Nasıl bileceğiz? Onalr Allah’a çok bağlıydılar. Duaları geri çevrilmezdi.
      – Onlara ne kadar üzülüyorsunuz?
      – Çok çok.. Tarifi mümkün değil.
      – Öyleyse onları görmek isterdiniz değil mi?
      – Hemde nasıl!
      – Niçin onlara hergün bakmıyorsunuz?
      – Ne demek istiyorsun? Hiç mümkün olabilir mi? Onlar vefat ettiler, aramızdan ayrıldılar.
      – Siz de onların resimlerine bakın!

      Şeytan’ın bu sözleri halkın beğenisini toplar. Bunun üzerine o salih inmsanların resimlerini yaparlar ve hergün o resimlere bakmaya başlarlar böylece ayrılık özlemlerini giderirler. Zamanla resimlerden heykellere geçerler. Bunları evlerine ve mabetlerine kadar her yere koyarlar.

      Resim ve heykelleri ilk yapan bu insanlar Allah’a ibadet ediyorlar. O’na ortak koşmuyorlardı. Bu heykellerin taştan yapıldığını, yarar ve zararı olmadığını biliyorlar, ancak gene de saygı gösteriyorlardı. Gittikçe heykeller çoğaldı. Heykellerin çoğalmasıyla saygıda çoğaldı. Heykellere saygı ve bağlılık gösterisinde bulunmak moda oldu. Öyle olduki, salih bir kimse vefat edince, hemen heykelini yapmak bir görev haline geldi.

      Nesiller geldi nesiller gitti. Çocuklar torunlar babalarının ve dedelerinin heykellere tavırların görmüş, onların önünde başlarını eğdiklerini, saygı duruşunda bulunduklarını görmüşlerdi. Boynuz kulağı geçer misali, çocuklar saygıda babalarınıda geçtiler, secde etmeye, ihtiyaçlarını heykellerden istemeye başladılar. Bu arada heykeller için kurban kesmelerde başlamıştı.

      Sonunda heykeller putlaştı. İnsanların ihtiyaçlarını gideren tanrılar olarak kabul görmeye başladı. İbadet artık onlaraydı. Şeytan’ın tuzağına düşülmüştü.

    77. HERŞEYİ BİLMEK İYİ Mİ?

      Adamın biri Musa Aleyhisselâm’a:

      — Ya Musa, ben bütün hayvanların dilinden anlamak istiyorum. Tur’u Sina’ya gittiğin zaman Allah’tan iste de benim duamı kabul etsin, diyordu.

      Musa Peygamber:

      — Her şeyi bilmek iyi olmaz. Senin hayvanların dilinden anlamaman daha iyidir. Bu sevdadan vazgeç, dediyse de, adam illâ öğrenmek istiyordu.

      Bir gün Musa Aleyhisselâm Tur’a çıktığı zaman Cenab-ı Allah Musa Aleyhisselâm’a:

      — «Ya Musa! O kulumun duasını kabul ettim, bundan sonra bütün hayvanların dilinden anlayacak. Yalnız her şeye ehemmiyet vermesin, sonra onun için iyi olmaz.» buyurmuştu.

      Musa Aleyhisselâm, Tur’u Sina’dan geldikten sonra durumu bildirip her şeyle fazla ilgilenmemesini söyledi.

      Kendisine selâhiyet verilen adam, akşam ahıra hayvanlarını yemlemeye girmişti. Orada eşekle öküzün konuşmalarına şâhid oldu.

      Onlar aralarında şöyle konuşuyorlardı:

      Öküz:

      — Yahu eşek kardeş, senin işin ne iyi, bana yazın rahat yok, kışın rahat yok. Sabah olacak çifte koşacaklar, ama sense akşama kadar rahat gezeceksin, diyordu.

      Eşeğin öküze nasihati şöyle oldu:

      — Bunlar hep senin ahmaklığından… Sen sabah olunca hasta numarası yaparsın, akşamdan sahibimizin döktüğü yemi bile yemezsin. O da sabahleyin seni bu haliyle görünce çifte koşmaktan vazgeçer ve birkaç gün olsun istirahat etmiş olursun, dedi.

      Bu sözler öküzün hoşuna gitmişti. Hakikaten yem yemedi ve öyle aç karnına sabaha kadar yattı. Eşek ise öküzün yemlerini bile kendisi yemişti. Tabii bunların bu konuşmalarını sahibi duymuş ve gülerek ahırdan çıkmıştı.

      Sabah oldu, adam ahıra girdi ki, öküz aç. Kalkması için birkaç tekme vurdu ise de öküz hastalanmıştı. Adam:

      — Bu sefer de onun yerine eşeği koşalım, diyerek aldı tarlaya götürdü

      Akşama kadar eşekle çift sürdü. Eşeğin emdiği süt burnundan gelmişti. Akşam eve geldiği zaman öküz rahat rahat geviş getiriyor kendi kendine hakikaten bu iyi bir numara oldu diyordu. Eşek bu işin çekilemeyecek gibi olduğunu görünce öküze başka yoldan akıl verip kurtulmak istedi:

      — Öküz kardeş, – sen böyle yatarsan sahibimiz seni satacak. Bu gün tarlada beni gören köylüler sordular. O da, zaten tembel bir öküzdü, şimdi de hasta oldu. Yarın kasaba vereceğim, dedi. Eğer yarın’ da böyle yaparsan kendini bıçağın altında bil, diyerek sabahleyen çifte gitmekten kurtuldu.

      Adam bunların bu konuşmalarını dinledikçe kendi kendine gülüyor ve:

      — Gördün mü ne kadar iyi bir şeymiş hayvanların dilinden anlamak, diyordu.

      Ertesi sabah horozla köpeğin konuşmalarına şahit oldu. Horoz:

      — Yarın efendinin, öküzü ölecek. Sana müjdem var. îyi bir ziyafet olacak senin için, diyordu.

      Adam bunu duyar duymaz hemen pazara götürüp öküzünü sattı ve zarardan kurtuldu.

      İkinci gün oldu, köpek horoza:

      — Niye yalan söyledin? Hani ziyafet? Adam öküzü sattı kurtuldu, dediğinde, bu sefer horoz:

      — Hiç merak etme! Öküzü sattı ama, yarın kölesi ölecek ve onun hayrına mutlaka bir yemek yedirirler. Sen de artıklarından istifade etsen yeter, dedi.

      Adam bunu da duymuştu. Hemen pazara çıkarıp kölesini de sattı. Köpek gene ziyafete erişememişti. Horoza: \

      — Beni ne kandırıp duruyorsun? diye çıkıştı. Horoz:

      — Ben yalan söylemem… Ziyafet var dediysem vardır. Efendimiz öküz ve köleyi satarak zarardan kurtuldu ama, yarın kendisi ölecek, işte o zaman ziyafetin büyüğü olacak, dedi.

      Adam horozdan bunları duyunca etekleri tutuştu. Ne yapacağını şaşırdı ve doğru Hazreti Musa’nın huzuruna çıkıp durumu anlattı:

      — Hakikaten ben yarın ölecek miyim? Bunun bir çaresi yok mu? diye yalvarmaya başladı.

      Musa Aleyhisselâm:

      — Ben sana demedim mi? Her şeye ehemmiyet vermeyeceksin diye… Eğer sen öküzü satmasaydın, o ölecek ve belâ atlatılmış olacaktı. Ama sen onları satmakla başkalarının zarar etmesini istedin. Kendi menfaatini düşünüp başkalarını kendisi gibi hesap etmeyenin hali budur, dedi.

      Kaynak:
      Büyük Dini Hikayeler, İbrahim sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi

    78. Cebrail (a.s.)’ın Hocası

      Birgün Server-i Enbiyâ ‘s.a.v.’ mescidde oturmuş idi. Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Sultân-ı Enbiyâ, hazret-i Cebrâîl ile söyleşirdi. Eshâb-ı kirâm mescide gelip, Seyyid-i kâinâtı meşgûl görüp, bildiler ki, hazret-i Cebrâîl ile söyleşir. Sükût edip, oturdular. O sırada hazret-i Alî ‘r.a.’ içeri girip, selâm verip, yerine oturdu. Hazret-i Osmân ‘r.a.’ gelip, selâm verip, yerine oturdu. Sonra Ebû Bekr ‘r.a.’ gelip selâm verdikde, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm ayak üzerine kalkdı. Sultân-ı Enbiyâ hazretleri de ayak üzerine kalkdı. Eshâb-ı kirâm, Server-i kâinâtı ayak üzere kalkdığını görüp, hepsi ayağa kalkıp, hayret etdiler. Zîrâ Fahr-i âlem, Eshâb-ı güzînden kimseye ayak üzerine kalkmamışdır. Sonra bu husûsu, hazret-i Resûl-i ekremden sordular.
      Buyurdular ki:
      – Ebû Bekr-i Sıddîk mescide girip, selâm verdiği zemân, Cebrâîl aleyhisselâm Ebû Bekr-i Sıddîka ta’zîm için ayak üzerine kalkdı. Ben de ayak üzerine kalkdım. Sonra, yâ kardeşim Cebrâîl, Ebû Bekre ne için ta’zîm etdiniz, diye sordum.
      Dedi ki:
      – Yâ Resûlallah! Ebû Bekre ta’zîm bana vâcibdir. Zîrâ Ebû Bekr benim hocamdır. Ben sordum,
      – Neden dolayı hocandır.
      Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki:
      – Yâ Muhammed ‘sallallahü aleyhi ve sellem’! Hak Sübhânehü ve teâlâ, Âdem aleyhisselâtü vesselâmı yaratdığı zemân, meleklere, hazret-i Âdeme secde ediniz, diye emr etdi. Benim hâtırıma geldi ki, secde etmiyeyim. Ben ondan efdalim. Zîrâ ki, o balçıkdan yaratılmışdır, dedim. Bunun üzerine olmağa niyyet eyledim. O zemân ki, Ebû Bekrin rûhu arş altında nûrdan bir köşk içinde idi. Köşkün kapısı açıldı, Ebû Bekrin rûhu çıkdı.
      Bana dedi ki,
      – Yâ Cebrâîl secde eyle. Sakın muhâlefet etme. Bunu üç kerre tekrârladı. Arkama üç kerre eliyle vurdu. O sırada kalbimden kibr ve enâniyyet ve inâd gitdi. Âdeme secde eyledim. Benden kibr ve enâniyyet, iblîse intikâl edip, Âdeme secde etmedi. Ebedî tard edilip, mel’ûn oldu ve ben de ebedî se’âdete kavuşdum. Yâ Muhammed ‘sallallahü aleyhi ve sellem’! Ebû Bekr bu şeklde bana hoca olmuşdur, dedi.

      Kaynak:
      Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin

    79. İki Ekmek Eksik

      Bir gün iki kişi, Râbia-tül Adeviyye’yi ziyârete geldiler. İkisi de açtı. “Yemeği helâldir” diye içlerinden yemek yemek geçti. O anda kapıya biri gelerek, Allah rızâsı için bir şeyler istedi. Râbia hazretleri evdeki iki ekmeğini buna verdi. Gelen sevinerek gitti. Bir saat kadar sonra bir kişi kucağında bir yığın ekmekle geldi. Râbia hazretleri ekmekleri saydı. On sekiz ekmek vardı. Dedi ki:
      -Ekmekler yirmi olsa gerektir.

      Ekmeği getiren, ikisini saklamıştı. Çıkarıp iki ekmeği de verdi. Oradakiler hayretle sordular.
      -Bu ne sırdır? Biz senin ekmeğini yemeye gelmiştik. Önümüze koyacağın ekmekleri kapıya gelene verdin. Ardından ekmek geldi. Eksik olduğunu söyledin.

      Cevâbında şöyle buyurdu:
      -Siz ikiniz gelince karnınızın aç olduğunu anladım. Önünüze koyacağım o iki ekmeği kapıya gelene verdim. Allahü teâlâdan bu ekmeklerin misâfirlerin karnını doyuramayacağını, bunun için bir yerine on vermesini istedim. Çünkü Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde (En’âm sûresi 160. ayet-i kerîmesinde) bire on vereceğini bildiriyor. Ben O’nun bu vâdine güvendim. İki ekmek yerine yirmi ekmek geleceğini bildiğim için de ekmeklerin noksan olduğunu söyledim.

    80. Hz. ÖMER’E NEDEN FARUK DENDİ

      Bir münâfık ile bir yehûdî, bir husûsda anlaşamadı. Yehûdî da’vâyı hâlletmek için, Sultân-ı Enbiyâ hazretlerinin meclis-i şerîflerine gelmek istedi. Münâfık da yehûdîlerin re’îsi Ka’b bin Eşrefe gitmek istedi. Sonunda, Resûlullahın ‘s.a.v.’ katına geldiler. Da’vâyı yehûdîye hükm buyurdular. Münâfık o hükme râzı olmayıp, hazret-i Ömerin ‘r.a.’ huzûruna da’vâyı halletmesi için geldiler. Yehûdî, mâcerâ ve da’vâyı hazret-i Resûlullahın huzûruna varıp, Resûlullah hazretlerinin kendisine hükm eylediğini, münâfıkın ise buna râzı olmadığını anlatdı. Hazret-i Ömer ‘r.a.’ o münâfıkdan, anlaşmazlığı süâl buyurdular ki,
      – Bu yehûdînin anlatdığı gibi midir.
      Münâfık,
      – Evet, öyledir. Ammâ ben Peygamberin hükmüne râzı olmayıp, geldim ki, sen hükm edesin, dedi.
      Hazret-i Ömer ‘radıyallahü teâlâ anh’ buyurdu:
      – Siz yerinizde durunuz. Gelip, sizin için hükm edeceğim.
      Varıp, evlerinden kılıncını aldı. Geldi ve münâfıkın boynunu vurdu. Buyurdu ki:
      – Allahü teâlânın ve Resûlünün hükmüne râzı olmıyan kimseye ben böyle hükm eylerim.

      O vakt, Cebrâîl aleyhissalâtü vesselâm âyet ile gelip, hazret-i Ömere ‘r.a.’ hak ile bâtıl arasını ayırt etdi demek olan Fârûk lakabı verildi.]
      Âyet-i kerîme budur:
      (Şu kimseleri görmezmisin, sana ve senden öncekilere indirilen kitâblara inandıklarını zan ederler. Muhâkeme olunmak için tâgûta gitmek isterler..)

    81. TAŞKAFA – BOŞKAFA – HOŞKAFA

      Behlül Dânâ Hazretleri, bir mezarlıkta bulduğu üç kurukafayı zembiline koymuş ve para getirip ‘Satıyorum’diye bağırmaya başlamış.
      ‘Satıyorum, alan var mı?’

      Meraklılar başına toplanıp fiyatını sormuşlar:

      ‘ Birincisi parasız, ikincisi ise sudan ucuzdur, demiş. Ama üçüncüsünü hiç sormayın… O, ağırlığınca paradır.

      Sebebini merak etmişler. Birincisini gösterip:

      ‘ Bu gördüğünüz ‘Taşkafa’dır demiş, nasihata bile yanaşmazdı. O yüzden beş para etmez. İkincisi de ‘Boşkafa’dır, nasîhat istemesine rağmen onları tutmazdı; üç-beş kuruş verenin elinde kalır. Üçüncüsü ise ‘Hoşkafa’dır ki, buna ‘Kâmil kafa’ da diyebiliriz. Hem ameli, hem de ihlâsı vardı; hedefi ise Allah rızâsıydı. O yüzden kurusu bile Altın değerindedir.
      Alıntı:

    82. HIZIR AS…
      Sultan II. Mahmud Hân zamanında, sâliha, temiz kalbli yaşlı bir kadıncağız duymuş ki, Hazret-i Hızır her gün yatsı namazında, Yenicâmi’de görülürmüş. Kendisi de zâten Hızır aleyhisselâmı görmeyi öteden beri çok istermiş. Duyduğu söz üstüne ertesi gün kocasına durumu bildirip, ondan izin alarak yatsı namazına Yenicâmi’ye gitmiş. Namaz çıkışında, avluda bir kenara çekilmiş ve başlamış çıkanlara dikkatli dikkatli bakmaya…

      O pür dikkat çıkanları tâkip ederken, karşısına nûr yüzlü bir ihtiyar çıkagelip sormuş:

      – Nereye bakarsın hâtun?

      – Dediler ki, bu câmiye her akşam Hızır aleyhisselâm gelirmiş. Onu görmeye geldim.

      – Peki onu görsen nasıl tanıyacaksın?

      – Bilmem.

      – O zaman buradan geçse, sen onu tanıyamazsın. Sana onu nasıl tanıyacağını öğreteyim mi?

      – Tabii, sizi dinliyorum.

      – Arkamdaki câmiyi görüyor musun?

      – Evet görüyorum.

      – Işıklarına bak! Söndü mü şimdi?

      – Aaa evet, söndü.

      – Şimdi bir daha bak, ışıklar tekrar yandı mı?

      – Baktım. Evet yandı.

      – Peki öyleyse. İşte aynı böyle, arkasında duran câminin ışıklarını olduğu yerden kıpırdamadan yakıp söndüren birisini görürsen, işte o Hızır’dır. Haydi bana müsaade. Allahü teâlâ sana hayırlar, bereketler ve iyilikler versin!..

      – Hay Allah râzı olsun.

      Kadın böyle demiş ve beklemeye devam etmiş. Fakat tabiî herkes dağıldığı hâlde, târife uygun kimse çıkmamış. Bizimki de mahzûn mahzûn eve dönmüş. Kocası sormuş:

      – Gördün mü Hızır aleyhisselâmı?

      – Yok, göremedim ama, nasıl görüleceğini çok iyi öğrendim.

      – Nasıl görülecekmiş?

      Kadın olanca saflığıyla hâdiseyi anlatınca adam demiş ki:

      – Hay benim saf hanımım mübârek olsun. Sen hem Hızır aleyhisselâmı görmüş hem de duâsını almışsın.

      Bunun üzerine zavallı kadın bir süre kendine gelememiş.

    83. Afifiddin ez-Zâhid hazretleri, Haçlı Ordularının Bağdat şehrine girdiği haberini almış. Gelen haberler içler acısı…

      “Bağdat perişan, kırk gündür, kılıç altında. Binlerce müslüman katledilmiş… Hıristiyanlar, Mushafları, kelplerin boyunlarına asmışlar. Mescidler kiliseye çevrilmiş. İslam alimlerinin yazmış olduğu kitaplar, dicle nehrine atılmış. Öyle ki şu an Dicle nehrinde kitaplardan bir köprü mevcut…”

      Afifiddin ez-Zahid hazretleri bu haberleri duyunca:

      “Olamaz böyle şey. Ya Rabb Nasıl olur. İçlerinde hiç günahı olmayan küçük çocuklar da var.” diye ilticada bulunmuş.

      Gece rüyasında bir kitap görmüş. Sayfaları boş. Sayfalarını çevirirken sadece şu mısraların yazılı olduğunu farketmiş:

      İtirazı terket. İş senin işin değil
      Hüküm, feleklerin hareketinde de değil.

      Allah niye böyle yaptı deme.
      Engin denize dalan helak olur.

    84. Salavatin Kefareti…
      Râbia-tül Adeviyye, babası İsmail’in üç kızı vardı. Bir tane daha doğunca adını Râbia (dördüncü) koydu. Babası çok fakir olduğundan Rabia doğduğu gece evde ihtiyaç olan şeylerden hiçbiri yoktu. Bu duruma annesi çok ağlayıp mahzun oldu. Efendisine;

      -Filân komşuya gidip, bir miktar kandil yağı isteyebilir misin?, dedi.

      Hazret-i Rabia’nın babası, Allahü Teâlâdan başka kimseden bir şey istememeğe söz vermişti. Bununla beraber hanımını üzmemek için komşuya gitti. Kapıya elini sürdü ve geri gelip;

      -Kapı açılmadı, deyince hanımı ağladı. O da çok üzüldü.

      Babası, başını dizine dayadı ve öylece uyuya kaldı. Rüyasında Peygamber(s.a.v) efendimizi gördü.

      Peygamber(s.a.v) efendimiz, kendisine buyurdu ki:

      -Hiç üzülme! Bu kızın, öyle bir hanım olacak ki, ümmetimden yetmiş bin kişiye şefaat edecek. Yarın bir kâğıda şöyle yaz:

      “Sen her gece Peygamber(s.a.v) efendimize yüz salevât-ı şerîfe, Cumâ geceleri de dört yüz salevât gönderirdin. Bu Cumâ gecesi unuttun. Bunun keffâreti olarak, bu yazıyı sana getiren zâta dört yüz altını helâl parandan ver.” Sonra Basra vâlisi Îsâ Zâdân’a git. O yazıyı ver.”

      Hazret-i Râbia’nın babası uyandığında, Peygamber(s.a.v) efendimizi görmenin şevkiyle ağlıyordu. Hemen kalktı, denileni yaptı ve Îsâ Zâdân’ın yanına gitti.
      Vâli mektubu alınca, Resûlullah efendimizin kendisini hatırlamasının şükrü için, binlerce altını fakirlere sadaka verdi. Râbia-tül Adeviyye’nin babası İsmâil Efendiye de mektupta yazılanı ve ona ilâve olarak pekçok altını da sadaka verip, bir ihtiyâcı olursa tekrâr gelmesini tenbîh etti. Altınları aldıktan sonra lüzumlu ihtiyaçlarını temin etti. Böylece bolluğa kavuştular ve kızlarına rahatça bakıp güzel edeb ve terbiye ile büyüttüler.

    85. Gavs-ül-a’zam Seyyid Abdülkadir Geylani Hazretleri

      Büyük islam âlimlerinden ve evliyanın meşhurlarındandır. Künyesi, Ebu
      Muhammed’dir. Muhyiddin, Gavs-ül-a’zam, Kutb-i Rabbani, Sultan-ul-
      evliya, Kutb-i a’zam gibi lakabları vardır. İran’ın Geylan şehrinde 1078
      (H.471)de doğdu. Babası Ebu Salih bin Musa Cengidost’tur. Hazret-i
      Hasanın oğlu Hasan-ı Müsenna’nın oğlu Abdullah’ın soyundandır.
      Annesinin ismi Fatıma, lakabı Ümm-ül-hayr olup seyyidedir. Bunun için
      Abdülkadir Geylani, hem seyyid, hem şerifdir. Abdülkadir Geylani
      hazretleri 1166 (H.561)’da Bağdad’da vefat etti. Türbesi Bağdad’dadır.

      Ehl-i sünnet itikadını ve din bilgilerini her tarafa yaydı. Fıkıh ve hadis
      ilimlerinde müctehid idi. Önceden Şâfi’î mezhebinde idi. Hanbeli mezhebi
      unutulmak üzere olduğundan, Hanbeli mezhebine geçti. Böylece, bu
      mezhep yayıldı.

      İnsanı Allahü teâlânın sevgisine kavuşturan yol ikidir: Birisi (Nübüvvet
      yolu) olup, aslın aslına kavuşturur. Eshâb-ı kirâmın hepsi, bu yoldan
      vâsıl oldular. Sonra gelenlerden pekaz zevât da, bu yoldan ermiştir. Bu
      yolda sebebe, vasıtaya lüzum yoktur. Bir kâmil ve mükemmilin
      sohbetinde kemâle geldikten sonra, feyzi asıldan alıp ilerlerler. İkinci
      yol, (Vilâyet yolu)dur. Kutblar, Evtâd, Nücebâ, Büdelâ ve bütün Evliyâ bu
      yoldan vâsıl olmuştur. Bu yola, (Sülûk yolu) da denir. Bu yolda, vasıta,
      aracı lazımdır. Her iki yolun reisi ve rehberi Resûlullahdır. Vilâyet
      yolunun imâmı, feyz kaynağı, hazret-i Alîdir. Bu yolda, Resûlullah onu
      vekil etmiştir. Hz. Fâtıma ve Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin onunla ortaktırlar.
      Bu yolda gidenlerin hepsine feyz ve hidâyet, hazret-i Alînin aracılığı ile
      gelir. Ondan sonra hazret-i Hasan ve Hüseyin bu vazifeyi teslim aldı.
      Bunlardan sonra, sıra ile, oniki imâmın evlâdına verildi. Sonları olan
      Muhammed Mehdîden sonra, başkasına verilmedi. Bütün Evliyâya feyz
      ve hidâyet bunlardan gelmeye devam etti. Abdülkâdir-i Geylânî kemâle
      gelince, bu mansıb, ona verildi. Bundan sonra da, kimseye verilmediği
      keşf ve müşâhede ile anlaşılmaktadır. Vefâtından sonra da, kıyâmete
      kadar, herkese, feyz, rüşd ve hidâyet, onun rûhâniyetinden gelmektedir.
      Her asırda gelen müceddidler, onun vekîlleridir. İmâm-ı Rabbânî
      hazretleri (Nübüvvet yolu) ile vâsıl olduğundan, vasıtaya ihtiyaçları
      yoktur. Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk, nübüvvet yolunda Resûlullahın vekilidir.

      Abdülkadir Geylani hazretleri daha doğmadan, ilerde büyük bir zat
      olacağına dair alametler, işaretler görülmüştü. Babası rüyasında
      Peygamber efendimizi sallAllahü aleyhi ve sellem, Eshab-ı kiramı
      radıyAllahü anhüm ve evliyayı gördü. Peygamber efendimiz
      kendisine; “Ey Ebu Salih! Allahü teâlâ bu gece sana kamil, olgun ve
      derecesi yüksek bir erkek evlad ihsan etti. O benim oğlum ve
      sevdiğimdir. Evliya arasında derecesi yüksek olacak.” buyurdu.

      Doğduktan sonra yüksek halleri ile dikkatleri çekti. Ramazan-ı şerifte
      gün boyunca süt emmez, iftar olunca emerdi. Bu halini şu beyti ile
      anlatır:

      Başlangıcım şöyleydi, dillerde söylenirdi

      Beşikteyken oruçtum, bunu herkes bilirdi.

      Doğduğu senenin ramazan-ı şerif ayının sonunda havalar bulutlu
      geçmişti. Bunun için ramazanın çıkıp çıkmadığında tereddüt edildi. Halk
      annesine çocuğun süt emip emmediğini sordular. Emmediğini öğrenince,
      ramazan-ı şerifin henüz çıkmadığını anlayıp oruca devam ettiler.

      Bir gün Abdülkadir Geylani hazretlerine, “Bu işe başladığınızda, bu yola
      adım attığınızda, temeli ne üzerine attınız? Hangi ameli esas aldınız da
      böyle yüksek dereceye ulaştınız?” diye sordular. Buyurdu ki:

      “Temeli sıdk ve doğruluk üzerine attım. Asla yalan söylemedim. Yalanı
      kağıda bile yazmadım ve hiç yalan düşünmedim. İçim ile dışımı bir
      yaptım. Bunun için işlerim hep rast gitti. Çocuk iken maksadım, niyetim,
      ilim öğrenmek, onunla amel etmek, öğrendiklerime göre yaşamaktı.
      Küçüklüğümde Arefe günü çift sürmek için tarlaya gittim bir öküzün
      kuyruğundan tutunup, arkasından gidiyordum. Hayvan dile geldi ve
      dönüp bana; “Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emrolunmadın.”
      dedi. Korktum, geri döndüm. Evimizin damına çıktım. Gözüme, hacılar
      gözüktü. Arafat’ta vakfeye durmuşlardı. Anneme gidip; “Beni Allahü
      teâlânın yolunda bulundur. İzin ver, Bağdad’a gidip ilim öğreneyim. Salih
      zatları ve evliyayı bulup ziyaret edeyim.” dedim. Annem sebebini sordu,
      gördüklerimi anlattım. Ağladı, kalkıp babamdan miras kalan seksen
      altının yarısını kardeşime ayırdı. Kalanını bana verip, altınları elbisemin
      koltuğunun altına dikti. Gitmeme izin verip, her ne olursa olsun doğruluk
      üzere olmamı söyleyip, benden söz aldı. “Haydi Allah selamet versin
      oğlum. Allahü teâlâ için ayrıldım. Artık kıyamete kadar bir daha yüzünü
      göremem.” dedi. Küçük bir kafile ile Bağdad’a gitmek üzere yola çıktım.
      Hemedan’ı geçince, altmış atlı eşkıya çıka geldi. Kafilemizi bastılar.
      Kervanı soydular. İçlerinden biri benim yanıma geldi. “Ey derviş! Senin
      de bir şeyin var mı?” diye sordu. “Kırk altınım var.” dedim. “Nerededir?”
      dedi. “Koltuğumun altında dikili.” dedim. Alay ediyorum zannetti. Beni
      bırakıp gitti. Bir başkası geldi, o da sordu. Fakat, o da bırakıp gitti. İkisi
      birden reislerine gidip, bu durumu söylediler. Reisleri beni çağırttı. Bir
      yerde, kafileden aldıkları malları taksim ediyorlardı. Yanına
      gittim. “Altının var mı?” dedi. “Kırk altınım var.” dedim. Elbisemin koltuk
      altını sökmelerini söyledi. Söküp, altınları çıkardılar. “Neden bunu
      söyledin?” dediler. “Annem, ne olursa olsun yalan söylemememi tembih
      etti. Doğruluktan ayrılmayacağıma söz verdim. Verdiğim sözde durmam
      lazım.” dedim. Eşkıya reisi, ağlamaya başladı ve; “Bu kadar senedir
      ben, beni yaratıp, yetiştiren Rabbime verdiğim sözü bozuyorum.” dedi.
      Bu pişmanlığından sonra tövbe edip, haydutluğu bıraktığını söyledi.
      Yanındakiler de, “İnsanları soymakta, yol kesmede sen bizim reisimiz
      idin, şimdi tövbe etmekte de reisimiz ol” dediler. Sonra, hepsi tövbe
      ettiler. Kafileden aldıkları malları sahiplerine geri verdiler. İlk defa benim
      vesilemle tövbe edenler, bu altmış kişidir.”

      Abdülkadir Geylani efendi, Bağdad’a geldi. Buradaki meşhur âlimlerden
      ders almak suretiyle hadis, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde çok iyi yetişti.

      İlim tahsilini tamamlayıp yetiştikten sonra, vaaz ve ders vermeye
      başladı. Hocası Ebu Said Mahzumi’nin medresesinde verdiği ders ve
      vaazlarına gelenler medreseye sığmaz sokaklara taşardı. Bu sebeple,
      çevresinde bulunan evler de ilave edilmek suretiyle medrese genişletildi.
      Bu iş için Bağdad halkı çok yardımcı oldu. Zenginler para vererek,
      fakirler çalışarak yardım ettiler. Derslerine devam edenler arasında pek
      çok âlim yetişti.

      Abdülkadir-i Geylani hazretleri, bir müddet ders verip insanları irşad
      ettikten, hak ve hakikatı anlattıkdan sonra, ders ve vaaz vermeyi
      bıraktı. İnzivaya çekilip, yalnızlığı seçti. Sonra sahralara çıktı. Bağdad’ın
      Kerh harabelerinde yaşamaya başladı. Bütün vaktini ibadet, riyazet ve
      mücahede ile nefsinin arzu ve isteklerini yapmamak, istemediklerini
      yapmakla geçirmeye başladı. Buyurdu ki:

      Irak’ın sahra ve harabelerinde 25 sene insanlardan uzak kaldım. Benim
      kimseden, kimsenin benden haberi yoktu. Bazan uzun müddet
      yemezdim ve “açım açım” diye içimin feryadını duyardım. Bazan
      üzerime öyle ağırlıklar gelirdi ki, bunlar bir dağın üstüne konsa,
      tahammül edemeyip, paramparça olurdu. Bu sırada; “Muhakkak zorlukla
      beraber bir kolaylık vardır, şüphesiz zorlukla beraber kolaylık vardır.”
      mealindeki İnşirah suresinin beşinci ve altıncı ayet-i kerimelerini
      okuduğumda üzerimdeki ağırlıklar dağılıp, giderdi.”

      Şeytanlar çeşitli kılık ve kıyafetlere bürünüp toplu halde yanıma gelir,
      beni yolumdan çevirmek için uğraşırlardı. Kalbimde büyük bir azim ve
      direnç hissederdim. İçimden bir ses; “Ey Abdülkadir! Onlarla mücadele
      et, onlara galip geleceksin.” derdi. İçlerinde bir şeytan durmadan bana
      gelir; “Buradan git, şöyle yaparım, böyle yaparım.” diye beni tehdit
      ederdi. Canu gönülden, “La havle ve la kuvvete illa billahil aliyyil azim”
      okuyunca, onun tamamen yandığını görürdüm.

      Bir kere Abdülkadir Geylani hazretleri şöyle bir ses işitti: “Ey Abdülkadir!
      Ben senin Rabbinim! Sana haramları mubah, serbest kıldım.” Bunun
      üzerine Abdülkadir Geylani Euzü çekti. “Kovulmuş şeytandan Allahü
      teâlâya sığınırım. Sus ey mel’un!” diye bağırdı. Bunun üzerine aynı
      ses; “Ey Abdülkadir! Rabbinin izni ile çeşitli yerlerde bana
      aldanmayarak, şerrimden, kötülüğümden kurtuldun. Halbuki ben bu
      yolda yetmiş kişiyi yoldan çıkardım.” dedi. Onun şeytan olduğunu nasıl
      anladığını sorduklarında; “Sana haramları helal ettim, sözünden anladım.
      Çünkü Allahü teâlâ böyle şeyleri emretmez.” buyurdu.

      Başka bir kere gayet çirkin ve pis kokulu birisi geldi. “Ben iblisim,
      şeytanım. Sana hizmet etmeye geldim, beni ve yardımcılarımı çok
      yordun.” dedi. “Sana inanmıyorum, buradan uzaklaş.” dedim. Bana
      vuracak oldu ise de onu perişan ettim. İkinci defa elinde büyük bir ateş
      kıvılcımı ile hücum etmeye başladı. Bu esnada elinde kılıç bulunan atlı
      birisi bana yardıma geldi. Yine onu mağlub ettim. Üçüncü olarak iblisi
      çok uzakta ağlar gördüm. Gayet üzgün olarak; “Senden ümidimi kestim.
      Galiba seni yoldan çıkaramayacağım.” dedi. “Sus ey mel’un!” dedim ve
      kovdum. Allahü teâlâ her seferinde beni onlara karşı üstün kıldı.

      Şeytanı başımdan savdıktan sonra bana pek lezzetli süslü ve parlak
      şeyler göründü. “Bunlar nedir?” dedim; “Dünya zevkleri ve zinetleridir.”
      denildi. Dünya ve onun göz kamaştırıcı lezzeti ve çabuk tükenen
      nimetleri kendine çekmek istedi fakat Allahü teâlâ beni onlardan da
      korudu. Onlara hiç kıymet vermedim. Bunun için kaybolup gittiler. Sonra
      Allahü teâlânın rızasına kavuşma yolunda insanın önüne çıkan manileri,
      engelleri gördüm. “Bunlar nedir?” dedim. “Senin içinde bulunan
      manilerdir.” denildi. Bunlara üstün gelebilmek için bir sene uğraştım.

      Sonra içimi seyrettim. Kalbimin birçok şeylere bağlandığını boş hayaller
      kurduğunu, kendini saraylarda sandığını gördüm. “Bunlar nedir?”
      dedim. “Arzu ve isteklerindir.” denildi. Tam bir yıl uğraştıktan sonra
      kalbimi onlardan temizleyebildim.

      Yine nefsim kendi şeklinde bana gelir, kendine dost olmam için
      yalvarırdı. Yüz vermeyince zor kullanmak isterdi. Bir kere onu, bütün
      hastalıkları üzerinde, arzu ve istekleri dipdiri, şeytanları emrine hazır
      olarak gördüm. Bir sene mücadele ettim. Allahü teâlânın izni ile
      hastalıklarını iyileştirdim, arzu ve isteklerini kırdım, şeytanlarını kovdum.
      Kısaca nefsimle tedricen, safha safha mücadele ettim. Onu iki elimle sımsıkı yakaladım. Yıllarca ıssız, sessiz, sadasız yerlerde kalmaya
      mecbur ettim. Kerh harabelerinde yıllarca kaldım. Yiyecekler malum;
      otlar, ağaç yaprakları… Dünya sevgisinden kurtulabilmek, nefse üstün
      gelebilmek için her çareye başvurdum. Gördüğüm her yokuşa
      tırmandım. Nefsime hiç fırsat vermedim. Bir gece merdivende kitap
      mütalaa ediyordum. Nefsim; “Biraz uyu, sonra kalkarsın.” dedi. Ona
      muhalefet olsun diye tek ayağım üzerinde durdum. Kur’an-ı kerimi
      hatmedinceye kadar uyumadım.

      Bütün bunlara rağmen, henüz matluba, maksada ve asıl istediğime
      varamamıştım. Bunun için, tevekkül, şükür ve zenginlik gibi kapıları
      denedim. Aradığımı fakirlik kapısında buldum. Burada büyük bir şerefe
      kavuştum, kulluk sırrına erdim, sonsuz hürriyete ulaştım. Bütün arzu ve
      isteklerim buz gibi eridi. Bütün beşeri sıfatlarım kayboldu. Gönülden
      Allahü teâlâdan başka her şeyi çıkarıp, hep O’nunla olmak olan “fakr”
      mertebesine ulaştım”.

      Nihayet bütün varlıklardan yüz çevirdim. Her şeyim Allah için oldu.

      Sahralarda dolaşırken “Ol” sözü ile ihsan olundum. Allahü teâlânın izni
      ile istediğim olurdu. Bunun için çok yiyecek buldum. Dağdan bir parça
      koparırdım, helva olur, yerdim. Kuma deniz suyu dökerdim, tatlı su
      olurdu. Sonra böyle yapmaktan haya ettim. Allahü teâlâya karşı edebi
      gözeterek hepsini terk ettim.

      Nihayet Abdülkadir Geylani hazretleri Bağdad’da insanları irşada, Allahü
      teâlânın beğendiği yolda bulunmaya davete ve nasihat etmeye başladı.
      Bir gün kendini nurların kapladığını gördü. Bu hal nedir diye sorunca,
      Resulullah efendimiz Allahü teâlânın sana verdiği yüksek dereceyi tebrik
      etmeye geliyor, denildi. Nurun git-gide çoğaldığı bir anda Resulullah
      efendimiz görünerek bir elbise verdiler. Sonra; “Bu, kutubluk denilen
      velilere ait evliyalık elbisesidir.” buyurdular.

      Abdülkadir Geylani hazretleri tasavvuf bilgilerini herkesin anlayacağı
      şekilde sundu. Peygamber efendimizin bereketiyle sözleri gayet tatlı ve
      tesirli idi.

      Birgün, minberde oturmuş vaaz ediyordu. Birden süratle en son
      basamağa indi. Ayakta, elini elinin üstüne koyarak, mütevazi bir şekilde
      durdu. Bir müddet sonra minbere çıktı. Eski yerine oturdu ve vaazına
      devam etti. Oradakilerden birisi, ne oldu diye sual edince; “Ceddim
      Resulullah’ı gördüm. Geldi ve minber önünde durdu. Haya edip, son
      basamağa indim. Kalkıp, gitmeye başlayınca, bana yerime oturmamı ve
      insanlara vaaz etmemi emr etti, dedi.

      Sohbetlerinde bazan birkaç kişi coşarak kendinden geçerdi. Haftada üç
      gün, cuma, salı ve pazartesi gecesi halka vaaz ederdi. Vaazında, âlim ve
      evliyadan zatlar da bulunur, hepsi büyük bir huzur içerisinde dinlerlerdi.
      Kırk sene böyle devam etti. Ders ve fetva vermeye yirmi sekiz yaşında
      başlamış olup, bu hal altmış yaşına kadar devam etti. Huzurunda Kur’an-
      ı kerim tegannisiz gayet sade, tecvide riayetle okunurdu. Dört yüz âlim
      onun anlattıklarından notlar tutar, izdiham, kalabalık sebebiyle
      birbirlerinin sırtlarında yazarlardı. Sorulan suallere gayet açık ve
      doyurucu cevaplar verirdi.

      Derin ilim sahibi idi. On üç çeşit ilimde ders verirdi.

      Önce lazım olan din bilgilerini öğrenmeyi tavsiye ederdi. Cubbai
      ismindeki bir zat anlatır:

      Evliyanın hayatından ve sözlerinden bahseden arabi Hilyet-ül-Evliya
      kitabını birisinden dinlemiştim. Kalbim yumuşadı ve halktan uzaklaşıp
      yalnız ibadetle meşgul olmak istedim. Gidip Abdülkadir Geylani’nin
      arkasında namaz kıldıktan sonra huzurunda oturdum. Bana bakıp; “Eğer
      inzivaya çekilmek istersen, önce ilim, sonra da yetişmiş ve yetiştirebilen
      rehber zatların, yani mürşid-i kamillerin huzurunda edeb öğren. Daha
      sonra inzivaya, yalnız ibadete başla. Yoksa, ibadet ederken dinde
      bilmediğin bir şeyi öğrenmek icabeder de, yerinden ayrılmak
      durumunda kalırsın.” buyurdu.

      Bağdad’ın ileri gelen âlimleri, herbiri bir mesele sorup imtihan etmek için
      huzuruna gelip oturdular. Bu esnada Abdülkadir Geylani hazretlerinin
      göğsünden ancak kalb gözü açık olanların görebildiği bir nur çıktı ve
      âlimlerin göğsünden geçip gitti. Âlimleri bir hal kaplayıp, Abdülkadir
      Geylani hazretlerinin ayaklarına kapandılar. Bunun üzerine onları tek tek
      bağrına bastı ve şimdi suallerinizi sorun buyurdu. Her biri suallerini
      sorup, hemen cevabını aldı. Onlara; “Size ne oldu böyle?”
      denildiğinde; “Huzurunda oturduğumuzda, bütün bildiklerimizi unuttuk.
      Bizi bağrına basınca unuttuklarımızı tekrar hatırladık. Suallerimizi
      sorunca, öyle cevaplar aldık ki, hayrette kaldık.” dediler.

      Ebu Sa’id Kilevi şöyle anlatmıştır:

      Ben, Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin meclisinde iken, Resulullah
      efendimizi ve enbiyayı gördüm. Melekler onun meclisine gelmek için
      bölük bölük gök yüzünden inerlerdi. Bir defasında da Hızır aleyhisselamı
      görmüştüm. “Her kim dünyada kurtuluşa ermek ve saadete kavuşmak
      isterse, Şeyh Abdülkadir’in meclisine devam etsin!” buyurmuştu.

      İbn-i Kudame şöyle söylemiştir:

      “1166 (H.561) yılında Bağdad’a girdiğimizde, Abdülkadir-i Geylani
      hazretlerini ilmin zirvesine yükselmiş gördük. O, ilmi ile amel eder,
      kendisine sorulan çetin sorulara doyurucu cevaplar verirdi. Bütün güzel
      huylara ve üstün vasıflara sahipti. Onun gibi bir zata daha hiç
      rastlamadık.”

      Abdülkadir Geylani hazretleri felsefe ile meşgul olmayı hoş görmezdi,
      ondan men ederdi. Felsefenin kaynağı akıldır. Filozof, çeşitli bilgileri
      düzene koyarak madde, hayat, yaratılış, dünya ruh, alem, ölüm ve
      sonrası gibi konulara aklına dayanarak cevaplar bulmaya çalışır. Bunu
      yaparken bulduğu cevapların Allahü teâlâ tarafından gönderilen dinlere
      uyup uymamasına bakmaz. Bu sebeple doğru yoldan ayrılırlar.
      Felsefecilerin ortaya koyduğu bilgiler, gerek fen bilgilerinin değişmesi,
      gerekse sonra gelen filozofların öncekilerden farklı düşünmesi sebebiyle
      ya kısmen yahut tamamen değişir. Bu itibarla sonra gelenler önce
      gelenleri daima tenkid etmekle veya onların felsefelerini yıkmakla işe
      başlarlar. Akıl yalnız başına yol gösterici değildir. Dinin rehberliğine
      muhtaçtır. Yoksa sapıtır. Bunun için din büyükleri itikadın
      bozulabileceğini bildikleri için, felsefe ile uğraşmaktan men etmişlerdir.
      Nitekim İbn-i Sina ve Farabi gibi zatlar felsefecilerin kitapları ile çok
      meşgul olduklarından sapıtmışlardır.

      Çok sabırlı idi. Talebelerinin suallerini kızmadan cevaplandırır, dersi geç
      anlayanlara sabırla anlatırdı. Ubey isminde, anlatılanları zor kavrayan bir
      talebe vardı. Bir gün ders sırasında İbn-üs-Semhal isminde bir zat
      gelmişti. Abdülkadir Geylani hazretlerinin onun dersi geç anlamasına
      karşı gösterdiği tahammüle hayran kaldı. O talebe dersini alıp çıktıktan
      sonra, gösterdiği sabra hayret ettiğini söyleyince, Abdülkadir Geylani
      hazretleri; “Bir hafta daha yorulacağım, ondan sonra vefat edeceğim.”
      buyurdu. Dediği gibi bir hafta sonunda vefat etti.

      Abdülkadir Geylani hazretleri heybetli idi. Az konuşur, çok sükut eder,
      konuştuğunda gayet cazib, açık ve net konuşurdu. Şahsı için kızmaz. Din
      hususunda asla taviz vermezdi. Misafirsiz gece geçirmezdi. Zayıflara
      yardım eder, fakirleri doyururdu. İsteyeni geri çevirmez, iki elbisesi
      varsa, mutlaka birini isteyene verirdi. Yanında oturanlarda; “Ondan daha
      kerim ve lütufkar kimse olamaz.” kanaati hakim olurdu. Sevdiklerinden
      biri gurbete çıksa, ondan haber sorar, sevgi ve alakasını muhafaza
      ederdi. Kendisine kötü davrananları affederdi. Kötülüklere dalmış çok
      kimse, hırsız ve eşkıya onun vasıtasıyla tövbe etti. Köleleri satın alıp,
      azad ederdi. Verdiği sözü tutar,kimseye karşı kötülük düşünmezdi.
      Ambarında helalden kazandığı buğday bulunurdu. Hizmetçisi, kapıda
      ekmek elinde durur ve halka şöyle seslenirdi:

      “Yemek isteyen, ekmek isteyen, yatmak isteyen kimse yok mu? Gelsin!”

      Kendisine hediye gelse, yanındakilere dağıtır, bir kısmını da, kendisine
      ayırırdı. Hediyeye, mutlaka karşılık verirdi.

      Fakirlerin ve dervişlerin nafakasını satın almak için, vazifeli
      hizmetçilerinin, bir başka işi olsa, yahut hastalansalar, kendisi çarşıya
      çıkar, ceddi Resulullah efendimize sallAllahü aleyhi ve sellem uyarak, ev
      için lüzumlu şeyleri satın alırdı. Bir toplulukla yolculukta olsa ve bir
      yerde konaklasalar, kendi eliyle, el değirmeninde buğday öğütür, hamur
      yapar, ekmek pişirir, hepsine taksim ederdi. Kendini ziyarete gelenlere
      saygı gösterir, tevazu ederdi. Çok günler, et ve yağ yemezdi. Bir gün
      yedi çocuk, ellerinde yarımşar dirhem ile gelip, her biri yarım dirhemini
      eline koydu ve satın aldırmak istedikleri şeyleri söylediler. Çarşıya gidip,
      istedikleri şeyleri satın alarak getirip çocuklara verdi. Gönüllerini hoş etti.

      Sıkıntısı ve dileği olanlar onu vesile ederek, araya koyarak Allahü
      teâlâya dua ettiklerinde dileklerine kavuşurlardı. Buyururdu ki:

      “Sıkıntıda olan bir kimse beni vesile edip Allahü teâlâya yalvarsa derhal
      sıkıntısı gider. Şiddet anında her kim benim ismimi ansa derhal rahata
      kavuşur. Abdülkadir Geylani’nin hürmetine diyerek, her kim Allahü
      teâlâdan dilekte bulunursa, derhal işi görülür.”

      Bir defasında; “İyi müridlerin hali malum, ya kötülerinki ne olacak?” diye
      sorduklarında; “İyi olanlar kendilerini bize adamışlardır. Kötülere gelince
      biz de kendimizi onları kurtarmak için adadık.” buyurdular.

      Cinler de kendisinden çekinir, itaat edip sözünü dinlerlerdi.

      Duası makbul idi. Bağdad halkından biri ona gelerek; “Babamı rüyada
      azab içerisinde gördüm. Bana Şeyh Abdülkadir’e git, bana dua etsin.
      Belki Allahü teâlâ beni azapdan kurtarır.” dedi. Bunun için sana geldim.
      Babama dua ediverin de azaptan kurtulsun.” dedi. Abdülkadir Geylani
      hazretleri sükut buyurdu. Bir şey söylemedi. O şahıs ikinci gece babasını
      rüyasında yeşil bir cübbe içerisinde neşeli neşeli görünce hayret
      edip; “Baba, dün azab içindeydin, bugün ise neşelisin. Sebebi nedir?”
      diye sordu. Babası; “Şeyh Abdülkadir bana dua etti. Allahü teâlâ onun
      duası hürmetine beni azaptan kurtardı.” dedi.

      Onu gören tesiri altında kalır, mübarek biri olduğunu hisseder, kalbi katı
      ise, yumuşardı. Cuma günleri camiye giderken, halk onu görmek için
      sokakları doldururdu.

      Kendisi hakkında kötülük düşünene merhamet eder, onun iyiliğini isterdi.

      Çilesini çekmeden yüksek mertebelere ulaşılamayacağını söylerdi.

      Bir kadın, çocuğunu Abdülkadir-i Geylani hazretlerine getirip; “Oğlumun
      kalbini size tutulmuş gördüm; bana hizmetinden onu azad edip, size
      getirdim.” dedi. Şeyh hazretleri bu genci yanına aldı. Ona nefsin
      istemediklerini yapmasını emretti. Tarikatta süluke başlattı. Bu şekilde
      devam ederken, bir gün annesi çıka geldi. Oğlunu, az yemek ve uyumak
      sebebiyle, zayıf ve sararmış, arpa ekmeği yer halde buldu. Bu hal ona
      dokundu. Çocuğunu bırakıp, Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin yanına
      girdi. Şeyh hazretleri oturmuş, tavuk yiyordu. “Efendim, siz burada
      tavuk yersiniz, benim oğlum ise, arpa ekmeği yer.” dedi. Şeyh bunu
      duyunca, elini, tavuk kemiklerinin üzerine koyup; “Kum bi-iznillah!” yani
      Allahü teâlânın izni ile kalk, diril! buyurdu. Tavuk hemen dirildi. Şeyh,
      kadına hitaben; “Senin oğlun böyle olduğu zaman, dilediğini yesin!”
      buyurdu.

      Ebü’l-Hacer Hamid Hirani anlatıyor:

      Bir gün Abdülkadir Geylani hazretlerinin medresesine gittim ve
      huzurunda oturdum. Bana; “Ey Hamid! Bir gün gelecek meliklerin,
      sultanların minderinde oturacaksın.” buyurdu. Aradan epeyce zaman
      geçip, Hiran’a dönünce, Sultan Nureddin beni çağırıp yanına oturttu ve
      evkaf bakanı yaptı. O günden beri devamlı Abdülkadir Geylani
      hazretlerinin o sözünü hatırlarım.

      Her zaman gizli açık kerametleri görülürdü. Abdülkadir Geylani
      hazretleri buyurur ki:

      “Kerametler ancak bir hayır, hikmet için gösterilir. Kerametini
      gizlemeyen dünyaya düşkündür. Bana talebe olan yahut evladımdan ve
      halifelerime bağlı olup, keramet derecesine ulaşıp, maksatsız keramet
      izhar edenin yüzü iki dünyada kara olur.”

      Abdülkadir Geylani hazretlerinin insanları gafletten uyaran, kendilerine
      gelmesine vesile olan pekçok sözü vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:

      “İnsanlara rehberlik eden kimsede şu hasletler bulunmazsa, o rehberlik
      yapamaz. Kusurları örtücü ve bağışlayıcı olması, şefkatli ve yumuşak
      olması, doğru sözlü ve iyilik yapıcı olması, iyiliği emredip, kötülüklerden
      men edici olması, misafirperver ve geceleri insanlar uyurken ibadet edici
      olması, âlim ve cesur olması.”

      “Şükrün esası, nimetin sahibini bilmek, bunu kalb ile itiraf etmek ve dille
      söylemektir.”

      “Büyük âlimlere tabi olunuz; bid’at yoluna, dinde olmayıp, sonradan
      çıkarılan şeylere sapmayınız. İtaat ediniz, muhalefet etmeyiniz.
      Sabrediniz, sızlanmayınız. Sabit kalınız, ayrılıp dağılmayınız. Bekleyiniz,
      ümit kesmeyiniz. Özünüzü günahdan temizleyiniz, kirletmeyiniz. Hele
      Rabbinizin kapısından hiç ayrılmayınız.”

      “Kalb dünya arzularından birine bağlı kaldığı ve geçici lezzetlerden
      birinin peşine takılıp gittiği müddetçe, imkanı yok, ahireti sevmiş
      olamaz.”

      “Mümin, insanlara karşı yüzünden sevinçli olduğunu gösterir. Fakat kendi
      mahzundur. Peygamber efendimiz; “Müminin sevinci yüzündedir. Halbuki
      kalbi mahzundur.” buyurmaktadır. Müminin tefekkürü, düşünmesi,
      ağlaması çok, gülmesi azdır. Tebessümü ile kalbindeki hüznü gizler.
      Dışarıda geçimini temin etmekle uğraşıyor görünür, kalbi Rabbini
      anmakla meşguldür. Çoluk çocuğu ile uğraşıyor görünür, kalbi Rabbi
      iledir.”

      “İnsanlara gösteriş için amel yapıp, sonra da bunu Allahü teâlânın kabul
      etmesini istemek yakışır mı? Hırsı, şımarıklığı, azgınlığı ve dünyaya
      düşkünlüğü bırak. Sevincini ve neşeni biraz azalt. Biraz hüzünlü ol.
      Peygamber efendimiz başkasının kalbini ferahlandırmak için tebessüm
      buyururlardı.”

      İlk önce yapılması lazım olan şeyler hususunda:

      “Mü’minin, en önce farzları yapması lazımdır. Farzları bitirdikten sonra,
      vacib ve sünnetleri yapar. Ondan sonra, nafilelerle meşgul olur. Farz
      borcu varken sünnet ile meşgul olmak, ahmaklıktır. Farz borcu olanın,
      sünnetleri kabul olmaz. Hz. Ali’nin rivayet ettiği hadis-i şerifte, Resulullah
      efendimiz buyuruyor ki: “Üzerinde farz borcu olan kimse, kazasını
      kılmadan nafile kılarsa, boş yere zahmet çekmiş olur. Bu kimse,
      kazasını ödemedikçe, Allahü teâlâ, onun nafile namazlarını kabul
      etmez.” Mümin, bir tüccara benzer. Farzlar onun sermayesi, nafileler de
      kazancıdır. Sermaye kurtarılmadıkça, kazancı olamaz.” buyurdu.

      Kötü arkadaşlardan uzak olmayı tavsiye eder, şöyle buyururdu:

      “Kötü arkadaşları terket. Onlara sevgi duyma, salihleri sev. Yakının bile
      olsa, kötü arkadaştan uzak dur. Uzak bile olsa, iyi arkadaşlarla beraber
      ol. Kimi seversen, seninle onun arasında bir yakınlık hasıl olur. Bu
      bakımdan, sevgi beslediğin kimsenin kim olduğuna iyi bak.

      Ey oğul! Kötü kimselerle düşüp kalkman, seni, iyi kimseler hakkında
      kötü zanna düşürür. Allahü teâlânın kitabının ve Resulünün sünnet-i
      seniyyesinin gölgeleri altında yürü, felah bulur kurtuluşa erersin.”

      Ey oğul! Senin düşüncen, yiyecek, içecek, giyecek ve dünya lezzetleri
      olmasın. Bütün bunlar, nefsin ve insan tabiatının istediği şeylerdir. Kalbin
      düşüncesi nerede, nefsin ve tabiatın istekleri nerede? Kalbin düşüncesi
      Allahü teâlâdır. Senin düşüncen, Rabbin ve O’nun katında bulunan
      nimetler olmalıdır. Dünyadan (haram ve şüphelilerden) ne terkedersen,
      mutlaka bunun karşılığında ahirette ondan daha hayırlısı vardır.
      Ömründe sadece şu içerisinde bulunduğun günün kaldığını farz et de
      ahiret için hazırlık yap.”

      Faydasız şeyleri bırakmak hususunda:

      “Ey zavallı! Sana fayda vermeyen şeyler hakkında konuşmayı bırak.
      Dünya ve ahirette sana fayda verecek işlerle uğraş. Boş işlerle
      uğraşmayı bırak. Kalbinden dünya düşüncelerini çıkar. Çünkü yakında
      dünyadan alınacak, ahirete götürüleceksin. Dünyada rahat ve hoş bir
      hayat arama. Resul-i ekrem; “Hayat, ahiret hayatıdır” buyurdu.”

      İyi zan sahibi olmak hakkında:

      “Müslümanlar hakkında iyi zan sahibi ol. Onlar hakkında niyetini düzelt.
      Her türlü hayır işi yapmaya koş. Bilmediğin hususlarda ahireti düşünen
      âlimlere sor.”

      Dua hakkında:

      “Allahü teâlâdan dünya ve ahiretin hayırlarını iste. Sakın; “Ben
      istiyorum. Fakat Allahü teâlâ vermiyor, ben de bundan sonra
      istemeyeceğim.” deme. Duaya devam et. Eğer istediğin şey ezelde
      senin için takdir edilmiş ise, Allahü teâlâdan istedikten sonra, Allahü
      teâlâ onu sana gönderir. Eğer istediğin o rızık ezelde senin için takdir
      edilmemiş ise, Allahü teâlâ seni o şeye muhtaç kılmaz ve kendinden
      gelenlere rıza gösterme nimetini ihsan eder. Eğer Allahü teâlâ senin için
      fakirlik ve hastalık dilemiş ise, sen de Allahü teâlâya fakirlikten ve
      hastalıktan kurtulman için yalvarırsın. O zaman Allahü teâlâ sana razı ve
      memnun olacağın bir hal verir. Eğer, ezelde borçlu olmak takdir
      edilmişse ve sen de borçtan kurtulmak için dua edersen, Allahü teâlâ
      alacaklıyı sana kötü muamele etme halinden vaz geçirir. Hatta
      borcundan azaltma veya hepsini bağışlama haline çevirir. Eğer dünyada
      borçlu halden kurtarmazsa buna karşılık sana bol sevap verir.

      Ahiret işlerini önce yapmak hususunda:

      “Ahireti sermayen, dünyayı bu sermayenin kazancı yap. Zamanını, önce
      ahireti elde etmek için sarf et. Geri kalan vaktini, geçimini temin için
      harca. Sakın dünyanı sermaye, ahiretini onun kârı şeklinde yapma.
      Böyle yaparsan, dünyadan artan zamanını, ahiretin için sarf edersin. Bu
      zaman zarfında namazlarını kılmaya çalışırsın. Fakat çabucak kılayım
      diye, rükünlerine riayet etmezsin. Sonra dünya işlerinden dolayı yorulur
      ve bitkin düşersin. Geceleri kaza namazı kılmaya fırsat bulamazsın.
      Yorgunluktan ölü gibi yatar, gündüz de faydasız olursun. Nefsine, heva
      ve isteğine hatta şeytana tabi olursun. Ahiretini dünyaya karşılık
      satarsın. Nefsinin kölesi ve onun bineği olursun. Halbuki sen, nefsine
      binmek, onu yalanlayıp tekzib etmek ve selamet yoluna sokmakla
      emrolunmuşsun. Bunlar ahiret yolu, Rabbine taat yoludur. Sen,
      nefsinden gelen istekleri kabul etmekle, kendine zulmettin. İpini onun
      eline verdin. İsteklerinde, lezzetlerinde, hevasında ona uydun. Sonunda
      dünya ve ahiretin hayırlısını kaçırdın. Dünya ve ahiretini zarara soktun.
      Böyle olursa, Kıyamet günü din ve dünya bakımından insanların en
      müflisi ve en zararlısı olursun. Nefsine uymakla, dünyadan fazla bir şeye
      ulaşamadın. Eğer nefsini ahiret yoluna çekseydin, ahiretini esas ve
      sermaye kabul etseydin, dünya ve ahiretini kazanırdın. Nefsin
      kötülüklerinden korunur, iyilerden olurdun. Eğer dünyaya rağbet
      etmeyerek, kötülüklerden uzak kalarak Allahü teâlâya itaat edersen,
      Allahü teâlânın has kullarından olursun.”

      Yapılan nasihatı kabul etmek hakkında:

      “Kardeşinin sana yaptığı nasihatı kabul et. Ona muhalefet etme. Çünkü
      o, senin kendinde göremediğin şeyleri görür. Bunun için Resul-i
      ekrem; “Mümin, müminin aynasıdır.” buyurmuştur. Mümin, din kardeşine
      yapmış olduğu nasihatlerde samimidir. Onun göremediği şeyleri bildirir.
      Ona, iyilikler ve kötülükler arasındaki farkı gösterir. Ona, lehinde veya
      aleyhinde olan şeyleri anlatır.”

      Acele etmemek hususunda:

      “Acele etme. Acele eden, ya hata yapar veya hatalı duruma yakın olur.
      Ağır ve temkinli hareket eden, o işte ya isabet kaydeder veya isabet
      etmeye yaklaşır. Acele şeytandandır. Ağır ve temkinli hareket etmek.
      Allahü teâlâdandır. Umumiyetle aceleye sebep, dünyalık toplama
      hırsıdır. Kanaat sahibi ol. Kanaat bitmeyen bir hazinedir.”

      Gaflet hakkında:

      “Allahü teâlâdan hakkıyla haya ediniz. Gaflette olmayınız. Zamanınız,
      zayi olup gidiyor. Halbuki siz, yiyemeyeceğiniz şeyleri toplamak,
      ulaşamayacağınız şeylerin peşinde koşmak, oturamayacağınız binaları
      kurmakla meşgul oluyorsunuz. Bütün bunlar size, Rabbinizin huzurunda
      hesap vermek için duracağınızı unutturuyor. Halbuki Allahü teâlâyı
      anmak, ariflerin kalblerinde yerleşir. Onların kalblerini kuşatır. Onlara,
      Allahü teâlâyı hatırlamaya mani olan her şeyi unutturur.”

      Allah için yapılmayan işler hakkında:

      “Senin dilin güzel ve tatlı; yüzün ise kötülüklerden kurtulmuş gibi
      gülüyor, ya kalbinin hali nasıl? Cemaat içinde iyi görünüyorsun, ya
      yalnız iken, yanında kimse yok iken nasılsın? Göründüğün gibi değilsin.
      Sen namaz kıldığın, oruç tuttuğun, hayır işleri yaptığın zaman, eğer
      bunları sırf Allahü teâlânın rızasını gözeterek yapmazsan, nifak üzere ve
      Allahü teâlâdan uzak olacağını bilmiyor musun? Şimdi Allah için
      yapmadığın bütün işlerin, bütün sözlerin, adi ve bayağı niyetlerin için
      tövbe et.

      İnsanlara gösteriş için, onların rızalarını almak için amel yapıp, sonra da
      bunu Allahü teâlânın kabul etmesini istemek yakışır mı? Hırsı, şımarıklığı,
      azgınlığı ve dünyaya düşkünlüğü bırak. Sevincini ve neşeni biraz azalt.
      Biraz hüzünlü ol. Çünkü sen, hüzün evinde ve dünya hapishanesindesin.
      Resul-i ekrem daima tefekkür ederdi. Sevinçleri az, hüzünleri çoktu. Az
      gülerdi. Sadece başkasının kalbini ferahlandırmak için tebessüm
      buyururlardı.”

      Allahü teâlânın sevgisinde samimiyetin nasıl belli olduğu hususunda:

      “Kulun Allahü teâlâyı sevmesinde samimi olup olmadığı, başına bela ve
      musibet geldiği zaman ortaya çıkar. Bela ve musibet geldiğinde sabır ve
      sükun halini muhafaza edebiliyorsa, o gerçekten Allahü teâlâyı seviyor
      demektir. Musibet ve fakirlik zamanında sebat gösterebilmek bu sevgiye
      delil ve alamet yapıldı. Birisi Peygamber efendimize; “Ben seni
      seviyorum.” deyince; “Fakirlik için bir elbise hazırla.” buyurdu. Bir
      başkası gelip Peygamber efendimize; “Ben Allahü teâlâyı seviyorum.”
      deyince; “Bela için elbise hazırla.” buyurdu.”

      Sabır ve tahammüllerin karşılıksız kalmayacağına dair:

      “Halinizden şikayette bulunmayın. Sabredin, feryat etmeyin. Doğruluk
      üzere devam edin. İsteyin, istemekte bıkkınlık göstermeyin. İçinde
      bulunduğunuz istenmeyen hallerden dolayı ümitsizliğe düşmeyin. Daima
      ümitli olun. Birbirinize düşman değil, kardeş olun. Birbirinize buğz
      etmeyin.

      Allahü teâlâya, rızası için yapılan sabırlar ve tahammüller, asla
      karşılıksız kalmaz. Onun için bir an olsun sabrediniz, mutlaka, senelerce
      bu sabrın mükafatını görürsünüz. Ömrü boyunca kahraman lakabıyla
      meşhur olan, bu lakabı, bir anlık cesareti neticesinde kazanmıştır. Allahü
      teâlâ Kur’an-ı kerimde mealen; “Şüphesiz ki, Allah sabredenlerle
      beraberdir.” buyuruyor (Bekara suresi: 153)

      Hayatı fırsat bilmeye dair:

      “Hayatta olduğunuz müddetçe, ömrü fırsat biliniz. Bir müddet sonra
      hayat kapısı kapanacak, bu dünyadan ayrılacaksınız. Gücünüz yettiği
      müddetçe hayırlı işler yapmayı ganimet biliniz. Tövbe kapısı açıkken ve
      elinizde bu imkan varken bunu fırsat biliniz. Tövbe ediniz. Dua etmeye
      imkanınız varken, dua ediniz. Salih kimselerle beraber olmayı fırsat
      biliniz.”

      Kabir ziyaretine dair:

      “Kabirleri ziyaret ediniz. Salih kimseleri de ziyaret ediniz. Hayırlı işler
      yapınız. Böyle yaparsanız, her şeyiniz düzelir.”

      Günahlardan sakınmak hususunda:

      “Mümin kimse küçük günahları da büyük görür. Peygamber
      efendimiz; “Mümin kimse, günahını dağ gibi görüp, kendi üzerine
      düşeceğinden korkar. Münafık ise, günahını burnu üzerine konan ve
      hemen uçan sinek gibi görür.” buyurdu.”

      Hasedin, Allahü teâlânın gazabına sebep olacağı hususunda:

      Ey mümin! Ne oluyor ki, seni, komşunu; yemede, içmede, giymede ve
      başka şeylerde kıskanır görüyorum. Bu nasıl iş? Bilmiyor musun ki, bu
      senin imanını zayıflatır. Mevlanın yanında kıymetin kalmaz. Seni, Allahü
      teâlânın gazabına uğratır. Peygamber efendimiz; “Allahü teâlâ, hasetçi
      kimse nimetimin düşmanıdır,” buyurdu.” diye bildirmiştir. Resul-i ekrem
      bir hadis-i şerifte; “Ateş odunu yiyip bitirdiği gibi, haset de iyilikleri yer.”
      buyurdu. Sen, haset ettiğin kimseyi, hangi ve ne hususta haset
      ediyorsun. Onun kısmeti için mi, yoksa kendi kısmetin hususunda mı
      haset ediyorsun? Eğer onu, Allahü teâlânın ona kısmet olarak verdiği
      şeyde haset ediyorsan, ona haksızlık etmiş olursun. Haset ettiğin kimse,
      Allahü teâlânın kendisi için takdir ve taksim ettiği nimetin içerisinde
      bulunmaktadır. Sen onu, Allahü teâlânın bu ihsanından dolayı haset
      etmekle, ne kadar haksızlık ve cimrilik yaptığını, ne kadar akılsızlık
      ettiğini biliyor musun? Eğer onu, sana takdir edilenin onun eline
      geçeceğinden endişe ederek kıskanıyorsan, bu senin çok cahil olduğunu
      gösterir. Çünkü senin kısmetini başkası yiyemez. Muhakkak ki Allahü
      teâlâ sana zulmetmez. Allahü teâlâ senin için takdir ettiğini, sana nasip
      olarak verdiğini, senden alıp başkasına vermez.

      Abdülkadir Geylani hazretlerinin yazmış olduğu pekçok kıymetli
      eserlerinden bazıları: 1) Günyet-üt-Talibin, 2) Fütuh-ul-Gayb, 3) Feth-ur-
      Rabbani, 4) Füyuzat-ı Rabbaniyye, 5) Hizb-ül-Besair, 6) Cila-ül-Hatır, 7)
      El-Mevahib-ur-Rahmaniyye, 8) Yevakit-ül- Hikem, 9) Melfuzat-ı Geylani,
      10) Divanu Gavsi’l A’zam’dır.

    86. Altı şey cehaled ve bedbahtlık eseridir: 1- Sebepsiz yere kızmak, 2- Gereksiz ve faydasız konuşmak, 3- Sırrını ifşa etmek, 4- Herkese güvenmek, 5- Dostunu düşmanını ayıramamak, 6- Yersiz ve zamansız nasihatte bulunmak.
      Muhammed bin Mansur et-Tûsî –

    87. Ramazân Ayı’nın Faziletleri…

      Ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:

      «— Ey Mü’minler; Sizden öncekilere oldugu gibi, size de günahlardan korunasiniz diye, oruç tutmak farz kilinmistir.»

      (Bakara – 183)

      Said Ibni Cübeyr buyurdu: «Bizden önceki ümmetlerin orucu, yatsidan bir sonraki günün aksamina kadar sürerdi. Islâm’in iik günlerinde oldugu gibi.»

      Bir gurup âlim bu bahisde der ki: «Oruç, hiristiyanlar üzerine de farz kilinmisti. Ramazanin bazen cok sicak günlere, bazen de cok soguk günlere rastlamasi yolculuklar sirasinda ve hayatlarinin diger bir kisim safhalarinda onlara zor geliyordu.

      Bunun için ileri gelenleri, orucu yaz ile kis arasi bir dönemde tutmak üzere görüs birligine vardilar ve ilkbaharda oruç tutmayi kararlastirdilar. Getirdikleri bu kolayliga karsilik oruca ongun daha ilâve ettiler.

      Bir süre sonra kirallari hastalandi ve eger iyilesirse oruçlarina bir hafta daha ekleyecegini Allah’a adadi. Iyilesmesi üzerine oruca bir hafta daha ekledi.
      Bu kiral ölüp yerine baskasi geçince yeni Kiral «Orucu elli güne çikarin» diye emir verdi. Daha sonra hayvanlarini toplu halde Öldüren bulasici bir hastalik afati ile karsilasmalari üzerine kiralari «Oruç süresini attirin» diye emir çikardi. Bunun üzerine on besten ve on gün sondan olmak üzere oruç müddetine yirmi gün daha eklediler.»

      Ileri sürüldügüne göre, her ümmete Ramazan Orucu tutmak farz kilindi. Fakat zamanla kendileri bu farzi yerine getirmekten kaçindilar.

      Bagavi’nin ileri sürdügüne göre. «Ramazan» kelime olarak «Remza» kökünden türemis bir isimdir ve kizgin tas mânâsina gelir. Cünki araplar siddetli sicak günlerde orüc tutarlardi. Aylara isim verdikleri zaman, oruç ayi siddetli sicaklara rastladigi için, adi «Ramazan» kondu. Baska bir görüse göre de, yakici mânasina gelen Ramazan bu ayin günâhlari eritmeye vesile olmasi yüzünden oruç ayina isim olarak takildi.

      Ramazan Orucu, Hicret’in ikinci yilinda farz kilindi. Kesin bir Isîâmî vecibe oldugu apaçik bulundugu için farz oldugunu inkâr eden kâfir olur. Ramazanin faziletini belirten hadisler çoktur.

      Peygamber’imiz ((s.a.v.).) buyuruyor ki:

      «— Ramazanin iik gecesi girince, bir ay boyunca bir tanesi bile kapanmamak üzere, bütün cennet kapilari açilir ve Allah’in emri uyarinca söyle seslenilir,

      «Ey hayir arayicisi, gel! Ey kötülükte ileri giden, kendine gel! Günahlarinin afvedilmesini dileyen yok mu ki, günâhlari afvedile! Bir istegi olan yok mu ki, dilegi yerine getirile! Tevbe eden yok mu ki, tevbesi kabûl oluna!
      Bu davet, tanyeri agarana kadar devam eder. Allah her bayram gecesi bir milyon kisiyi cehennemden âzâd eder.»
      Selman-i Fârisî buyurur ki; «Saban Ay/nin son günü Peygamber imiz bize hitab ederek söyle buyurdu :

      «— Ey insanlar! Sizi büyük bir ay gölgesi altina almak üzeredir. Içinde bin aydan hayirli olan Kadir Gecesi vardir. Allah, o ay içinde oruç tutmayi farz ve gecelerini ibadetle geçirmeyi nafile kilmistir.

      Kim bu ayda bir hayir islerse baska zamanda bir farzi yerine getiren gibidir. Bu ayda bir farzi yerine getirirse baska zamanlarda yetmis farz yerine getiren gibidir.

      Bu ay sabir ayidir. Sabrin mükafati ise cennettir. Bu ay yardim ayidir, içinde mü’minin rizkinin arttigi bir aydir. Kim bu ayda bir oruçluya iftar ettirirse, bîr köle azad etmis gibi sevab kazanir ve günahlari bagislanir.»

      Seîmân-i Farisî buyurur ki: «Bu sirada. «Yâ Rasûlallah, hepimizin oruçluyu iftar ettirmeye varligi yetmez.» dedik. Peygamber ‘imiz sözlerine söyle devam buyurdu :

      «— Allah, o sevabi, oruçluyu bir yudum süt, bir içim su ve bir hurma ile iftar ettirene de verir. Kim oruçlunun karnini doyurursa bu onun günahlarinin bagislanmasini saglar, Allâh ona benim Havz’imdan bir kere içirir de artik hiç susamaz olur. Ayrica oruçlunun mükâfatindan hiç bir sey eksilmeksizin onunki kadar sevab kazanir. Bu ayin basi rahmet, ortasi bagis ve sonu cehennemden kurtulustur.

      Kim bu ayda kölesinin isini hafifletirse Allah onu cehennemden azad eder.
      Bu ay içinde dört seyi çokça yapin. Ikisi ile Rabb’imizin rizasini kazanirsiniz. Diger ikisi de sizin için kaçinilmaz ve ihmat edilmez ihtiyaçlardir.

      Rabb’inizin hosnutlugunu kazandiran iki sey, Allâh’dan baska ilâh olmadigina sahadet etmek ve O’na istigfar etmektir. Sizin için kaçinilmaz ve ihmal edilmez olan diger iki sey de, Rabb’inizden cennet istemeniz ve sizi cehennemden korumasini diiemenizdir.»
      Peygamber’imiz ((s.a.v.).) buyuruyor ki:

      “Kim inanarak ve önemini anlayarak Ramazan Orucunu tutarsa, geçmis ve gelecek bütün günâhlari afvedilir.”

      «— Ulu Allah «insanoglunun oruç haric, her ameli kendisi içindir. O sirf benim içindir ve mükâfatini da yalniz ben veririm» diye buyuruyor. Ulu Allah’in kendisine izafe ettigi bir ibadet için baska bir sey söylemeye lüzum yoktur.»

      «— Ümmetime, Ramazan Ayi’nda, daha önceki ümmetlere verilmeyen bes özellik verilmistir: 1 — Allâh Kati’nda oruçlunun agiz kokusu, miskten daha hostur.

      2 — Iftar anina kadar melekler onlar için istigfar eder.

      3 — O ayda seytanlarin elebaslari tutuklanir. 4 — Ulu Allah her gün «Salih kullarimin kötülük ve sikintidan kurtulmalari yakindir» buyurarak her gün cenneti süsler,

      5 — O ayin son gecesinde günâhlari afvedilir.» Sahâbiler «Yâ Rasülallah o gece Kadir Gecesi midir» diye sordular. Peygamber ‘imiz onlara su cevabi verdi, «Hayir. Fakat her iyi amel isleyenin ameli bitince, mükâfati verilir.»

    88. Allah DüşmanI

      Peygamber efendimiz bir gün Eshabı ile birlikte otururken, (Şimdi içeriye bir Allah düşmanı gelecek) buyurdu. Biraz sonra kapı çalındı. Peygamber efendimiz kapıyı açtı. Gelen çok tanınan, hurma bahçeleri olan zengin bir zattı. Peygamber efendimiz bu zatla çok yakından ilgilendi. Daha sonra da kapıya kadar uğurladı. Hz. Ömer merakla sordu:

      – Hani Allah düşmanı niye gelmedi?

      Resulullah efendimiz buyurdu ki:

      – Biraz önce konuştuğum kişi o idi. Bana bir düşmanlık yapamazdı. Ama yanında bir çok Müslüman çalışmaktadır. Müslümanlara zulmetmesin diye ona iyi muamele ettim.

    89. Cehenneme Götürülürken Arkasına Bakan Günahkâr.
      Mahşer meydanında bir günahkârın hesabı görüldü. Amel defteri, eline sol taraftan verildi. Dünyada kulun iyiliği için kollayan melekler, burada ite kaka cehenneme doğru sürüklemeye başladılar.
      Bu günahkâr kul, her yol başında bir ümide kapılarak dönüp dönüp arkasına bakıyordu. Elinden bir şey gelmediğinden, sonbahar yağmuru gibi göz yaşı döküyordu. Bir yandan da geriye dönüp, yüzünü Hak’tan tarafa çeviriyordu.
      Cenâb-ı Hak’tan emir geldi:
      ”Ey kötülüklerin kaynağı günahkâr kul! Yaptıklarınla beni incittin. Günahlarla dolu defterini aldın, yaptıklarının karşılığı cehennem olduğuna göre, daha ne diye emekleyerek gidiyorsun, dönüp dönüp arkana bakıyorsun? Ne geceleri yalvarıp namaz kıldın, ne gündüzleri haramdan sakınıp oruç tuttun. Diline sahip olmadın. Yaptığın zulümlere tövbe de etmedin. Sende kötülükten başka ne var? Daha neyi ümit ediyorsun?”
      Günahkâr kul der ki:
      ”Ey Allahım, hakkımda söylediklerinden yüz kat daha kötüyüm. Arkama dönüp baktığımda; kendi yaptığım işlere, doğruluğuma, isyanıma, günahlarıma, inatçılığıma bakmıyorum. Bana varlık elbisesini bağışlayan rabbimin karşılık beklemeden, sebepsiz affına, lutfuna ve keremine bakıyorum. Bütün ümidim, güvenim o lutuf sahibinedir.”
      Cenâb-ı Hak buyurdu:
      ”Ey melekler! Onu tekrar benim huzuruma getirin. Bu kulumun gönül gözü, recâ ve niyazdadır. Suçlarına bakmadan onu bağışlayayım.”
      ***
      Ümmiddeyiz yeis ile ah eylemeyiz biz
      Sermayeyi imani tebah eylemeyiz biz
      Şeyh Galib

    90. Yedi kat Sema kapılarını çatırdatan dua
      Ashab-ı kiramdan Ebû Muallak (veya Ma’lak) el-Ensarî’nin (r.a.), bir hırsızın kendisini öldürmek istemesi üzerine yaptığı dua ve bu duasının kabul olma hikâyesi
      ***
      Asr-ı Saadet’te ticaretle meşgul olan bir mümin tacir vardı… Bu tacir; ticaretinde helâli-haramı gözetir, Allah ve Rasûlü için bu ticareti yapar, herkesin hakkına riayet ederdi… Umumiyetle ticaretini Şam ile Medine arasında gerçekleştirir, çoğunlukla da ticaret kervanları ile hareket etmez, tek başına yolculuk yapmayı severdi.
      Bir gün yine alacağını almış, satacağını da satmış ve Şam’dan Medine’ye doğru hareket etmişti… Epeyce yol almıştı ki, baştan aşağı silahlı bir eşkıya ile karşılaştı. Eşkıya bu mü’min taciri tehdit etti;
      – “Mallarını şuraya indir, develerini de şu ağaca bağla!” Mümin tacir:
      – “Mallarım senin olsun, beni bırak gideyim…” Eşkıya;
      – “Bugüne kadar soyup da öldürmediğim kimse yok. Senin de hem mallarını alacağım, hem de canını…“
      – “Madem beni öldürmeye kararlısın, senden son bir talebim olsun…”
      – “Söyle talebini.“
      – “Ben Müslüman’ım; abdest alıp, iki rek’ât namaz kılayım, ondan sonra beni öldür.”
      Eşkıya izin verir. Tacir önce abdestini alır, sonra da iki rek’ât namaz kılar ve ellerini Rabbine açar:
      ‘Yâ Vedûd! ‘Yâ Vedûd! Yâ ze’l-Arşi’l-Mecîd! Yâ Mübdiü, Yâ Muıyd! Yâ Fe’âlün limâ yürîd! Es’elüke bi-nûri vechike’l-lezî mele’e erkâne Arşike ve es’elüke bi-kudretike’l-letî kadderte bihaa halkake ve bi rahmetike’l-letî vesiat külle şey’in. Lâ ilâhe illâ ente. Yâ Muğîsü, eğısnî! Yâ Muğîsü, eğısnî! Yâ Muğîsü, eğısnî!’ diye iltica eder.
      Meali:
      “Ey Vedûd! “Ey Vedûd: Ey sonsuz muhabbete yegâne lâyık olan, mahlûkatını seven ve onların hayrını isteyen, iyi kullarını çokça seven, onları rahmet ve rızasına erdiren (Allaâh’ım)!
      “Ey Arş-ı Mecîd’in (çok yüce, şanlı-şerefli Arş’ın) sahibi (Rabbim)!
      “Ey mahlûkâtı ilk başta maddesiz-malzemesiz, örneksiz-modelsiz olarak yaratan! Ey yaratılmışları yok ettikten sonra, tekrar yaratıp ilk haline döndüren (Allâh’ım)!
      “Ey dilediğini hemen yapan (Rabbim)!
      “Arş’ının erkânını dolduran zâtının o nûru hürmetine senden istiyorum… Ve mahlûkatını takdir ettiğin (ezelde olmasını isteyip yaratıp şereflendirdiğin-meziyetlendirdiğin) o yüce kudretin hürmetine ve her şeyi çepeçevre kuşatan o yüce rahmetin hürmetine senden istiyorum.
      “Senden başka hiçbir ilah cinsi-nev’i yoktur, ancak Sen varsın.
      “Ey sıkıntıda olan bütün mahûkatının yardımına koşan, darda kalan kullarına yardım eden (Allâh’ım), yetiş, bana yardım et!”
      ***
      Mü’min tacirin duası henüz bitmiştir ki, çok garip bir hadise meydana gelir… Birden beyaz bir at üstünde yeşil elbiseli, elinde harbe olan bir süvari peyda oldu!.. Eşkıya şaşırmış, ne yapacağını bilemez bir durumda idi… Taciri ve malları unuttu, ortaya çıkan bu süvariye saldırdı… Süvari, bir darbe ile eşkıyayı yere düşürdü…
      Süvari tacire dönerek,
      – “Öldür bu eşkıyayı” dedi. Tacir,
      – “Ben hayatımda kimseyi öldürmedim, insan öldürmeyi hoş görmem. Beni bağışla.” dedi.
      Sonra süvari eşkıyayı bir darbe ile öldürdü.
      Tacir sordu:
      – “Sen kimsin?“
      – “Ben üçüncü kat gökte duran bir meleğim. [Bazı kaynaklarda, dördüncü tabaka yani 4. kat sema meleklerindenim diye geçer.] Bu adamı öldürmeyi Allah Teala bana nasip etti. Sen namazından sonra ellerini kaldırıp duaya başladığında, gök kapılarının çalındığını / çatırdadığını duyduk, öyle şiddetle çalınıyordu ki… Mühim bir hadisenin olduğunu anladık. İkinci defa dua ettiğinde gök kapıları açıldı. Üçüncü defa dua ettiğinde, “Bu çaresiz bir kişinin duasıdır” diye bir ses duyuldu. Bunun üzerine Allah Teala’dan, seni kurtarma görevini bana vermesini diledim”. Sonra Allah Teala, Cebrail aleyhisselamı görevlendirdi. Cebrail aleyhisselam;
      – ‘Dua eden falan mü’mini kim kurtaracak, dedi. Ben talep ettim de görevlendirdiler. Ey Allah Teala’nın mümin kulu! İyi bil ki; senin yaptığın bu duayı kim yaparsa, Allah Teala onun sıkıntısını giderir, ona yardım eder. Onun duası mutlaka kabul edilir’ dedi.
      **
      Bu hadiseden sonra mü’min tacir yola koyulur ve Medine’ye varır. Soluğu Kâinatın Efendisi’nin (s.a.v.) huzurunda alır ve başından geçen hadiseyi anlatır. Taciri dinleyen Rasûlüllah Efendimiz şöyle buyurur:
      “Muhakkak ki Allah Teala, sana Esmâ-i Hüsnâ’yı telkin etmiş (ilham edip öğretmiş)… 0 isimlerle Allah Teala’ya dua edilirse, istenen verilir.“

    91. ZAYIFLAMA İLACI
      İmam Şafiî Muhammed b. İdris Hazretleri anlatıyor:
      Eski zamanda pek şişman bir kral varmış. Şişko kral zeki hekimlerden birinden kendisini zayıflatacak ilaçlar talep etmiş. Doktor onu görünce şöyle demiş:
      – Allah seni ıslah etsin! Ben ilerisini gören bir doktorum. Sana bakınca anladım ki, senin ancak bir aylık ömrün kalmış! İlacın sana bir faydası olmaz ki!
      Bunun üzerine kral, söylediklerinin doğru olup olmadığını anlamak için hekimi hapsettirir. Kral da bu süre içinde halktan gizlenir. Fakat içini öyle bir üzüntü sarar ki, bir ay içinde iyiden iyiye zayıflar.
      Bir aylık zaman geçince kral sağ salim ortaya çıkar ve hapisteki hekimi de yanına çağırır. Der ki:
      – Yalanın ortaya çıktı. İşte ben ölmedim. Bu yalanın sebebiyle seni fena halde cezalandıracağım. Hekim ise telaşlanmadan cevap verir:
      – Allah kralı ıslah etsin! Ben geleceği bilmede Allah’ın en düşük kuluyum. Fakat ben anladım ki, senin şişmanlığını gidermenin tek ilacı, ancak keder ve üzüntüdür. İşte bu sebepten dolayı, sana söylediğimi söyledim!
      Bunun üzerine kral onu serbest bırakır ve kendisine iyiliklerde bulunur.’
      İmam Şafiî bu hikayeyi şu maksatla anlatmış: ‘Fazla dert ve tasa, bedeni zayıflatan ve solduran şeylerdendir.‘ (Tabii ki sıkıntıdan fazla yeme durumu hariç)
      Yine o şöyle derdi:
      ‘Sana dininden bilgi verecek bir alimin ve beden durumundan bilgi verecek bir doktorun bulunmadığı bir memlekette oturma.’

    92. Mutfağınızda alüminyum folyo varsa hemen atın..
      Hem yemek pişirmek hem de buzdolabında yemek saklamak için her gün kullanılan alüminyum folyo ve kaplar hakkında müthiş iddia… İnsan vücuduna zararları konusunda yapılan son araştırmalardan haberiniz var mı?
      Gerek yemek pişirmek gerek buzdolabında yemek saklamak için her gün alüminyum folyo ve kapları kullanılıyor. Peki alüminyumun insan vücuduna zararları konusunda yapılan son araştırmalardan haberiniz var mı?
      Bu kez beni bu konuda yazmaya iten buradan Amerika’dan değil Türkiye’den gelen bir araştırma oldu. Ondokuz Mayıs Üniversitesi Gıda Mühendisliği Bölümü’nden Yrd. Doç .Dr. Sadettin Turhan yaptığı bir araştırma sonucunda alüminyum kaplarda pişirilen ve saklanan yemeklerin sağlık açısından zararları bir kez daha gözler önüne serilmişti…
      Yeni araştırmalar özellikle yüksek ısıya ve beklemeye maruz bırakılan alüminyum folyodaki alüminyum maddesinin yiyeceklere geçtiğini gösteriyor.
      Alüminyumun insan vücuduna başta kemik hastalıkları olmak üzere çok sayıda zararı olduğu belirtiliyor. Bu zararlardan bazıları anemi, kemik erimesi, zeka geriliği ve kanser.
      Alzheimer hastalarının beyin dokusunda görülen yüksek miktardaki alüminyum uzmanların Alzheimer ve alüminyum arasında bir bağlantı olabileceğini düşünmesine yol açıyor. Ayrıca artan alüminyum miktarı vücudumuz için çok gerekli olan kalsiyum, demir, fosfor, magnezyum gibi minerallerin emilimini de azaltıyor.
      Alzheimer hastalarının beyin dokusunda bulunan yüksek miktarda alüminyum, araştırmacıların Alzheimer ile alüminyum kullanımı arasında bir bağlantı olduğunu düşünmesine yol açıyor. Bu nedenle alüminyum kaplarda hazırlanan yemeklerin, tüketenlerde başta Alzheimer hastalığı olmak üzere anemi, kemik erimesi, zeka geriliği, hatta kansere bile neden olabileceği araştırmalar sonucu tespit edilmiş durumda. Alüminyumun sürekli alımıyla beyin hücrelerinde meydana gelen birikim Alzheimer’a ek olarak başka ciddi beyin rahatsızlıklarına yol açabiliyor.
      Peki ne yapacağız? Alüminyum folyo gibi hayatımızı kolaylaştıran bir üründen hiç mi faydalanmamalıyız? Uzmanlar bu konuda alınabilecek önlemler olduğunu söylüyor…
      Folyo kullanırken nelere dikkat etmeliyiz?
      -Alüminyum folyoyu, asitli (yoğurt, limon sıkılmış et ve ürünleri gibi), yüksek sıcaklıkta pişirilen ve uzun süre dondurarak muhafaza edilen gıdalarda kullanmayın.
      – Alüminyum kaplar yerine paslanmaz çelik kaplar, folyo yerine de yağlı kağıt ambalajları tercih edin.
      -Folyoya ısıtma işlemi uygulamayın.
      – Balık, et gibi yiyecekleri alüminyum folyoya sarıp fırında pişirmeyin. Çünkü yüksek ısı ve yiyeceklerin pişirilmesi esnasında çıkan kimyasal içerikli buhar, alüminyum folyo ile reaksiyona girebiliyor.
      – Alüminyum folyoya sarılıp saklanacak gıdalar, çok tuzlu, ıslak ya da limonlu olmamalı.
      Alimünyumu aldığımız kaynaklar: Alüminyum mutfak kapları, alüminyum folyolar. Hedef organlar: Kemikler, beyin, böbrekler ve mide.
      Zehirlenme belirtileri: Bunama, gastroenterit, böbrek hasar, karaciğer fonksiyon bozukluğu, iştah kaybı, denge kaybı, adale ağrısı, psikoz, nefes darlığı, bünyede zayıflık. Son dönemde yapılan araştırmalar alüminyumun Alzheimer, Parkinson, bunama, hareketlerde koordinasyon kaybı, kelimeleri düzgün telaffuz edememe gibi nörolojik problemlerin oluşumunda çok büyük katkısı olduğunu ortaya koyuyor.
      Alüminyum zehirlenmesi ve etkileri:
      – Kan ve beyin fonksiyon bozuklukları
      – Mide ve bağırsak ülseri
      – Gastrointestinal hastalık
      – Parkinson hastalığı
      – Cilt problemleri
      – Hiperaktivite
      – Bebeklerde zeka geriliği
      – Çocuklarda öğrenme bozuklukları
      – Karaciğer rahatsızlığı
      – Mide bulantısı
      – Kabızlık
      – Mide ağrısı ve gaz
      – Enerji eksikliği

    93. Dikkat! Salam sosiste ölümcül bakteri bulundu
      Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın geçen yıl yaptığı denetimlerde Burger King’in hamburger etlerinde ortaya çıkardığı sağlığı tehdit eden Salmonella ve Listeria virüslerine, şimdi de salam, sosis ve sucukta rastlandı ancak sonuçlar kamuoyundan gizlendi.
      Takvim’de yer alan habere göre, yapılan araştırmalar kanserojen maddeden ölümcül virüslere kadar çok sayıda sorunlu ürün tespit edildiği ancak sorunun kamuoyundan gizlendiği ortaya çıktı.
      Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın geçen yıl yaptığı denetimlerde Burger King’in hamburger etlerinde ortaya çıkardığı sağlığı tehdit eden Salmonella ve Listeria virüslerine, şimdi de salam, sosis ve sucukta rastlandı. Sonuçları kamuoyundan gizleyen bakanlık her şey sağlıklı imiş gibi mesaj vermeyi sürdürdü.
      ŞOK SONUÇLAR
      Gıda üreticilerinin tüm ürünlerini bahçeden sofraya kadar her aşamasında denetleyen Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı ekipleri, 2011′den 2012 Mart ayına kadar et ürünlerinde yaptıkları incelemelerde, kanserojen maddeden ölümcül virüslere kadar çok sayıda sorunlu ürün tespit etti. Etiket bilgisinde dev puntolarla ‘yüzde 100 dana eti’ yazan bazı et ürünlerini inceleyen bakanlık, bu ürünlerden aldığı numunelerde şok sonuçlara ulaştı.
      NİTRAT ÇIKTI
      Bu numunelerde, salam, sosis ve sucuk gibi ürünlerde kesinlikle bulunması yasak olan akciğer, işkembe, böbrek ve dalak gibi sakatat tespit edildi. Ürünleri birçok açıdan teste tabi tutan bakanlık, gıdaların bozulmasını önlemek amacıyla et ürünlerinde kullanılan nitratın da yüksek oranda bulunduğunu belirledi. Bakanlık tarafından yapılan incelemelerde, bazı et ürünlerinde kullanılan nitrat oranının kanserojen madde içeren düzeye çıktığı tespit edildi. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı yetkilileri, denetimlerin devam edeceğini belirtti.
      KOMİK AMA: ONLAR ZEHİRLEDİ, BAKANLIK UYARDI
      Bakanlık, sağlıksız ürünleri piyasadan toplattırıp 10 bin lira para ve uyarı cezası da verildi. Kamuoyundan gizlenen ürünlerden kimlerin ne zarar gördüğü ise bilinmiyor.

    94. Sahte ürün satan firmalar açıklandı
      Yıllardır toplum sağlığını tehdit eden firmaların adlarını açıklamamak için direnen Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, temsilcisi Mehdi Eker AHaber’de katılacağı program öncesinde toplum sağlığını tehdit iddiasıyla günah keçisi olarak seçtiği 6 firmanın adını teşhir etti.
      Tarım Bakanlığı gıdada taklit ve tağşiş (bir şeyin içine başka bir madde karıştırma, katıştırma) yaptığını iddia ettiği ürün ve firma bilgileri şöyle:
      BAL F İ R M A L A R I
      “Bal Teknesi” marka süzme sözde çiçek balı. Üretici: Marmaratürk Bitkisel ve Organik Ürünler
      “Balderesi” marka süzme sözde çiçek balı. Üretici: Nurs Lokman Hekim Ltd. Şti. ve Tuana Bitkisel Ürünler Ltd. Şti.
      “Oskar” marka süzme sçzde çiçek balı. Üretici: Kayserilioğulları Ltd Şti
      “Maxitat” marka süzme sözde çiçek balı. Üretici: Tadaban Ltd Şti
      SÜT ÜRÜNLERİ F İ R M A L A R I
      ”Hasan Dede” marka yağlı tulum peyniri. Üretici: Akgökseller Tic. Ltd. Şti. Konya – (Nişasta ve bitkisel yağ tespiti)
      ”Yalçıntepe” marka tam yağlı tulum peyniri. Üretici: Birsen Güven A.Ş. Kayseri – (Bitkisel yağ tespiti)
      ”Güldemce” marka yağlı tulum peyniri. Üretici: Güldemce Gıda Tic. Ltd. Konya – (Bitkisel yağ tespiti)
      ET ÜRÜNLERİ F İ R M A L A R I
      ”Yemek’‘ marka pişmiş dana eti üreten Efraim Usta Lokantası Nazım Çakmak Çınarlı Mh. N. Erim Cd. Kayacı Sk. No:2 İzmit/Kocaeli – (tek tırnaklı eti)
      ‘‘Apikoğlu” marka acılı kangal sucuk yüzde 100 dana eti. Üretici: Etsan Gıda A.Ş – İstanbul – (Kanatlı eti tespiti)
      ”Uludağ” marka soyulmuş sosis. Üretici: Karizma Beşler Et Tesisleri Kemerburgaz Cad. No 76 Kağıthane – İstanbul – (Yabancı doku, iç organ tespiti) Satıcı BİM marketleri

    95. Gıda hilecileri yine işbaşında. Dondurma değil buzlu su…
      Gıda hilecileri yine işbaşında. Şeker yerine yapay tatlandırıcı, meyve yerine de boya katıyorlar. Dondurma diye tüketiciye sattıkları ürünlerin içeriğinde sağlığı tehdit eden hangi hammade kullanılıyor? Ünlü markaların ürünlerinde bile süt yok. Su ve suni boya var.
      Havaların ısınmasıyla gözde olan dondurmada da akla hayale gelmedik hileler yapılıyor. Şeker yerine yapay tatlandırıcı, doğal sahlep yerine suni sahlep, süt yerine su ve süt tozu, meyve yerine yapay meyve boyası katarak dondurmayı zehirleyen bazı üreticiler, kıvamı tutturmak için de, hayvanların deri ve kemiklerinden elde edilen jelatini (E441) kullanıyor.
      SOĞUK YALAN
      Süt, şeker ve sahlep üçlüsü ile yapılanın gerçek dondurma olduğunu, gerçek dondurmada katkı maddesi kullanılmadığını söyleyen yetkililer, katkılı buzların da ‘dondurma’ adıyla satıldığına dikkat çekiyor. Hilecilerin dondurmaya kattığı katkı maddelerinin yarıdan fazlasının dünyanın birçok ülkesinde yasaklandığı, bunların insan sağlığını tehdit ettiği ifade ediliyor.
      SOKAKTA SATILAN ZEHİRLİYOR
      Hijyenik ortamda üretilmeyen dondurmalar sağlığa zarar veriyor. Özellikle açıkta satılan dondurmalara kuşkuyla yaklaşılması gerektiğini söyleyen uzmanlar, şu uyarıda bulunuyor: “Bu dondurmalar nerede üretilmiş, içine ne konulmuş bilinmiyor. Özellikle çocuklarda karın ağrısı ve bulantı ile kendini gösteren bağırsak enfeksiyonları, zehirlenmeler yaşanabiliyor. Markasız dondurmalardan uzak durulmalı.”
      KABARTILIP AĞIR GÖSTERİLİYOR
      2-3 LİRAYA, ‘size özel‘ gibi ifadelerle tüketicilere sunulan buzlu yiyeceklerin dondurma ile uzaktan yakından alakası bulunmuyor. Bunların hacmine bakarak da ağırlığı konusunda yanılmamak gerektiğini söyleyen yetkililer, “Bu ürünlerin çoğunda gramaj hilesi yapılıyor. Üzerinde yazılan ölçü gerçek çıkmıyor. Katkılarla kabartılarak hacimli gösteriliyor” diyor. (Takvim)
      ÜNLÜ MARKALAR GÜVENİLİR Mİ?
      Piyasadaki dondurmaların ister sokakta satılsın, ister ünlü markaların olsun hepsi birbirini aynı. Çoğunluk süt yerine süt tozu, şeker yerine tatlandırıcı veya mısır şurubu, sahlep yerine yapay sahlep kullanmakta yarıca meyveli denilenler içinse sağlıklız boyalar kullanmaktadırlar. Koruyucu, kıvam artırıcı, lezzet artırıcı gibi dondurmada olmaması gerken her türlü katkı maddesi de ne yazık ki bu ürünlerin ezici çoğunluğunda var. Çoğu üründe dondurma değil “buzlu” ifadesi görülür. Hacim olarak 1 lt olan ürünlerin dikkatle incelendiğinde küçücük 400 gr (vs) yazdığı görülür. Üstelik bu ürünlerin hepsi ünlü markalarda.
      GERÇEK DONDURMA NELERDEN YAPILIR
      Gerçek bir dondurmada şeker dahi olmaz.
      Gerçek bir dondurma yalnızca şeker kamışı suyu, süt ve sahlepten yapılır.

    96. Helal jelatin’ ne kadar helal bunu söylemek zor
      Türkiye, kullandığı jelatinin büyük bir kısmını Batı’dan ithal ediyor. Jelatinin menşei, içinde domuz ürünü olup olmadığı, hayvanların besmeleyle kesilip kesilmediği en çok merak edilen sorular. Bugün tükettiğimiz gıdaların birçoğunda helal olmayan domuz ürünlerinin olup olmadığı, koyun ve sığır gibi hayvanların kesiminde İslamî kurallara riayet edilip edilmediği sorgulanıyor. Özellikle Batı ülkelerinden ithal edilen katkı maddeleri bu endişeyi zirveye çıkarıyor. Hayvan kemiklerinden ve derisinden üretilen jelatin ise bu endişelerin en çok yaşandığı ürünlerin başında geliyor.
      Tarihte ‘biyolojik bir yapışkan’ olarak işlev gören jelatin, bugün gıdadan kozmetiğe, fotoğrafçılıktan tıp ve eczacılığa kadar birçok alanda kullanılıyor. Özellikle günümüzde endüstriyel gıda ürünlerinde önemli bir katkı maddesi. Teknolojik olarak önemli özelliklere sahip olan jelatin, aynı zamanda doğal bir protein kaynağı.
      Erciyes Üniversitesi Gıda Mühendisliği Bölümü’nden Prof. Dr. Hasan Yetim, uzun bir işleme tabi tutulsa bile jelatinin genel anlamda bileşiminde bir değişim olmadığını söylüyor. Sığır, koyun, keçi ve domuz gibi hayvanların deri ve kemiklerinden elde edilen kolajenin asit ve alkali ile muamelesi ile birlikte jelatin üretiminin sağlandığını belirten Hasan Yetim, elde edilen ürünün toz krem şantilerde, toz konsantre tatlılarda, hazır keklerde, meşrubatlarda, düşük yağ içeriği olan sürülebilir gıdalarda, yağ oranı düşük peynirlerde, konserve et ürünlerinde, lokum benzeri şekerlemelerde, pastillerde, meyveli sakızlarda, karamelli gıdalarda ve yoğurtta kullanıldığını ifade ediyor.
      Jelatin üretimi haftalar alan uzun bir süreç istiyor. Et ve kıldan arındırılmış deri ve kemikler asit, alkali, sıcak su gibi işlemlerden geçiriliyor ve farklı amaçlar için kullanılacak jelatin elde ediliyor. Prof. Dr. Hasan Yetim, jelatinin kolesterol, şeker ve yağ içermeyen bir protein kaynağı olduğunu belirterek, “Jelatin gıdalara eklenme yanında bira, şarap ve meyve sularının berraklaştırılmasını sağlar. Şekerleme endüstrisinde jelatin, jel ve köpük oluşturma ve su tutma özelliği sebebiyle çok fazla kullanılır.” diyor.
      Dünyada yılda 300 bin ton jelatin üretiliyor. Türkiye ise yılda 5 bin ton jelatin tüketiyor. Hasan Yetim, Türkiye’nin ihtiyacı olan jelatinin çok az bir kısmının Türkiye’de üretildiğini, 700-800 tonunu Pakistan’dan, diğer kısmını ise Batı ülkelerinden temin ettiğini söylüyor. Yetim, endüstriyel olarak üstün özellikleri ve çok geniş kullanım alanı bulunan jelatinin dünya ve ülkemizde ihtiyacının daha da artarak devam edeceğine dikkat çekiyor. Hasan Yetim, dini hassasiyetleri olan tüketiciler için jelatin üretiminin kontrollü şartlarda yapılması, jelatinin hammaddesi olan hayvan derisi ve kemiklerinin helal sertifikalı olmasının büyük önem taşıdığını dile getiriyor.
      Jelatin, gıda ambalajları üzerinde E441 tarzında kodlanıyor. Bazı gıda üreticileri, etiket üzerinde jelatin hakkında detaylı açıklama yaparak müşterisine bilgi verebiliyor.
      “Bakanlığın helal olacak diye bir yaptırımı yok”
      -Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın ya da Türkiye’deki yönetmeliklerin jelatinin menşei hakkında bir yaptırımı var mı? (Yani sığırdan ve helal olacak gibi)

      -Bildiğim kadarıyla bakanlığın böyle bir yaptırımı yok. Yenilebilir mi sadece ona bakılıyor.
      -Firmaların helal jelatin konusunda bir çabası ve girişimi var mı? Kullanılan jelatinler için helal sertifikası var, denildiğinde bu ne kadar doğru?

      -Bazı firmalar buna dikkat ediyor; ama helal sertifikalı olanlar ne kadar güvenli buna cevap vermek çok zor.
      -Jelatine yılda ne kadar para veriyoruz?
      -Tonu bin ile 6 bin dolar arasında değişiyor. Ortalama 15 milyon dolar verdiğimiz söylenebilir.
      -Yoğurtlara da jelatin katılabildiği bilgisini veriyorsunuz. Türkiye’de hiçbir yoğurdun üzerinde böyle bir bilgi yok, neden?
      -Zaten yoğurda hiçbir katkı maddesi katılmaması gerekiyor. Jelatinin kendisi bir gıda/protein. Bu anlamda katılsa da hile sayılmıyor.
      -Kıvam artırıcı ile jelatin aynı şey mi?

      -Evet aynı şey. Ancak jelatinden başka bitkisel kökenli kıvam artırıcı maddeler de var. (Gumlar, agar vb.)
      -Jelatin hangi sektörlerde kullanılıyor?

      Fotoğrafçılık: Fotoğrafçılıkta kullanılan modern gümüş bromür materyalleri, jelatin içeren emülsiyonlardan üretilir.
      Kozmetik: Sığır, domuz ve balık kökenli kolajen ve jelatinler, saç ve deri bakım ürünlerinde önemli fonksiyon icra eder.
      Gıda ürünleri: Jelatin en yaygın şekilde gıda endüstrisinde kullanılıyor. Şekerlemede, köpük oluşturmada ve farklı etkinliklerde önemli bir katkı maddesi.
      Tıp ve eczacılık: Serumlarda, kapsüllerde, pastillerde, tabletlerde, macun kaplamalarında, sünger üretiminde kullanılıyor.

      Serhat Şeftali

    97. İşte ürünlerinde böcek kullanan markalar ve ürünler
      İşte böcekten elde edilen ‘Karmin’ isimli renklendiriciyi en çok kullanan markalar ve ürünler…
      Son günlerde gıda sektöründe arka arkaya gelen olumsuz haberler tüketicilerinin güvenini zedelerken, günlük hayatta çok sık kullanılan ürünlerde sağlığa zararlı maddelerin bulunması tüketicilerin tedirginliğini arttırıyor. Gıda skandallarına hergün bir yenisi eklenirken, piyasada satılan balların sahte olduğu yönünde çıkan haberleri zeytinyağda hile şüphesinin takip etmesinin ardından salam, sosis ve sucuklarda virüse rastlandığına yönelik haberler, tüketicilerin sektöre olan güvenini kaybetmesine neden oluyor.
      Geçtiğimiz günlerde, Starbucks’ın, çilekli Frappuccino içeceklerinde hayvansal boya maddesi olan karmini kullandığını kabul etmesiyle farklı gıda maddelerinde kullanılan Karmin yeniden tartışmaya açılmış oldu.
      Konservelerde renklendirici olarak kullanılmasının yanısıra meyveli süt, yoğurt, bisküvi, dondurma, reçel, soslar, meyve suları, et ürünleri, şekerleme ve sakız gibi bir çok gıda ürününde kullanılan karminin tüketiciler tarafından çokça tüketildiği ortaya çıktı.
      ‘Cochineal’ adlı böcekten elde edilen ‘karmin’ isimli renklendiricinin şimdilik bilinen tek zararının alerjik reaksiyonlara yol açması olduğu bildiriliyor.
      İŞTE EN ÇOK KULLANAN MARKALAR
      Karmini en fazla kullanan markaların başında Ülker, Kent, Eti, Dr Oetker, Danone, Pınar, geliyor.
      TÜRKİYE’DE SATILAN VE KARMİN İÇEREN BAZI GIDALAR
      SÜTLÜ GIDALAR
      Danone – Danette, çilek aromalı puding,
      Danone – Çilek aromalı süt,
      Pınar – Çilekli süt
      Ülker – İçim, çilekli puding
      SAKIZ
      Vivident – xylit Cube, nar ve fuji elma aromalı şekersiz tatlandırıcılı sakız
      Vivident – xylit Aqua Gum, meyve aromalı şekersiz tatlandırıcılı sakız
      Vivident – xylit 2 Fruit, çilek aromalı şekersiz tatlandırıcılı sakız
      Big babol – çilgın meyveler balonlu mega draje sakız
      Kent Şıpsevdi – meyve aromalı şekerli balonlu sakızlar
      Kent Bubbaloo – Mega, karışık meyve ve kola aromalı şekerli balonlu sakızlar
      Kent First – tatlı & ekşi çilek aromalı tatlandırıcılı şekersiz draje sakız,
      Vivident – cilek ve mandalina aromalı şekersiz şerit sakız,
      Vivident – çilek ve karpuz aromalı sıvı dolgulu tatlandırıcılı draje sakız,
      Mentos – çilek ve limon aromalı sıvı dolgulu tatlandırıcılı draje sakız,
      ŞEKERLEME, BİSKÜVİ, KEK, GOFRET VE SOSLAR
      ÜLKER- Lollipop, meyve aromalı karışık top şeker
      KENT – Jelibon, karışık meyve aromalı yumuşak şeker
      ÜLKER – Kremini, meyve sulu toffe şekerleme çilekli
      KENT – Pop Tip, Ahududu aromalı draje şeker
      ÜLKER – Ufo, kakaolu draje
      ÜLKER – Çokomel, çilek aromalı marshmallowlu bisküvi
      ÜLKER – Dankek, çilek soslu kek
      BİSKOT/ÜLKER – Halk Bitanem, kırmızı meyveler kremalı sandviç bisküvi
      ETİ – Kaymaklım, çilek yoğurt kremalı sandviç bisküvi
      ÜLKER – Çilek aromalı kremalı gofret
      ÜLKER – Kekstra çilekli kek
      DR.OETKER – Böğürtlenli sos,
      KARMİN NEDİR?
      Hayvansal kaynaklı bir boya maddesi olan Karmin, binlerce yıldır kullanılmaktadır. Keşfi ise İspanyolların Latin Amerika’yı keşfine kadar dayanır. Avrupa’ya girişi de işte bu yıllarda gerçekleşir. Karmin’in kaynağı ise Mexiko ve Peru’da yetişen ve besin maddesi olarak kaktüsü seçen Coccus cacti adlı böceğin dişisinin Scaharlach-Schildlaus kurutulup öğütülmesinden elde edilir. (The Lira)
      BU BİLGİLER BURADA YER ALMAYAN MARKALARIN GÜVENLİ OLDUĞU ANLAMINI TAŞIMAZ. TÜM ETİKETLERİ KONTROL EDİNİZ.
      HER TÜRLÜ KOLA VE VİŞNE SUYUNU VE HER TÜRLÜ VİŞNE RENKLİ GIDALARI BU GRUBA EKLEMELİ
      AYRICA BALLI SÜT, BALLI KEK, BALLI ÇİKOLATA GİBİ İFADELER ÜRÜNÜN BALLI OLDUĞUNU DEĞİL YAPAY BAL AROMASI İÇERDİĞİNİ GÖSTERİR.

    98. Ramazan kelimesi harflerinin ifâde ettiği mânâlar.

      Ramazan lafzı, beş harften ibârettir: Ra, Mim, Dad, Elif, Nun.. (Yâni, Arapça aslına göre..)
      Bu harflerin ifâde ettiği mânâlar, sırası ile şöyledir:

      Ra: Allah’ın rızâsına delâlet eder.
      Mim: Allah sevgisine delâlet eder..
      Dad: Allah’ın kuluna kefîl olduğunu anlatır..
      Elif: Allah’ın kulu ile olan ülfetini belirtir.
      Nun: Allah’ın nûrunu anlatır..

      Üstte anlatılan mânâya göre bu ay: Rızâ, sevgi, kefâlet, ülfet, nûr, eriş, ikrâm ayıdır.. Ama Allah’ın sevdiği iyi kulları için..

      Denilmiştir ki:
      – Aylar arasında Ramazan ayı, vücûd içinde kalb gibidir.
      İnsanlar arasında peygamberler gibidir.
      Beldeler arasında Harem-i Şerîf gibidir.
      Harem öyle bir yerdir ki: Oraya lâin deccâlin girmesi men edilmiştir.

      Ramazan ayı, öyle bir aydır ki: Azgın şeytanlar o ayda bağlanır; peygamberler günahkâr kullara şefâat eder.
      Ramazan ayı, oruç tutanlara şefâatçıdır. O ayda, kalb îmân ve mârifet nûru ile bezenir.
      Ramazan ayı dâhi, Kur’ân okumakla bezenir.

      Bir kimse, Ramazan ayında bağışlanmaz ise, acaba hangi ayda bağışlanır!
      Kul, tevbe kapıları kapanmadan Allah’a tevbe etmelidir.
      Allah’a dönüş zamanı geçip gitmeden, O’na dönmelidir.
      Ağlama zamanı ve rahmet vakti geçip gitmeden kul Allah’a yalvarıp ağlamalıdır; merhamet dilemelidir.

      Resûlallah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurdu:
      – Ümmetim, Ramazan ayında oruç tutup namaz kılarak onun hakkını edâ ederlerse, ziyân etmezler..
      Ashâbtan biri şöyle sordu:
      – Yâ Nebiyyellâh, onların ziyânı ne olabilir?..
      Resûlallah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurdu:
      – Bir kimse, Ramazan ayında haram bir işe girerse, kötü bir amel işleyip şarab (alkollü içki) içerse, o kimsenin Ramazan orucu makbûl olmaz. Gelecek seneye kadar Allah’ın, meleklerinin, semâ halkının lâneti onun üzerinde kalır. İki Ramazan arasında ölür ise, onun için Allah katında hiçbir iyilik yoktur.

      Gunyet’üt-Tâlibîn – Abdülkâdir Geylânî Hazretleri (kuddise sirruh)

    99. Dünya Ve Âhiret Seferlerinde Azık
      Azığın hayırlısı, yemek olarak hazırlanan değil; takva olarak hazırlanandır. Kelâmın tahkikinde şu ortaya çıkmaktadır: Muhakkak ki insanın seferi (yolculuğu) vardır.
      1 – Dünyanın içinde olan sefer,
      2- Dünyadan (ölümle) olan seferdir.
      Dünya’nın içinde yâni bir yerden bir yere yolculuk yapmak suretiyle meydana gelen seferlerde elbette azık lâzımdır.
      Azık, yol için lâzım olan; yiyecek, içecek, binek ve maldır.
      Dünyadan (ölümle) yapılan sefer ve yolculukta da elbette azık lâzımdır.
      Dünyadan âhirete giden seferin azığı ise şunlardır:
      1-Ma’rifetüllah,
      2- Muhabbetüllah,
      3- Taat ile meşgul olup, mâsivâdan yüz çevirmek,
      4- Allah’a muhalefet etmekten kaçınmak,
      5- Ve Allah’ın nehiylerinden yâni yasaklarından ictinâb edip kaçınmaktır.
      Bu azıklar, dünyâ seferlerinde lâzım olan azıklardan daha hayırlıdır. Çünkü dünyâ azığı, seni münkati* (gececi bir azâb’dan) halâs edip kurtarmaktadır. Âhiret azığı ise, seni daimî elan bir azâbtan ve Cehennem ateşinden kurtarmaktadır.
      Dünyâ azığı fânîdir; âhiret azığı ise, seni bakî, hâlis ve temiz olan lezzetlere yâni Cennete kavuşturur.

    100. Çikolataya hayvan yemi, şekerlere de tekstil boyası ve domuz jelatini katıyorlar
      Türkiye Gıda Sanayi İşverenleri Sendikası Başkanı Necdet Buzbaş, küçük üreticileri eleştirmek ve tüketiciyi ünlü markalara yönlendirmek için yaptığı bilinçaltına yönelik PR faaliyeti yaparken, çikolatadaki hileleri bir bir sıraladı. Biz söyleyince dudak bükenler buyurun afiyet olsun.
      PR yapmak için hilelerini itiraf etti: Çikolata değil zehirmiş
      Türkiye Gıda Sanayi İşverenleri Sendikası Başkanı Necdet Buzbaş, küçük üreticileri eleştirmek ve tüketiciyi ünlü markalara yönlendirmek için yaptığı bilinçaltına yönelik PR faaliyeti yaparken, çikolatadaki hileleri bir bir sıraladı. Biz söyleyince dudak bükenler buyurun afiyet olsun.
      “Çikolataya hayvan yemi, şekerlere de tekstil boyası ve domuz jelatini katıyorlar“ bu sözler iddia değil, Türkiye Gıda Sanayi İşverenleri Sendikası Başkanı Necdet Buzbaş’ın itirafları.
      Türkiye Gıda Sanayi İşverenleri Sendikası (TÜGİS), adından da anlaşılacağı üzere Türkiye’nin en büyük gıda üreticisi firmaların patronlarının üye olduğu bir işveren sendikası. Gıda terörü onları bugüne kadar rahatsız etmediği halde son günlerde yaşanan gelişmeleri dillerini çözmüş gözüküyor.
      Bu çözülmedeki amaç Türkiye Gıda Sanayi İşverenleri Sendikası Başkanı Necdet Buzbaş’ın ağzından şöyle dökülüyor: Bazı firmaların yüksek kâr elde etmek için halkın sağlığını hiçe sayıyorlar. Özellikle merdiven altı üretim yapan firmalar sağlığımızla oynuyor”
      Dikkat ediniz “merdiven altı“ tanımlamasıyla gıda terörünün faturasını küçük üreticiye kesmeye çalışıyor. Türkiye’de gıda üreticilerince kurulmuş tüm dernek ve sendikalar aynı taktiği güdüyor. “Ben değil o yaptı” diyor.
      Peki o kim?
      Toplum bilincini etkilemek için geliştirilen o, karanlık bir meçhul. Merdiven altı adıyla uydurulan olmayan sanal üretici.
      “Madem bu bilgilere sahipsin hadi adres gösterde o merdivenin altını polis bassın ve hilekarları tanıyalım?“ dediğinizde herkes masanın altına kaçıyor. Hatta kimisi halının altındaki toza karışıp sıvışıveriyor.
      Niye?
      Çünkü söylemleri gerçek değil. Hilenin en büyüğünü, en ölümcülünü DEVLETLE EL ELE OLAN, HER GÜN AYNI MASADA YEMEK YİYEN, TEKLİFSİZ-RANDEVUSUZ GÖRÜŞEN, DEV ÜRETİCİLER yapıyor. Suçlarını da sanal miniklere atıyorlar.
      Yedik mi?
      Yine yemedik, hiçbir zamanda yemeyeceğiz ama yinede kulak verelim itiraflara. Öğrenelim nasıl hile yaptıklarını. Herkes sussun itiraf başlıyor:
      “Şekere tekstil boyası, yumuşak şekere domuz jelatini ve tekstil boyası, çikolataya hayvan yemi olarak kullanılan soya tozu, margarin, keçi boynuzu tozu, leblebi tozu, kavrulmuş bakliyat tozu, fındık zarı katıyorlar. Kansere kadar birçok hastalığa neden olan hileli şekerlemeler, helal gıda kodeksine de uygun değil.” Küp şekere kalıp haline getirmek için mumsu maddeler katanlar da olduğunu kaydeden Buzbağ, “Bu maddeler müsaade edilen sınırlar aşıldığında sağlık açısından tehlikeli“
      “Adama sorarlar bu hileleri nereden biliyorsun? Madem bunların yapıldığını biliyorsun, peki, kaç üreticiyi şikayet ettin, ne sonuç aldın?” diye
      Bakınız bugünlerde televizyonda reklamları olan bir süt üreticisinin reklamlarında Prof Dr Bülent Nazlı oynuyor. Nazlı’nın öve öve bitiremediği süt üreticisi ürünlerindeki hayvansal yağı alıp içine margarin eklediği için üretim izin belgesi iptal edilmiş bir firma.
      Bu firma küçük ve merdiven altı mı? Öyle olsa fiyatı en yüksek kanallarda dev bütçelerle reklam yapabilir miydi?
      Elbette küçük hilekârlar yok demiyoruz. Diyoruz ki: Büyüğüyle küçüğüyle hepiniz birsiniz. Alayınız bizden değilsin

    101. Pidede domuz, sucukta eşek eti, tereyağında margarin
      Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın yaptığı denetimlerde aralarında köklü firmaların da yer aldığı bazı markaların ürünlerinde hileler tespit edildi.
      Sucuklarda at ve eşek eti, tereyağında margarin, tulum peynirinde nişasta, pidede domuz eti, yüzde 100 dana sosiste ise kanatlı etine rastlandı.
      İşte bakanlığın denetimine takılan 13 firma:
      Firma Adı Ürün Adı Marka
      Aliçler Sucuk Erenler/SAKARYA Isıl İşlem Görmüş Sucuk Benzeri Ürün (% 100 Dana) Tek Tırnaklı Eti (At Eti, Eşek Eti Tespiti) Nazifoğlu
      Çiftarslanlı Et ve Et Ürünleri AFYONKARAHİSAR Isıl İşlem Görmüş Sucuk Benzeri Ürün (%100 Dana) Tek Tırnaklı Eti (At Eti, Eşek Eti) Kanatlı Eti Tespiti Çiftarslanlı
      Elmalı Çiftliği Süt Ürünleri Gıda San. Tic. Ltd. Şti. ANTALYA
      Geleneksel Tereyağı

      (Margarinl)
      Elmalı Çiftliği
      Akdeniz Süt Ürn. ve Gıda San. Tic. Tur. Ltd. Şti. ANTALYA Yarım Yağlı Homojenize Yoğurt(Margarin ve Jelatin) Akdeniz
      Onurtur Ak. İnş. Nak. Tur. San. Tic. Ltd. Şti. MARDİN Yoğurt(Margarin Yağ) Onurköy
      Mutlu Tolga Gıda İnş. Petrol Turizm Tarım Hay. Orman Ürün. San. ve Tic. Ltd.Şti. AFYONKARAHİSAR Yağlı Tulum Peyniri(Bitkisel Yağ ve Nişasta) Ilgaz Yaylası
      Güldemce Gıda İnş. Oto. San. Tic. Ltd. Şti. KONYA Yağlı Eritme Peyniri(Margarin) Bacanaklar Güldem Süt
      Nurs Lokman Hekim Gıda Tarım Bitki Med. San. Tic. Ltd. Şti Yüreğir/ADANA Süzme Çiçek Balı (Diastaz Sayısı, Fruktoz/Glikoz, Fruktoz+Glikoz, C4 Şeker Oranı %, Balda protein ve ham delta C13 değerleri farkı) Balderesi
      Milenyum Pide Pizza Kebap Salonu Bornova /İZMİR
      Kıymalı Pide

      Domuz Eti Tespiti

      Milenyum Pide
      Milenyum Pide Pizza Kebap Salonu Bornova /İZMİR
      Kuşbaşılı Pide

      Domuz Eti Tespiti

      Milenyum Pide
      Pınar Entegre Et ve Un Sanayi A.Ş Kemalpaşa/İZMİR
      Uzun Soyulmuş Sosis (%100 Dana)

      Kanatlı Eti Tespiti
      Pınar
      Özok Gıda Salihli

      MANİSA

      Isıl İşlem Görmüş Sucuk Benzeri Ürün (Dana eti)

      Kanatlı Eti Tespiti
      Salihli Özok

    102. İtiraf: Domatesi bozduk düzeltmeye çalışacağız
      BBC’nin haberine göre 1990′ların başında, Flavr Savr adlı, genetik yapısıyla oynanmış domatesin gen dizilimi yanlış yapıldığı için yeniden yapılarak tat sorunu çözülecekmiş.
      Piyasadaki ürünlerin kalitesizliğini kabul eden Profesör Seymour; evde üretilen domateslerdeki bulunmaz tadın GDO’lu domateste de olması için çalıştıklarını söylemiş.
      DOMATESLERİ ADECE RAF ÖMRÜNÜ UZATMAK İÇİN DEĞİŞTİRDİK
      1990′larda domates endüstrisinin değişme amacını açıklayan Nottingham Üniversitesi’nden Professor Graham Seymour; “genlerin değiştirilmesinin amacı domateslerin ömrünü uzatmaktı” diyor.
      Allah’ın yarattığı fıtratı değiştirmek için 14 farklı ülkeden 300 kişinin çalıştığını belirten Prof. Seymour; Domatesin genomunun başarıyla dizilenmesinin senede 30 ile 40 milyar dolar cirosu olan bir endüstriyi değiştireceğini belirtiyor.
      LEZZET’EN VAZGEÇMEM DİYENLERE GDO’LU SÖZDE LEZZETLER GELİYOR
      “Genom artık elimizde olduğundan tadı kontrol eden genler domatesin ömrünü kontrol eden genlerden ayrı tutulabilecek” diyen Seymour “yakın zamanda hem uzun zaman dayanabilecek, hem de oldukça koyu bir kırmızı renkte olabilecek domateslerin bitkisel kimyasallarla dolu ve çok lezzetli olacağını” iddia ediyor.
      Grubun diğer bir üyesi olan ve Londra’daki Imperial College’da çalışan Dr Gerard Bishop ise “Verim çoğu üretim stratejisinin arkasındaki tetikleyici faktör oldu; şimdi üzerinde yoğunlaşılan faktör ise tat. Artık çeşitleri daha hızlı üretebilme şansına sahip olmamız, tam da üretmek istediğimiz çeşitleri kusursuzca yetiştirmek için yetkin teknikler sağlayacak” diyor.
      YENİ GDO’LU DOMATESLER YAKINDA RAFLARDA OLACAK
      Profesör Seymour’a göre bu çeşitler çok yakın bir zamanda marketlerde satılmaya başlamış olacak.
      Seymour, “Ben sadece birkaç firmayla çalışıyorum ama bu bazı yeni özellikleri kullanacaklarını biliyorum. Ama bütün domates yetiştirme firmaları yakında bu özelliklerin kullanımını benimseyecek, bu nedenle önümüzdeki 3 ile 5 sene arasında yeni ürünler görmeye hazır olun” dedi.
      ARTIK ÜRÜN GENİYLE HERKES OYNAYABİLECEK
      Ancak domates genomunun yayınlanması, bundan böyle meyvelerin genetik dizilişleriyle daha kolay oynanabileceği kaygılarını artırabilir.
      1990′ların başında, Flavr Savr adlı, genetik yapısıyla oynanmış domates ilk GDO’lu bitkisel ürün ruhsatı verilerek tüketime sunulmuştu.
      FITRATI BOZACAĞIZ
      şu anda yaygın olarak kullanılan tekniklerle üretim yapılmasının daha olası olduğunu söyleyen Seymour; “Genom dizilişi yabani çeşitleri hedef alarak onları olabildiğince etkili bir şekilde işlenmiş ürünler haline getirmemizi sağlıyor” diyor.
      FLAVR SAVR DOMATES NEDİR?
      “Flavr Savr”, ilk üretilen GDO’lu domatesti. 20 denekten 4 tanesinde mide lezyonları görüldü. İngiltere’de Macar asıllı bilimadamı Arpad Footsay, fareler üzerinde “GDO’lu patates” denemeleri yaptı. Ve tüm farelerin, kan yapılarında, sindirim sistemlerinde bozulma, bağışıklık sistemlerinde çökme gibi olumsuzluklarla karşılaştı. Vücudumuzdaki bağışıklık sistemini zayıflatarak kansere yol açabilir.

    103. Yamyamlık: İnsan cesetlerini ilaç yapımında kullanıyorlar
      E920 ve E921 kodlu katkı maddelerine insan kılı karıştırdıkları biliniyordu. Şimdi ise insan cesedinden ilaç üretilip piyasaya sürüldü. İşte insanî değerlerden yoksun, materyalist, kapitalist batıl değerlerin insanın kanını donduran yamyamlıkları.
      Günde bir elma doktoru uzak tutar derler. Tarih, birçok garip tıbbi ilaçlarla dolu ancak ceset tıbbi alanı kadar azı dehşet vericidir. Kadim zamanlardan modern zamanlara kadar birçok doktor, insan organlarından yapılma karışımları, insan yağından merhemleri ve mumyalanmış cesetler parçalarının tozlarını birçok hastalığın tedavisi ve sağlıklı bir yaşam için önermişlerdi. Şimdi yemeğinizi bir kenara koyup hasta ve ölmek üzere olanların boğazlarından aşağı gönderilen ya da üzerlerine sürülen farklı yamyamsı tedavileri okuyun.
      Beyin ölümü gerçeklemiş vericilerden alınan organ nakilleri, kendi bedenlerinden üretilmiş dokuları alıncaya kadar yanık kurbanları için kullanılan eğreti kadavra derileri ve doku için kullanılan kadavra kemiğine ek olarak, modern tıp ceset dokularını yaşayanlara yardım için kullanıyor. Modern kan naklinin öncüsü deneylerin kadavra kanının toplanması ve naklini içermesi sürpriz değil. Fakat kadim zamanlarından modern zamanlara, saygın doktorlar dahil birçok kişi insan dokusunun ölülerden yaşayanlara aktarılabilecek hayati özellikler taşıdığına inanıyordu. Özellikle 17’nci yüzyıl Avrupa’sı, doktorlar ve kimyagerlerin insan eti ve kemiğinden yapılma tentürler üretmek için tüm enerjilerini verdiği ceset tıbbi olaylarıyla doludur. Aşağıda listelenenler bazı kültürlerdeki ayinsel ya da sembolik yamyamlığın unsurları değil bilakis önde gelen doktorlar ile tıp tarihçilerinin bilimsel deva olarak kaydettiği iddialı ilaçlardır:

      MUMYA TOZU
      12’nci yüzyıldan 17’nci yüzyıla kadar herhangi bir Avrupa eczanesinin kokulu tuzları arasında mumya tozu da bulunurdu. Mumya, Orta Çağlar’ın sağlık gıdasıydı. Baş ağrısından, mide ülserlerine kadar her şeyi tedavi edeceği garanti edilirdi. Mumya tozundan yapılan alçılar, sıklıkla tümörlerin üzerine sürülürdü. Ayrıca sadece mumyalardan istifade edenler insanlar da değildi. Hasta şahinlerin de mumya tozuyla iyileşeceği düşünülürdü. Mumya talebi fazlasıyla arzı aşmıştı zira kimse piramit-şeklinde bir kayaya gidip kazamıyordu. Ancak biri ölüleri mezarından çıkarıp kurutabilir, daha sonra öğütüp “mumya tozu” olarak satabilirdi. Muhtemelen kimse de farkı anlayamıştır.
      Mumya tozu ile ilgili özellikle ilginç olan ise bu reçetenin tamamıyla yanlış anlamadan doğmuş bir heves olmadır. Kızıl Deniz’de doğal olarak çıkan katran; katarakt, cüzam, gut, dizanteri, pıhtılaşma, nefes darlığı ve eklem iltihabı gibi her tür hastalığa kadim zamanlarda önerilen bir tedaviydi. Balmumu anlamına gelen Farsça kelime, “mumia”, genelde katranı tanımlamak için kullanılırdı. “Mumya” kelimesi de buradan türetilmiştir. Mumia kelimesi aynı zamanda (katran olmayan) başka bir madde anlamına daha gelirdi. Bu madde de mumyalamada kullanılırdı. Eczaneler, doğal katran bulamayınca, öğütülmüş mumyalardan elde edilen yalancı katran (o da mumia) satıyorlardı. Nihayetinde geleneksel bilgi, mumyalamakta kullanılan o maddeyi değil mumyanın kendisinin tıbbi özellikler taşıdığına inanmaya başladı. Tıbbi tedavilerde, “mumia” ve “mumya” kelimeleri eş anlamlı hale geldi.

      BALLI ADAM
      70-80 yaşlarında gönüllü bir adam bulun. Banyo yaptırın ve sadece balla besleyin. Öldükten sonra (genelde bir ay içinde) onu balla dolu bir tabutun içine koyun. Yüz yıl bekleyin daha sonra açın. Ballı adam karışımının, kırık ve yaralı organları tedavi ettiğine dair reçete Li Shih-chen’in 1597’de yayınlanan Çin Madde Tıbbı’nda yer alır.
      KRALIN DAMLALARI
      Öğütülmüş insan kafatası özünden elde edilen karışım, kraliyet onayı sayesinde popüler hale gelmiş. İngiltere Kralı II Charles, Fransa’daki sürgünü sırasında kimyaya duyduğu aşırı ilgi nedeniyle Londra Gresham Koleji’ndeki ünlü cerrah ve profesör Jonathan Goddard’dan 6 bin puanda bu tedavinin lisansını satın alır. Daha önce “Goddard Damlaları” olarak bilinen her-derde-deva ilaç, Charles II’nin kendi üretip satmasıyla “Kralın Damlaları” diye anılmaya başları. Bu iksirde sağlık ve uzun hayatı sağladığı düşünülen anahtar içerik kafatası olmasına rağmen, büyük ihtimal kuvvetli etkilerinin sürmesini sağlayan içindeki afyondu. Başka birçok doktor da kafatasından ilaçlar üretti. Bunlar arasında şiddet sonucu ölen bir adamın kafatasıyla sarayı tedavi eden Sör Kenelm Digby ve felç için en iyi tedavinin biraz çikolata karıştırılmış insan kafatası olduğunu düşünen Thomas Wilis sayılabilir.
      CİĞER VE KAN
      Eski Roma’da, insan ciğeri ve kanının sara hastalığının güçlü tedavileri olduğu düşünülürdü. En iyi sonuç, ciğer taze ve sağlıklı, güçlü ve cesur birinden geliyorsa alınırdı. Eğer saradan muzdaripseniz, kolezyum etrafında takılmalısınız. Zira sağlıklı, güçlü ve cesur gladyatörlerden birinin karnına her an bir kılıç saplanabilirdi. Gerçekten de ölümcül darbelerden sonra yerdeki gladyatörün kolundan kan içen insanlar bulunurdu ve kan daha sıcakken karışım stantlarında satılırdı.

      DAMITILMIŞ BEYİN
      17’nci yüzyılda çiğ ciğerden ziyade damıtılmış beyinler sara tedavisi için öneriliyordu. İngiliz doktor John French ve Alman kimyager Johann Schroeder, gri-madde tedavileri için reçeteleri vardı. Ancak French’in daha az iştah açıcıydı. French, şiddet sonucu ölmüş genç bir adamın beynini lapa olarak ezilmesini ve damıtılmadan önce şarap ve at dışkısında yarım sene bekletilmesini öneriyordu. Schoreder ise daha çiçeksi bir tentürü salık veriyordu: 1,5 kg insan beyni, zambak, lavanta ve tatlı Yunan şarabında demlendiriliyordu. Ancak Schroeder, bütün bir cesedi alıp parçalara ayırarak damıtmadan önce ezdiği daha dehşet verici damıtmalar uygulamış olabilir.

      ÖLEN ADAMIN TERİ
      17’nci yüzyıl İngiliz doktoru Georger Thomson, teri dahil insan bedeninin hiçbir parçasının beyhude olmadığına inanıyordu. Thomson basur için önerdiği tedavi ise ölen bir adamın teriydi. Eğer bölgenizde asılan kişi terleyecek kadar düşünceli değil ise, har zaman ölü bir adamın elini, şey, oranıza sürebilirdiniz. Aynı şekilde asılmış bir adamın elinin kistlere ve siğillere deva olduğuna inanılırdı. Hatta 19’ncu yüzyılda dahi meydanlardaki asılmaların ardından insanların kistlerine ölülerin ellerini sürdüğüne dair kayıtlar bulunur.

      İNSAN YAĞINDAN MERHEMLER
      Eklem ile kemik ağrısı, kas krampları ve sinir hasarları için hayvan yağı, kan, ilik ve birayla karıştırılmış insan yağı öneriliyordu. Avrupa’nın bazı bölgelerinde idam edilmiş suçlular ile ölen düşman askerleri laboratuvarlara taşınıyordu. Burada cesetler kaynatılıp yağları çıkarılıyordu. Hollanda’daki cellatlar bazen cerrah-idamcı görevini yürütüyordu. Önce kişiye ilmiği geçiriyor ertesi gün cesetten elde edilen merhemi satıyordu. Amerikan Eczacılık Dergisi’nin Kasım 1992 tarihli sayısında, “Cellat Merhemi” ya da “Zavallı Günahkarın Yağı”nın Hollandalılar arasında çıkıkları ve zayıflığın tedavisinde rağbet gördüğünü öne sürdü. Ancak Hollanda’nın ölüm cezasını 70 yıl önce kaldırdığı düşünülünce, bu “insan merhemleri”nin doğru olma olasılığı oldukça düşük.

      ŞİMDİ İSE TAİ BAO KAPSÜLLERİ
      Yamyam tıbbı, tamamen geçmişe ait olmayabilir. Kaskatı: İnsan Kadavracılarının Tuhaf Hayatları adlı kitabında Mary Roach, sadece cesetleri değil öğütülmüş plasenta ve kürtaj ceninleri içeren Tai Bao Kapsülleri adı verilen bir tedavinin kaydından bahseder. Bu hapların, canlılık, astım tedavisi ve cilt güzelliğini artırdığı söylenir. Öğütülmüş ceninin bir tedavi olarak kullanılıp kullanılmadığını öğrenmek için Roach, arkadaşları vasıtasıyla Shenzen Halk Hastanesi’ndeki bu kapsüllerin cenin dokusu içerdiğini öne süren doktorlara ulaşmayı başarmış. Ancak başka bir doktor (bu arada cenin dokusunun yenmesinin sağlık yararına inanan biridir), haberlerin abartılığına inandığını söylemiş. Yine de bu kapsüllere dair haberler yok değil. Güney Kore gümrüğü yetkililerinin içinde öğütülmüş insan dokusu bulunan Çin’den gelen haplara el koymasının ardından, Çin Sağlık Bakanlığı konuyla ilgili bir araştırma başlattı. Bu ay başında Güney Kore gümrüğü, geçen senE bu tarz 17 bin 500 hapa el konulduğunu açıkladı.

      İo9’da Lauren Davis imzalı bu makale Oğuz Eser tarafından Timeturk.Com için tercüme edilmiştir.

    104. Bunları Biliyormusunuz ?
      Turkiye`deki tavukların tümünün genetik türler oldugunu, GDO`lu yemlerle ve kanla beslendigini,yüksek düzeyde antibiyotik verildigini biliyormusuz ?

    105. İsrail’den şimdi de siyah domates garabeti
      Basın yayın organlarında İsrail’in domatesin rengini değiştirip dünya pazarına ‘siyah domates’ adıyla sunmaya başladı. Kimi çevrelerin öve öve bitirmediği ürünün önümüzdeki yıl Türkiye pazarlarında da yer alacağı iddia ediliyor.
      İsrail rengarenk havuçlar ve kırmızı limondan sonra şimdi de domatesin genetiğiyle oynayarak rengini siyahlaştırıp ‘siyah domates’ tohumlarını dünya piyasasına arz etti.
      Basında yer alan habererlere göre siyah domateslerin siyah rengini yaban mersinden alınan pigment vasıtasıyla elde edilmiş. Fıtratı bozulan domatesler ek miktar C vitamini ve antioksidanlar içerdiği iddiasıyla pazarlanıyor. İsrail’in buluş olarak nitelediği bu GDO’lu ürünleri Şubat başında açılacak Uluslararası Tarım Fuarı’nda tanıtacağı öğrenildi.
      Rusya basınında yer alan habere göre GDO’lu domateslerin 2012 yaz sezonunda aralarında Türkiye’nin de bulunduğu ülkelerde ekilecekmiş.

      .

    106. Eşek yapmaz bunların yaptığını
      İtalya’daki bir eşek çiftliğini örnek alarak Kırklareli bir yatırımcı Doç. Dr. Ufuk Usta’nın danışmanlığından Türkiye’nin ilk eşek çiftliğini kurdu ve sütünü resmi izinle üretip pazarlamaya başladı. Çocuklara anne sütü yerine eşek sütü içireceklermiş. Peki, bu dinen caiz mi?

      Doç. Dr. Ufuk Usta ‘‘Kırklareli’de aldığımız arazi üzerine önceleri inek ve keçilerin bulunduğu bir çiftlik kurma fikrimiz vardı. Ancak piyasa araştırması yaptığımızda bunun ekonomik getirisinin beklediğimizin altında kalması nedeniyle arayışlarımız sürerken, şirket ortaklarımızdan biri İtalya’da bir eşek çiftliğinin varlığını keşfetti. Biz de bunu hem internetten hem de piyasada araştırdık ve araziye 3,5 yıl önce eşek çiftliği kurmaya başladık.

      Bugüne kadar 2,5 milyon lira harcadıklarını, 1,5 milyon lira daha harcayarak çiftliği tamamlamış olacağız. Proje bittiğinde 1000 eşek kapasiteli bir çiftlik kurmuş olacağız. Çiftliğimizde eşek sütünü elde ettikten sonra, amacımız sütü işleyerek kozmetik ürünler elde etmek…”

      BAKANLIK İZİN VERDİ – ( bakanlari basbakanlari secenlerin hicmi günahi yok ??? )

      Türkiye’de bir ilki gerçekleştirecek olmaları nedeniyle bir çok güçlükle karşılaşmalarına rağmen hepsini bir bir aşmayı başardıklarını ifade eden Doç. Dr. Usta, şunları kaydetti:

      ”Ülkemizde eşekle ilgili damızlık ve süt üretimi ile ilgili bir mevzuat bulunmuyor. Mevzuat olmadığı için kayıt sistemi de, eşek sütü ve ürünleri ile ilgili bir düzenleme de yok. Bu konuda İl Gıda Tarım ve Hayvancılık Müdürlüğü aracılığı ile bakanlıkla temasa geçtik. Bu yeni sektör için henüz bir mevzuat oluşturulmamış olsa dahi, il müdürlüğünün girişimi ve Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığının talimatı ile en azından eşek çiftliğimizin tescilini sağlamış olduk.”

      EŞEK SÜTÜ, İNSAN SÜTÜNE BENZER

      Eşek sütünün anne sütüne en yakın süt olduğunu iddia eden Usta; ‘Eşek sütü, inek sütü ve diğer süt ürünlerine göre yağ ve kazein (süt içinde bulunan bir protein) oranının düşüklüğü nedeni ile sindirimi son derece kolay bir süttür. Eşek sütünün sağlık açısından önemi birçok bilimsel makale ile ortaya konmuştur. Eşek sütünün içerdiği yüksek orandaki immunglobulinler ile bağışıklık sistemi üzerine doğal destekleyici etkisi vardır. Bu etki ile çeşitli alerjik hastalıklarda, sindirim sistemi hastalıklarında, kalp damar sistemi hastalıklarında ve diğer bir çok hastalık durumunda belirgin yarar sağlamaktadır.”

      Batıda inek sütü proteini alerjisi olan çocukların beslenmesi ve tedavisinde eşek sütünün kullanıldığına dikkati çeken Usta, ”Vitamin ve mineral yönünden zengin olan eşek sütünün yaşlandırmayı geciktirici özelliği bulunuyor. Avrupa piyasasında buna yönelik krem, sabun ve şampuan gibi bir çok kozmetik ürün kullanıma sunulmuştur” dedi.

      EŞEK SÜTÜNÜ KULLANMAK DİNEN CAİZ Mİ?

      KONUYLA İLGİLİ HADİS-İ ŞERİF

      ـ6ـ وعن خالد بن الوليد رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]نَهى رَسُولُ اللّهِ # عَنْ أكْلِ لُحُومِ الخَيْلِ وَالْبِغَالِ وَالْحَمِيرِ[. أخرجه أبو داود والنسائي
      (3939- Halid İbnu’l-Velid (radıyallahu anh) anlatıyor: “Rasülullah (aleyhissalâtu vesselâm), at, katır ve eşek etini yemeyi yasakladı.”

      Gıda Hareketi’nin görüşüne müracaat ettiği iki fıkıh otoritesi şunları söylemiştir:

      Mezhepler ve ulema katır ile eşek etinin haram olduğu konusunda ittifak etmektedir. Ayrıca eti haram olan hayvanların sütü de haramdır.

      Bazı fatihler zaruret halince caiz olduğunu belirtmekle birlikte günümüzde eşek eti veya sütünü anne sütü eksiliği gibi bir zaruret söz konusu değildir.

      Sağlık gereksinimi gibi bir zarurette de sığınılamaz. Çünkü baska tedavi araç gereçleri yeterli miktarlarda mevcuttur.

      .

    107. COCA COLA ve TÜRK
      Dışişleri Bakanı ,bürokratları çağırmış ve ‘Bana, ülkelerin dış politika anlayışları hakkında bir rapor hazırlayın’ demiş. İki gün sonra bir dosya getirmişler önüne. Bakmış,içinde tek bir yaprak ve üzerinde 10-15 satır yazı. Şaşırmış
      önce ve ‘Bu ne?’ der gibi dudaklarını büzmüş, sonra okumuş.
      ‘Suudi Arabistan’ın Riyad şehrinde, farklı ülkelerden gelen bir turist grubu, bir dinlenme yerine giderek buz gibi kola ısmarlamışlar. Kolalar gelince bardaklarında birer karasinek olduğunu farketmişler.
      İNGİLİZ, başka bir bardakta yeni bir kola istemiş.
      İSVEÇLİ, aynı bardakta yeni bir kola istemiş .
      FİNLANDİYALI, sineği bardaktan çıkardıktan sonra kolayı içmiş .
      RUS , kolayı sinekle birlikte içmiş .
      ÇİNLİ, sineği yemiş, kolayı içmemiş ..
      YAHUDİ, sineği yakalayıp Çinli’ye satmış .
      JAPON, değerlendirilmek üzere, sineği Tokyo’ya göndermiş.
      YUNANLI, kolanın yarısını içtikten sonra itiraz ederek yeni bir kola istemiş.
      NORVEÇLİ, kolayı içtikten sonra bardaktaki sineği balık yemi olarak kullanmış ..
      İRLANDALI, sineği ezip kolayla karıştırmış ve İngiliz’e içirmiş..
      AMERİKALI, 5 milyon dolarlık tazminat davası açmış. Arabistan hükümeti, özür dileyerek, 10 milyon dolar tazminat ödemiş.
      Bakan , bıyık altından gülerek rapordan hoşlandığını belirtmiş. ‘İyi, güzel de, bu turist
      grubunun içinde bizden biri yok muymuş?‘ diye sormadan edememiş. ‘Varmış efendim‘ diye
      cevaplandırmışlar. Bakan devam etmiş, ‘Peki, o zaman, O ne yapmış?’. Bürokratlar biribirinin yüzlerine bakmışlar. İçlerinde en tecrübeli olanı, bir adım öne çıkıp,
      cevap vermiş ,
      ‘TÜRK, olayı şiddetle kınamis .

    108. En zor iş

      * Dünyada en zor iş, karar vermektir. Yani, peki demek mi, hayır demek mi? Eğer Allah korusun, peki denecek yerde hayır denirse, hayır denmesi gereken yerde de peki denirse küfre girilebilir Büyük bir zata, (Hep hocanızdan bahsediyorsunuz, hocanız size ne öğretti ki hep ondan bahsediyorsunuz?) diye sormuşlar. O zat da; (Hocam bana, nerde peki denir, nerde hayır denir, kim sevilir, kim sevilmez onu öğretti. Bu da bana yetti) buyurmuş.

      * Allah için istişare edince, Allahü teâlâ en iyisini karşınıza çıkarır. İstişare etmek, sormak nefsi kırar. Sormamak nefsi azdırır. Hiç kimse ilminin çokluğuyla iftihar etmemelidir. Çünkü ondan daha çok bilen vardır. Şeytan meleklerin hocasıydı. İlmi onu kurtarmadı. Neden? Çünkü bizim dinimizin üç safhası vardır: İlim, Amel, İhlâs.

      İlim tek olarak, insanı kurtarmaz. Eğer bir insan, bildiği ile amel etmezse, (Bildiğin halde niye yapmadın?) sorusuna cevap veremez. Hiç bilmemek var, bir de bildiğini yapmamak var. İlim tamam, amel de yapılmış, güzel, ama diyecekler ki, bunu niçin yaptın? İnsanlar takdir etsin, aferin desin diye mi? Allah takdir etsin, Allah beğensin diye mi. Allahü teâlâyı unutarak, insanlar beğensin diye iş yapanlar, hem dünyada hem ahirette perişan olurlar.

      * Kişinin dini, arkadaşının dini gibidir. İyi arkadaş seçen kurtulur, kötü arkadaş seçen, iflah olmaz, mahvolur. Her taraf tuzak, bu tuzaklara düşmek çok kolaydır. Bu tuzakları bilen bir rehber olursa, korkmamalı.

      * Şeytan ilk önce din kardeşinin aleyhinde konuşturur, kötületir. Eğer böyle bir dedikodu olursa, o ateşi hemen söndürmelidir. Başlangıçta söndürmeli. Dinlemek artarsa, çok felaket olur. Büyükler buyuruyor ki:
      (Yanında din kardeşi kötülendiğinde, ona sus diyene, yüz şehid sevabı vardır.)

      * Mümin toprak gibidir, mütevazıdır. Ne şikâyet eder, ne şikâyet edilir.

      * Allahü teâlâ kullarının dünyada ve ahirette mesut olması için din gönderdi. İslamiyet, Allah�a giden yoldur, dinin emir ve yasaklarına uyan dünya ve ahirette mesut olur.

      * Hiç kimse, Kur`an-ı kerimi kendi aklına göre tefsir edemez. Kur`an-ı kerimin tefsiri Peygamber efendimizin yaşayışı ve anlattıklarıdır. Eshab-ı kiram tefsiri gördü, En iyi eshab-ı kiram anlar, Onlar da talebelerine anlattılar, Buna da mezhep denildi, Mezhepler sonradan çıkma değildir, eshab-ı kiramın hepsi müctehid idi.

      * Rast gele çok kitap okumak tehlikelidir, doğru kitabı çok okumak gerekir

    109. Salevatın Keffareti
      Râbia-tül Adeviyye, babası İsmâil’in üç kızı vardı. Bir tane daha doğunca adını Râbia (dördüncü) koydu. Babası çok fakir olduğundan Râbia doğduğu gece evde ihtiyaç olan şeylerden hiçbiri yoktu. Bu duruma annesi çok ağlayıp mahzûn oldu. Efendisine;
      -Filân komşuya gidip, bir mikdar kandil yağı isteyebilir misin?, dedi.
      Hazret-i Râbia’nın babası, Allahü teâlâdan başka kimseden bir şey istememeğe söz vermişti. Bununla beraber hanımını üzmemek için komşuya gitti. Kapıya elini sürdü ve geri gelip;
      -Kapı açılmadı, deyince hanımı ağladı. O da çok üzüldü.
      Babası, başını dizine dayadı ve öylece uyuya kaldı. Rüyâsında Peygamber efendimizi gördü.
      Peygamber efendimiz, kendisine buyurdu ki:
      -Hiç üzülme! Bu kızın, öyle bir hanım olacak ki, ümmetimden yetmiş bin kişiye şefâat edecek. Yârın bir kâğıda şöyle yaz: “Sen her gece Peygamber efendimize yüz salevât-ı şerîfe, Cumâ geceleri de dört yüz salevât gönderirdin. Bu Cumâ gecesi unuttun. Bunun keffâreti olarak, bu yazıyı sana getiren zâta dört yüz altını helâl parandan ver.” Sonra Basra vâlisi Îsâ Zâdân’a git. O yazıyı ver.”
      Hazret-i Râbia’nın babası uyandığında, Peygamber efendimizi görmenin şevkiyle ağlıyordu. Hemen kalktı, denileni yaptı ve Îsâ Zâdân’ın yanına gitti. Vâli mektubu alınca, Resûlullah efendimizin kendisini hatırlamasının şükrü için, binlerce altını fakirlere sadaka verdi. Râbia-tül Adeviyye’nin babası İsmâil Efendiye de mektupta yazılanı ve ona ilâve olarak pekçok altını da sadaka verip, bir ihtiyâcı olursa tekrâr gelmesini tenbîh etti. Altınları aldıktan sonra lüzumlu ihtiyaçlarını temin etti. Böylece bolluğa kavuştular ve kızlarına rahatça bakıp güzel edeb ve terbiye ile büyüttüler.

    110. Gıybet nedir biliyor musunuz?..”

      Allah Teâlâ Hz. Musa’ya (a.s) şöyle vahyetmiştir:
      “Kim gıybetten tövbe ederek ölürse, o cennete en son giren kimse olur. Kim de gıybette ısrar ederek ölürse, o cehenneme ilk önce giren kimse olur.”
      Avf demiştir ki: “İbn Sîrîn’in yanına gittim. Haccâc hakkında bir şeyler söylemeye çalıştım. İbn Sîrîn beni şöyle uyardı:
      ‘Şüphesiz Allah Teâlâ çok adaletli bir hakimdir. Halkın hakkını Haccâc’dan aldığı gibi, Haccâc’a haksızlık edenlerin hakkını da ona haksızlık edenlerden alır. Sen yarın aziz ve celil olan Allah’ın huzuruna çıktığın zaman, senin işlediğin en küçük günah, senin için Haccâc’ın yaptığı en büyük günahtan daha şiddetli olur.’”

      Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:
      “Bir kısmınız diğerlerinin gıybetini yapmasın. Sizden biri, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Bundan tiksindiniz değil mi? Öyleyse Allah’tan korkun ve birbirinizi gıybet etmeyi (arkadan çekiştirmeyi) terkedin.” ( Hucurât 49/12. )

      Hz. Ebû Hüreyre (r.a) anlatıyor: Bir adam Hz. Peygamber’in (s.a.v) yanında oturuyordu; Peygamber Efendimiz (s.a.v) ayağa kalktı, fakat adam kalkmakta zorlandı. Orada bulunanlardan bazıları, “Falanca ne kadar âciz bir kimse, oturduğu yerden kalkamıyor” dediler. Bunu işiten Hz. Peygamber (s.a.v), “Kardeşinizin etini yediniz ve onu gıybet ettiniz” diye onları uyardı.( Ebû Ya‘lâ, Müsned, nr. 6151; Beyhakî, Şuabü’l-İmân, nr. 6733; Heysemî, ez-Zevâid, 8/94; Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, 7/574. )

      Anlatıldığına göre İbrahim b. Edhem (rah) bir yemeğe davet edildi, o da davete katıldı. Meclistekiler, orada bulunmayan bir adamın gıybetini yaptılar. Bunu işiten İbrahim b. Edhem, “Bunu bana, insanların gıybet edildiği bir yerde bulunarak nefsim yaptı” diyerek oradan çıkıp gitti ve nefsine ceza olarak üç gün bir şey yemedi.
      Şöyle denilmiştir: İnsanların gıybetini yapan kimsenin misali; bir mancınık dikip onunla iyiliklerini doğuya batıya atan kimseye benzer. Bu kimse, bir Horasanlı’nın gıybetini yapar, bir Türk’ün gıybetini yapar, iyiliklerini sağa sola dağıtır; elinde hiçbir hayır kalmadan kalkar.
      Şöyle anlatılmıştır: Kula kıyamet günü amel defteri verilir; içinde hiçbir hayır göremez. Bunun üzerine, “Benim namazım, oru*****, taatim nerede?” diye sorar; kendisine şöyle denilir: “Yaptığın ameller, gıybetini yaptığın kimselere verildi.”
      Denilmiştir ki: Bir mümin gıybet edildiği zaman, Allah Teâlâ onun günahlarının yarısını affeder.

      Süfyân b. Hüseyin der ki: “İyâs b. Muâviye’nin yanında oturuyordum. Birinin gıybetini ettim. İyâs bana,
      ‘Bu sene hiç düşmanla savaş ettin mi?’ diye sordu; ben,
      ‘Hayır etmedim’ dedim. İyâs,
      ‘Din düşmanları senden yakasını kurtardı, fakat müslümanlar dilinden kurtulamadı’ dedi.”

      Denilmiştir ki: Âhirette bir kula amel defteri verilir; içinde hiç yapmadığı birçok iyilik görür; bunları yapmadığını söyleyince kendisine, “Bunlar, senin haberin yokken insanların senin hakkında yaptıkları gıybetin karşılığıdır” denilir.
      Süfyân-ı Sevrî’ye, Hz. Peygamber’in (s.a.v),
      “Şüphesiz Allah et düşkünü olan aileye gazap eder”( Beyhakî, Şuabü’l-İmân, nr. 5668. ) hadisi sorulduğunda, “Onlar, insanların gıybetini yaparak etlerini yiyenlerdir” demiştir.

      Abdullah b. Mübârek’in yanında birinin gıybeti yapıldı. Bunun üzerine Abdullah b. Mübârek şöyle dedi: “Eğer birinin gıybetini edeceksem anne babamın gıybetini yaparım, çünkü onlar benim iyiliklerimi almaya daha çok hak sahibidirler.”

      Yahya b. Muâz demiştir ki: “Bir mümin senin şu üç ahlâkından nasibini alsın: Ona bir fayda veremiyorsan zarar da verme. Onu sevindiremiyorsan üzüntüye de sokma. Kendisini övmüyorsan kimsenin yanında da kötüleme.”

      Şöyle anlatılır:

      Hasan-ı Basrî’ye (rah) biri gelerek, “Falan adam senin gıybetini yaptı” dedi. Bunun üzerine Hasan-ı Basrî, adama bir tabak tatlı göndererek ona, “Duyduğuma göre sen (gıybetimi yaparak) bana iyiliklerini hediye etmişsin; bu tatlıyı o hediyene karşılık olarak gönderiyorum” dedi.

      Enes b. Mâlik (r.a), Hz. Peygamber’in (s.a.v) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
      “Üzerindeki hayâ perdesini atıp açıkça günah işleyenin kusurunu anlatmak gıybet değildir.”( Beyhakî, Şuabü’l-İmân, nr. 9664; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, 10/355; Kudâî, Müsnedü’ş-Şihâb, nr. 426; Süyûtî, es-Sagîr, nr. 8525. )

      Cüneyd-i Bağdâdî şu hadiseyi anlatır:
      “Bağdat’ta Şûnîziyye Mescidi’nde oturuyordum. Bir cenaze namazı kılmak için bekliyordum. Bağdat halkı da derecelerine göre oturmuş cenazeyi bekliyorlardı. O sırada bir fakir gördüm, üzerinde ibadet ehlinin alâmeti vardı. İnsanlardan bir şeyler dileniyordu. İçimden kendi kendime,
      ‘Keşke şu adam kendisini dilenmekten kurtaracak bir iş yapsaydı onun için daha güzel olurdu’ diye düşündüm. İşim bitince evime döndüm. Gece namaz, ağlama ve başka şeylerden gecelik virdim vardı. Bütün virdlerim bana ağır geldi. Uykum kaçtı. Oturdum. Oturduğum yerde uyku bastı, uyumuşum. Rüyamda o fakir adamı gördüm. Onu bir tepsi içine uzatmışlar ve bana, ‘Onun etini ye, sen onun gıybetini yaptın’ denildi. Durumu anladım ve,
      ‘Ben dilimle onun gıybetini etmedim; sadece içimden geçirmiştim’ dedim. O zaman bana,
      ‘Sen, kalbinden geçirmek şeklinde de olsa, kendisinden bu tür bir işe razı olunmayacak kimselerdensin. Git adamdan helâllik iste’ denildi.
      Sabah olunca adamı aramaya başladım. Onu, yıkama esnasında su içine düşen sebze yapraklarını toplarken gördüm. Kendisine selâm verdim. Bana künyemle hitap ederek,
      ‘Ey Ebü’l-Kasım, bir daha böyle bir şey yapar mısın?’ diye sordu. Ben, ‘Hayır, yapmam’ dedim. Bunun üzerine derviş,
      ‘Allah bizi ve seni affetsin’ dedi.”

      Ebû Ca‘fer-i Belhî şöyle anlatmıştır: “Yanımızda Belh’ten bir genç vardı. Gayretli ve ibadet ehli biriydi, ancak sürekli insanları gıybet ediyordu. Falanca şöyle, filanca böyle deyip duruyordu. Bir gün onu muhannes (kadın huylu) çamaşırcıların yanında gördüm. Onların yanından çıkıp geldi. Ben kendisine,
      ‘Ey falanca, bu halin nedir?’ diye sordum, şöyle dedi:
      ‘Şu insanları gıybet etmem var ya, beni bu hale düşürdü; bu muhannes kimselerin içinde kalma musibetine uğradım. Ben bunlara şu gördüğün kimse için hizmet ediyorum. Bende gördüğün o eski hallerin hepsi gitti. Yüce Allah’a dua et de bana merhamet etsin.’”

      Resulullah (sav) buyurdular ki: “Gıybetin ne olduğunu biliyor musunuz?” “Allah ve Resulü daha iyi bilir!” dediler. Bunun üzerine: “Birinizin, kardeşini hoşlanmayacağı şeyle anmasıdır!” açıklamasını yaptı. Orada bulunan bir adam: “Ya benim söylediğim onda varsa, (Bu da mı gıybettir?) dedi. Aleyhissalatu vesselam: “Eğer söylediğin onda varsa gıybetini yapmış oldun. Eğer söylediğin onda yoksa bir de bühtanda (iftirada) bulundun demektir.”
      Ravi:Ebu Hüreyre

      Resulullah (sav) buyurdular ki: “Kim bir müslüman(ı gıybet ve şerefini payimal etmek) sebebiyle tek lokma dahi yese, Allah ona mutlaka onun mislini cehennemden tattıracaktır. Kime de müslüman bir kimse(ye yaptığı iftira, gıybet gibi bir) sebeple (mükafaat olarak) bir elbise giydirilse, Allah Teala Hazretleri mutlaka, onun bir mislini cehennemden ona giydirecektir. Kim de (malı, makamı olan büyüklerden) bir adam sebeiyle bir makam elde eder (orada salah ve takva sahibi bilinerek para ve makama konmak için riyakarlıklara girer)se Allah Teala Hazretleri Kıyamet günü onu mürdiler makamına oturtarak (rezil eder ve mürdilere münasib azabla azablandırır.)”

      Kaynak: Ebu Davud, Edeb 40, (4876)

      Resulullah (sav) buyurdular ki: “Ne fasık ne de mücahir (günahı açıktan işleyen) kimse için söylenen gıybet sayılmaz. Mücahir olan hariç, bütün ümmetim affa mazhar olmuştur.” [Rezin ilavesidir. Buhari’de ikinci kısım mevcuttur. Edeb, 60]

      Kaynak: Müslim, Zühd 52, (2990)

      Resulullah (sav) buyurdular ki: “Mirac gecesinde, bakır tırnakları olan bir kavme uğradım. Bunlarla yüzlerini (ve göğüslerini) tırmalıyorlardı. “Ey Cebrail! Bunlar da kim?” diye sordum: “Bunlar,” dedi, “insanların etlerini yiyenler ve ırzlarını (şereflerini) payimal edenlerdir.”

      Kaynak: Ebu Davud, Edeb 40, (4878, 4879)

      “Gıybet edecek olursam, anamdan başkasının gıybetini etmem. Zira böylece sevaplarım anama yazılmış olur” (Şeyh Şadi)

      174, 1. Gıybetten sakının. Zira muhakkak ki gıybet, zinadan daha şiddetlidir. Adam zina eder ve tövbe eder de Allah onun tövbesini kabul eder. Gıybet sahibine gelince, gıybetini yaptığı kişi onu affetmedikçe, mağfiret olunmaz.

      Ravi: Hz. Câbir ve Ebu Said (r.a.)

      339, 14. Gıybetin keffareti, gıybet ettiği kimse için (Kulağına gitmeden) mağfiret dilemektir.

      Ravi: Hz. Enes (r.a.)

      407, 7. Bir kimsenin yanında din kardeşi gıybet edilir de, yardıma muktedirken ona yardım etmezse, Allah o kimseyi dünya ve ahirette hor eder.

      Ravi: Hz. Enes (r.a.)

      418, 2. Bir kimse bir mü’mini onu gıybet eden münafıktan korursa, Allah kıyamet gününde onun etini Cehennem ateşinden koruyacak bir melek baas eder. Bir kimse de bir müslümanı kötülemek kasdiyle ona bir şey derse, Allah onu Cehennem köprüsü üzerinde söylediğinden kurtuluncaya kadar hapseder.

      Ravi: Hz. Sehl İbni Muaz (r.a.)

      66, 9. Bir cemaat içinde bulunurken, bir kimse hakkında gıybet edildiğini görürsen o kimse için yardımcı ol. Ve cemaati de ondan men etmeye çalış veya oradan kalk, git.

      Ravi: Hz. Enes (r.a.)

    111. Gıybet ve söz gezdirmenin (Koğuculuğun) haramlığı
      Bil ki, bu iki huy, insanlar arasında en çok yayılan çirkin şeylerin en çirkinidir. Öyle ki insanlardan az kimse bunlardan kurtulur. Bunlardan genellikle sakındırmaya ihtiyaç bulunduğundan onlardan söz etmeye başladım.
      Gıybete gelince: İnsanı, hoşlanmadığı halleri ile anmandir. Hoşlanmadığı şey, ister vücudunda, dininde, dünya işinde, nefsinde, yapısında ahlâkında, malında, çocuğunda, ana babasında, eşinde, hizmetçisinde, kölesinde, sarığında, elbisesinde, yürüyüşünde, hareketinde, sevinmesinde, şakasında, asık suratında, tatlı yüzünde yahut bunlara benzer hallerinde bulunsun. Bunları sözünle, yazı ile hoşlanmadığı bir hal olarak ifade etmen, işaret kullanman, gözünle, elinle, başınla yahut benzeri bir şeyle işaret etmen hep gıybet olur.
      Bedende olanlar (hoşlanılmayan ve gıybet yerine geçen sözler): Kör, topal, şaşı kel, kısa, uzun, siyah ve sarı gibi söylenilen sözler.
      Dinde olanlar: Fasık, hırsız, hain, zalim, namaza gevşek, necasetlerde müsamahakâr, babasına itaat etmez, zekâtı yerinde harcamaz, gıybetten kaçınmaz gibi..
      Dünya işlerinde olanları: Edebi az, insanlara gevşek davranır, kimseye hak tanımaz, çok konuşur, çok yer yahut çok uyur, zamansız uyur, lâyık olmadığı yere oturur gibi…
      Baba ile ilgili (gıybet) sözler: Babası fâsıktır, Hind’lidir, katrancıdır, Zencidir, tamircidir, bez satıcısıdır, köle dellâlıdir, marangozdur, demircidir, dokumacıdır gibi…
      Ahlâkla ilgili olanlar: Ahlâkı kötü, kibirli, riyakâr aceleci, zorba, âciz, kalbi zayıf, kızgın, asık suratlı, azledilmiştir, gibi sözler söylemek…
      Elbise ile ilgili sözler: Elbisesinin yeni geniştir, eteği uzundur, elbisesi kirlidir ve benzeri sözler söylemek… Geri kalanlar, bu anlattıklarımıza kıyas edilir. Bunun kaidesi, adamı hoşlanmadığı bir hali ile anmaktır.
      İmam Ebu Hamid El-Gazali gıybet üzerinde müslümanların ittifakını şöyle anlatmıştır: Başkasını hoşlanmadığı bir şeyle anmak gıybettir. Bunu açık olarak beyan eden hadis gelecektir. Söz gezdirmeğe (koğuculuğa) gelince: bu insanların sözlerini bozgunculuk ve fesad maksadı ile birbir­lerine aktarmaktır. İşte gıybet ile koğuculuğun tarifleri budur. Hükümleri ise, müslümanların ittifakı ile her ikisi de haramdır. Kitab, sünnet ve icmaı ümmetten haram olduklarına dair açık deliller birbirlerini takviye etmiştir.
      Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “Bir kısmınız bir kısmınızı gıybet etmesin.”
      “Her ayıplayana ve gıybet edene azâb olsun.”
      “Çok ayıplayanı ve koğuculuk edeni (tanıma).
      Huzeyfe’den (Radıyallahu Anh) yapılan rivayete göre Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:
      “Koğucu cennete girmez.“
      İbni Abbas’dan (Radıyallahu Anhüma) rivayet edilmiştir: “Resû-Iüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem iki mezara uğradı da: Bunlara azâb ediliyor; fakat büyük günahdan dolayı azab edilmiyorlar, dedi. Ravi demiştir ki, Buhârî’nin rivayetinde şöyledir: “Doğrusu o azâb büyüktür.” Bunlardan biri koğuculuk yaparak dolaşıyordu. Diğeri de idrarından sakınmazdı (insanların gözünden yahut sıçramışından kaçınmazdı.)”
      Ebû Hüreyre’den (Radıyallahu Anh) rivayet edildiğine göre Resû-lüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:
      “Gıybet nedir, bilirmisiniz? (Ashab):
      Allah ve O’nun Resulü bilir, dediler. Resülüllah (s.a.v):
      Kardeşini hoşlanmadığı bir şeyle anmandır. Denildi ki:
      Söylediğim şey kardeşimde varsa gıybet olur mu? Peygamber (s.a.v):
      Söylediğin şey onda varsa gıybet etmiş olursun onu. Eğer söylediğin şey onda yoksa, ona iftira etmiş olursun, buyurdu.”
      Ebû Bekre’den (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir: Resülüllah Sallallahu Aleyhi ve Sullem Veda haccında kurban kesme gününde Mina’daki hutbesinde şöyle buyurdu: Kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız (namus ve şerefleriniz) bu şehrinizde, bu ayınızda bu gününüzün hürmeti gibi size haramdır (karşılıklı olarak bu haklarınızı korumakla mükellefsiniz). Dikkat edin! Tebliği ettim mi?”
      Âişe’den (Radıyallahu Anha) yapılan rivayetde şöyle anlatmıştır: “Ben Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e şöyle söyledim: (kusur hallerinden ortağım) Safiyye’den şu ve şu sana yeter.” (Ravilerden biri demiştir ki, Aişe bu sözle kısalığını kasdetmiştir). Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) bana: Öyle bir söz söyledin ki, eğer deniz suyu ile karıştırılsa, onu bulandırırdı, dedi. Hz. Aişe anlatmaya devam ediyor: Bir adamı hoş­lanmayacağı hal ile peygambere anlattım. Bunun üzerine şöyle buyurdu: Benden şu ve bu olduğu halde bir insanı hoşlanmayacağı şeyle anmayı istemem.”
      Ben derim ki, bu hadis gıybetten alıkoyan hükümlerin en büyüklerindendir yahut en büyüğüdür. Bu derecede gıybeti kötüleyen bir hadis bilmiyorum.
      “Peygamber kendiliğinden konuşmaz, onun söylediği (dinî hüküm) ancak kendine vahyolunan bir vahiydir.”
      Kerim olan Allah’dan lütfunu ve her hoş olmayan şeyden afiyet vermesini dileriz.
      Enes’den (Radıyallahu Anh) rivayet edildiğine göre demiştir ki, Resülüllah Salfaüahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu: “Miraca çıkarıldığım zaman bir kavme rasgeldim. Onların bakırdan tırnakları vardı; onlarla yüzlerini ve göğüslerini tırmahyorladı. Bunlar kimdir? Ey Cibril, dedim. Bunlar insanların (gıybet ederek) etlerini yiyenler ve onların ırzları ile uğraşanlardır,” dedi.
      Saîd İbni Zeyd’den (Radıyallahu Anh) yapılan rivayetde Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Seliem şöyle buyurmuştur:
      “Haksız yere müslümanların ırzına (şeref ve namusuna) hakaret etmek haramın en büyüğüdür.”
      Ebû Hüreyre’den (Radıyallahu Anh) yapılan rivayetde demiştir ki, Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Seliem şöyle buyurdu:
      “Müslüman müslümanların kardeşidir. Ona hainlik etmez, ona yalan söylemez, ona yardımı kesmez. Müslümanın her şeyi müslümana haramdır: Irzı, malı ve kanı. Takva işte buradadır. Kişinin kardeşine hakaret etmesi kötülük olarak ona yeter.“
      Derim ki, bu hadisin faydası ne kadar büyük ve faydaları ne çok olmuştur!.. Başarı Allah’dandir.

      Kaynak : Dualar ve Zikirler – İmam Nevevi hazretleri.

    112. Seyhü’l-İslâm Ahmed Nâmikî el-Câmî (k.s.) Kimdir ?
      Seyhü’l-İslâm Ahmed Nâmikî el-Câmî (k.s.) Horasan velilerindendir. 1049 yılında horasan’ın Namık köyünde doğdu. 1142 de vefat etti.
      Büyük kerametler sahibi bir zat idi. 80 bin kişi onun elinde tövbe ederek hakka rucu etti.
      Pek çok eser yazdı. Eserlerinden birinde şöyle buyurur: “Kendi zan ve kafasına göre davranarak, başkalarını düzeltmeye çalışmak, çoğu kere fayda yerine zarar hası! edebilir. Bunun için çok dikkatli ve uyanık olmalı, bir kimsenin saadetine vesile olayım derken, o kimsenin hatta kendinin bile felâketine sebep olmamalıdır“

      Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri,: 2/464-465.

    113. RAHMAN VE RAHİM OLAN ALLAH’IN ADIYLA
      • -‘’Bismillahirrahmanirrahim’’ kelamı her kitabın anahtarı (olmalı) dır.
      • Besmele-i Şerife, Kur’an-ı Kerim’in bir ayeti olmakla beraber, her surenin başında teberruken yer almış bulunmaktadır.
      • Meşru bulunan her işin başında ‘’Besmele’’ okumak, işin hayra ulaşması için şarttır. Evvelinde ‘’Besmele’’ çekilmeyen bir işin sonunda hayır ve bereket yoktur…
      • Dini bahislerde alakası bulunan her kitabın başına ‘’Besmele’’ yazmak lazımdır.
      • İslami bir eseri okuma veya okutma sırasında ‘’Besmele’’ çekilmesi, bir şey yenilip içildiğinde bu mübarek kelamın okunması sünnettir.
      Besmele-i Şerife hakkında Hadis-i Şerifler:
      • ‘’ Kelam-ı Ala’nın Levh-ı Mahfuz’a ilk yazdığı ‘’Besmele-i Şerife’’ dir.
      • ‘’Cebrail A.S bana ilk vahiy getirdiğinde ‘’Bismillahirrahmanirrahim’’ ile başladı.
      • ‘’Besmele’’ siz ve ‘’Salâvat’’ sız konuşmak bereketten mahrumdur.
      • Allah ism-i şerifi, İsm-i Azam’dır ve Kur’an-ı Kerim, bütün Esma-i İlahiye’den evvel o isimle başlamıştır.
      • Besmele-i Şerife nazil olunca, Melaike-i Kiram ferahladı; Arş-ı A’zam sallandı; onunla bin melaike nazil oldu; onun azamiyetden Mekke dağları tekbir getirdi ve müşrikler: ‘’Muhammed dağlara sihir yaptı’’ dediler; mahlûkata yakın hâsıl oldu; cin taifesi onun azamet ve te’siriyle bayılıp düştü; melekler harekete geldi; zamanın melikleri zelil oldu.
      • Hz.Cibril, Halilullah’ı Nemrud’d-un narından kurtarmaya geldiinde kanadında ‘’Besmele’’ yazılıydı.
      • İsa A.S.’ın dilinde ‘’Besmele” yazılıydı. Beşikte konuştu, ölüyü diriltti, dilsizleri söyletti, bars (alaca) illetini tedavi etti…
      • Süleyman A.S.’ın mühründe ‘’Besmele’’ yazılıydı. İns ve cine hükmetti.
      • Besmele-i Şerife’nin nüzulüyle melekler ‘’Onunla mülk tamam oldu’’ diye teberrük ettiler.
      • Bir kimse kalbiyle ve lisanıyla ‘’Besmele’’ çekse, dağlar onunla tespih ederler.
      • ‘’Bir kimse ‘’Bismillahirrahmanirrahim La havle vela kuvvete illa billahil-aliyyil-azim’’ dese, her beladan, gam ve kederden kurtulur. (Hadis-i Şerif)
      • Her kim sıdk ile Besmele çekse, kendisine dört bin hasenat yazılır, dört bin günahı silinir, makamı dört bin derece yükseltilir.
      Muallim, çocuğa Besmele öğretince, Mevla meleklerine nida eder: ’’Üç kurtuluş beraatı yazın: Biri o çocuk için; biri, ana ve babası için; biri de, muallimi için olsun. Cümlesine rahmetimle inayet eyledim’’ buyurur.
      • Bir kimse ‘’Besmele-i Şerife’’ yazılı kâğıda tazimle yerden kaldırırsa, ind-i İlahi’de sıdıklardan yazılır.
      • Büyük Veli Bişr-i Hafi K.S. hidayete ermeden evvel meyhaneden giderken ‘’Besmele’’ yazılı kâğıdı yerden kaldırıp sildi, sevdi: ‘’Senin yerin orası değil!’’ dedi ve kağıdı hürmeten yuttu. Mevla O’na bu sebepten velilik rütbesi ihsan etti…
      • Hz. Ali R.A.’den rivayet olunan hadis-i şerifde: ‘’Dört kitabın bütün ilmi, Kuran-ı Azimüş-şan’da, onun bütün ilmi Fatih-i Şerife’de, Fatiha’nın bütün ilmi Besmele-i Şerife’de, onun bütün ilmi de Besmele’nin ‘’Be’’ sindedir.”
      • Bütün ilimlerden murad, kulu Rabbi’ne ulaştırmak olup ‘’Be’’ de ise ilsak (ulaştırmak) manası vardır, buyrulmuştur.
      • Ebu Hureyre R.A.’dan rivayet edilen bir hadis-i şerif: ’’Besmele ile abdeste başla, bitinceye kadar amel defterine hasenat yazılır.”
      • Bir kimse ehline yaklaşırken Besmele çekse, yıkanıncaya kadar hasenat yazılır. Bu birleşme çocuğa sebep olursa, onun nefesleri adedince, nesli kesilinceye kadar ve cümlesinin nefesleri adedince hasenat yazılır.
      • Hayvana binerken ‘’Bismillahi velhamdül-lillahi’’ diyene hayvanın adımları adedince sevap yazılır.
      • Gemiye ve vasıtaya binerken BİSMİLLAHİ MECRAHA VE MÜRSAHA İNNE RABBİ LEGAFURURRAHİM demek, selamet ve hasenata sebep olur.
      • Elbise çıkarırken Besmele çekenin cinlerle arasında perde olur.
      • Rum Kayseri (kralı) Hz. Ömer R.A.’e: ‘’Deva bulunmaz baş ağrısına müptelayım. Bir ilaç gönder’’ der.
      • Hz. Ömer, külah içine Besmele yazıp gönderir. Kayser Külahı başına koyar ağrı kesilir; kaldırır ağrı hemen gelir. “Bunda ne var?’’ diye araştırır, Besmele’yi görür…
      • Firavun, azmadan önce kapısı üzerine Besmele yazmıştı. Bu hal helakını te’hire (ertelenmesine) sebep oldu…
      • Bir kısım Yahudi, Hz. Halid R.A.’e:
      • -Bir ayet, bir keramet göster, Müslüman olalım, dediler.
      • Bir şişe zehiri Besmele’yle içti, zarar görmedi. Onlar da İslâmı kabul ettiler.
      • İsa (a.s.m.) bir meyyitin kabrinde azap olunduğunu gördü. Üzüldü… Sonra ona ikram olunduğunu gördü. Mevla’dan hikmetini sual etti:
      • -Bu kişinin çocuğu büyüdü, muallime gitti, Besmele’yi öğrendi. Arz üzerinde evladı ism-i pakimi okurken, arzın karnında babasına azap etmek şan-ı uluheyyitime layık değildir, buyruldu.
      • Bismillahirrahmanirrahim demenin kerameti saymakla bitmez; kitaplara sığmaz.
      • İsm-i ilahi, kalblere nur, maksuda vusul, onunla dualar makbuldür.
      • Besmele; Kelamın anahtarıdır. Perdeler açan, maniler aşan, gönüllere nur saçan, ayıpları örten, nice envar ve esrara sahip ilahi nur, ebedi sürurdur…
      • Besmele; dertleri def’eder, nimetleri çeker.
      • Aile ocağında terbiye Besmele ile başlar.
      • Kıyamet günü Ümmetimden bir kavim Bismillahirrahmanırrahim derler. Hasenatları günahlarından ağır gelir. Diğer ümmetler:
      • ‘’Subhanellah! Ümmet-i Muhammed’in hasenat’ı ne acib!’’ derler.
      • Peygamberleri cevap verir:
      • —Onların kelamının evvelinde esma-i ilahiye’den üç isim var. Teraziye konsa, semavat ve arzdan ağır gelir. O isimler: Bismillahirrahmanirrahim’dir. (Hadis-i Şerif)
      • Hz. Osman R.A. Rasulullaha’a şiddetli ağrısı olduğunu arz etti. Rasulullah S.A..V Efendimiz:
      • — Elini ağrıyan yere koy, Bismillahi euzü biizzetillahi ve kudretihi min şerri ma ecüdü, havassını yedi defa oku, o mahalle nefes et! buyurdular. Okudu ve şifa buldu.
      • Mühim ve müşkil bir işin hallinde ‘’51’’ defa Besmele-i Şerife okunur, müşkilata sebep olan insana, işe veya o mahalle yönelerek, tam inanç içinde o tarafa ‘’Huu’’ diyerek üflenirse, bi’iznilah müşkil hal ve asan olur.
      • Dua silahsa, Besmele-i Şerife mermi mesabesindedir.
      Ömer R.a. Nil nehrine yazdığı fermanda Besmele ile: Ey Nil! Eğer sen kendiliğinden akıyorsan, bundan sonra akma, sana ihtiyacım yok. Şayet seni tek ve kahir olan Allahü Azimüşşan akıtıyorsa, senin akmanı Kahir ve Kahhar olan Allah’tan diliyorum, diye yazdı. Ferman Nil’e konuldu ve Nil akmaya başladı. Adelet-i Nebi’nin mümessili olan Hz. Faruk’un fermanıyla Nil kıyamete kadar akacaktır.
      Daha ziyade malumat arzu edenler Besmele Ankara Fazilet Yayıncılığın Besmele risalesine müracaat etsinler.
      Bana vahiyden ilk defa ilkaa olunan şey BİSMİLLAHİRRAHMANIRRAHİM dir.

      .
      Kaynak:
      Binbir Hadis-i Şerif
      Ankara Fazilet Yayıncılık A.Ş

    114. Eti kasapta, kılı fırında

      Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın domuzu kasaplık et statüsüne almasının ardından domuz ürünlerinin kullanım alanı oldukça genişledi. Son olarak yağlı boya fırçası, sakal fırçaları, bazı diş fırçaları ve saç taraklarının domuz kılından üretildiği ortaya çıktı. Daha da vahim olanı bu fırçıların fırınlarda ve pastanelerde; ekmek ve poğaçaların üzerine yağ sürmek için kullanıyor olması. Aynı fırçaların evlerin mutfaklarında da kullanılması ise skandalın boyutunu daha da korkunç bir hale getiriyor.

      Fatih Yedier’in haberi- TIMETÜRK –

      FİRMALAR DOMUZ KILINDAN FIRÇALARI TERCİH EDİYOR

      A…Fırça yöneticilerinin konuya ilişkin açıklamaları hayli ilginç. “Fırçalar neden domuz kılıyla üretiliyor’ diye sorduğumuz şirket yöneticisi Şaban Koçdemir, “Dayanıklılığı sebebiyle bazı fırçaları domuz kılından yapıyoruz” diyerek, “Bu ürünler yıllardır var. Çünkü birçok işletmede domuz kılından üretilmiş fırçalar tercih ediliyor. Yağlı boya fırçası, sakal fırçaları, bazı diş fırçaları ve saç tarakları domuz kılından üretiliyor. Ekmek fırınları da yağlı boya fırçalarını ekmeklerin, pidelerin ve poğaçaların üzerine yağ sürmek için kullanıyor. Bu aslında çok yanlış bir uygulamadır. Fırınların bu konuda daha duyarlı olmaları ve sağlıklı fırçalar kullanması gerekiyor” açıklamasında bulundu.

      AYAKKABILAR BİLE DOMUZ DERİSİNDEN YAPILIYOR

      TÜKETİCİLER Birliği Başkanı Bülent Deniz; “Domuz kılından üretilen fırçaların fırınlarda kullanılması çok yanlış. Günümüzde Helal Gıda Sertifikası tartışmaları var. Ancak bu mesele en son üretilen ürünler baz alınarak değerlendiriliyor. Bundan dolayı bu konular eksik kalıyor. Bütün ürünler araştırılmalı. Çünkü giydiğimiz ayakkabılarda bile domuz derisi kullanılarak yapılıyor. Ne yazık ki domuz hayatımızın içerisine girmeyi başardı ve günümüzde artık normal karşılanır hale geldi. Bu ürünler araştırılmalı ve çok dikkat edilmeli. Çünkü Müslüman bir toplumuz bu ürünlerin haram olduğu kesindir” dedi.

      Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın domuzu kasaplık et statüsüne almasının ardından, domuz eti ve domuzdan üretilen ürünler adeta vatandaşın kabusu oldu. Türkiye’nin yüzde 99’u Müslüman olmasına rağmen ahlaki değerleri hiçe sayılarak birçok fırça imalatı yapan fabrikalar, daha dayanıklı olduğu için domuz kılından üretim yapıyor. Dinimizce haram olan domuz, hayatımızın bir parçası olmaya zorlanıyor. Bazı fırınlar domuz kılıyla üretilmiş fırçaları daha dayanıklı olduğu için tercih ediyor. İnsanların gönül rahatlığıyla yediği ekmek dahi artık mide bulandırıyor. Yağlı boya fırçaları, traş fırçaları, diş fırçaları ve bazı taraklarda genellikle domuz kılından üretiliyor. Dayanıklılığı bahane eden firmalar artık domuz katkılı üretim yapıyor

      BAKANLIĞIN DOMUZ YÖNETMELİĞİYLE BAŞLAYAN SÜREÇ

      Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından yayımlanan “Canlı Hayvan Ticareti Yapan Satıcıların Çalışma ve Denetlenmesi ile İlgili Usul ve Esaslar” yönetmeliğinde domuz, diğer canlı hayvanlar kapsamında tutulmaya başlandı. Bakanlığın adeta önayak olduğu bu süreç, domuzu hayatımızın bir parçası haline getirdi. Bakanlık tarafından onaylanan domuz ürünleri yaygınlaşarak ekmeğimize dahi bulaşmayı başladı.

      KİMSE ALDIRIŞ ETMEDEN ÜRETİYOR VE TÜKETİYOR

      Vatandaşlarda bu durumdan oldukça şikayetçi. Hasan Göldağ aklına kurt düşünce bu konuyu araştırmaya başlamış. ‘İstanbul’da domuz kılından fırça yapan fabrikaları aradığını ve bulduğunu belirten Hasan Göldaş ‘Evet yağlı boya fırçalarını ve bazı fırçaları dayanaklılığı sebebiyetiyle böyle üretiyoruz’ cevabını aldığını söylüyor. Bu durumun bu kadar kolay kabullenilmesini içine sindiremeyen Göldaş “Türkiye’nin yüzde 99’u Müslüman ve hiç kimse aldırış etmeden üretiyor ve tüketiyor. Tuhaf değil mi” diye soruyor.

      EKMEĞİMİZE DOMUZ KILI DEĞMESİN

      Ekmek almak için fırına giden Hasan Göldağ içler acısı durumla karşılaşınca yaşadıklarını şu anlatmaya başlıyor:

      “Bu ne haldir anlamak mümkün değil. Ekmek, pide ve poğaçaların üzerine daha iyi kızarması için domuz kılından üretilmiş fırçalar kullanılarak yağ sürülüyor. Fırınlar ise oldukça lüks ve temiz. Ancak gel gelelim yüzde 99’u Müslüman olan Türkiye’mizde insanın günde birçok kez girip çıktığı fırınlarda domuz kılından üretilmiş fırçalar kullanılıyor.” diyor.

      DOMUZ BİR TEK EKMEĞİMİZE BULAŞMAMIŞTI O DA OLDU

      Acaba bütün fırınlar bu tür fırçaları mı kullanıyor diye merak ettiğini ve araştırmaya başladığını belirten Göldağ “Bir diğer fırına gittim ve sordum. Ekmeklerin üzerine yağ sürerken hangi tür fırça kullanıyorsunuz? ‘Adam önce eveledi geveledi sonradan domuz kılından üretilen fırçaları kullanıyoruz’ dedi. Fırın sahibine neden bu tür fırçaları ekmeklerde kullanıyorsunuz dediğim de ‘daha dayanıklı o yüzden’ cevabını aldım. Tercih edilmesinin sebebi daha dayanıklı olmasıymış. Bunları hiç çekinmeden söyleyebiliyorlar. Domuz bir tek ekmeğimize bulaşmamıştı o da oldu. Bunca zamana kadar bilinçsiz bir şekilde yedik, bundan sonra domuz kıllı değmiş ekmek yemek istemiyoruz. Yetkililerin biran önce harekete geçerek bu ahlaksız duruma dur demesi lazım” diye konuştu.

      EKMEK FIRINLARI PLASTİK FIRÇALARI TERCİH ETMELİDİR

      Göldağ’ın şikayeti üzerine ulaştığımız A…Fırça yöneticilerinin söyledikleri şeyler hayli ilginç. “Fırçalar neden domuz kılıyla üretiliyor’ diye sorduğumuz şirket yöneticisi Şaban Koçdemir’den “Dayanıklılığı sebebiyle bazı fırçaları domuz kılından yapıyoruz” diyor ve ekliyor: “Bu ürünler yıllardır var. Çünkü biç çok isletmede domuz kılından üretilmiş fırçaları tercih ediyor. Yağlı boya fırçası, sakal fırçaları, bazı diş fırçaları ve saç tarakları domuz kılından üretiliyor. Ekmek fırınları da yağlı boya fırçalarını ekmeklerin, pidelerin ve poğaçaların üzerine yağ sürmek için kullanıyor. Bu aslında çok yanlış bir uygulamadır. Fırınların bu konuda daha duyarlı olmaları ve sağlıklı fırçalar kullanması gerekiyor” cevabını alıyoruz.

      AYAKKABILAR BİLE DOMUZ DERİSİ KULLANILARAK YAPILIYOR

      Fırınlarımızdaki domuz kılıyla üretilmiş fırçaları biraz daha araştırıyoruz. ‘Fırça üretimi yapan firmalar daha dayanıklı olduğu için domuz kılından fırça üretiyorlarmış’ diye soruyoruz ve Tüketiciler Birliği Başkanı Bülent Deniz cevaplıyor:” Domuz kılından üretilen fırçaların fırınlarda kullanılması çok yanlış. Günümüzde Helal Gıda Sertifikası tartışmaları var. Ancak bu mesele en son üretilen ürünler baz alınarak değerlendiriliyor. Bundan dolayı bu konular eksik kalıyor. Bütün ürünler araştırılmalı. Çünkü giydiğimiz ayakkabılarda bile domuz derisi kullanılarak yapılıyor. Ne yazık ki domuz hayatımızın içerisine girmeyi başardı ve günümüzde artık normal karşılanır hale geldi. Bu ürünler araştırılmalı ve çok dikkat edilmeli. Çünkü Müslüman bir toplumuz bu ürünlerin haram olduğu kesindir.” şeklinde konuştu.

      DOMUZ KATKILI HERŞEY CAİZ DEĞİLDİR

      Dini boyutunu merak ederek Diyanet İşleri Başkanlığına soruyoruz ve Başkanlık şu cevabı veriyor. “Kur’an’da sadece domuzun etinin haramlığından söz edilse de, İslâm bilginleri, En’am Sûresinin 145. ayetinde geçen “rics” ifadesi ile A’raf Sûresi 157. ayetindeki “… Onlara pis ve murdar olan şeyleri haram kılar” ifadelerini birlikte değerlendirmişler ve domuzun her şeyinin haram olduğunu belirtmişlerdir. Domuzun bütün parçaları “meyte” (ölü hayvan) hükmünde olup dinen necis/pis sayılmıştır. Domuzdan elde edilen her türlü ürünün yenilmesi, içilmesi ve kullanılması dinimizde yasaklanmıştır. Bu itibarla, “domuz kılından yapıldığı kesin olarak bilinen” fırçaları gıda üretiminde kullanmak caiz değildir.”

      KULLANILMASI KESİNLİKLE HARAMDIR

      Emekli İmam Yazar Mevlüt Özcan’da, domuz katkılı hiçbir şeyin kesinlikle caiz olmadığını söylüyor. Özcan, “Domuz derisinden ayakkabı astarı yapılması, diş fırçalarında domuz kılı kullanılması kesinlikle haramdır. Kaldı ki fırınlarda ekmek, pide ve poğaça üzerinde kullanılan fırçaların domuz kılından yapılmış olması kesinlikle haramdır, caiz değildir.” diyor

    115. Mİ’RÂC GECESİ
      Mi’râc gecesi, Receb ayının yirmiyedinci gecesidir. Mi’râc, merdiven demektir. Resûlullahın göklere çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü gecedir.
      Mekke halkı îmân etmiyor, Müslümanlara çok sıkıntı veriyordu. İşkenceye başlamış, işi azdırmışlardı. Resûlullah çok üzüldü. Hicretten bir yıl önce, elliiki yaşında idi. Zeyd bin Hârise’yi alarak Tâif’e gitti. Tâif halkına bir ay nasîhat eyledi. Hiç kimse îmân etmedi.Alay ettiler.Çocuklar tarafından taşa tuttular.Resulullahı çok üzdüler.
      Ümitsiz, üzüntülü, yorgun geri dönerken, mübârek bacakları yaralandı. Hz. Zeyd’in başı kan içinde kaldı. Çok sıcak bir saatte, yol kenarında, bitkin hâlde oturdular. Orada bulunan bağ sahibi, Rebîa’nın oğulları Utbe ve Şeybe adındaki zengin iki kardeş, köleleri Addâs ile, birer salkım üzüm gönderdi.
      Resûlullah üzümü yerken Besmele okudu. Addâs, o zaman Hıristiyan idi. Bunu işitince şaşırdı:
      – Yıllarca buralardayım. Kimseden böyle söz duymadım. Bu nasıl sözdür? dedi.
      Resûlullah ona sordu:
      – Sen neredensin?
      – Nineveliyim.
      – Yûnüs aleyhisselâmın memleketinden imişsin.
      – Siz Yûnüs’ü nereden tanıyorsunuz? Onu, buralarda kimse bilmez.
      – O benim kardeşimdir. O da, benim gibi Peygamber idi.
      – Bu güzel yüzün, bu tatlı sözlerin sahibi yalancı olmaz. Ben inandım ki, sen Allahın Resûlüsün. Yâ Resûlallah, yıllarca bu zâlimlere, bu yalancılara kölelik ediyorum. Herkesin hakkını yiyorlar. Herkesi aldatıyorlar. Hiç iyi tarafları yok. Dünyalık toplamak, şehvetlerini yapmak için her alçaklığı göze alıyorlar. Onlardan nefret ediyorum. Sizinle birlikte gelmek istiyorum.
      Resûlullah, tebessüm ederek buyurdu:
      – Şimdi efendilerinin yanında kal! Az zaman sonra, adımı her yerde işitirsin. O zaman bana gel!
      Bir müddet istirahat edip, yaralarını, kanlarını sildiler. Mekke’ye yürüdüler. Karanlıkta şehre girdiler. Birkaç ay, Mekke’de çok sıkıntılı geçti. Her taraf düşman idi. Gidecek bir yer yoktu. Doğruca amcası Ebû Talib’in kızı Ümm-i Hânî’nin Ebû Tâlib mahallesinde bulunan evine geldi. Ümm-i Hânî, o zaman îmân etmemişti.
      Kapı çalınınca sordu:
      – Kimsiniz?
      – Amcan oğlu Muhammed’im. Kabûl edersen, misâfir geldim.
      – Senin gibi doğru sözlü, emîn, asîl, şerefli misâfire can fedâ olsun. Yalnız teşrîf edeceğinizi önceden bildirseydiniz, birşeyler hazırlardım. Şimdi yedirecek birşeyim yok.
      – Yiyecek, içecek istemem. Hiçbiri gözümde yok. Rabbime ibâdet etmek, yalvarmak için bir yer bana yetişir.
      Ümm-i Hânî, Resûlullahı içeri alıp, bir hasır, leğen, ibrik verdi.
      Resûlullah o gün çok incinmişti. Abdest alıp, Rabbine yalvarmaya, af dilemeye, kulların îmâna gelmesi, saâdete kavuşmaları için duâya başladı. Çok yorgun, aç, üzüntülü idi. Hasır üzerine uzanıp uyuyuverdi.
      Hazırladığım ni’metleri görsün
      O anda, Allahü teâlâ, Cebrâil aleyhisselâma buyurdu ki:
      – Sevgili Peygamberimi çok üzdüm. Mübârek bedenini, nâzik kalbini çok incittim. Bu hâlde, yine bana yalvarıyor. Benden başka, hiçbir şey düşünmüyor. Git! Habîbimi getir! Cennetimi, Cehennemimi göster. O’na ve O’nu sevenlere hazırladığım ni’metleri görsün. O’na inanmıyanlara, sözleri, yazıları ve hareketleri ile O’nu incitenlere hazırladığım azâbları görsün. O’nu Ben teselli edeceğim. O’nun nâzik kalbinin yaralarını ben gidereceğim.
      Resûlullahın bedenen Mekke’den Beytül-mukaddes’e götürüldüğüne inanmıyan kâfir olur. Göklere ve bilinmiyen yerlere götürüldüğüne inanmıyan ise, Ehl-i sünnetten ayrılmış olur.
      Cebrâil aleyhisselâm mi’râc için geldiğinde Peygamber efendimize hitâben dedi ki:
      – Ey bütün yaratılmışların en üstünü! Ey Yaratanın sevgilisi! Ey Peygamberlerin efendisi, iyilikler menba’ı, üstünlükler kaynağı olan şerefli Peygamber! Rabbin sana selâm ediyor. Hiçbir peygambere, hiçbir mahlûkuna vermediği ni’meti sana ihsân ediyor. Seni kendine da’vet ediyor. Lütfen kalk. Buyur, gidelim.
      Burak adındaki beyaz hayvana binip, bir anda Kudüs’te, Mescid-i Aksâ’ya geldiler. Cebrâil aleyhisselâm kayayı parmağı ile deldi. Burak’ı oraya bağladı. Geçmiş peygamberlerden ba’zısının rûhları insan şeklinde orada idi. Cemâ’at ile namaz için ^Adem, Nûh, İbrâhîm peygamberlere, imâm olmalarını sıra ile söyledi. Hiçbiri kabûl etmedi. Özür dilediler.
      “Başkası imâm olamaz!”
      Cebrâil aleyhisselâm, Habîbullahı ileri sürdü:
      – Sen varken, başkası imâm olamaz, dedi.
      Namazdan sonra, mescidden çıkıp bilinmeyen bir mi’râc ile, bir anda, yedi kat gökleri geçtiler. Her gökte bir büyük peygamberi gördü. Cebrâil aleyhisselâm Sidre’de kaldı.
      – Kıl kadar ilerlersem, yanar, yok olurum, dedi.
      Sidret-ül müntehâ, altıncı gökte bulunan büyük bir ağaçtır. Resûlullah efendimiz Cenneti, Cehennemi, sayısız şeyleri görüp, Refref adındaki bir Cennet yaygısı üstünde olarak Kürsî, Arş ve Rûh âlemlerini geçip, bilinmeyen, anlaşılamıyan, anlatılamıyan şekilde Allahü teâlânın dilediği yüksekliklere ulaştı. Mekânsız, zamansız, cihetsiz, sıfatsız olarak Allahü teâlâyı gördü.
      Gözsüz, kulaksız, vâsıtasız, ortamsız olarak Rabbi ile konuştu. Hiçbir mahlûkun bilemiyeceği, anlıyamıyacağı ni’metlere kavuşup, bir anda, Kudüs’e ve oradan Mekke-i mükerremeye, Ümm-i Hânî’nin evine geldi. Yattığı yer henüz soğumamış, leğendeki abdest suyunun hareketi durmamış idi. Sabah olunca, Kâ’be yanına gidip mi’râcını anlatmak istedi. Ümmühâni, “Sana inanan zaten bir avuç , miracını anlatırsan, müşrikler inanmazlar, alay ederler; iman edenler de vazgeçer. İleride kuvvetlenince anlatırsın” dedi. Peygamberimiz, bir insan başta çürükse sununda da çürük olur. Ben İslam binasını sağlam insanlar üzerine bina etmek isitiyorum. Gidip anlatayım ki çürüker sağlarla belli olsun. Gidip anlattı. Bini işiten kâfirler alay etti. “Muhammed aklını kaçırmış, iyice sapıtmış” dediler.
      Müslüman olmaya niyeti olanlar da vazgeçti. Birkaçı sevinerek Ebû Bekr’in evine geldi. Çünkü, onun akıllı, tecrübeli, hesâblı bir tüccâr olduğunu biliyorlardı. Kapıya çıkınca hemen sordular:
      – Ey Ebâ Bekr! Sen çok defa Kudüs’e gittin geldin. İyi bilirsin. Mekke’den Kudüs’e gidip gelmek, ne kadar zaman sürer?
      – İyi biliyorum. Bir aydan fazla.
      Kâfirler bu söze sevindi. “Akıllı, tecrübeli adamın sözü böyle olur” dediler. Gülerek, alay ederek ve Hz. Ebû Bekr’in de kendi kafalarında olduğuna sevinerek:
      – Senin efendin, Kudüs’e bir gecede gidip geldiğini söylüyor. Artık iyice sapıttı, diyerek, Ebû Bekr’e sevgi, saygı gösterdiler.
      O söyledi ise inandım
      Hz. Ebû Bekr, Resûlullahın mübârek adını işitince:
      – Eğer O söyledi ise, inandım. Bir anda gidip gelmiştir, deyip içeri girdi.
      Kâfirler neye uğradıklarını anlıyamadı. Önlerine bakıp gidiyor ve, “vay canına, Muhammed ne yaman büyücü imiş. Ebû Bekr’e sihir yapmış” diyorlardı.
      Hz. Ebû Bekr hemen giyinip, Resûlullahın yanına geldi. Büyük kalabalık arasında, yüksek sesle dedi ki:
      – Yâ Resûlallah! Mi’râcınız mübârek olsun!
      Resûlullah, bu gün Ebû Bekr’e “Sıddîk” dedi. Bu adı almakla, bir kat daha yükseldi.
      Resûlullahın bedenen Mekke’den Beytül-mukaddes’e götürüldüğüne inanmıyan kâfir olur. Göklere ve bilinmiyen yerlere götürüldüğüne inanmıyan ise, Ehl-i sünnetten ayrılmış olur.
      İsrâ ve Mi’râc
      İsrâ ve mi’râc, Peygamberimizin Medîne’ye hicretlerinden ondokuz ay önce Mîlâdî 621 yılında, geceleyin vuku’ bulmuştur.
      Sevgili Peygamberimiz, Allahü teâlâ tarafından vâki olan da’vet üzerine melekût âlemini, kâinatın hârikalarını seyir ve temâşa için, gecenin muayyen bir saatinde Mekke’den yaklaşık olarak 2500 km. uzak mesâfede bulunan Kudüs’e götürülmüş, oradan da göklere bilinmeyen yerlere yükselmiştir.
      Sevgili Peygamberimizin bu iki mahal arasındaki seyâhatleri geceleyin vuku’ bulduğu için, gece yolculuğu ettirilmek ma’nâsına olarak bu olaya “İsrâ” denmiş, bu mübârek kelime aynı olayı anlatan âyetle başlayan “İsrâ” sûresinin de adı olmuştur.
      Mi’râc ise yükseğe çıkmak ma’nâsında olarak merdiven, ya’nî Resûl-i ekrem efendimizin varlık ufuklarının üstüne, yüce makâmlara yükselmesi demektir.
      Nitekim mi’râc hadîslerinde sevgili Peygamberimiz, (Yükseğe çıkarıldım) buyurduklarından, bu hâdise mi’râc diye anılmıştır.
      Bu da’vet ve mi’râc işi, Peygamber efendimizin kendisini en yalnız ve en çok üzgün hissettiği bir zamanda olmuştur. Zîrâ Tâif’ten müteessir olarak dönmüştü. Sonra 25 yıllık biricik hanımı ve en yakın destekçisi Hz. Hatîce vâlidemizi kaybetmişti.
      Bundan bir müddet evvel de amcası Ebû Tâlib vefât etmişti. Artık Mekke müşriklerine karşı onu himâye edecek kimse de kalmamıştı.
      Hem kendisine, hem Eshâbına uygulanan baskılar, münâsebetleri kesmeler, ezâlar ve cefâlar, haddi hudûdu aşmıştı.
      Müslümanların bir kısmı da Peygamber efendimizin izni ile Habeşistan’a göç etmişlerdi.
      Onbir yılı aşkın bir zamandan beri devam eden îmân ve küfür mücâdelesinde inananların sayısı pek fazla değildi. Çoğunluğu inanmayanlar teşkil ediyordu. Hulâsa ebedî hayat verecek yüce din yok edilmek isteniyordu.
      İşte bu olup bitenlerin içinde, çok üzgün hâlde bulunan Peygamberimize, bütün bu tehlikeli günlerin sona ermek üzere olduğunu, hicret olayı ile İslâm tarihinde yepyeni bir huzûr ve sükûn devrinin açılmak üzere bulunduğunu müjdelemek ve gönlünü almak için, onun melekût âlemini seyredeceği ve yüce Mevlâdan yeni emirler telakki edeceği mübârek gece gelip çatmıştı.
      Peygamber efendimiz bu gece Cebrâil aleyhisselâmın geçemediği noktayı geçmiş, arada vâsıta olmaksızın bilinmiyen bir şekilde mekânsız, zamansız, cihetsiz, sıfatsız olarak Allahü teâlâyı görmüş ve konuşmuştur.
      Mi’râc gecesi hediyeleri
      Beş vakit namaz burada farz kılınmıştır. Ayrıca, îmân esaslarıyle ilgili Bekara sûresinin son iki âyeti ve ümmetinden şirk koşmayanların Cennete gireceği müjdesi, Peygamber efendimizin mi’râc dönüşü biz ümmetine getirdiği en değerli armağanlardır.
      Yine bu gecede bizzat Allahü teâlâ tarafından Peygamber efendimize vahyedilen ve O’nun şahsında bize öğretilen ba’zı tutum ve davranışlar hakkında ilâhî vecîbeler bildirilmiştir.
      Bu vecîbeler İsrâ sûresinin 23. ila 39. âyetleri arasında belirtilen 12 maddeden ibârettir ve şunlardır:
      “Allaha hiç bir surette şirk koymayın! Anne ve babanıza hürmet ve itâat edin! Hısım ve akrabaya, fakir ve yoksullara, gurbette kalmış kimselere, yolculara yardım edin! Geçim endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin! Yetimlerin mallarına dokunmayın! Onlara hoş muâmele edin! Zinâya yaklaşmayın! Haksız yere kimseyi öldürmeyin! Verilen sözü tutun! Ölçü ve tartıda doğruluğa dikkat edin! Bilmediğiniz bir şeyin ardına körü körüne takılıp gitmeyin! Yer yüzünde kibir ve gurur taslayarak yürümeyin!”
      Bu mu’cizeyi zaman ve mekân mefhumlarıyle açıklamak ve akıl ile îzâh etmek mümkün değildir. İlâhi kudretin ve Peygamberlik mertebesinin ne demek olduğunu idrak edebilenler, bu hâdisede bir gariplik görmezler. Allah ve Resûlüne inananlar mu’cizeye de inanırlar.
      Bu gece yapılacak ibadet
      Bu gecenin gününü oruçla, gecesini ibadetle geçirmelidir. Kur’an-ı kerim, okumalı namaz kılmalıdır. Peygamber efendimiz buyurdu ki:
      “Receb ayında bir gün, bir gece vardır ki, bir kimse o gün oruç tutsa, gecesinde namaz kılsa, ibâdete devam eylese, bir senenin bütün günlerini oruç tutmuş, bütün gecelerini ibâdetle geçirmiş sevâbı verilir. O gün Recebin yirmiyedinci günüdür.”
      “Bir kimse, Recep ayının yirmiyedinci günü oruç tutsa, Allahü teâlâ o kimseye altmış ay oruç tutma sevabı yazar”

      .

    116. Mi’rac Gecesinde Yapılması tavsiye edilen ibadetler.
      Receb-i şerîfin 27′nci gecesi „Mi’rac gecesi“dir. Yatsı namazından sonra 12 rek’at „Hacet namazı“ kılınır. Beher rek’atte Fâtiha-i şerîfeden sonra 10 İhlâs-ı şerîf okunur.
      Namaza niyet: „Yâ Rabbî, rızâ-i şerîfin için niyet eyledim namaza. Bu gece yedi kat gökleri ve bütün esrârını göstererek muhabbetin ile müşerref kıldığın sevgili habîbin Resûl-i Zîşan Efendimiz hürmetine ben âciz kulunu afv-ı ilâhîne, feyz-i ilâhîne ve rızâ-i ilâhîne mazhar eyle, Allâhü Ekber.“
      Namazdan sonra:
      4 Fâtiha-i şerîfe,
      100 defa:
      سُبْحَانَ اللهِ وَالْحَمْدُ ِللهِ وَلاَ اِلهَ اِلاَّ اللهُ وَاللهُ اَكْبَرُ وَلاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللهِ الْعَلِىِّ الْعَظِيمِ
      „Sübhânallâhi vel-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber. Ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil-aliyyil-azıym“
      100 İstiğfâr-ı şerîf,
      100 Salevât- şerîfe
      okunup duâ yapılır.
      Bu namazda, İhlâs-ı şerîfeler 100′er adet okunursa veya bu namaz 100 rek’at olarak kılınırsa; bunu yerine getiren mü’min huzûr-i ilâhîye namaz borçlusu olarak çıkmaz.
      Mi’rac gecesinden sonraki gün, mutlaka oruçlu olmalıdır. O gün öğle ile ikindi arasında 4 rek’at namaz kılınır. Her rek’atte Fâtiha-i şerîfeden sonra
      5 -Âyetü’l-Kürsî,
      5 -Kul yâ eyyühel-kâfirûn…,
      5 -İhlâs-ı şerîf,
      5 -Kul eûzu birabbil-felak…
      5 -Kul eûzu birabbin-nâs… okunur

      Kaynak : Mübârek Gün ve Gecelerde Yapılması Tavsiye Edilen DUÂ ve İBÂDETLER – Fazilet Neşriyat.

    117. BU ÇEŞMEDEN MÜSLÜMANA SU İÇMEK HARAM..
      Vaktiyle Bursa’ da bir Müslüman, eski adı “Yahudilik Yolağzı”, bugünkü adı Arap …Şükrü olan muhitte çeşme yaptırmış ve başına bir kitabe eklemiş:
      “Her kula helâl, Müslüman’a haram!..”
      Bursa başkent, tabii Osmanlı karışmış, bu nasıl fitnedir diye…

      Gitmişler kadıya şikâyete, adam yakalanıp yaka-paça huzûra getirilmiş. “Bu nasıl fitnedir, dîni İslâm, ahâlisi Müslüman olan koca devlette sen kalk, hayrattır, sebildir diye çeşme yap, ama suyunu Müslüman’a yasakla!.. Olacak iş midir, nedir sebebi, aklını mı yitirdin?..” diye çıkışmışlar adama. Adam:
      – “Müsaade buyurun, sebebi vardır, lâkin ispat ister, delil şarttır…”dedikçe kadı kızmış:
      – “Ne delili, ne ispatı?.. Sen fitne çıkardın, Müslüman ahâlinin huzurunu kaçırdın, katlin vâciptir!” demiş. Demiş ama, bir yandan da merak edermiş:
      – “Nedir gerekçen?..” diye sormuş. Adam:
      – “Bir tek Sultan’a derim…” diye cevap verince, ortalık yine karışmış. Söz Sultan’a gitmiş, adam yaka paça saraya götürülmüş… Padişah da sinirlenmiş ama, diğer yandan o da meraklanırmış:
      – “De bakalım ne diyeceksen. Bu nasıl iştir ki, hem çeşmeyi yaparsın,hem de her kula helâl,Müslüman’a haram yazarsın?..” Adam, başı önünde konuşur:
      – “Delilim vardır, lâkin ispat ister.”
      – “Ya dediğin gibi sağlam değilse delilin?..”
      – “O zaman boynum, hükme kıldan incedir Sultânım…”
      – “Eeee?!..”-
      “Sultânım, herhangi bir havradan (sinagog) rasgele bir hahamı izahsız yaka-paça tutuklayın, bir hafta tutun. Bakın neler olacak…” Dediği yapılmış adamın. Bütün azınlıklar bir olmuş, başlarında Mûsevîler, “ne oluyor, bu ne zulüm?.. Bizim din adamımıza biz kefiliz, ne gerekirse söyleyin yapalım, o masumdur, gerekirse kefalet ödeyelim…” Çevre ülkelerden bile elçiler gelmiş, elçiler mektup üstüne mektup getirmiş… Bir hafta dolunca, adam:
      – “Sultanım, artık bırakmak zamanıdır” demiş. Haham bırakılmış, azınlıklar mutlu, bu sefer Sultan’a teşekkürler, hediyeler
      – “Aynı işi herhangi bir kiliseden herhangi bir papaz için yaptırınız Sultanım” demiş. Aynı şekilde bir papaz derdest edilip yaka-paça alınmış Pazar ayininden ve aynı tepkiler artarak devam etmiş. Haftası dolunca da serbest bırakılmış. Mutluluk ve sevinç gösterileri daha bir fazlalaşmış, teşekkürler, şükranlar… din adamlarına kavuşmanın mutluluğuyla daha bir sarılmışlar birbirlerine… Sultan:
      – “Bitti mi?..” demiş adama.
      – “Sultânım son bir iş kaldı, sonra hüküm zamanıdır izninizle” demiş.
      – “Şimdi nedir isteğin?..”
      – “Efendim, pâyitahtımız Bursa’nın en sevilen, âlimini alınız minberinden…” Adamın dediğini yapmışlar, Ulucâmi imamını Cuma hutbesinin ortasında almışlar, yaka-paça götürmüşler…Ve . Bir ALLAH’ın kulu çıkıp da, “ne oluyor, siz ne yapıyorsunuz?.. Hiç olmazsa vaazı bitene kadar bekleseydiniz”, gibi tek bir kelâm etmemiş, imamın peşinden giden, arayan-soran olmamış… Geçmiş bir hafta, “Nerde imam” diye gelen-giden yok!.Halk hâlinden memnun, başlamış bir dedikodu, o geçen hafta tutuklanan koca âlim için:
      – “Biz de onu adam bilmiş, hoca bellemiştik…”
      – “Kim bilir ne suç etti de tevkif edildi!..”
      – “Vah vaah!.. Acırım arkasında kıldığım namazlara…”
      – “Sorma, sorma…”
      Padişah, kadı ve adam izliyorlarmış olup-bitenleri. Sonunda Padişah çeşmeyi yaptırana sormuş:
      – “Eee, ne olacak şimdi?.. Adam:
      – “Bırakma zamanıdır. Bir de özür dileyip helâllik almak lâzımdır hocadan.” “Haklısın” demiş padişah, denilenin yapılması için emir buyurmuş ve adama dönmüş. Adam başı önünde konuşmuş:
      – “Ey büyük Sultânım, siz irade buyurunuz lütfen, böyle Müslümanlara su helâl edilir mi?..”
      Sultan acı acı tebessüm etmiş:
      – “Hava bile haram, hava bile!..” demiş..

    118. Suçlunun Savunması

      Hz.Ömer (r.a.) tayin ettiği valilerden biri, Cuma hutbesi esnasında Hz.Ömer’i öyle överki, bir Sahabi dayanamaz, kalkar, valiye müdahale edip, onu susturmaya çalışır.

      Namazdan sonra durum Hz.Ömer’e iletilir. Halifenin emriyle valiye karşı gelen adam yakalanıp bir suçlu gibi götürülür.
      Suçlu kabul edilen Sahabi, Hz.Ömer’in huzuruna girince selam verir. Hz.Ömer (r.a.), hiddetinden selama mukabelede bulunmaz. Onu azarlar. Bunun üzerine sahabi:

      – Ya Ömer! Ben bir suç işlediysem, sen iki suç işledin, diyince hiddeti birden kaybolan Hz.Ömer (r.a.):

      – Nedir benim o iki suçum?

      – Allah’ın selamını verdim de çok hiddetlendiğin için mukabelede bulunmadın. Vacibi terkettin. Bu bir. Suçluyu dinlemeden tek taraflı hüküm verdin. Bu da iki.

      Hatasını anlayan Hz.Ömer (r.a.) olayı anlatmasını isteyince, Sahabi:

      – Tayin ettiğin vali, hutbede seni öyle övdü, öyle övdü ki bu söz, cemaatin üzerinde sanki fazilet yönünden senin Hz. Ebubekir’den daha üstün olduğun izlenimini bıraktı. İşte bu yanlış düşünceyi zihinlerden silmek için müdahale ettim. Halbuki sen fazilet yönünden Hz.Ebubekir’in yarısı kadarsın.

      Hz.Ömer (r.a.)

      – Neden?

      Sahabi:

      – Orduya yardım ediniz ! emri-i peygamberi karşısında sen servetinin yarısını getirmiştin. Hz.Ebubekir ise servetinin tamamını getirmiş ve Ashabın gözlerini yaşartmıştı.

      Bunun üzerine Hz.Ömer (r.a.), o zattan özür dileyip dua istedi ve onu serbest bıraktı. Böyle konuşan valiyi ise hemen görevden azletti

    119. Güzellikleri Özetleyen Bir Hadîs-İ Şerif
      Abdullah bin Ömer, o da babasından (Allah ikisinden de razı olsun) şöyle rivayet etti:
      Efendimiz (s.a.v.) hazretlerine soruldu:
      -”İslâm nedir?” Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular:
      -”Güzel söz, yemek yedirmek ve selâmı yaymaktır.” Soruldu:
      -”Hangi Müslümanlar daha faziletlidir?” buyurdular:
      -”İnsanların, elinden ve dilinden selâmette olduğu yani zarar görmediği kişidir.” Soruldu:
      -”Hangi namaz daha faziletlidir?” Buyurdular:
      -”Kıyamı (yani ayakta durulması) uzun olan.” Soruldu:
      -”Hangi sadaka daha faziletlidir? Buyurdular:
      -”Azlık ve yoklukta vermeye çalışılan sadaka!” Soruldu:
      -”Hangi iman faziletlidir?” Buyurdular:
      -”Sabretmek ve müsamaha edip hoşgörmek.” (1/307) Soruldu:
      -”Hangi iman faziletlidir?” Buyurdular:
      -”Güzel ahlak!” Soruldu:
      -”Hangi cihât faziletlidir?” Buyurdular:
      -”Yaralanması ve kanlarının akmasıdır.” Soruldu:
      -”Hangi köleyi azad etmek daha faziletlidir?” Buyurdular:
      -”Para cihetinden en pahalı olanı!” Soruldu:
      -”Hangi hicret daha faziltelidir?” Buyurdular:
      -”Senin, Rabbin azze ve celle hazretlerinin sevmediği şeylerden (fiil söz ve hareketlerden) hicret edip uzaklaşmandır!” Soruldu:
      -”Hangi saat daha faziletlidir?” Buyurdular:
      -”Gecenin yarısından sonraki zamandır. Sonra farz ve meşhûd olan (yani meleklerin şâhid olduğu) sabah namazından güneşin doğuşuna kadar devam eden zamandır.

      .

      Kaynak :Bu hadis-i şerif değişik lafızlar ile Musned-i Ahmed bin Hambel 18618′de geçmektedir. Tamamlılık arzetmesi bakımından Rûhu’I-beyanda bulunmayan kısımları oradan aldım. İlim talebelerinin ezberlemeleri için bu hadisi şerifi bu günkü dizgi tekniğine göre dizdim…Mutercim

      .

      İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri: 2/402-403

    120. İmtihana Girerken Okunacak Dualar
      Euzü Besmele çektikten sonra imtihana girerken şu dua okunur:
      Rabbi edhılni müdhale sıdkın ve ahricni muhrace sıdkın vec’al li min ledünke sultanen nesiyra.
      Ey Allah’ım! Gireceğim imtihana doğrulukla girmemi sağla. Çıkacağım(bu) yerden doğrulukla (başarı ile) çıkmamı nasip et ve benim için yüca katından yardım edici bir kuvvet ihsan eyle.” ( isra suresi – 80 )
      İmtihan kağıdını alıp oturunca:
      Rabbişrah li sadri ve yessir li emri vahlül ukdeten min lisani yefkahu kavli. ( Taha suresi – 25-27 )
      Manası:
      “Rabbim, kalbime genişlik ver, işimi/imtihanımı kolaylaştır. Dilimden düğümü çöz ki iyice anlayabilsinler.”
      Kalemi eline alınca:
      Ya hayyü ya kayyumü bi rahmetike esteğıysü.
      Manası:

      “Ey Hayy ve kayyum yüce Rabbim! Rahmetinle Sen’den yardım istiyorum. Girdiğimiz bu imtihanda beni başarılı kıl.”
      İmtihana girerken Allah’a güvenip bu dualar samimimiyetle okunursa, çalışılıp tevekkülü Allah’a bırakınca Allah’ın izniyle muvaffakiyet elde edilir..

    121. Namazdan Kurtuluşun yolu

      Bütün ibadetlerine yerine getirmeye çalışan bir adam varmış.Orucunu tutar,zekatını verir,insanlara yardım elini uzatmaktan hiç geri kalmazmış.Yalnız bu adamın bir kusuru varmış:

      Namaz kılmak ona çok ağır gelirmiş,üşenirmiş.Bir gün varmış gitmiş çok büyük bir hocanın yanına.
      Demiş ki:
      Hocam ne yap et beni şu namazdan kurtar.Namaz kılmamak için ne yapmam gerekse söyle yapayım.Yeter ki şu namazdan kurtulayım demiş.

      Hoca:
      Ya evlat ben hiçbir yerde ne duydum ne işittim bu namazdan kurtuluş yok,borcun kılacaksın demiş.
      Adam yalvarmış bul hocam diye.Hoca müddet istemiş adam gitmiş.
      Aradan haftalar geçmiş,adam gelmiş:
      Buldun mu hocam demiş,kurtulacak mıyım?
      Hoca:Buldum evladım eğer şu 5 şarttan biri sana uyuyorsa Namaz dan mesul değilsin:

      1.Ölü isen

      2.Deli isen

      3.Çocuk isen

      4.Hayvan isen

      5.Kafir isen….. tercih senin…

    122. Dostları şair Baki’ye kaç çeşit dost olduğunu sorarlar.

      Baki üç çeşit dost vardır der;

      Bir dost vardır; gıda gibidir; onu her gün ararsın.

      Bir dost vardır; ilaç gibidir; gerektiğinde ararsın .

      Bir dost daha vardır; hastalık gibidir; o seni arar.

    123. TEDBiR

      İnsan tedbiri sayesinde huzurlu bir hayat geçirir.

      Derede abdest almaya hazırlanan adam, Nasreddin Hoca’ya sorar:

      – Hocam, abdest alırken yüzümü ne tarafa döneyim.

      Hoca hiç düşünmeden cevabı yapıştırmış:

      – Papuçlarının olduğu yöne dön.

      Ne güzel hazır cevap.

      Düşündürücü, güldürücü, tedbir öğretici bir cevap.

      Müslüman, bütün tedbirlerini alarak işini sağlama bağlar. Bu ne güzel haslettir.

    124. GÜZEL SÖZLER

      Mezartaşı Yazısı:

      Behlül Dana’ya biri sorar :

      Oglum öldü. Mezar taşına ne yazdırayım ?

      Behlül Dana hz. şu cevab’ı verir :

      Şunu yazdir : Dün altında olan çimenler bugün üstünde yeşerdi .

      Ey yolcu anla’ki : Şu toprak günahtan gayrı herşeyi örter .

      Bakış Farkı:

      Adamın biri ,Muhammed bin Vasi’nin bacagında’ki yarayı görüp;

      ’’Sana acıyorum” dediginde , ondan şu cevab’ı almiş ;

      Ben , aynı yaranın gözüm’de çıkmadıgına şükrediyorum.

      Susturucu Tedavi:

      Zamane gençlerinden biri , bir toplantıda Mehmed Akif’i küçük düşürmeye çalisip;

      Affedersiniz , demiş . Siz baytarmısınız ?

      Mehmet Akif , hiç istifini bozmadan şu cevabı vermiş ;

      Evet , bir yeriniz’mi agrı’yordu ?

      Peygamber hanesi:

      Hz .Mevlana, evlerinde yiyecek olarak hiç bir şey kalmadıgını söyleyen hanımına tekrar tekrar sormuş ?

      Gerçekten hiç bir şey kalmadımı ?

      Evet , demiş eşi. Hiç yiyecegimiz kalmadı .

      O yoklukta tükenmez hazinelerin sahibini bulan Hz.Mevlana; Ellerini kaldırıp !

      ALLAH’ım sana Hamd’ü sena’lar olsun , diye şükretmis.

      Evim , Peygamber hanesine benzedi.

    125. Korkuya gerek yok:

      Bir Rus General’i , Şeyh Şamil’in iştahını abartarak ,

      beni yemenizden korkuyorum , deyince .

      Şeyh Şamil hz.;

      Boşuna korkmayın efendi ,demiş .

      Bizim Dinimizde domuz eti yemek haramdır.

    126. Hikmetli sözler
      Rabiatü’l-Adeviyye (r.h.) Hazretleri, Süfyân-ı Sevri (k.s.) Haz­retlerine şöyle buyurdu:
      -”Sen sayılı günler içinde yaşayacaksın. Bir gün gittiğinde, senin sayılı günlerin bir kısmı gitmiş olur. Senden bazı günlerin gittiğinde, hepsi gitmiş (ve bütün ömrünün gitmesi yakınlaşmış) olur. Sen amel edersen amel et ve giden ömründen ibret al. Benim dirhem ve dinarım (altın ve gümüşlerim) gitti, malım azaldı, makam ve mevkim düştü, deme. Belki bunun aksine, günüm gitti. Bu giden günümde ne yaptım? De. Çünkü bu giden gün ile ömür eksilir.”
      Bir âbid ölüm düşeğinde iken şöyle dedi:
      -Üzüntüm hüzünler diyarı olan dünya için değildir. Benim üzüntüm, uykuyla geçirdiğim gecelere, iftar (yeme ve içmeyle) geçirdiğim günlere ve Allahü Teâlâ Hazretlerinin zikrinden gafil olarak geçirdiğim saatlere üzülmekteyim.
      Alâ ibni Ziyâd’dan şöyle rivayet olundu:
      Dünya hergün şöyle seslenir: Ey insanlar! Ben yeni bir günüm, ben yapacağın amellere şahidlik etmekteyim. Eğer benim güneşim batarsa, bir daha kıyamete kadar ben size dönmem.”

      İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi cilt 1

    127. İMAM CAFER-İ SADIK’DAN ( R.A.)
      İmam Cafer-i sadık Hazretleri Silsile-i aliyye-i Nakşibendiye’nin dördüncü halkasıdır.Hicri 83 ( Miladi 702 ) de Medine’de dogmuş,148 ( Miladi 765)’de Mekke’de vefat etmiştir.Hikmetli sözlerinden:

      Takvadan daha hayırlı azık, susmaktan daha güzel şey,Cehaletten daha zararlı düşman, yalandan daha büyük bir hastalık yoktur.
      Hoşuna giden bir şeye kavuşursan Allahu Teala’ya Hamdi çogalt,hoşuna gitmeyen bir şey olursa ‘’ La havle vela kuvvete illa billah’il-aliyy’il-azim ’’ i çok oku, rızkın daralırsa istigfarı çogalt.
      Hz.Allah,dünyaya şöyle vahyetti: ‘ Ey dünya ! bana hizmet edene hizmetçi ol. Sana hizmet edene de meşakkat ver.’
      Namaz,her takvalı Müslümanın Rabbine yaklaşmasıdır.
      Hac her zayıfın cihadıdır.
      Bedenin zekatı oruçtur.
      Amelsiz dua eden, kirişsiz ok atan gibidir.
      Rızkınızı sadaka vermekle bollaştırın,mallarınızı zekat ile koruyun.
      İktisat eden muhtaç düşmez.
      Tedbir,geçimin yarısıdır.
      Dostluk,aklın yarısıdır.
      Ana ve babasını hüzünlendiren onlara isyan etmiş olur.
      Musibete ugrayınca ( sabretmeyip ) dizine vuran ecrini kaybetmiş olur.
      Hz.Allah sabrı musibetin miktarına göre, rızkı meunet ( zahmet ) in miktarına göre indirir.
      Kim geçiminde iktisat ederse Allah onu rızıklandırır.Her kim israf ederse Allah onu mahrum bırakır.
      Din kardeşinizle sofraya oturdugunuzda oturmayı uzatın.Zira o, ömrünüzden sayılmaz.
      Yemegi din kardeşine ikram etmekte büyük fazilet vardır.

      Bir Hadis : ‘’Nerde olursan ol, Allah’dan kork. Günahın hemen arkasından – onu yok etmesi için – sevab işle. İnsanlara güzel ahlakla muamelede bulun .’’ ( Hadis-i Şerif, Sünen-i Tirmizi )

      Kaynak: Fazilet Takvimi – 10.Mart.2010

    128. İMAM EBUL-HASAN EŞ’ARÎ
      Mutezile Mezhebi Fitnesi Ve İmam Ebul-Hasan Eş’arî
      Mutezile’nin İlmî Gücü Ve Etkileri
      (Mutezilenin hâmisi olan) Mu’tasım ve Vâsık’ın ölümü üzerine Mutezile’nin gücü kırıldı. Vâsık’ın yeri­ne geçen Mütevekkil, Mutezile mezhebinden usanmıştı ve bu mezhebin bağlılarına da düşmandı. Kıyı bucak arayarak Mutezile’nin gücünü, haşmetini tüketti, izle­rini sildi, devletteki tesirlerine tamamen son verdi. Ama ilmî ortamda hâlâ Mutezilenin etkisi vardı. Kur’an-ı Kerim’in mahluk olduğu inancı eski azgınlığı­nı yitirmişti, ama diğer iddia ve görüşleri henüz canlı ve taze idi.
      Mutezile mezhebi mensupları; zekâları, ilmî yete­nekleri ve göze gelen bazı ünlü kişileri yüzünden ilmî otoritelerini kurmuşlar, adliye ve fetva makamlarım, devlet idaresi içinde bazı yüksek mevkileri ele geçir­mişlerdi. Hicrî üçüncü asrın ortalarında büyük bir güç elde etmişlerdi. Genellikle; Mutezile mezhebi âlimleri ince görüşlü, geniş ve güçlü anlayışlı ve incelemeci (tahkikatcı) olurlar, onların araştırıp buldukları şeyler akla daha yatkın olur, diye kabul edilmeye başlanmış­tı. Pek çok genç, talebe ve şöhret düşkünü kimse Mute­zile mezhebini moda gibi benimsedi.
      İmam Ahmed b. Hanbel’den sonra Hanbelîler için­de büyük bir otorite, ilmî ve dinî bir büyük şahsiyet or­taya çıkmadı. Hadis âlimleri ve onun mezhebinde olan­lar aklî ilimlere, yeni araştırma ve görüş tarzına yönel mediler. (Bu tarz, Mutezile mezhebinden olanların ve filozofların eserlerinden etkilenenlerin bayrağıydı.) So­nunda tartışma toplantılarında, ders ve eğitim çevrele­rinde hadisçüerin ilim açısından zayıf oldukları, felsefe ilkelerinden haberleri olmadığı, buna karşılık Mutezile mensuplarının kefesinin ağır bastığı görülüyordu.
      Derin bilgisi olmayan kimseler, basit zekânın Mu-tezile’yi desteklediğini, olgun ve keskin zekânın sonun­da hadisçüerin mezhebini, görüşlerini desteklediğini sanıyorlardı, Hadisçüerin, şeriatın kesin hükümlerini kabul ettiklerini bilmeyenler, Mutezile mensuplarının güzel konuşmalarının, hazır cevaplılıklarmm ve ilmî nüktedanlıklarının etkisi altında kalıyordu. Bu da şeriatın dış görünüşünün ve selef mezhebinin ilim açı­sından güçsüz olduğu duygusunu ve ona güvensizliği doğuruyordu. Hatta hadis âlimleri ve öğrencileri züm­resinden çok kimse, acizlik duygusuna kapılmış, Mute­zile’nin akılcılığı ve filozof geçinmesi karşısında yılmıştı.
      Bu durum dinî otorite ve sünnetin hâkimiyeti için çok tehlikeli idi. Kur’an-ı Kerim’in tefsirleri ve İslâm akaidi, o filozof görünüşlü tartışmacılar için çocuk oyuncağı haline geliyor, müslümanlar arasında bir ham akılcılık ve basit bir felsefecilik yayılıp gidiyordu. Bu ise sadece bir beyin sporu ve terimlerin savaş düze­ni alıp sıraya girmesi idi.
      Bu duruma karşı koymak ve artıp giden seylâbı durdurmak için ne hadisçüerin ne de Hanbelîlerin dinî gayreti ve coşkusu yeterliydi; ne âbid ve zâhidlerin zühd ve ibâdeti, ne de fıkıhçılarm fetvaları ve meselele­ri ayrıntıları çok iyi bilip hazır cevap oluşları yeterliy­di, [1]
      Sünnetin Vakarı İçin Büyük Bir Kişiye İhtiyaç Duyulması:
      Bunun için beyin ve zekâ yetenekleri yüksek, akıl­cılığın inceliğini sadece bilmekle değil, o güne kadar akücıhğı kimseye bırakmayıp tekeline alan Mutezi-le’den akıl ve mantık gücü çok daha üstün olan birine ihtiyaç vardı.
      Bu kimsenin üstün kişiliği ve müctehid kafa yapısı önünde o devrin akılcılık ve felsefe öncüleri, henüz yeni öğrenmeye başlayan talebe durumuna düşmeliydi ve öyle aşağı ve âdi görülmeliydi ki, sanki dev gibi bir in­sanın Önünde cüce bir insan veya tıfıl bir çocuk gibi durmalıydı. İslâm’ın böyle bir sünnet imamına süratle ihtiyacı vardı. Ve Ebu’l-Hasan Eş’arî’nin kişüiğinde iş­te bu ihtiyacını elde etti. [2]
      İmam Ebu’l-Hasan Eş’arî
      Adı, Ebu’l Hasan Ali, babasının adı İsmail’dir. Meş­hur sahâbilerden Hz. Ebu Musa el-Eş’arî’nin evladm-dandı. H. 250 yılında Basra’da doğdu. Babası İsmail’in ölümünden sonra annesi, Ebu Ali el-Cübbâî ile evlen­mişti. Bu zat ise Mutezile mezhebinin lideri ve bu mez-hebden olanların imamı idi. Şeyh Ebu’l Hasan onun el­lerinde yetişti ve en kısa zamanda onun güvenini sağ­layıp sağ kolu haline geldi.
      Ebu’l Hasan el-Cübbâî iyi bir öğretmen ve iyi bir ki­tap yazan idi. Tartışma konusunda fazla gücü yoktu. Ebu’l Hasan Eş’arî ise başlangıçtan beri iyi bir hatip ve hazırcevap biri idi. Ebu Ali, tartışmalarda daima onu ileri sürerdi. En kısa zamanda toplantılarda başta du­ran, tartışmalarda önde tutulan biri oldu.
      Bütün dış görünüş ve tahminler, hocasının yerine geçeceğini ve itizal mezhebini himaye edip yaymakta belki ondan da ileri gideceğini gösteriyordu. Fakat tak­dir ve düzenlemesi enderesan olan Allah Teâlâ sünne­tin korunup üstün gelmesi için, o güne kadar bütün ömrünü itizal mezhebini doğru göstermeye ve onu ko­rumaya çalışan ve kendisine mezhebin başkanlık ma­kamı hazır olan bu kişiyi seçti.
      Şeyh Ebu’l Hasan Eş’arî’nin içinde itizal mezhebin­den bir soğuma, ona karşı bir tepki doğdu. Mutezilenin tevillerinden (dolaylı yorumlarından), mukayese tarz­larından nefret etmeye başladı. Bütün bunların zekâ
      oyunları olduğunu, kendi mezhebinin inadı olduğunu, gerçeğin bir başka olduğunu ve gerçeğin de sahabe-i kiram ve selef âlimlerinin mehzebi (anlayışı) olduğunu, en sonunda aklın bu kapı önünde baş eğeceğini anladı.
      Kırk sene boyunca Mutezile’den olanların mezhebi­ni, inancını himaye edip isbatlamaya uğraştıktan son­ra gönlü bundan tamamen soğudu, kafasında ona karşı isyan doğdu. Onbeş gün evinden hiç çıkmadı. Onaltıncı gün çıkıp doğru büyük camiye gitti. Cuma günüydü. Cami-i Kebir dopdolu idi. Minbere çıkarak yüksek sesle şöyle konuştu:
      “Beni bilen bilir. Bilmeyenlere söylüyorum. Onlar bilsinler ki, ben Ebu’l Hasan el-Eş’arî’yim. Ben itizal mezhebindendim. Falan, falan akideleri kabul eder­dim. Şimdi ise tevbe ediyor, eski düşüncelerimden vaz­geçiyorum. Bugünden itibaren işim; Mutezile’yi reddet­mek, onun hatalarını, zayıf noktalarını ve yanlışlıkları­nı göstermek olacaktır.”
      O günden itibaren hayatının en son gününe kadar bütün zekâsını, ilmî tecrübelerini, güzel konuşma kabi­liyetini, yazma gücünü itizal mezhebini reddetmeye, selef ve ehl-i sünnet mezhebinin görüş ve inançlarını desteklemeye harcadı. Düne kadar Mutezile’nin sözcü­sü ve onların en büyük avukatı olan kimse, bugün ehl-i sünnetin sözcüsü ve onun en büyük hâmîsi olmuştu. [3]
      Eş’arî’nin İslâm’ı Yayma Aşkı ve Hakkı Müdafaası
      İmam Eş’arî bu görevi, Allah’a yakın olmayı, onun rızasını kazanmayı istediği, bunu davet ve cihad kabul ettiği için yapıyordu. Bizzat itizal mezhebinde olanla­rın toplantılarına giderek, onların ileri gelenleri ile bu-
      hışarak, onları ikna etmeye ve doğruyu, hakkı anlatıp kabul ettirmeye çalışıyordu.
      Biri ona: “Bid’at ehli ile niye görüşüyorsunuz, ne­den bizzat siz onların ayağına gidiyorsunuz? Halbuki onlarla ilişki kesmeyi bildiren hüküm vardır” deyince, şöyle cevap verdi: “Ne yapayım, onlar çok büyük ma­kam ve mevkiierdeler. Onların kimi şehrin valisi, kimi baş hâkimi (kadısı)dır. Onlar mevkilerinden, debdebe­lerinden dolayı benim yanıma gelemiyorlar. Ben de on­ların yanına gitmezsem hak ve gerçek nasıl belli ola­cak? Ehl-i sünnetin de bir destekçisi, delillerle onun doğruluğunu isbat eden bir yardımcısı olduğunu nasıl anlayacaklar?” [4]
      Zekâ Kabiliyeti ve İlmî Üstünlükler
      Önceden beri Ebu’l Hasan Eş’arî tartışmada, isbat ve kanıtlamada üstün yeteneği olan biriydi. Bu onun yaratılıştan gelen hali ve Allah vergisi bir yeteneği idi. Hak olan mezhebi destekleme coşkusu, Allah’ın lütuf ve yardımı onun bu güç ve yeteneklerini daha da kes­kinleştirdi. O, kendi döneminin akılcılığı seviyesinden daha yukarıdaydı, aklî bilgilerde ve Kelâm ilminde müctehid kafasına sahibti. Mutezile’nin sorularına, iti­razlarına rahatlıkla, kolaylıkla cevap veriyor, onları hemen susturuyordu.
      Talebelerinden Ebu Abdullah b. Hafif, ilk buluşma­sını ve bu toplantıyı şöyle anlatıyor:
      “Ben Şîraz’dan Basra’ya geldim. Ebu’l Hasan Eş’arî’yi ziyaret etmeyi çok arzu ediyordum. Bana ad­resini verdiler. Geldiğimde gördüm ki toplantı halinde­ler ve bir meselenin tartışmasını yapıyorlar. Yanında bir Mutezile grubu vardı ve onunla tartışmalı olarak konuşuyorlardı. Onlar sözlerini bitirip de susunca Ebu’l-Hasan Eş’arî konuşmaya başladı. Herkese ayrı ayrı muhatap olarak: Sen şöyle dedin cevabı şu, sen şöyle dedin cevabı şu diyerek tek tek cevap verdi.
      Toplantıdan kalkıp gitmek üzere yürümeye başla­yınca arkasına düştüm. Tepeden tırnağa süzmeye baş­ladım. Bunun üzerine bana dönerek: Neden bakıyor­sun? dedi. Ben de: Kaç dilin var, kaç kulağın, kaç gö­zün var? diye bakıyorum dedim. Bunun üzerine sözü­me gülmeye başladı.”
      Bir başka rivayette şöyle bir ilâve var:
      “Bütün sözlerinizi anladım, ama önceleri neden su­suyor, Mutezile ehlinin konuşmasına fırsat veriyordu­nuz, onu anlamadım. Size yakışan ancak sizin konuş­manız ve itirazlara kendiliğinizden cevap vermenizdir, dedim. Buna karşılık o: O meseleleri ve sözleri ben kendi ağzımla kendiliğimden ifade etmeyi doğru bul­muyorum. Ama şüphesiz o başkasının dili ile söylenirse ona cevap vermeyi, o sözleri reddetmeyi ehli hakkın gö­revi kabul ediyorum, buyurdu.“
      İmam Ebu’l Hasan Eş’arî, ilimde müctehid idi, ilm-i kelâmın da kurucusuydu. Ondan sonraki kelâmcılar onun Allah vergisi muhteşem bir zekâya sahib olduğu­na, sözünün derin manalar taşıdığına, nüktedanlığına, olgun ve isabetli görüşleri bulunduğuna inanmaktadır­lar.
      Düzgün konuşmasından, güzel hitabetinden, güçlü yazarlığından dolayı çağdaşlarının kendisine “ümmetin dili” adını verdikleri Kadı Ebu Bekir Bâkıllânî’ye ada­mın biri: “Sizin sözleriniz, Ebu’l Hasan Eş’arî’nin sözle­rinden daha yüksek manalı ve daha açık ifadeli geliyor bana” dedi. Ebu Bekir ona: “Ebu’l Hasan’ın sözlerini anlayabilmem benim için şereftir” diye cevap verdi.
      Büyük bilgin Ebu İshâk İsferâînî’nin ilm-i kelâm­daki yeri ve fıkıh usûlü ilmindeki mevkii herkesçe bili­nir, kabul edilir. O diyor ki: “Ben; Şeyh Ebu’l Hasan Bâhilî (Eş’arî’nin talebesi)’nin karşısında, deniz içinde damla ne ise öyle idim.“
      Ebu’l Hasan Bahîlî ise: “Ebu’l Hasan Eş’a-rî’nin karşısında benim durumum; denizin yamnda bir damla ne ise öyledir.” diyor. [5]
      Mezhebi ve Hizmetleri:
      Eş’arî; Mutezile ve hadisciler arasında ılımlı ve or­ta bir yol tuttu. O ne Mutezile gibi, aklın ilahiyat konu­sunda ve tabiat ötesi konularda da görevini yerine geti­rebileceğine, Allah Teâlâ’nın zât ve sıfatları konusunda hüküm ve karar verebileceğine inanmaktaydı, ne Mu­tezile gibi aklın sınırsız gücüne ve hükümranlığına ina­nıyordu, ne de bazı heyecanlı hadisciler ve Hanbelîler gibi dini desteklemek, İslâm inançlarını korumak için aklı inkâr etmeyi ve onu basit görmeyi gerekli görüyor­du. Dönemin etkileri ile başlayan kelâm ve itikad ko­nularındaki tartışmalarda tedbirli olmayı ve sessiz kal­mayı şart kabul ediyordu.
      O; Mutezile ve felsefe bağlısı âlimlerle, Mutezile ve felsefenin terim ve tabirleriyle ve ilmî bir dille konuşu­yordu. Bu da ehl-i sünnet inancının ve mezhebinin va­kar ve ağırlığını artırıyor, ona değer kazandırıyordu,
      O, “İnsanlara, akıllarının seviyesine göre konu­şun.” hadis-i şerifine göre hareket ediyor, halkın umumî akıl seviyesi ne ise onu gözönünde bulundura­rak konuşuyor, akıl ve ilim sahiplerinin akıl seviyesi neyi gerektiriyorsa bunu da gözönünde bulundurmayı gerekli görüyordu.
      Ebu’l Hasan Eş’arî, bütün güç ve netliğiyle Mutezi-le’yi tenkid etti. Onların dini anlama ve kabul etmede kendi arzularının peşinden gitmelerini, mezheblerinin önderlerine uymalarını tenkid etti. Kitap ve sünneti inançlarının kaynağı kılmayıp aksine Kur’an-ı Kerim âyetleri ile kendi inançları arasmda bir terslik, çelişki görülünce çekinmeden âyeti, görünürdeki manasının dışında bir manaya çekmelerinin yanlışlığını onlara her zaman açık bir dille anlattı. Mutezile’den ayrılma­sından sonra ilk yazdığı eserlerinden olan Kitabul-îbâne an Usûli’d-Diyâne’ de şöyle yazıyor:
      “Hamd ve salâttan sonra biline ki; Mutezile ve Ka­deriye mezhebleri haktan ayrılmışlar, kendi arzuları­nın peşine takılarak önderlerine ve mezhebdeki liderle­rine uymuşlardır. Kendi görüş ve kanaatlerine uydur­mak için Kurrari-ı Kerim’de öyle teviller yapmışlardır ki böyle bir te’vile gidecek hiçbir işareti Allah indirme-miştir. Ayrıca onlar bu te’villerine hadisten, sahabe-i kiramın ve tabiînin amellerinden de bir delil gösterme­mişlerdir.” [6]
      Onun temel başarısı; ehl-i sünnet mezhebine ve se­lef itikadına uyum göstermesi ve onu anahatları ile desteklemesi değildir. Bunu zaten hadis âlimleri, bü­tün Hanbelîler yapıyorlardı. Onun asıl başarısı; Kitab ve sünnetin gerçeklerini, doğru olan bilgilerini ve ehl-i sünnetin inanç ve akidelerini akıl yolu ile, aklî deliller­le isbatlaması, Mutezile’nin ve diğer fırka ve mezheble-rin her meselesini, her görüş ve kanaatini teker teker onların kendi deyim ve tâbirleri ile tartışarak ehl-i sünnet akidelerinin doğruluğunu, onların akla ve nakle uygun olduğunu açıkça göstermesidir.
      Dinin bu en önemli hizmetini başarması, devrinin bu çok önemli görevini yerine getirmesi sırasında o, Mutezile ve diğer sapık fırkalar tarafından protesto edildi. Öylesi gayet normaldi. Ama o, katı hadisçiler ve donuk Hanbelîler tarafından da itirazlara hedef oldu. O Hanbeliier ve hadisçiler ki, onlara göre bu meselele­re dalmak, felsefî terim ve tâbirleri kullanmak, nakille gelen mesele ve konularda akıl metodunu kullanmak bir “kayma ve sapma“dır.
      Ebu’l Hasan Eş’arî; ilahiyat ve metafizik’e (tabiat ötesine) âit meselelerin, ilm-i kelâmın ve akidelerin kaynağının kitap, sünnet ve Peygamberin öğrettikleri bilgiler olup tek başına aklın ve Yunan ilahiyat kıyas­lama ve isbatlamaları olmadığına inanan biri oluşuna rağmen, o; zamanın değişmesi, müslümanlarm diğer din ve milletlerle iç içe yaşamaları ve sonunda yukarı­daki esaslar üzerine bir takım mezheblerin vücud bul­ması neticesinde bu konulara tamamen yabancı kalma­yı da doğru bulmuyordu.
      Bu meselelere yabancı kalıp sükût etmenin İslâm’a zarar vereceğine, sünnetin azamet ve heybetini kaybet­tireceğine, bunun sonucu olarak da ilmî ve aklî sahada sünnetin zayıflayacağına, din âlimlerinin bu azgın sal­dırılara karşı koymaktan âciz kalacaklarına, yolunu sapıtan kimselerin bunu fırsat bilerek yeni hileler pe­şinde koşacaklarına, sünnete ve gerçek akideye ina­nanları bozup onları dinî üstünlük ve şereflerinden uzaklaştırarak içlerine şüphe tohumlan ekeceklerine,, zeki ve kültürlü gençleri kendilerine çekeceklerine ina-nıyorlardu.
      Ebu’l Hasan Eş’arî’ye göre; inanç ve akidelerin kay­nağı şüphesiz ki vahy (Allah’ın bildirdiği Kur’an-ı Ke­rim) ve Hz. Muharamed’in bjr peygamber olarak bildirdikleridir. Bunları öğrenmek ise kitap ve sünnetle, sa-habe-i kiramın sözleri ve rivayetleri ile mümkün olabilir.
      Bu konuda Eş’arî’nin metodu Mutezile’den ve filo­zoflardan tamamen ayrı ve farklıdır. Ama o, bu gerçek­leri, inançları isbatlamada destek sağlamak için akıl metodunu, o dönemin yaygın olan deyim ve terimlerini kullanmayı sadece caiz görmemekte, hatta zamanın ge­rektirmesinden dolayı zorunlu ve cihadın en üstünü kabul etmektedir. Bir de akıl ve hislerle ilgili konular vardır ki, Mutezile ve filozoflar onları (zorla) inançlar konusunun bir parçası haline sokmuşlar, zekâları ve lafazanlıkları ile onları hak ve bâtılın ölçüsü kabul et­mişlerdir. Ebu’l Hasan Eş’arî’ye göre bunlardan uzak durmak doğru değildir. Şeriatın savunucusu ve sözcü­sü, bu konularda da onlara karşı koymak zorundadır. Aklî ve hissî yönden onları reddetmek, yanlışlıklarını anlatmak ve ehl-i hak olanların mezhebinin doğruluğu­nu isbât etmek farzdır.
      Ona göre; Hz. Peygamber’in ve sahabenin susuşu, bilmemezlik değildi. Sebebi; o dönemde bu konuların ve isbatlama tarz ve metodlarınm olmamasıydı. Fakat devirlerin değişmesi ve yeni durumların ortaya çıkma­sı, nasıl fıkıh sahasında detayları ve küçük bir takım meseleleri ortaya çıkardıysa ve nasıl yeni meselelere bir çözüm bulup ictihad yapmaya mecbur ettiyse, ve nasıl devri iyi tanıyan ihlâslı müctehidler, fakîhler içti-haddan faydalanarak olaylara ve sorunlara çözüm geti­rerek ümmeti yeni fitnelerden, dinden sapma ve amel-sizlik akınlarından kurtardılarsa, aynı şekilde şeriatı koruyanların ve ehl-i sünnet kel âmâlarının da inanç­lar ve ilahiyat konusunda yeni ortaya çıkan sorunlara veya yeni ortaya çıkan itirazlara cevap vermeleri ve devrin mantığına uygun biçimde doğru akideleri delillendirmeleri, doğruluğunu isbat etmeleri şarttır, bo­yunlarının borcudur. Ebu’l Hasan Eş’arî bu iddiasını isbât için îstihsân el-Havdı fil-Kelâm adında bir eser yazmıştır.
      Herşeye rağmen o, iki zümreye de kulak asmadan, onların memnuniyetine ve memnuniyetsizliğine aldırış etmeden dine yardım edip onu korumak, iman ve akideyi muhafaza için gerekli gördüğü davranış biçimi­ne cesaretle, zekice yöneldi ve sözle, yazıyla bu uğurda çalıştı, didindi, mücadele verdi. Sonunda, Mutezilenin ve felsefecilerin kabaran seylâbının önüne set çekti, ye­rinden sökülüp kopmuş pek çok ayağı yerine tekrar yerleştirdi. (Şüpheye düşen, tereddütler geçiren bazı ilim adamlarını yeniden inanç ve görüşlerinde tatmin etti.)
      Ehl-i sünnet inançlarını, selef yolunu güçlü ve delil­li savunma ve himaye etmesinden dolayı ehl-i sünnette yeniden kendine güven ve canlılık meydana geldi. Üm­metin içine kurt gibi girip kemirerek onu eritmekte olan acizlik, yetersizlik duygusu tükendi. Mutezile de arka arkaya yaptığı hücumlardan geri çekildi ve kendi­lerini koruma ve mezheblerinin varlığını ayakta tutma düşüncesine kapıldı.
      Ebu Bekir b. Sayrafî diyor ki:
      “Mutezile çok azıtmıştı. Allah Teâlâ onlara karşı İmam Ebu’l Hasan Eş’arî’yi ortaya çıkardı. O, zekâsı ve mantığı ile, davasını delillerle güçlendirme siyle Mute-zile’nin mantık oyunlarını, fikir ve isbatlama yollarını tıkadı. Bu başarısından dolayı insanlar onu, sünnetin koruyucuları ve müceddidler arasında saydı.“
      Ebu Bekir İsmail gibi keskin görüşlü biri; dini yeni­leme, şeriatı koruma çizgisinde İmam Ahmed b. Han-bel’den sonra onun adım zikretmektedir. [7]
      Eserleri:
      İmam Ebu’l Hasan Eş’arî, sadece tartışmalar ve sözlü ifadeler ve nutuklarla yetinmedi. Bâtıl itikadları reddetme yolunda muazzam kitaplar yazdı. Ehl-i sün­net akidesine uygun olarak Kur’an-ı Kerim’i tefsir etti. Zehebî’nin anlattığına göre bu kitap otuz cüzden oluş­maktadır.
      Bazı yazarlar ve âlimler, İmam Ebu’l Hasan’m ki­taplarının 250-300 kadar olduğunu bildirmişlerdir. Bunların çoğu Mutezileyi reddetme yolunda yazılmış­tır. Bir bölümü de diğer mezhebleri, dinleri, fırkaları reddetme yolunda yazılmıştır.
      Bu kitaplardan biri olan Kitâb el-Fusûl’ de tabiatçı filozofları, ateistleri, Hinduları, Yahudileri, Hristiyan-ları ve Mecusîleri reddeden bilgiler verilmiştir. Bu ki­tap 12 kitabın bileşimi olan büyük bir kitaptır. ;
      îbn Hallikân; el-Lem’u, el-Mûciz, îzâh el-Burhân, et-Tebyln an Usûlıddîn, eş-Şerhu ve’t-Tafsîl fı’r-Reddi alâ Ehli’l İfki ve’t-Tadlîl kitablarmı da zikretmekte­dir.
      Aklî ilimler ve kelâma ek olarak şeriat ilimlerinde de onun çeşitli eserleri vardır. Kitâb el-Kıyâs, Kitâb el-İctihâd, Haber el-Vâhid, bu tür eserlerindendir. İb-nü’r-Râvendî’nüı tevatürü inkârını reddetme konusun­da da ayrı bir eseri vardır.
      Kendi eseri el-Umd ‘da H. 320‘ye kadar, yani ölü­münden dört yıl öncesine kadar yazdığı kitapların lis­tesini vermektedir. Buradaki sayı 68‘i bulmaktadır. İç­lerinden bazıları onar, on ikişer cild tutmaktadır. Ha­yatının son dört senesi içinde de birçok eser yazmıştır.
      Çok önemli bir eseri olan Makâlât el-îslâmiyyîn ki-
      tabının incelenmesinden onun sadece kelâma olmadı­ğı, hatta akâid ilminin çok değerli, üstün pâyeli bir âlimi ve ihtiyatlı bir tarihçi olduğu anlaşılmaktadır. Bu kitabında; Mutezile ve diğer fırkaların sözlerini, iddia­larını naklederken dürüstlük ve tedbirle hareket et­miştir. Bizzat muhaliflerinin kitabından bunun böyle olduğu anlaşılmaktadır. [8]
      İbâdet ve Takvası:
      Ebu’l Hasan Eş’arî sadece ilim ve akıl sahibi değil­di. Hatta o, ilim ve akılda imamet derecesine ulaşmak­la birlikte ibâdet, takva ve güzel ahlâkla da süslenmiş biriydi. Bu, selef imamlarının genel özelliğidir.
      Ahmed b. Ali Fakîh diyor ki: “Ben Hasan Eş’arî’ye yirmi sene hizmet ettim. Ondan daha ibâdete düşkün, takvâiı, tedbirli, haramdan sakınan, haya sahibi, dün­ya meselelerinde utangaç, âhiret meselelerinde istekli birini görmedim.“
      Ebu’l Hüseyin Herevî şöyle anlatıyor: “Eş’arî, sene­lerce yatsı abdestiyle sabah namazı kılmıştır. Hizmet­çisi Bendar b. el-Hüseyin’in anlattığına göre; İmam Hasan sadece dedesi Bilal’in vakfettiği bir mülk üze­rinden geçimini sağlıyordu. O mülkün geliri de günlük onyedi dirhem idi.” [9]
      Vefatı:
      İmam Ebu’l Hasan, H. 321 yılında vefat etti ve Bağdat’ın Meşra* el-Zevâyâ bölgesinde defnedildi. Ce­nazesi sırasmda o tanıtılırken, “Bugün sünnetin yar­dımcısı ölmüştür” diye ilân edilmişti. [10]
      İmam Ebu Mansur Mâtürîdî:
      O devirde İslâm dünyasının öteki ucunda, Mâverâ-ünnehir’de bir diğer âlim ve kelâma Ebu Mansur Mâtürîdî (ö. 332 H), Kelâm ilmine ve İslâm akaidine yöneldi. O çok ölçülü bir anlayışa sahip insandı. Mute­zile ile her zaman savaş halinde olmasından dolayı, İmam Ebu’l Hasan Eş’arî’nin Kelâm ilminde bazı aşırı sözleri ve ifadeleri geçmekte idi. Daha sonraki eş’arîler bunları daha da ileri götürmüşlerdi. İmam Ebu Man­sur, Mutezileye karşı Eş’arî ilm-i kelâmının ayrılmaz bir parçası haline gelen ve isbât edilmesi, delillere da­yandırılması çok zor olan bu fazlalıkları, suçlamaları kelâm ilminden çıkardı. Ehl-i sünnet ilm-i kelâmını da­ha fazla düzene koyup, biçime sokarak onu daha da ılımlı ve cami’ (bütün konulan içine alır) hâle getirdi.
      İmam Ebu Mansur ve ona bağlı olanların Eş’arî-lerden ayrıldıkları meseleler, basit ve çok sınırlı idi. Bütün bunlar 30 veya 40 meseleden fazla değildir. Bu ihtilaf daha çok kelimelerden ibarettir.
      İmam Ebu Mansur Mâtürîdî, amelî (fıkhî) mezheb bakımından Hanefî mezhebinden idi. Nasıl Şâfıî kelâm ilmi âlimleri akîde ve temel inançlar açısından Eş’arî iseler, aynı şekilde Hanefî âlimler ve kelâmcılar da ge­nellikle Mâtürîdîdirler.
      İmam Ebu Mansur Mâtüridi çok büyük bir musan­nif idi. (Pek çok kitap yazmıştı.) Mu’tezile’nin, Râ-fızîlerin, Karmatîlerin reddedilmesi konularında onun çok kıymetli eserleri vardır. Te’vîlât el-Kur’ân isimli eseri, konusunda çok etkili ve değerli bir eserdir. Bu eserden, onun normalden üstün bir yeteneğe, aklî ilim­leri bilip üstün derecede bir zekâya sahip olduğu anla­şılmaktadır.
      İmam Ebu’l Hasan Eş’arî, itizal mezhebiyle ve bu mezheb mensuplarıyla doğrudan doğruya savaştığı ve bunun da Mutezilenin çok güçlü olduğa, İslâm âle­minin ilmî merkezi olan Irak’ta olmasından dolayı, Ebu’l-Hasan Eş’arî’nin bu savaşı ilmî ortamları fazla­sıyla etkilemişti. Bu yüzdendir ki, ilm-i kelâm tarihin­de onun adı ve yaptığı hizmet daha çok göze çarpıyor ve öne çıkıyordu. [11]
      Eş’arî Âlimleri ve Etkileri:
      İmam Eş’arî’den sonra onun çizgisinde çok değerli kelâm âlimleri ve üstadlar zuhur etmiş, onlar bütün İslâm dünyasında zihnî üstünlüklerini, zekâ ve yete­neklerini oturtmuşlardır. Bu sebeplerden dolayı İslâm dünyasının ilmî ve fikrî idaresi Mutezile’nin elinden çıkmış, ehl-i sünnet âlimlerinin eline geçmiştir.
      Hicrî dördüncü yüzyılda Kadı Ebu Bekir Bâkıllânî (ö. 403 H.) ve Şeyh Ebu İshâk İsferâînî (ö. 418 H.) bü­yük kelâm âlimleri, haşmetli ve azametli bilginlerdi. Beşinci yüzyılda Allâme Ebu İshak Şîrâzî (ö. 476 H.) ve İmam el-Haremeyn Ebu’l Meâlî Abdülmelik el-Cüveynî (ö. 468 H.), bilgileri ve üstün şahsiyetleri ile dünyaya hükm etmişlerdi.
      Allâme Ebu îshâk Şirâzî, Bağdat’daki Nizamiye Üniversitesi’nin rektörü ve baş müderrisi idi. Halife Muktedîbillâh onu, elçi olarak Selçuklu hükümdarı Melikşah’a göndermişti. O Bağdat’tan Nişâbur’a öyle bir saltanat ve tantana ile gitti ki, geçtiği her şehrin bütün halkı onu karşılamak ve uğurlamak için yollara dökülüyor, coşkun saygı ve sevgiden dolayı insanlar onun ayağının bastığı toprakları avuçluyorlardı. Tica­ret erbabı dükkânlarmdaki eşyayı onun uğruna dağıtıyor; tatlılar, meyveler, değerli kumaşlar yağmur gibi yağıyor, insanlara ikram ediliyordu. Nişâbur’a geldi­ğinde bütün şehir onu karşılamak için ayağa kalkmıştı. İmam el-Haremeyn, onun heybesini omuzlarına atarak hizmetçi gibi önünde yürüyor ve, bu hareketimle övü­nüyorum diyordu.
      Selçuklu Hükümdarı Alparslan’ın imparatorluğun­da ve Nizâmülmülk un sadrazamlığı altındaki idarede, yani en büyük İslâm devletinde İmam el-Haremeyn en büyük dinî değere sahipti. Nişabur’un hatibi, impara­torluğun İslâm evkafının yöneticisi ve Nizamiye Üni­versitesi’nin baş müderrisi (rektörü) idi.
      îbn Hallikân diyor ki:
      “Otuz sene süreyle o, dinî ve ilmî sahada bir benze­ri bulunmaz şekilde kaldı. O, mihrâb ve minberin süsü idi. Eğitim, öğretim, va’z ve bilgi ona ait bir yetki kabul edilirdi.”
      Onun tesiri, etkinliği ve üstün değeri o noktada idi ki; bir gün Selçuklu hükümdarı Melikşah bayram hilâlinin görüldüğünü ve yarın bayram olacağını ilân etmişti. İmam el-Haremeyn nazarında hilâlin görülme­si kesinlik kazanmamıştı. Bu bakımdan, yarın Rama­zanın devam ettiğini, bayram olamıyacağını ilân ettir­di. Melikşah meseleyi kendisinden sorunca, İmam el-Haremeyn dedi ki: “Sultanın buyruğuna bağlı olan şey­lere itaat etmek bize farzdır. Fetvaya bağlı olan şeyleri de sultanın bizden sorması şarttır. Çünkü şeriatın em­rine göre âlimlerin fetvaları sultanın fermanı ile eşit­tir. Oruç tutmak, bayram yapmak fetvaya bağlı şeyler­dir. Sultanın bunlarla ilgisi ve yetkisi yoktur.” Nitekim Sultan ilânlar yaptırarak şu emrini duyurdu: “Benim kararım aslında yanlıştı. İmam el-Haremeyn’in sözü doğrudur.”
      Vefat ettiği gün bütün Nişâbur çarşısı kepenklerini kapattı. Câmi-i Kebir’in minberi kırıldı, dört yüz civa­rındaki talebelerinin hepsi kalemlerini kırdı. Halk bir­birine başsağlığı diliyordu. Sene boyu onun matem ve üzüntüsü sürdü.
      O devrin en büyük devleti olan Selçuklu İslâm dev­letinin ruhu, canı durumunda olan ve itikad olarak da Eş’arî mezhebinde olan baş vezir Nizâmülmülk saye­sinde Eş’arilik çok gelişti. Bir nevi resmî himaye ve destek gördü. Bağdat ve Nişâbur’daki Nizamiye üni­versitelerinin kurulması ve idaresi Eş’arî âlimlerinin ve müderrislerin elinde idi. Bu da Eş’arîliğe ilmî derin­lik ve güçlülük sağladı. Büyük saygı ile bakılan Bağ­dat’taki Nizamiye Üniversitesi, İslâm dünyasının en büyük ilim yuvası idi. Orada okumak ve okutmak, tale­be ve hoca olmak, âlimler için ve talebeler için şeref meselesi idi. Bu sebepten dolayı öğencilerin ve halkın Eş’arîlikten, Eş’arî düşünce ve akidesinden etkilenmesi normal bir şeydi.[12]

      .

      Dipnotlar:

      [1] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/155-156.

      [2] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/157.

      [3] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/158-159.

      [4] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/159-160.

      [5] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/160-162.

      [6] Kitabü’l İbâne an Usûliddiyâne, s.5.

      [7] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/162-166.

      [8] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/167-168.

      [9] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/168.

      [10] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/168.

      [11] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/169-170.

      [12] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/170-172.

    129. Feridüddin Attar Kimdir ?
      Şeyh Attar (k.s.) hazretlerinin asıl adı. Muhammed bin İbrahim el-Attar’dır. Feridüddin Attar diye meşhur oldu. Şeyh Attar hazretleri, 513 (M. 1119) tarihinde Nişâbur’da doğdu. İyi bir tahsil gördü. Maddî ve manevî ilimlerde ilerledi. Bir çok eserler yazdı. Mantıkü’t-tayr ve tezkiretü’I-Evliyâ isimli kitablan çok meşhurdur. 627 (M. 1229) yılında Cengiz han’in Harzemşâh devletini istilâ etmesi üzerine moğullann eline esir döştü. 114 yaşında iken Moğul askeri tarafından hunharca şehid edildi. Şehid edildiği zaman bile kesik başını ellerinin arasına alıp bir fersahlık (3 km) bir yol yürüdü ve orada düşüp ruhunu teslim etti.
      Hz.Allah şefeatlerine mazhar eylesin. Amin.

      Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi

    130. Cafer-i Sâdık hazretleri Kimdir ?
      Cafer-i Sâdık hazretleri, 83 (M. 702) tarihinde Medine-i Münevverede doğdu.
      Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hazretlerinin soyundan ve tabiînlerin en büyüklerindendir.
      İyi bir tahsil gördü. Maddeten ve manen mükemmel bir şekilde yetişti.
      On iki imamın altıncısıdır. Silsile-i sâdâttandir.
      İmam-ı Azam hazretlerinin üstadı ve mürşididir.
      İmam-t Azam hazretleri onun için, “Son iki sene olmasaydı Numan helak olurdu,” buyurdu.
      Cafer Sadık hazretlerinin karizması olduğu için. bâzı kötü niyetli kişiler, yazmış oldukları fesad ve bozgunculuk dolu kitaplarını ona isnâd ettiler. Fal, yıldıznâme gibi bâzı İslâm dışı kitaplarda “Caferi Sadık buyurdu” diyerek yapılan rivayetlerin hepsi uydurmadır ve hepsi yalandır. Hatta “Caferi mezhebinin” Caferi Sadık hazretleriyle asla bir alakası yoktur. Sadece o büyük zatın mübarek adını su-i istimal ettiler.
      Caferi Sâdık hazretleri bir mürşid-i kâmil idi. Bütün hayatını halkı irşâd etmek ve onlara İslâm dinini öğretmekle geçirdi. 0 dönemin siyâsî ve politik çalışmaların içinde de asla bulunmadı. 148 (M. 765) yılında Mekke’de vefat etti. Kabri Cennetü’l-bakîdedir.

      Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri, Fatih Yayınevi: 2/318.

    131. Sehl bin Abdullah Tüsteri (k.s.) hazretleri Kimdir ?
      Sehl bin Abdullah Tüsteri (k.s.) hazretleri, evliyâ’nm büyüklerindendir. 200 (M. 81 S) yılında doğdu. İyi bir eğitim gördü.
      Dayısı Muhammed bin Suvâr’dan ders aldı. Zünnûn-i Mısrî hazretlerine talebe ve mürid oldu. Takva sahibi idi.
      Geceleri ibâdetle geçirirdi. 30 sene yatsının abdestiyle sabah namazı kıldığı rivayet edilir.
      Duası makbuldü. Bir ara vali Yakub bin Leys hasta olmuştu. Doktorlar tedaviden acizdiler. Ona senin bölgende Sehl bin Abdullah var, onun duasını al şifa bulursun, dediler. O da Sehl bin Abdullah hazretlerine gelip dua etmesi için ricada bulundu. Sehl bin Abdullah; senin hapishanende suçsuz insanlar yatarken, senin için yapmış olduğum dua nasıl kabule mazhar olur,” dedi. Bunun üzerine vali hapishanesinde bulunan bütün suçluları salıverdi. Sehl bin Abdullah: Ya Rabbi bu zata ma’siyet ve musibet zilletini gösterdiğin gibi taat ve izzeti de göster. Bunu yakalanmış olduğu hastalıktan kurtar,” diye ona dua etti:. Vali iyileşti. Vali. Sehl bin Abdullah hazretlerine çok mal, altın ve gümüş vermek istedi. Sehl bunları kabul etmedi, çevresindeki talebe ve muridleri: “Keşke kabul edip fakirlere dağıtsaydı. dediler. Bunun üzerine Sehl bin Abdullah Tüsteri hazretleri, taş ve kayalara nazar etti. Taş, kaya ve çakıl taşları altın ve mücevherat kesildiler.
      283 (M. 896) yılında Basra’da vefat etti.

      Kaynak: İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri,: 2/363.

    132. Tağut Kimdir?

      Kur’an da “tağut” diye birinden söz ediliyor… kimdir, necidir… ne gibi özellikleri var?
      Günümüzde de benzerleri var mı.. ?

      Tağut, “azgın, sapkın, imansız, ilah gibi say­gı gören, sapan ve saptıran” anlamında bir te­rim. Bir kişi adı değil elbette. Bir cansız mad­de, bir ağaç, bir hayvan, bir put da olabilir, bir insan da. her ne ki kişiyi Allah’tan uzaklaştırıyor. inkara götürüyor, cehenneme sürüklü­yor, o tağuttur. özellikle kimi insanlar …
      Ne tür insanlar bunlar? Ortak yönleri var­dır bunların … Allahı tanımazlar … nefislerine uyar, onun isteklerini yapar, herkesi de ken­dine benzetmeye çalışırlar… iman edenleri engellerler…

      Buyruklan altındaki insanlann hayatlannı kendileri düzenlemek ister, Vİc­danlara bile baskı yaparlar … yani tirandırlar, diktatördürler. .. sınırsız egemenlikleri vardır, başkasının işe kanşmasına asla izin vermez­ler … Onun fikrine uygun olmayan fikirler söylemekbüyük hatadır. KibirlidirIer, ken­dilerini herkesten büyük görürler … İlkeler, kurallar, yasalar koyar, herkesi bunlara uy­maya zorlarlar, kendileri uymazlar… Ölü­münden sonra bile hükümleri yürüsün, dü­şünceleri kalıcı olsun isterler … Her yerde ol­mak, her şeyi denetim altında tutmak gibi bir tutkulan vardır … bu yüzden resimlerini, heykellerini yaptırır, yaygınlaştırırlar … canları ne isterse onu yapar, kimseye hesap ver­mek istemezler … eleştiriye kapalıdırlar … övülmekten hoşlanırlar, bu yüzden çevreleri dalkavuklarla doludur … kendilerine uyanlar için yalancı cennetleri, uymayanlar için de cehennemleri vardır … ·- İbrahimleri ateşlere atarlar. .. zalimdirler, haklan çiğner, sınır ta­nımazlar … onun her sözünü buyruk sayan kullan vardır … eğitim, öğretim, yeni kullar yetiştirmek anlamına gelir …

      Düşüncelerini, uygulamalannı yapay bir din haline getirirler … bunun için kimi yerleri, zamanları, kişileri kutsallaştırırlar … yanı başlarında da elçileri vardır … yardımcılar bulundururlar firavunun veziri “haman” tipinde … zenginle­ri vardır “karun” tıynetinde … şimdi günü­müze bak … özellikle yakın tarihlere … nice ti­ranlar, dikta meraklıları, sınırsız egemenler, din yıkıcılar gelip geçmedi mi dünyadan … şim­di de yok mu böyleleri … eskiden fıravunlar, nemrutlar. şeddatlar vardı. .. bunlardan yal­nız tarih bilgisi vereyim diye söz etmiyor Kur’an … birer “tip”ti bunlar … her dönemde ben­zerleri olmuş. oluyor, olacak … onları tanıma­mızı istiyor bizden … peygamberlerin. ermiş­lerin önündeki en büyük engeller … Allahın emirlerini. yasaklarını, kendi egemenlik ala­nına yönelmiş birer tehdit gibi gördüler. gö­rüyorlar … bu yüzden engel oldular dine, ken­di kullarını yitirmemek için …

      Onlardan geriye ne kaldı? dev gibi heykel­ler, koca piramitler, birer yıkıntıya dönüşen saraylar … kendileri silinip gittiler … yalnız kötü namları kaldı belleklerde … şimdi var olanlar da gidecekler … kabir onları gözlü­yor … cehennem pusuda … “Allah iman eden­lerin dostudur. onları karanlıklardan nura çıkarır, inanmayanların ise dostu tağuttur. onları nurdan karanlıklara çıkarırlar, onlar

      İşte ateş sahipleri. hep orada kalacaklardır” diyor ayet … fazla söze ne hacet …

    133. Kuşlar Ne Diyor ?
      İmam-ı Begavi hazretleri, Kab-ül-Ahbar hazretlerinden nakleder:
      Süleyman aleyhisselamın bildirdiğine göre, bazı kuşlar, öterken derler ki:
      Tavus kuşu: Cezalandırdığın gibi cezalandırılırsın.
      Hüdhüd: Merhamet etmeyene merhamet olunmaz.
      Göçeğen: Ey günahkârlar, Allahü teâlâdan af ve mağfiret isteyin!
      Kaya kuşu: Her canlı ölecek, her yeni eskiyip çürüyecektir.
      Kırlangıç: Ne yaparsanız, onu bulursunuz.
      Güvercin: Yeri göğü mahlûkatla dolduran Rabbimi, noksan sıfatlardan tenzih ederim.
      Kumru: Sübhâne Rabbiyyel-a’lâ.
      Karga: Allahü teâlâ her şeyi helak edecektir.
      Kustat kuşu: Susan, başına belâ ve musibet gelmesinden kurtulur.
      Papağan: Düşüncesi dünya olan kimseye yazıklar olsun!
      Doğan: Sübhâne Rabbî ve bihamdihî.
      Yukarıdaki kuşların ötüşleri, konuşmaları, yalnız bu sözlere ve manalara mahsus değildir. Neml suresinde, karınca ve hüdhüdün konuşmalarının bildirilmesinden, ihtiyaca göre öterek ses çıkardıkları, konuştukları anlaşılmaktadır.
      Kuşların, diğer vahşi hayvanların sesleri ve kâinattaki hareketlerin hepsi, Allahü teâlânın, peygamberlerine ve evliyasına hitabıdır. Evliya, bu ses ve hareketleri makamları ve derecelerine göre anlar; çünkü peygamberler, kuşların ve diğer hayvanların dillerini aynen bilirler. Evliya-yı kiram ise, onların dillerini aynen bilemez. Sadece, onların seslerinden kendi hallerine ait olan hususları, Allahü teâlânın kalblerine ilham etmesiyle bilirler.

      Kaynak : (Ruh-ul-Beyan, Peyg. Tarihi Ans.)

    134. Duanın Kabul Edildiği Bâzı Mekânlar
      Duâ için, kabul edilmesinin umulduğu bâzı mekânlar (yerler) vardır. Meselâ:
      1- Kabe ilk görüldüğü ân,
      2- Üç büyük mescid görüldüğü ân,
      a) Mescid-i Haram,
      b) Mescid-i Nebevî,
      c) Mescid-i Aksa,
      3- En’âm sûresinin 124′ncü âyetinde bulunan iki lafzatüllah arasında durulup dua edildiği zaman. O mübarek âyet şudur:
      “Bunlara bir âyet geldiği zaman, “Allah’ın peygamberle-rine verilen risâlet, aynıyla bizlere verilmedikçe sana asla iymân etmeyiz,” diyorlar. Allah, risâletini nereye tevdi edeceğini daha iyi bilir… Mekkârlıklanndan dolayı öyle mücrimlere, yarın Allah yanında, hem bir küçüklük, hem pek şiddetli bir azap isabet edecek.
      4- Tavafta yapılan dua,
      5- Mültezem’de (kâbenin kapısında) yapılan dua,
      6- Zemzem kuyusunun yanında,
      7- Zemzem suyunu içerken,
      8- Safa ve Merve (tepelerinin) üzerinde, (1/298)
      9- Safa ile Merve arasında sa’y yaparken,
      10- Makam-ı ibrahim’in arkasında,
      11 – Arafatta,
      12-Müzdelifede,
      13- Minâ’da,
      14- Üç Cemerâtta; hacda üç yerde şeytana taş attıktan sonra,
      10-Peygamberler (a.s.) hazretlerinin kabirlerinin yanında
      okunan dualar makbuldür. Denildi ki, Efendimiz (s.a.v.) haz­retlerinin kabr-i şeriflerinden başka hiç bir peygamberin kabri kesin olarak bilinmemektedir. İbrahim Aleyhisselâm’m kabri şeriflerinin yeri tam olarak bilinmeksizin sûrun içindedir. Yâni bulunduğu çevre biliniyor. Diğer peygamberlerin kabirleri hakkındaki bütün rivayetler, kesin değildir.
      11 – Sâlihlerin kabirlerinin yanında okunan dualar. Ehlince bilinen şartlara riâyet edildiği zaman, sâlihlerin (evliyâ’nın) kabirleri yanında yapılan duaların kabul olduğu tecrübeyle sabittir.
      Allah’ım, üzerimize sâlihlerin bereketini saç. Âmin
      Duada Tevessül
      Kişiye gereken, Esmâ-i hüsnâ (Allahü Teâlâ hazretlerinin güzel isimleriyle) ona dua etmesi ve selef-i kiramdan rivayet ve nakil ile gelen tesirli dualar ile dua etmektir. Dua’da sâlihler, evliya ve peygamberler ile tevessül ederek Allah’a dua edilmelidir

    135. Muhyiddini Arabi Hazretlerinin Duası

      Ey zerrelerden seyyarelere kadar canlı cansız bütün mevcûdâtı kabza-ı tasarrufunda bulunduran Yüceler Yücesi Rab! Ey hiç açılmaz gibi görünen kapıları sevdiği kulları için peşi peşine ardına kadar açan Müfettihu’l-Ebvâb! Ey varlığına bir başlangıç ve bir nihayet asla sözkonusu olmayıp eşya ve hâdiselere sürekli hükmeden Müsebbibü’l-Esbâb!

      Talebinden bile âciz olduğumuz lütuf kapılarını biz nâçâr kulların için de aralamanı; dünya ve ukba saadetine vesile olabilecek şekilde sebepleri bizim için de musahhar kılmanı diliyoruz. Bizi sadece Senin hoşnutluğuna götürebilecek işlerle meşgul.. adaletine nihayetsiz güven ve itimat içinde olan.. Senin kapından başka yerlerde dilencilikte bulunmayan.. sadece Senin rahmetine itimat edip insanların ellerindeki şeylere karşı her zaman müstağnî davranan.. Sana inanan, Sana güvenen, Sana dayanan.. Senin için olmayan her şeyden ve herkesten uzak duran.. hükmüne gönülden boyun eğip yürekten râm olan.. birer imtihan vasıtası olan musibetlere karşı sabır kalesine sığınan.. dilinde sürekli Senin nâm-ı celîlin, gece-gündüz ulu dergahına el açıp yana yakıla yalvaran.. dünyanın dünyaya bakan bütün yönlerinden uzaklaşıp âhiret iştiyakıyla yanıp tutuşan.. hüşyar bir kalble sürekli Sana teveccühte bulunan.. ‘lezzetleri acılaştıran mevt’i her zaman hatırlayıp davranışlarını hep ölüm ötesi hayata göre tanzim eden… bahtiyar kullarından eyle!.

      “Ya Rabbena! Rasûllerin vasıtasıyla bize va’d ettiğin mükâfâtları lutfet; bizi kıyamet günü rüsvay ve perişan eyleme! Va’dinden dönmek kendisi için muhal olan yegâne zât Sensin!”
      Dua edenlere cevap veren, ızdırapları dindirip ihtiyaçları gideren Yüce Allahımız! Bizi salih ameller işleme hususunda muvaffak kılmanı niyaz ediyoruz. Ne olur, tevfîkini refîkimiz, sırat-ı müstakîmini de tarîkimiz yap.. bizi neticesi itibariyle hayır olan maksatlarımıza ulaştır.. “Sen nâdim olup gözyaşı döken kullara, kapısı her zaman açık olan Tevvâb ü Rahîmsin; bizim tevbelerimizi de kabul buyur!”

      Allahım! Senin inayetinle sabahladık, Senin inayetinle akşamladık. Yaşarsak Senin inayetinle yaşar ve Senin izninle ölürüz. Dönüşümüz de Sanadır. Allahım! Bize doğruları mahiyet-ü nefsi’l-emriye dediğimiz gerçek yüzleriyle göster ve onları harfiyyen yerine getirmeye muvaffak eyle.. yanlış ve çirkin şeyleri de yine gerçek yüzleriyle bildir ve o çirkin şeylerin avucuna düşmekten bizleri muhafaza buyur.. bize müslümanca bir hayat ve Senin yüce huzuruna gelmeye yakışır bir ölüm nasip et.. olmasına hükmettiğin şeylerin şerrinden bizi koru.. zâlimlerin şerlerini, komplolarını, tuzaklarını üzerimizden def ü ref’ eyle ve bizi inananların dualarına ortak kıl..

      Allahım! Ümmet-i Muhammed’in hata ve kusurlarını yarlığa.. ümmet-i Muhammed’e merhamet buyur.. ümmet-i Muhammed’in önündeki engelleri kaldır, muzafferiyet ve muvaffakiyet yolları aç.. ümmet-i Muhammed’i şerîrlerin şerlerinden, zâlimlerin zulmünden, fâsıkların fıskından, münafıkların entrikalarından sıyanet buyur!..
      Ey mücrimlerin kusurlarından dolayı nedamet duyup ulu dergahına koşuştukları Sevgili Rabbimiz! Biz de hata, kusur, günah ve isyanlarımızdan dolayı pişmanız. Mukarreb ibâdının yüzüne baktığın gibi bize de rahmet ve merhametinle teveccüh buyur!

      Ey değişik sebeplerle korku ve endişe içerisine düşen kullarının korkularını izale eden Kudreti Sonsuz Rab! ‘Mümin’ isminin tecellîleriyle lütuf buyur ve bizim endişelerimizi de berteraf eyle!
      Ey yolunu kaybetmiş şaşkınlara değişik ‘ferec ve mahreç’ler gönderen Mevlâmız! Sonu Cennet’e ve Cemâlullah’a çıkan yolları bizlere de göster!
      Ey türlü türlü dalâletlere saplananları düştükleri bataklıklardan çıkarıp çemenzârlarda dolaştıran yegâne Hâdî! Bizi de sırat-ı müstakîme hidayet buyur!

      Ey yardım çağrısında bulunanların imdadına koşan Merhametliler Merhametlisi Rabbimiz! Bize de imdat eyle!
      Ey ümitsizlik vâdilerinde çaresizlik içinde bir o yana bir bu yana gayesiz dolaşıp duranlara ümit ve reca kapıları aralayan Rahmet Sultanı! Ümitlerimize fer ver!
      Ey isyankâr kullarına her zaman rahmetiyle muamelede bulunup onlara dönüş yolları hazırlayan Ulu Yaratıcı! Biz de isyan üstüne isyan işledik. İşlediğimiz cürümlerin hadd ü hesabı yok. Sen rahmetini bizden de esirgeme!

      Ey günahkarların günahlarını yarlığayan Rabb-i Rahîmimiz! Bizim günahlarımızı da mağfiret buyur!
      Yüce Allahımız! “Bizi affet, kusurlarımızı bağışla ve bizim hayatımızı da iyilerle beraber nihayetlendir.. günahlarımızı mağfûr, kusurlarımızı mestûr, kalblerimizi de mahfûz eyle.. sadırlarımıza inşirah ver.. Ey gizli ve sürpriz lütufların sahibi Rabbimiz, endişe edip korktuğumuz hususların gelip başımıza üşüşmesinden bizleri muhafaza et!
      Ya Rabbenâ, Ya İlâhenâ ve ya Mevlânâ! İşlerimizi kolaylaştır.. bizi, anne-babalarımızı, büyüklerimizi, hocalarımızı, arkadaşlarımızı, dostlarımızı, üzerimizde hakkı bulunan kimseleri ve cümle ümmet-i Muhammed’i mağfiret buyur!

      Ey feyiz sağanaklarıyla sürekli tecellî üstüne tecellîde bulunan Rahmeti Sonsuz! Bilumum belalardan ve hastalıklardan Sen bizi koru!
      Senin, rahmetine, inayetine, hıfz u riayetine itimad ederek bütün bunları Senden dileniyoruz, ey Merhametliler Merhametlisi Rabbimiz! N’olur, bizleri, ettiği dualar geri çevrilen mahrum ve talihsiz kullardan eyleme! Amin!..

    136. • Hâinlere emin, emin olanlara hâin denilecek ve “şurada emin bir insan vardır” denilecek kadar emin insan sayısı azalacak.

      • Kişiye, şerrinden korkulduğu için ikramda bulunulacak. Görünüşte dost fakat esasında düşman insan sayısı artacak, sözler hep yalan ve birbirine muhalif olacak, amir ve memur çok, doğru iş yapan az olacak.

    137. NİYET ve İHLAS

      Abdullah ibn-i Ömer (r.a.)in rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
      Sizden önceki kavimlerden üç kişi yolculuğa çıkmışlardı. Yola devam ederken yağmur bastırdı (diğer bir rivayete göre gecelemek için) ve dağdaki bir mağaraya sığındılar. Dağdan düşen bir kaya içinde bulundukları mağaranın ağzını kapattı. Kendi aralarında, “Allah rızası için yaptığınız salih amellerinizi araştırın ve onu vesile ederek Allah’a dua edin. Bu şekilde belki mağaranın kapısı açılır.”
      İçlerinden biri şöyle dedi: ” Allahım! Benim çok ihtiyar annem ve babam vardı. Diğer taraftan küçük çocuklarımda vardı. Ben koyun otlatarak onları geçindiriyordum. Akşam eve geldiğimde koyunları sağar çocuklarımdan önce anne ve babama sütlerini içirirdim. Birgün geciktim, eve gelene kadar gece oldu. Geldiğimde annem ve babam uyumuşlardı. Her zaman olduğu gibi ben sütleri sağdım ve elimde süt tası olduğu halde başlarında beklemeya başladım. Onları üzmemek için uyandırmak istemiyor, onlardan önce çocuklara süt vermek de istemiyordum. Çocuklar ise bu arada ayaklarımın dibinde açlıktan ağlaşıyorlardı. Nihayet sabah oldu. Uyandılar ve sütlerini içirdim. Ya Rabbi! Eğer bunu senin rızan için yapmışsam, bize gökyüzünü görebileceğimiz (ve mağaradan çıkabileceğimiz) bir yol aç.” Bunun üzerine Allah, mağaranın kapısının üçte biri kadar taşı araladı ve gökyüzünü görebildiler.

      İkincisi şöyle dedi: ” Allahım! Amcamın bir kızı vardı ki, onu bir erkek bir kadını ne kadar sevebilirse okadar seviyordum. Onunla beraber olmak istedim ama teklifimi kabul etmedi. (Birkaç sene sonra bir kıtlığa uğrayınca bana başvurdu, ben de kendisini bana teslim etmek şartıyla) ona yüz (diğer rivayete göre yüzyirmi) dinar verdim. Fırsat bulup bir araya gelince cinsi münasebete başlamak üzere iken, “Allahtan kork da haksız olarak mührümü bozma ” dedi. Bende, (Allahtan korkarak) kalktım bu çok sevdiğim kadından uzaklaştım. Altınlarıda almadım, ona bıraktım. (Taberaninin rivayetinde şu ilaveler var: İlişkiye girmek için onu açtığımda titredi. “Ne oluyor, niçin titriyorsun?” dedim. “Alemlerin Rabbi olan Allahtan korkuyorum.” dedi. Bunun üzerine ben; “Bu sıkışık halinde sen Allahtan korkuyorsun. Bolluk ve rahatda olan ben korkmuyorum” diyerek onu da verdiğim parayıda bırakıp kalşktım.) Ya Rabbi! Eğer bunu senin rızan için yapmışsam bize çıkabileceğimiz bir yol aç.” Bunun üzerine mağaranın kapısı üçte biri kadar daha açıldı (ama açılan yer çıkabilecekleri kadar yoktu.)

      Üçüncüsüde şöyle dedi: Allahım! Ücretle amele tuttum. iş bitince ücretlerini verdim ancak biri (ücreti az bulup) almadan gitti. Onun ücretini ürettim, onun namına çobanlarıyla beraber sığır vekoyun sürüleri meydana geldi. Bir müddet sonra gelip (Allahtan kork ve ücretimi ver) dedi. Bende ” çobanlarıyla beraber bu sürüler senin git, al” dedim. “Allahtan kork da benimle alay etme” dedi. Bende ” Alay etmiyorum. bunlar senindir, al” dedim. O da alıp gitti. Ya Rabbi! Eğer bunu senin rızan için yapmışsam yolumuzu aç.” Mağaranın kapısının geri kalan kısmı da açıldı ve çıkıp yollarına devam ettiler.

      (et-Tac, Niyet ve İhlas, Cilt:1, Sayfa: 52,53 – Riyazüs-Salihin ve Tercümesi (DİB) Cilt:1, Sayfa:12 – 16)

    138. Hem Hadis-i Şerif Hem Dua

      ALLAH’IM! Bana azgınlık yapana karşı bana yardım et. Bana zulmedenden intikamımı al. Bedenime afiyet ver. Gözümü ve kulağımı bana faydalandır. Onları bana varisçi kıl. ( Hadis-i Şerif)
      ………………..
      ALLAH’IM! Fayda vermeyen ilimden, huzura kabul edilmeyen amelden, huşu sahibi olmayan kalpten, işitilmeyen duadan sana sığınırım. ( Hadis-i Şerif )
      ……………….

      ALLAH’IM! Gücün kudretinle afiyet ver, rahmetine girdir, Sana itaatle canımı al. Sevabını cennet kıldığın hayırlı bir amelimle son nefesimi al. ( Hadis-i Şerif)
      ………………..
      ALLAH’IM!Kıyamet gününde üzüntülü yapma. Karşılaşma günüde bizi zor durumda bırakma ( Hadis-i Şerif)
      …………………….
      ALLAH’IM! Senden hayrın hemen gelecek ve sonradan gelecek olanın tamamını –bildiğim olsun bilmediğim olsun- istiyorum. Allah’ım şerrin tamamından bildiğim olsun bilmediğim olsun sana sığınıyorum. ( Hadis-i Şerif)
      ………………………
      ALLAH’IM! Beni ilimle zenginleştir,hilimle süsle, takva ile zenginleştir, afiyetle güzelleştir. ( Hadis-i Şerif)
      ………………………

      ALLAH’IM! Bilerek yaptıklarımı, hatalarımı, günahlarımı bağışla. Allah’ım! En doğru işimde bana hidayet ver. Nefsimin şerrinden beni koru. ( Hadis-i Şerif)
      ……………………….
      ALLAH’IM!Kıyamet gününde üzüntülü yapma. Karşılaşma günüde bizi zor durumda bırakma. ( Hadis-i Şerif )
      ……………………..
      ALLAH’IM! Benden daha iyi bildiğin kusurlarımı, işlerimde aşırıya gitmemi, cehaletimi, hatalarımı bağışla. ( Hadis-i Şerif)
      ………………………
      ALLAH’IM! Kalbimi bolca şükreden,dilimi çokça zikreden kıl. ( Hadis-i Şerif)
      ……………………..
      ALLAH’IM! Nimetinin kaybolmasından, afiyetinin benden çevrilmesinden, ani azabından, gazabının tamamından sana sığınırım. ( Hadis-i Şerif)
      ……………………
      ALLAH’IM! Boş amellerden,ahlakın kötüsünden sana sığınırım. ( Hadis-i Şerif)

    139. Mü’min Ve Fâcirin Duası
      “Kuşeyrî risâlesi”nde buyuruldu. Haber’de şöyle rivayet olundu:
      “Muhakkak ki bir kul, Allah’a dua eder. O kul Allah’ın sevdiği bir bir kul ise, Allahü Teâlâ, Cebrail Aleyhisselâm’a şöyle der:
      -”Bu kulumun ihtiyacının gereğini yap, yerine getir; ama hemen verme, ihtiyacının kendisine verilmesini geciktirin. Çünkü ben bu kulumun sesini işitmeyi seviyorum,“
      Ama Allah’ın kendisine buğzettiği ve sevmediği bir kulu kendisine dua ettiği zaman da Allahü Teâlâ hazretleri, Cebrail Aleyhisselâm’a şöyle emir buyurur:
      -”Bu kulumun ihlası karşılığında onun ihtiyaçlarını giderin. İstediklerini hemen acele olarak kendisine verin. Çünkü ben onu sevmiyorum ve sesini işitmekten ikrah ediyorum.

      Kaynak :Kenzü’l-Ummâl hadis no: 3264

      İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri: 2/362.

    140. Ayrıca Receb ayında her gün şu duâ okunmalıdır:
      “Allahümme bârik lenâ fî Racebe ve şa’bâne ve belliğnâ Ramazâne” (Allahın, Receb ve Şa’banı bize mübarek eyle, bizi Ramazana yetiştir!)

    141. REGÂİB KANDİLİ

      Receb-i Şerîf ayında iki kandîl vardır. Birincisi ilk cuma gecesi Regâib Kandili; ikincisi yirmi yedinci gecesi Mi’râc Kandilidir. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Recep ayının ilk Cuma gecesinden gâfil olmayın. Muhakkak o öyle bir gecedir ki; melekler onu reğaib gecesi diye isimlendirirler.” Gecenin üçte biri geçtikten sonra arz ve semâvâtta bulunan bütün melekler Ka’be-i Muazzama ve çevresinde toplanırlar. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak: “Ey meleklerim! Dileyin benden, ne dilerseniz, yerine getireceğim”, buyurur. Bütün melekler: “Yâ Rab! Senden Recep ayında çok oruç tutanları affetmeni istiyoruz.”, diye niyâz ederler. Cenâb-ı Hak: “İsteğinizi kabûl ettim. Onları affettim” buyurur. (Nüzhetül-Mecâlis, 1/155)

      REGÂİB GECESİ VE BU GECEDE YAPILACAK İBÂDETLER

      Receb-i şerîfin ilk cuma gecesi, yani yarın akşam Regâib Gecesi’dir. Bu geceyi oruçlu olarak karşılamalıdır.

      Regâib Gecesi, akşamla yatsı arasında 12 rek’at Hâcet namazı kılınır. İki rek’atte bir selâm verilerek kılınan bu namazda, Fâtiha’dan sonra her rek’atte 3 İnnâ enzelnâhü… sûresi ile 12 İhlâs-ı şerîf okunur.

      Namazdan sonra, 7 Salât-ı Ümmiye okunup secdeye varılır.

      Salât-ı Ümmiye şudur: “Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedi’nin-nebiyyi’l-ümmiyyi ve alâ âlihî ve sahbihî ve sellim.” Secdede 70 defa: “Sübbûhun kuddûsün rabbünâ ve rabbü’l-melâiketi ver-rûh” okunur. Secdeden kalkıp bir defa:

      “Rabbiğfir verham ve tecâvez ammâ tâ’lem. İnneke ente’leazzü’l-ekrem” denilir. Tekrar secdeye varılıp yine 70 defa “Sübbûhun kuddûsün rabbünâ ve rabbü’l-melâiketi ver-rûh” okunur.

      Secdeden baş kaldırılıp duâ edilir. Duâ anında Allâh’a şu şekilde ilticâ etmelidir: “Allâhümme bârik lenâ recebe ve şâ’bâne ve belliğnâ ramazân.”

      Regâib Gecesi’nden sonraki gündüzde, yani cuma günü öğle ile ikindi arasında, 2 rek’atte bir selâm verilerek 4 rek’at teşekkür namazı kılınır.

      Her rek’atte 1 Fâtiha, 7 Âyetü’l-Kürsî, 5 İhlâs-ı şerîf, 5 Kul eûzü birabbi’l-felak, 5 Kul eûzü birabbi’n-nâs sûreleri okunur.

      Namazdan sonra 25 defa: “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l-azıymi’l-kebîri’l-müteâl”, 25 defa: “Estağfirullâhe’l-azıym ve etûbü ileyk” diyerek istiğfâr ve sonra da duâ edilir. (Duâ ve İbâdetler, Fazilet Neşriyat)

    142. 1. İlk cuma gecesi “Regâib Kandili”,

      2. Yirmiyedinci gecesi “Mî’rac Kandili”dir.

      Bu ayin birinci gecesi bir tesbih namazı kılınır. Veya Receb-i Şerif’in ilk onu zarfında bir def’aya mahsus olmak üzere kılınan on rek’at namaz da kılınabilir.

      Recep ayında her gün, başında ve sonunda 7’şer Fâtiha okumak suretiyle 100 İhlâs-ı Şerif okumak da çok sevaptır. Bu ayda, mümkün olduğu kadar Hatm-i enbiyâ yapmalı ve oruç tutmalıdır. 13, 14, ve 15’inci günlerinde oruç tutanlar, bu sünnet-i seniyyeyi yerine getirdiklerinden, nice hastalıklardan sifa bulurlar

      Receb’in; 1’i ile 10’u arasında, 11’i ile 20’si arasında ve 21’i ile 30’u arasında olmak üzere sadece birer defa kılınacak 10’ar rek’at Hâcet namazı vardır. Bunların her üçünün de kılınış şekli aynıdır. Yalnızca namazların sonlarında okunacak duâlarda fark vardır. Bu namazlar, akşamdan sonra da, yatsıdan sonra da kılınabilir. Fakat, cuma ve pazartesi gecelerinde ve bilhassa teheccüd vaktinde kılınması efdaldir.

      Bu namaz, mü’min ile münâfığı ayırır. Bu 30 rek’at namazı kılanlar, hidâyete ererler. Münâfıklar bu namazı kılamazlar. Bu namazı kılanın kalbi ölmez. Bu 30 rek’at namaz Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz’in berberi, Selmân-ı Pâk (r.a.) hazretleri tarafından rivâyet edilmiştir.

      Kılınış şekli: Hâcet namazına şu niyetle başlanır: “Yâ Rabbî, beni, dünyayı teşrifleriyle nûra gark ettiğin Efendimiz hürmetine, sevgili ayın Receb-i şerif hürmetine, feyz-i ilâhine, afv-ı ilâhine, rızâ-i ilâhine nâil eyle. Âbid, zâhid kulların arasına kaydeyle. Dünya ve âhiret sıkıntılarından halâs eyle. Rızâ-i şerifin için, Allâhü Ekber.”

      Her rek’atte 1 Fâtiha, 3 Kulyâ eyyühe’l-kâfirûn, 3 İhlâs-ı şerif okuyup, 2 rek’atte bir selâm verilir. Böylece 10 rek’at tamamlanır.

      ` İlk on gün içinde kılınan namazdan sonra, 11 defa “Lâ ilâhe illallâhü vahdehû lâ şerîke leh. Lehü’l-mülkü ve lehü’l-hamdü yuhyî ve yümît. Ve hüve hayyün lâ yemûtü biyedihi’l-hayr. Ve hüve alâ külli şey’in kadîr” okunup duâ edilir.

      ` İkinci on gün içinde yani Receb’in 11’i ile 20’si arasında kılınan 10 rek’atten sonra, 11 defa: “İlâhen vâhıden ehaden sameden ferden vitren hayyen kayyûmen dâimen ebedâ” okunup duâ edilir.

      ` Üçüncü on gün içinde, yani Receb’in 21’i ile 30’u arasında kılınan 10 rek’atten sonra da 11 kere: “Allâhümme lâ mânia limâ â’tayte, velâ mû’tiye limâ menâ’te, velâ raadde limâ kadayte, velâ mübeddile limâ hakemte, velâ yenfeu ze’l-ceddi minke’l-ceddü. Sübhâne rabbiye’l-aliyyi’l-â’le’l-vehhâb. Sübhâne rabbiye’l-aliyyi’l-â’le’l-vehhâb. Sübhâne rabbiye’l-âliyyi’l-â’le’l-kerîmi’l-vehhâb. Yâ vehhâbü yâ vehhâbü yâ vehhâb” okuyup duâ edilir. (Duâ ve İbâdetler, Fazilet Neşriyat)

    143. Üç ayların faziletleri

      RECEB AYI: Dört kıymetli aydan biridir. Bir âyet-i kerime meali:
      (Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günden beri, ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü, haram [hürmetli] olan aylardır.) [Tevbe 36]

      Resulullah efendimiz, Receb ayına çok değer verir ve “Ya Rabbi, Receb ve Şabanı bizler için mübarek kıl ve bizi Ramazana eriştir” diye dua ederdi.

      Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
      (Haram aylar, Receb, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem’dir.) [İbni Cerir]

      (Haram aylarda Perşembe, Cuma ve Cumartesi günleri oruç tutana iki yıllık ibadet sevabı yazılır.) [Taberani]

      (Haram aylarda bir gün oruç tutup bir gün yemek çok faziletlidir.) [Ebu Davud]

      (Receb ayında Allahü teâlâya çok istiğfar edin; çünkü Allahü teâlânın, Receb ayının her vaktinde Cehennemden azat ettiği kulları vardır. Ayrıca Cennette öyle köşkler vardır ki, ancak Receb ayında oruç tutanlar girer.) [Deylemi]

      (Cennette öyle köşkler vardır ki, onlara ancak Receb ayında oruç tutanlar girer.) [Deylemi]

      (Allahü teâlâ, Receb ayında oruç tutanları mağfiret eder.) [Gunye]

      (Receb-i şerifin bir gün başında, bir gün ortasında ve bir gün de sonunda oruç tutana, Receb’in hepsinde tutmuş gibi sevab verilir.) [Miftah-ül-cennet] (Başında demek, ayın ilk günleri demektir. Ortası, ortadaki günlere yakın olan günler, sonu da, ayın son günleri demektir.)

      (Ramazan ayı dışında Allah rızası için bir gün oruç tutan, iyi bir yarış atının bir asırda alacağı mesafe kadar Cehennemden uzaklaşır.) [Ebu Ya’la]

      (Şu beş gecede yapılan dua geri çevrilmez: Regaib gecesi, Şabanın 15. gecesi, Cuma gecesi, Ramazan bayramı ve Kurban bayramı gecesi.) [İ. Asakir]

      (Allahü teâlâ, Receb ayında hasenatı kat kat eder. Bu ayda bir gün oruç tutan, bir yıl oruç tutmuş gibi sevaba kavuşur. 7 gün oruç tutana, Cehennem kapıları kapanır. 8 gün tutana Cennetin 8 kapısı açılır. 10 gün tutana, Allahü teâlâ istediğini verir. 15 gün oruç tutana, bir münâdi, “Geçmiş günahların affoldu” der. Allahü teâlâ, Nuh aleyhisselamı Receb’de gemiye bindirdi. O da, Receb ayını oruçlu geçirip oradakilere oruç tutmalarını emretti.) [Taberani]

      (Receb’de, takva üzere bir gün oruç tutana, oruç tutulan günler dile gelip, “Yâ Rabbi, onu mağfiret et” derler.) [Ebu Muhammed]

      Recebin ilk Cuma gecesine Regaib gecesi denir. Her Cuma gecesi kıymetlidir. Bu iki kıymetli gece bir araya gelince, daha kıymetli oluyor. Allahü teâlâ, bu gecede, müminlere, ragibetler [ihsanlar, ikramlar] yapar. Regaib, ihsanlar, ikramlar demektir. Bu geceye hürmet edenleri affeder. Regaib gecesi yapılan dua kabul olur, namaz, oruç, sadaka gibi ibadetlere, sayısız sevaplar verilir.

      ŞABAN AYI: Resulullah efendimiz, Şaban ayına da çok değer verir ve “Ya Rabbi, Receb ve Şabanı bizler için mübarek kıl ve bizi Ramazana eriştir” diye dua ederdi.

      Âişe validemiz buyuruyor ki:
      (Resulullahın, hiçbir ayda, Şaban ayından daha çok oruç tuttuğunu görmedim. Bazen Şabanın tamamını oruçla geçirirdi.) [Buhari]

      Şaban ayında niçin çok oruç tuttuğu sorulduğu zaman Resulullah efendimiz buyurdu ki:
      (Şaban, öyle faziletli bir aydır ki, insanlar bundan gâfil olurlar. Bu ayda ameller, âlemlerin Rabbine arz edilir. Ben de amelimin oruçluyken arz edilmesini isterim.) [Nesai]

      Bu konudaki hadis-i şeriflerden bazıları şöyledir:
      (Ramazan’dan sonra en faziletli oruç, Şaban ayında tutulan oruçtur.) [Tirmizi]

      (Şaban’da üç gün oruç tutana, Allahü teâlâ Cennette bir yer hazırlar.) [Ey oğul ilmihali]

      Bünyesi zayıf olanın, Şabanın 15 inden sonra oruç tutmayıp, farz olan Ramazan-ı şerif orucuna hazırlanması iyi olur. Sağlığı yerinde olan ise, Şaban ayının çoğunu, hatta tamamını oruçlu geçirebilir.

      Berat gecesi, Şaban ayının on beşinci gecesidir. Yani 14 Şabanın bittiği günün gecesidir.

      Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
      (Şabanın 15. gecesini ibadetle, gündüzünü de oruçla geçirin! O gece Allahü teâlâ buyurur ki: “Af isteyen yok mu, affedeyim. Rızk isteyen yok mu, rızk vereyim. Dertli yok mu, sıhhat, afiyet vereyim. Ne isteyen varsa, istesin vereyim” Bu hâl, sabaha kadar devam eder.) [İbni Mace]

      (Şu beş gecede yapılan dua geri çevrilmez. Regaib gecesi, Berat gecesi, Cuma gecesi, Ramazan ve Kurban bayramı gecesi.) [İ. Asakir]

      Bu geceyi ganimet bilmeli, tevbe istiğfar etmeli, kaza namazı kılmalı, Kur’an-ı kerim okumalı, Bilhassa ilim öğrenmelidir. En kıymetli ilim, doğru yazılan ilmihal bilgileridir.

      RAMAZAN AYI: Peygamber efendimiz, Ramazan-ı şerifin fazileti hakkında buyuruyor ki:
      (Ramazan ayı mübarek bir aydır. Allahü teâlâ, size Ramazan orucunu farz kıldı. O ayda rahmet kapıları açılır, Cehennem kapıları kapanır, şeytanlar bağlanır. O ayda bir gece vardır ki, bin aydan daha kıymetlidir. O gecenin [Kadir gecesinin] hayrından mahrum kalan, her hayırdan mahrum kalmış sayılır.) [Nesai]

      Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
      (Ramazan ayı gelince, “Hayır ehli, hayra koş, şer ehli, kötülüklerden el çek” denir.) [Nesai]

      (Ramazan gelince, Allahü teâlâ meleklere, müminlere istiğfar etmelerini emreder.) [Deylemi]

      (Farz namaz, sonraki namaza kadar; Cuma, sonraki Cumaya kadar; Ramazan ayı, sonraki Ramazana kadar olan günahlara kefaret olur.) [Taberani]

      (Peş peşe üç gün oruç tutabilenin, Ramazan orucunu tutması gerekir.) [Ebu Nuaym]

      (Bu aya Ramazan denmesinin sebebi, günahları yakıp erittiği içindir.) [İ.Mansur]

      (Ramazanın başı rahmet, ortası mağfiret, sonu ise, Cehennemden kurtuluştur.) [İ.Ebiddünya]

      (İslam, kelime-i şahadet getirmek, namaz kılmak, zekat vermek, Ramazan orucunu tutmak ve haccetmektir.) [Müslim]

      (Allahü teâlânın, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiç kimsenin hayaline bile gelmeyen nimet dolu sofrası, ancak oruçlular içindir.) [Taberani]

      İmam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki:
      Mübarek Ramazan ayı, çok şereflidir. Bu ayda yapılan, nafile namaz, zikir, sadaka ve bütün nafile ibadetlere verilen sevap, başka aylarda yapılan farzlar gibidir. Bu ayda yapılan bir farz, başka aylarda yapılan yetmiş farz gibidir. Bu ayda bir oruçluya iftar verenin günahları affolur. Cehennemden azat olur. O oruçlunun sevabı kadar, ayrıca buna da sevap verilir. O oruçlunun sevabı hiç azalmaz.

      Bu ayda, emri altında bulunanların, işlerini hafifleten, onların ibadet etmelerine kolaylık gösteren âmirler de affolur, Cehennemden azat olur. Ramazan-ı şerif ayında, Resulullah, esirleri azat eder, her istenilen şeyi verirdi. Bu ayda ibadet ve iyi iş yapabilenlere, bütün sene bu işleri yapmak nasip olur. Bu aya saygısızlık edenin, günah işleyenin bütün senesi, günah işlemekle geçer.

      Bu ayı fırsat bilmeli, elden geldiği kadar ibadet etmelidir. Allahü teâlânın razı olduğu işleri yapmalıdır. Bu ayı, ahireti kazanmak için fırsat bilmelidir.

      Kur’an-ı kerim Ramazanda indi. Kadir gecesi bu aydadır. Ramazan-ı şerifte iftarı erken yapmak, sahuru geç yapmak sünnettir. Resulullah bu iki sünneti yapmaya çok önem verirdi.

      İftarda acele etmek ve sahuru geciktirmek, belki insanın aczini, yiyip içmeye ve dolayısıyla her şeye muhtaç olduğunu göstermektedir. İbadet etmek de zaten bu demektir.

      Hurma ile iftar etmek sünnettir. İftar edince, (Zehebez-zama’ vebtellet-il uruk ve sebet-el-ecr inşaallahü teâlâ) duasını okumak, teravih kılmak ve hatim okumak önemli sünnettir.

      Bu ayda, her gece, Cehenneme girmesi gereken, binlerce Müslüman affolur, azat olur. Bu ayda, Cennet kapıları açılır. Cehennem kapıları kapanır. Şeytanlar, zincirlere bağlanır. Rahmet kapıları açılır. Allahü teâlâ, bu mübarek ayda Onun şanına yakışacak, kulluk yapmayı ve Rabbimizin razı olduğu, beğendiği yolda bulunmayı, hepimize nasip eylesin!

      Açıktan oruç yiyen, bu aya hürmet etmemiş olur. Namaz kılmayanın da, oruç tutması ve haramlardan kaçınması gerekir. Bunların orucu kabul olur ve imanları olduğu anlaşılır.

      Ramazanda oruç tutmak hakkındaki hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
      (Ramazan orucu farz, teravih namazı ise sünnettir. Bu ayda oruç tutup, gecelerini de ibadetle geçirenin günahları affolur.) [Nesai]

      (Ramazan orucunu farz bilip, sevap bekleyerek oruç tutanın günahları affolur.) [Buhari]

      (Ramazan orucunu tutup ölen mümin, Cennete girer.) [Deylemi]

      (Ramazan bereket ayıdır. Allah bu ayda, günahları bağışlar, duaları kabul eder. Bu ayın hakkını gözetin! Ancak Cehenneme gidecek olan, bu ayda rahmetten mahrum kalır.) [Taberani]

      (Ramazan ayında ailenizin nafakasını geniş tutun! Bu ayda yapılan harcama, Allah yolunda yapılan harcama gibi sevaptır.) [İbni Ebiddünya]

      (Oruçlunun susması tesbih, uykusu ibadet, duası makbul, ameli de çok sevaptır.) [Deylemi]

      (Oruçlu iken çirkin konuşmayın! Birisi size sataşırsa, “Ben oruçluyum” deyin!) [Buhari]

      Ramazan-ı şerifte, oruç tutmak çok sevaptır. Özürsüz oruç tutmamak büyük günahtır. Hadis-i şerifte, (Özürsüz, Ramazanda bir gün oruç tutmayan, bunun yerine bütün yıl boyu oruç tutsa, Ramazandaki o bir günkü sevaba kavuşamaz) buyuruldu. (Tirmizi)

      Ama dini bir mazeret varsa oruç tutmamak günah olmaz.

    144. Ayn Şin Kaf
      Aşk var olma sebebindeki gizemi çözmek…Çok özel ve güzel olan Rahman’da bakileşen, insanda acının oluşturduğu bir olgunlaşma…Dem-be-dem O’nunla beraber olmak…Her lahza
      özlem duymak, varlığı karşısında yok olmak…
      Ayn…
      Şin…
      Kaf..
      AŞK…
      Hz.İbrahim in ateşe atıldığı zaman ki teslimiyettir,
      Hz.Eyyub un hastalığa karşı sabrıdır, zaferidir,
      Hz.Davud un sesidir, eliyle demire şekil vermesidir,
      Hz.Musa nın kızıldenizi ikiye bölen asasıdır
      Hz.İsa nın kokusunu bile hissettiği Son Peygamberi müjdelemesidir
      Hz.Muhammed in allaha olan teslimiyetidir
      Hz.Muhammed söylüyorsa doğrudur diyen Hz.Ebubekr in sadakatidir
      Hz.Ömer in adaleti bile hayran bırakan adilliğidir
      Hz.Osman ın melekleri bile utandıran hayasıdır, edebidir
      Hz.Ali nin cesaretidir, ilmidir
      Hz.Yunus un cenneti istemeyip “Bana Seni gerek Seni” demesidir
      Çöllere düşen Mecnun un gözlerinin dağlanmasıdır
      Bülbülün güle ötüşü, ölen sahibin başında bekleyen attır
      Ezan-ı Muhammed-i okununca felaha, kurtuluşa, namaza koşmaktır
      Kur’an-ı Kerim okununca anlamasan bile onu kalbinde hissetmektir
      Gönülden gelen bir Kelime-i Şehadettir
      Hizmet muvaffak olsunda varsın bizim yerimiz caminin papucluğpu olsun demekdir.
      ve Rasulunun adı anılınca göz yaşı dökmektir
      İSLAM ı doya doya yaşamaktır.
      Aşk; Sadece kuru bi sevgi yada sonu belli bir macera hevesi değildir,
      Cânân’la bir CAN olmaktır, onu hergün daha fazla sevmektir,
      Aşk; sadece seni seviyorum demek değil,
      ALLAH için sevmektir

    145. Yeni bir Din Türetilmek İsteniyor!
      Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam bir kazanda kaynatılarak yeni bir din türetilmek isteniyor. Bu dinin bazı özellikleri ve temel inançları şunlardır:
      Vaktiyle Hindistan’da Ekber Şah ismindeki sultan İslam’ı, Mecusiliği ve Hıristiyanlığı karıştırarak yeni bir din çıkartmıştı. Bu dine “Din-i İlahî” adını vermiş, “İbadet-hane” denilen tapınaklar kurmuş, İslam selamını kaldırmış, onun yerine “Allahu Ekber” denilmesini emr etmiş, bunlara benzer temel değişiklikler ve yenilikler yapmıştı. .
      Bugün Türkiye’de buna benzer bir hareket başlatılmıştır.
      Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam bir kazanda kaynatılarak yeni bir din türetilmek isteniyor.
      Bu dinin bazı özellikleri ve temel inançları şunlardır:
      1. Kelime-i Tevhid’in ilk kısmını söylemek, gerektiğinde ikinci kısmını (Yahudileri ve Hıristiyanları üzmemek için) söylememek.
      2. Kur’andaki “Allah katında (hak ve geçerli) din İslam’dır” temel inancını kaldırıp, onun yerine “Üç hak ibrahimî din vardır. Bunların üçünün mensupları da ehl-i necat ve ehl-i Cennet’tir” inancını getirmek.
      3. Kur’anın Yahudileri İslam’a çağırmadığını kabul etmek.
      4. Yine Kur’anın Hıristiyanları İslam’a çağırmadığına inanmak.
      5. İslam kadınlarının Yahudi ve Hıristiyan erkeklerle evlenmesini meşru görmek.
      6. Muharref Tevrat ve İncil’i dinî referans olarak kabul etmek.
      7. İslam’ın camilerini, kilise ve sinagoglara benzetmek için sıralar, tabureler, sandalyalarla doldurmak.
      8. Yahudi ve Hıristiyan din adamlarıyla toplantılar tertip etmek, ezanlar okunurken çanlar çalarken, müşterek ayinler yapmak.
      9. Yahudi, Katolik, Süryanî, Gregoryen, çeşit çeşit Protestan temsilcilerle; patrikler, papazlar, monsenyörler, pastörler ile birlikte mübarek Ramazan aylarında beş yıldızlı içkili otellerde iftar ziyafetlerinde buluşmak.
      10. İslam’ın tek hak din olduğu inancını kaldırıp, onun yerine üç İbrahimî hak din vardır inancını ikame etmek.
      11. Yahudilerin ve Hıristiyanların, Hz. Muhammed aleyhissalatü vesselamın son Peygamber olduğunu inkar etmelerine önem vermemek.
      12. Tevhid ile Teslis inancını, amentü bakımından bir görmek.
      13. Yahudi ve Hıristiyanların ellerindeki kutsal metinleri muteber kabul etmek.
      14. Onların şeriatlarının nesh edilmiş olduğunu kabul etmeyip, yürürlükte ve muteber olduğuna inanmak.
      15. Yahudi ve Hıristiyanları dost ve veli kabul etmek. Bu ise, açık ve muhkem Kur’an ayetlerine aykırıdır.
      Bilindiği gibi 1925′ten bu yana İslam’ın tasavvuf tarikatları yasak ve kapalıdır. Yukarıda bahs ettiğim yeni dininin müzikli ayinleri ise serbestçe yapılabilmektedir.
      Ankara Diyanet’inin bu yeni dine cephe alması ve Müslümanları bu konuda uyarması gerekirken maalesef bu yapılmamaktadır. Mardin’in tarihî Kasımiye medresesinde yapılan papazlarla karışık ayin ve törenlere Diyanet, büyük bir il müftüsünü göndererek katılmıştır.
      Naçizane talebim:
      Bir Ehl-i Sünnet ve cemaat Müslümanı olarak, ülkemizdeki bütün sünnî cemaat, tarikat, grup, hizip, fırka ve toplulukların bir araya gelerek bir ulema meclisi kurmalarını, türetilmek istenen yeni dinin incelenmesini ve bu konuda halkın uyarılmasını candan temenni etmekteyim.

      M. Şevket Eygi – Milli Gazete

    146. Anız yakmak caiz midir ?
      Çok kötü ve bir o kadar da zararlı bir âdet; buğday-arpa-çavdar-yulaf vb ürünler biçildikten sonra, kalan anızların yakılması… Gerek o arazide yaşayan canlılar gerekse diğer insanlara verdiğimiz sıkıntılar açısından hukuki mahzuru ortada… O bakımdan zararlı âdetten şiddetle kaçınmak, uzak durmak gerikyor.
      Anızların yanması sırasında, öldürülmesi câiz olmayan -ve hatta karınca gibi öldürülmesi açıkça yasaklanmış olan- nice hayvan itlaf edilmektedir.
      Hayvanlar hukuku açısından ancak zulüm kelimesiyle ifâde edilebilecek bu davranışın cezası, öncelikle dünyada ‘tabiî denge’nin bozulması felâketi ile verilmektedir.
      Denge bozukluğunun getirdiği mahzurları telafi etmek için yapılan nice harcamalar, sarfedilen emekler, maruz kalınan zehirlenmeler, çevre kirliliği ve saire de birbirini zincirleme tâkip eden cezalar olmaktadır. Kaldı ki bütün bunlar dünyada çektiklerimiz… İşin bir de ahiret yönü var; can yakıcı, acı ve ıztıraplarla dolu büyük Cehennem azabı!..
      Rabbim bizleri “zalimler” güruhundan eylemesin.
      Velhasıl; bu meselenun halli/çözümü duruma göre değişmekle birlikte, eğer orman yakınsa ve yangına sebebiyet verecekse, dumanının bile başkasının tarlasına veya yuva yapmış faydalı bir hayvana en ufak zararı dokunacaksa, “anız yakmak “ kesinlikle caiz değildir. Ancak, tarladaki sapları bir yere toplayarak kontrollu şekilde yakmak mümkünse, bu yapılabilir. Bundan ötesi büyük vebâl olur.

      Kaynak : Halis Ece Hocaefendi

    147. …….. Ad Kavmi ……….
      Âd kavmi tarımda, hayvancılıkta ve inşaat işlerinde, o dönemin en gelişmiş toplumlarındandı.
      Tarıma elverişli toprakları, akarsuları boldu ve insanları uzun boylu, iri yapılı sağlıklı, çok kuvvetli ve uzun ömürlü idiler.
      Şımarık ve putperest bir toplum olan Âd kavmi, süsü, eğlenceyi, insanlarla alay etmeyi ve komşu ülkelere baskınlar düzenleyip esir aldıkları kişilere işkenceler yapmayı ve sonra onları yüksek binalardan aşağı atıp öldürmeyi severdi.
      Yüce Allah buyuruyor:
      “Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u peygamber gönderdik. (Hûd) dedi ki; Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin için O’ndan başka ilâh yoktur. (Siz Allah’tan) korkmaz mısınız?” (Âraf, 65)

      Hazret-i Hûd, durmadan dinlenmeden insanlara ilâhî emirleri tebliğ ediyor, onları yalnızca yüce Allah’a kulluk etmeye davet ediyor ve tatlı dili, yumuşak üslubu ile onlara öğütler veriyordu ama,
      “(Kavmi) Dedi ki; Sen bize öğüt versen de, vermesen de fark etmez (çünkü dinlemiyoruz)!” (Şuarâ, 136)

      Peygamberleri Hazret-i Hûd’a; “Sen bize öğüt versen de, vermesen de fark etmez, çünkü seni dinlemiyoruz” diyen azgın ve sapık kavmi, sonra daha da azıttılar ve yüce Allah’a meydan okurcasına!..
      “Bizden daha kuvvetli kim var ki? dediler.” (Fussilet, 15)

      Âd kavminin açıkça yüce Allah’a meydan okuması, Gayretullah’a dokundu ve ilâhî gazabın öncü belirtileri başladı.
      Aşırı sıcak ve aşırı kurak derken, kıtlık dönemi başladı. Aşırı bolluğa alışan ve bu nedenle azan, şımaran Hûd kavmi, kısa zamanda açlık sınırının altına düşünce, Hazret-i Hûd;
      “Dedi ki; Ey kavmim! Rabbinize istiğfar edin (affınızı dileyin). Sonra da O’na tevbe edin, (eğer tevbe ve istiğfar ederseniz) üzerinize bol bol yağmurlar indirir ve kuvvetinize kuvvet katar. Sakın ha! Mücrim olarak dönüp gitmeyin.” (Hûd, 52)

      Hazret-i Hûd kavmini tevbeye, istiğfara davet ediyordu ama kavmi küfr-ü inadide direniyor ve putlarından vazgeçemiyordu.
      Küfr-ü inadide ve sapık yaşantısında direnen kavminin yakında çok korkunç bir fırtına ile helak edileceğini vahiy yolu ile öğrenen Hazret-i Hûd, bunu kavmine haber verdi ve onları tekrar tevbeye, istiğfara davet etti.
      Yüce Allah buyuruyor:
      “Derken O’nu (Hûd’un haber verdiği azabı) vâdilerine doğru gelen bir bulut şeklinde gördüler ve: İşte! Ufukta beliren yağmur bulutu, bize yağmur yağacak (diye sevinirlerken), Hayır! O, acele ettiğiniz şey ki rüzgardır, onda çok elem verici azap vardır.” (Ahkâf, 24)

      Azgın ve şımarık Âd kavmi, vâdilerine doğru gelmekte olan azabı, “yağmur bulutu geliyor, bize yağmur yağacak” diye sevinirlerken ve peygamberleri Hazret-i Hûd ile alay ederlerken..
      Yağmur bulutu diye sevindikleri karartının, kendilerine doğru yaklaşması ve koskocaman ağaçları köklerinden söküp fırlatması üzerine, bunun yağmur bulutu olmayıp,
      Hazret-i Hûd’un haber verdiği çok korkunç bir fırtına olduğunu anladıkları zaman, iş işten geçmiş ve ilâhî azap başlamıştı.
      Yüce Allah buyuruyor:
      “Âd kavmi de gürültülü ve azgın bir fırtına ile helâk edildi.” (el-Hâkkâ, 6)
      “(Allah) O’nu (fırtınayı) 7 gece ve 8 gün hiç kesintisiz üzerlerine estirdi. (Orada bulunsaydın) O kavmin, sanki içi boş hurma kütükleri gibi yıkılıp kaldıklarını görürdün.“
      (el-Hâkkâ, 7)

      Kapkara bulutlar şeklinde ve tozu dumana katarak gelen ilâhî gazab, çok korkunç sesler çıkararak esiyor, koskocaman ağaçları kökünden söküp atıyor ve aşırı dondurucu soğuğu ile insanları âdeta felç ediyordu.
      “Bizden daha kuvvetli kim var ki!” diye yüce Allah’a meydan okuyanlar, korkudan paniğe kapılıp sağa sola kaçışmaya yeltendiler ama, iş işten geçmiş ve ilâhî gazab başlamıştı.

      Yedi gece ve sekiz gün hiç kesintisiz devam eden ve korkunç sesler çıkararak esen fırtına, burun deliklerinden girip, dübürlerinden çıkıyor ve o iri cüsseli kişileri havaya kaldırıp, yerden yere vuruyordu.
      Sonuçta meşhur (ünlü) İrem bağları ile birlikte hepsi helak oldular ve içi kof hurma kütükleri gibi yüz üstü düşüp öldüler.

    148. Sehl bin Abdullah Tüsteri (k.s.) hazretleri Kimdir ?
      Sehl bin Abdullah Tüsteri (k.s.) hazretleri, evliyâ’nm büyüklerindendir. 200 (M. 81 S) yılında doğdu. İyi bir eğitim gördü.
      Dayısı Muhammed bin Suvâr’dan ders aldı. Zünnûn-i Mısrî hazretlerine talebe ve mürid oldu. Takva sahibi idi.
      Geceleri ibâdetle geçirirdi. 30 sene yatsının abdestiyle sabah namazı kıldığı rivayet edilir.
      Duası makbuldü. Bir ara vali Yakub bin Leys hasta olmuştu. Doktorlar tedaviden acizdiler. Ona senin bölgende Sehl bin Abdullah var, onun duasını al şifa bulursun, dediler. O da Sehl bin Abdullah hazretlerine gelip dua etmesi için ricada bulundu. Sehl bin Abdullah; senin hapishanende suçsuz insanlar yatarken, senin için yapmış olduğum dua nasıl kabule mazhar olur,” dedi. Bunun üzerine vali hapishanesinde bulunan bütün suçluları salıverdi. Sehl bin Abdullah: Ya Rabbi bu zata ma’siyet ve musibet zilletini gösterdiğin gibi taat ve izzeti de göster. Bunu yakalanmış olduğu hastalıktan kurtar,” diye ona dua etti:. Vali iyileşti. Vali. Sehl bin Abdullah hazretlerine çok mal, altın ve gümüş vermek istedi. Sehl bunları kabul etmedi, çevresindeki talebe ve muridleri: “Keşke kabul edip fakirlere dağıtsaydı. dediler. Bunun üzerine Sehl bin Abdullah Tüsteri hazretleri, taş ve kayalara nazar etti. Taş, kaya ve çakıl taşları altın ve mücevherat kesildiler.
      283 (M. 896) yılında Basra’da vefat etti.

    149. Dünya Dört Şeyle Ayaktadır
      Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular:
      “Dünyanın ayakta durması dört şey sebebiyledir:
      1-Âlimlerin ilmi,
      2- Âmirlerin adaleti,
      3- Zenginlerin cömertliği,
      4- Fakirlerin (gönül erlerinin) duası.

    150. Şefaat Nedir?
      „Şefâat iki nevidir.
      Biri, kişinin kendi amelinin iktizâsı;
      Diğeri de, Resûlullah Efendimiz’in zâtına âid olan şefâattir.
      Bundan mahrum olmamak lâzım.
      Şefâat mahşerde, arasatta, sıratta olur.
      Bir de, cehennemden çıkıp cennete girmek, cennette derecâtın terfîi ve Cemâl-i İlâhî’ye nâil olmak için şefâat vardır.”

      Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.a.)

    151. Sıhhat ve Sıhhate İ’tinâ Vazifesi
      “Bedeni korumak, onun sıhhatini te’min ve hıfzetmek akdem-i ferâizdendir (en önde gelen farzlardandır). Mevlâyı Müteâl, «Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın…» (S.Bakara, 195) buyuruyor. Bu emirde; beden ve sıhhat tehlikesinden korunmak, onun kapılarını seddetmek (kapatmak) birinci dereceyi ihrâz eder. Her iş sıhhate vâbestedir (bağlıdır). Bu olmadıkça gerek dîn ve gerek dünya işleri tam ve kâmil olmaz. Onun için bâzı ekâbir (büyükler), “el-ilmü ilmân: İlmü’l-ebdân, sümme ilmü’l-edyân” (ilim ikidir: Beden ilmi sonra da din ilmi) sözlerini söyleyerek ilm-i ebdânı (tıp ilmini) ilm-i edyân üzerine tercih eylemiştir. Bu sözlerden murâd-ı sırf, sıhhate ehemmiyet vermek noktasına mâ’tûftur.
      Biz her işin kemâline (tam ve mükemmel olanına) tâlib olacağız. Aşağısı ile veyahut vüstâ (orta) ile iktifâ etmeyeceğiz. Sıhhat niam-i azîme-i Mevlâ’dandır (Mevlâ’nın çok büyük nimetlerindendir). Fakat, devamı zamanında en az takdir olunur. Ona şükür, vazîfe-i ibâdet ve ubûdiyettir. Bu nimet-i uzmâyı elden gidermek, muhafaza etmek, yahut onu tahrip eylemek kendi elimizdedir.
      Her halde irâdemizi, vaktimizi, sıhhatimizin hüsn-i muhâfazasına sarf etmeliyiz. Bu bâbda aslâ ihmâl göstermemeliyiz. İrâde-i Hakk, irâde-i beşere tâbidir. İrâde-i beşer müessirdir. İrâdenin müteallikâtını halk (istenenleri yaratmak), Mevlâ’ya aiddir. Bütün irâdetlerimizi (arzu, istek ve recâlarımızı) iyi ve kemâl cihetine sarfa memuruz ve bununla mükellefiz.”

      Süleyman Hilmi Tunahan ( K.S.)

    152. Dua
      Ebu’l-Fâruk Süleymân Hilmi Tunahan Hazretlerinin, üstâzı Salâhüddîn İbni Mevlâna Siracüddin Hazretlerinden öğrendiği bir duâ;
      Allahumme’r-zuknâ ayşen bilâ belâin ve dînen bilâ hevâin ve amelen bilâ riyâin ve afven bilâ azâbin ve mağfireten bilâ ıtâbin ve cenneten bila hısâbin.

      Allâhümme tüb aleynâ kablel mevt. Verhamnâ ındel mevt. Vela tuazzibnâ ba’del mevt. Ve hevvin aleyna sekarâtil mevt. Ya erhamer rahımîn.

      Manası: Ey Allâh’ım; sen bizi belasız rızık ile, hevasız din ile, riyasız amel ile, azapsız avf ile, azarsız mağfiret ile, hesabsız cennet ile rızıklandır.

      Ey Allâh’ım; sen ölmeden tövbe ile rızıklandır. Ölüm anında rahmet eyle, öldükten sonra azâb etme, ölüm sarhoşluğunda kolaylık ver. Sen rahmet edenlerin en rahmet edicisisin.

    153. Âyetü’l-Kürsî’nin Esrârı ve Trafik Kazaları

      Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in 27 sır kâtibi vardı. Âyetü’l-Kürsî Hicret’ten sonra bir gece yarısı nâzil olduğunda onu, Resûlullah’ın sır kâtiplerinden Zeyd bin Sâbit r.a. yazmıştır.
      Âyetü’l-Kürsî’ye ta’zim ve tebcîl için, bir rivâyete göre 40 bin, diğer bir rivâyete göre 80 bin melek nâzil olmuştur. Âyetü’l-Kürsî’ye çok muazzam ve muhterem bir melek hâdimdir.
      Bugün bütün vâsıtalar tehlike hâlindedir. Ancak Ta’limât-ı İlâhiye ile bu tehlikelerin önüne geçilebilir. [Hava], deniz ve kara vâsıtalarına binerken «Bismillâhi mecrâhê ve mürsêhê inne Rabbî le Ğafûru’r-Rahıym [Meâli: Onun yüzüp gitmesi de, durması da Allâh’ın ismiyledir. Muhakkak ki Rabbim, çok mağfiret edici ve çok rahmet edicidir]» (Sûre-i Hûd, 41) diye okuyan kimse, her türlü tehlikeden muhâfaza olunur.
      Sokağa çıkarken 7 Âyetü’l-Kürsî okuyup, her defasında 6 cihete üflemeli. Yedincide, “Velâ yeûdühû hıfzuhümâ ve hüve’l-aliyyü’l-azıym” diye 3 defa okuyup “Huu” ile içine “Huu”lamak lâzım.
      Bu ta’limat ile vesâite binenleri, Cenâb-ı Hakk her türlü felâketten korur. Bunu söylemezdik ama, tehlikelerin umûmiyeti bizi bu esrârı söylemeye mecbur etti. Hakikaten muazzam bir esrâr-ı İlâhîdir. Ne akıl, ne mantık, ne san’at, hiç biri ona tahammül edemez. Bunun adına “Kerâmetü’n-Nebî” derler.
      Bu insanlar, isyanları ile kok kömürü hâline gelmişlerdir. Kuruların yanında yaşlar da yandığından, o yaşları kurtaralım diye bu esrârı ifşâ ediyoruz.”

      Kaynak : Süleyman Hilmi Tunahan ( k.s.a )

    154. Kul Hakkı – Hikâye – MAZLUM`UN AHI.
      Hikâye olunur. Hıristiyanm biri, hanımını bir eşeğe bindirip Müslüman kasabalarından birine geldi. Rindâne hayat yaşayan serserilerden biri eşeğin kuyruğunu kesti. Eşeğin kuyruğunun kesilmesiyle eşek can havliyle ürküp sıçradı. Kadın eşekten düştü, kolu kırıldı ve hamlini (yani karındaki çocuğunu) düşürdü. Kadın hamileydi.
      Hıristiyan adam o memleketin kâdı’sına gitti. Mahkemede durumu anlattı. Şikâyetçi oldu. Kadı efendi işi ciddiye almadı. O Rindâneye şöyle dedi:
      -”Kesmiş olduğun eşeğin kuyruğunu yerine yerleştirip tut. Ta ki kuyruk eski haline gelesiye kadar.” Hıristiyan adama :
      -”Sen de bekle, kadın hamile kalıncaya kadar. Kolu da zaten kendiliğinden iyileşir,” dedi.
      Hıristiyan adam şaşırdı. Kadı efendiye sordu:
      -”Sizin adaletiniz bu mu? Şeriatınız bunu mu emrediyor?“
      Hıristiyan adam, kadı efendinin cevab vermesini beklemeden. başını göğe kaldırdı, ellerini açtı ve şöyle dedi:
      -”Yâ ilâhî! Sen halim’sin; ama buna benim sabrım yok. Ey zaif ve horlananları gören ve zulme uğrayanlara yardım eden (bana yardım et!)”
      Allah o kadı efendiyi neshetti yani yaratılışını değiştirdi. Hemen o anda taş oluverdi.
      Bu hikâyede iki şey vardır.
      1 – Bu kadı efendi zulmüyle en büyük belâ’ya uğradı.
      2- Mazlumlardan mutlaka zulmü kaldırmak lazım. Bu kişi kâfir olsa bile… Çünkü Allah, mazlum olan kâfirin duasını işitir, yani kabul eder.

    155. Bir babanın ogluna nasihatleri
      Ey oglum!
      Evin içinde hanımına karşı yumuşak ol,dininden taviz vermeden ona karşı merhametle muamele et.Dinin kaidelerinden taviz vermeye hiç yanaşma.Bunu ona güzelce anlat. Ve o senin dininden hiçbir zaman taviz vermeyecegini bilsin.Evinde şeriatın kurallarını tam tatbik edersen rahat edersin.Peygamber Efendimizin şu hadis-ı şerifi evliler için ne güzel bir müjdedir.
      ‘’Bir kimse hanımının yüzüne tebessümle baksa ona on sevap verilir.Öpse,yirmi sevap,kucaklasa, otuz sevap,beraber olursa üçyüz sevap yazılır.Beraber olduktan sonra guslettiklerinde suyun her damlası için bir melek yaratılır. O melekler karı ve koca için kıyamete kadar istigfar ederler.’’ İşte evliligin güzelligi olgum… Anla…

    156. İMAM-I AZAM’IN OGLUNA NASİHATİ !
      İmam-ı Azam Hazretleri oğluna şu nasihatte bulunuyor: Ey oğlum; 500 bin hadis arasından seçtiğim şu 5 hadise uy…
      – Amel ancak niyetledir. Ve bir kişiye ancak niyet ettiği vardır.
      – Kişinin malayaniyi (manasız boş söz) terk etmesi İslamiyet’inin güzelliğindendir.
      – Kendi nefsiniz için istediğiniz ve sevdiğiniz şeyi, din kardeşiniz için de istemedikçe hiçbiriniz tam iman etmiş sayılmazsınız.
      – Şüphesiz helâl belli, haram da bellidir. Allah güzeldir, ancak güzel şeyleri kabul eder.
      – Müslüman, Müslümanlara eliyle ve diliyle zarar vermeyen kimsedir. Sen, Allah’ın azabından kork ve rahmetini um; havf ile reca (ümit ve korku) arasında ol. Fakat ümidin korkuya (recân havfe) galip gelsin. Sıhhatli olduğun halde, korku ve rahatlık arasında sabit ol. Cenab-ı Allah hakkında hüsn-i zanda bulun.
      Oğlum! Bozuk itikatli olanlardan uzak olmanı, kalbiselim sahibi olarak ölmeni isterim. Şüphesiz Allah (cc) Gafûr ve Rahîm’dir.

    157. Günah Üç Kısımdır
      1 – Kul ile Allah arasındaki günah,
      2- Kul ile Allah’ın emrettiği amelleri arasındaki günah,
      3- Kul ile Allah’ın kullarının arasındaki günah.
      Birincisi, kul ile Allahü Teâlâ arasındadır. Zina, livâta, gıybet ve iftira gibi. Tabiî ki, gıybet ve iftira, karşı tarafa ulaşmadığı ve toplumda yayılmadığı müddetçe böyledir. Eğer gıybetini yaptığı ve iftirada bulunduğu kimselere, bu durum ulaşırsa, helâllik diler ve günahkâr kişi pişmanlık duyar ve tevbe ederse, umulur ki Allahü Teâlâ hazretleri onu bağışlar. Yine böyledir: Bir kişi kocası olan bir kadınla zina etse, bu zinâkâr adam kadının kocasıyla helâllaşmadıkça günahı bağışlanmaz. Çünkü onun hasmı insandır. Zina eden kişi pişman olur, tevbe eder ve karşı taraftan helâllik diler, o da hakkını helal ederse, günahları bağışlanır. Ondan umûmî manâda helâllik dilemesi yeterlidir. Zinayı zikretmez. Zina ettiği kadının kocasına: “Senin, üzerimde olan bütün haklarını bana helâl et. Seninle benim aramda bulunan bütün husûmetlerinden vazgeç, bana hakkını helal et” demekle olur. Bu ma’lûm ile meçhulün üzerinde sulhtur. Bu şekilde sulh. yâni yapmış olduğu günahı zikretmeden karşı taraftan hakkını dilemesini istemek ve böylece affolunma işi bu ümmete ikram olmak üzere caizdir. Çünkü bizden önceki ümmetler, günahlarını zikretmedikçe affa mazhar olup bağışlanmazlardı.
      İkincisi: Kul ile Allah’ın emrettiği ameller arasındadır.
      1 – Namazı,
      2- Orucu,
      3- Zekat ve
      4- Haccı terketmek gibi.
      Namaz ve diğerlerinde sâdece tevbe kâfi değildir. Mutlaka kaza edilmeleri gerekir.
      Zîrâ tevbenin şartı, terkedileni edâ etmek yâni kaza etmektir. Edâ etmediği zaman, sanki hiç tevbe etmemiş gibidir.
      Üçüncüsü: Kul ile Allah’ın diğer kullarının arasındadır. Bu da:
      1 – Mallarını gasbetmek,
      2- Zulüm etmek,
      3- Dövmek,
      4- Aleyhlerinde bulunmak,
      5- Küfretmek,
      6- Haksız yere öldürmek ve bunlara benzer günahlardır.
      Kul hakkında tek başına tevbe kâfi değildir. Ancak hasmını râzî ve memnun etmeli veya kendisi sâlih amellere ciddi bir şekilde sarılır da, kıyamet gününde, Allahü Teâlâ onunla hasmının arasını bulursa o müstesna.
      Zîrâ kul, tevbe ettiği zaman, üzerinde kul hakkı kalır. Kul hakkını mutlaka erbabına vermesi ve onlara haklarını Ödemesi gerekir. Eğer kişi, hakkı, hak sahihlerine ulaştırmaktan aciz kalır da, Allahü Teâlâ hazretleri de, onu affetmeyi murad ederse; kıyamet gününde onun hasmına:
      -”Başını kaldır!” der. O da başını kaldırır. Cennette yüksek köşkler ve güzel saraylar görür. Sorar:
      -”Ya Rabbiî Bunlar kimindir?” Allahü Teâlâ:
      -”Bunları almaya sen kaadirsin, senin buna gücün yeter,” buyurur. 0:
      -”Ya Rabbiî Bunu nasıl alabilirim?” diye sorar. Allahü Teâlâ:
      -”Bu köşk ve sarayların ücreti senin kardeşini bağışlamandır,” der. 0 da:
      -”Ya Rabbiî Ben kardeşimi bağışladım,” der. Allahü Teâlâ hazretleri:
      -”Öyleyse kardeşinin elinden tut ve beraberce girin Cennete…” buyurur.
      Âyet-i kerimede ayrıca şuna işaret vardır: Muhakkak ki Allahü Teâlâ hazretleri, sizin öldürmenizde size kısası farz kıldığı gibi, onun öldürülmesinde nefsinin üzerine de rahmeti yazdı.
      Buyurduğu gibi:”Kim beni severse onu öldürürüm. Ve ben kimi öldürürsem onun diyeti benim.”

      Kaynak:İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri: 2/302-304.

    158. Duanın Hemen İcabet Edilmemesinin Sebebleri
      Kim bir hacet için dua eder de duası hemen kabul olunmaz ve haceti hemen verilmezse, bu, yâni duanın hemen kabul edilmemesi birkaç şekilde yorumlanır:
      Birincisi: Duaya mutlaka icabet hâsıl olur, icabet edilmemesi muhaldir. Muhakkak ki duaya icabet, ihtiyacın giderilmesinden ayrı bir şeydir. İhtiyacın giderilmesi de, duanın icabetinden apayrı bir şeydir… Duanın İcabeti, kulun:
      “Ya Rabbi!” dediğinde, Allahü Teâlâ hazretlerinin ona:
      “Buyur kulum!” demesidir.
      Bu vaadedilen ve mevcut olan icabettir. Bu hal, doğrulukta O’na yönelen herkes içindir. İhtiyacın giderilmesi ise, istenen şeyin verilmesidir. Bu (yâni istenen şeyin verilmesi bir kaç şekilde tecelli eder:)
      1 -Bazan hemen verilir.
      2-Bazan da uzun bir süreden sonra meydana gelir.
      3-Bazan da âhirete kalır.
      4-Bazan da ondan daha hayırlı bir şey kendisine verilir.
      ikincisi: Duaya icabet, tek bir cihetten değildir. Belki İcabetin bir çok cihet ve yönleri vardır. Hadîs-i şerifte şöyle buyuruldu:
      “Müslümanın duası, şu üç sebepten biri dışında reddedilmez:
      1 – Ya günah olan, ya da akrabayla ilişkiyi kesme ile ilgili olan bir konuda dua eder:
      2-Veya istediği şey kendisi için âhirette bırakılır.
      3-Ya da duası kadar kendisinden bir kötülük defedilir.[1]
      “Herhangi (müslüman) bir kişi, bir dua ile Allah’a dua ettiğinde kesinlikle duasına icabet edilir. (Bu kabul:)
      1- Ya hemen dünyâda âdlen verilir.
      2- Ya âhirete bırakılır.
      3- Ya Duasının miktannca günahları silinir.
      a) Bu kişi, günah olan bir şey istemedikçe,
      b) Ya da yakın akrabayla alâkasını kesen bir kişi olmadıkça,
      c) Veya acele etmedikçe, (Sahabeler) sordular:
      -”Ya Rasûlellah (s.a.v.) insan nasıl acele eder?” Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular:
      -”Ben Rabbime dua ettim, Rabbim duamı kabul etmedi” diyerek aceleci olmuş olur.[2]
      “Bir (müslüman) kul dua ettiğinde, muhakkak Allah onun istediğini ona verir veya onun istediği hayır kadar ondan bir şerri defeder. Ancak günah, yâni kötü bir şey için dua eden veya akraba ile ilgiyi kesen kimse bundan müstesnâ’dır.[1]
      Üçüncüsü: Daha önce de geçtiği gibi. duaya icabet Allahü Teâlâ hazretlerinin meşietine yâni dilemesine bağlıdır.
      Dördüncüsü: Kulun duasına icabet edilmesinin şartı, kulun da Allahü Teâlâ hazretlerinin davetine icabet etmesidir. Zîrâ Allahü Teâlâ bu âyeti kerimede şöyle buyurdu:
      -”O halde onlar da benim davetime koşsunlar ve bana hakkıyla iymân etsinler.
      Beşincisi; Muhakkak ki duanın şartlan ve edepleri vardır. Bu şartlar ve edepler, icabetin sebepleridirler. Bu şart ve edepleri mükemmel ve tam bir şekilde yerine getirenler, icabet ehli olup duaları kabul olunur. Bunları ihlâl eden yerine getirmeyenler ise, haddi aşanlardan olur ve o kişi cevâp ve Duasının kabul edilmesine hak kazanmış olmaz.

    159. İlim Talebelerine Yardım
      Abdullah b. Mübarek (r.h.) hazretleri, her sene fakirlere ve ilim talebelerine bin dirhem altın sadaka verirdi. Ve Fudayl bin lyaz (r.h.)’a şöyle derdi: “Eğer sen ve ashabın (talebelerin) olmasaydı ticâret yapmazdım.”
      Abdullah b. Mübarek (r.h.) hazretleri, Fudayl ve ashabına şöyle derdi: “Siz dünyâ ile meşgul olmayın. İlim ile iştigâl edin. İlim öğrenmeye bakın. Ben sizin bütün ihtiyaçlarınızı karşılarım!“
      (İlim Talebelerine yardım hakkında İmam-i Rabbani hazretlerinin bir Mektubu) ( 1 )
      Yahya Bermekî266, Süfyân-ı Sevrî (r.h.) hazretlerine her ay bin dirhem gönderirdi. Süfyân-ı Sevrî hazretleri, secdelerinde Yahya Bermekî için şöyle dua ederdi:
      -”Allahım! Yahya Bermekî benim dünyâ işlerimde bana kâfi geliyor (benim ihtiyaçlarımı giderip kendimi ibâdete vermemde bana yardımcı oluyor). Sen de âhiret işlerinde ona kâfi ol. (Onun âhiretteki hâlini düzelt ve ona yardımcı ol)” (1/295)
      Yahya Bermekî öldükten sonra bâzı dostları onu rüyasında gördüler. Ona sordular:
      -’”Allah sana ne etti (nasıl muamele etti?) O:
      -”Süfyân-ı Sevrî hazretlerinin dualarının bereketiyle Allah, bana bağışladı. Günahlarımı affetti.” dedi.
      Saib buyurdu:
      Bu cihan günlerinde idare lambasının kandilini yak.
      Sen kandile yağ koy ki, o da seni aydınlatsın.
      Allahü Teâlâ hazretleri bizi ve sizi, kitabının muktezası ve hitabının medlûlünce amel etmeyi nasîb etsin. Amin

      .

      Kaynak: Kaynak: İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri: 2/347-350.

      .
      ( 1 )- İlim Talebelerine yardım hakkında İmam-i Rabbani hazretlerinin bir Mektubu
      (Imam-ı Rabbani Müceddid-i Elf-i Sâni Ahmed Farûki Serhendi hazretleri. Bu mektûb’u. nakîb seyyid şeyh Ferîde yazmıştır. Din âlimlerine ta’zim etmek ve şeriatı garra’nın hameleleri olan ilim talebelerinin değerini bildirmenin lâzım olduğunu bildirmekdedir:
      Allahü Teâlâ, Peygamberlerin en üstünü hürmeti için “aleyhi ve aleyhimüssalevât vetteslîmât vettehtyyât“, din düşmanlarına karşı olan mücâdelenizde yardımcınız olsun! İltifat yoluyla göndermiş olduğunuz mübarek mektubunuzu okumakla şereflendim. İlim talebelerine ve tasavvuf ehline sarf ve harcamak üzere, bir miktar para gönderdiğinizi yazıyorsunuz. Mektubunuzda İlim talebelerini tasavvuf ehlinin üzerine takdim etmeniz çok güzel oldu. Değer bakımından gerçekten böyledir. Zahir, bâtının- unvanı olduğuna hükmedilir. Bâtında da bu cemaatin (yâni ilim talebelerinin tasavvuf ehlinin üzerine) takdim edilmesini ümit ederiz. (Ne güzel buyurmuşlar) “Ve her kabın içinde bulunan şey dışarıya sızar.“
      llm talebelerini tasavvuf ehlinin üzerine takdim etmek şeriatın ilerlemesine sebeb olur. Çünkü ilim talebeleri, nebevi şeriatın yükünü taşıyanlar ve bekçileridir. Muhammed Mustafa aleyhisseiâmın dîni onlarla kaimdir. Din, ilim talebeleriyle ayakta durmaktadır. Kıyamet günü insanlara islâmiyetden sorulacak, tasavvuftan değil… Cennete girmek. Cehennemden kurtulmak, ancak şeriat ile amel etmeğe bağlıdır. İnsanların en iyileri, seçilmişleri olan Peygamberler “salevâtüllahi Teâlâ ve teslîmâtühü aleyhim“, halkı (insanları) şeriatlere davet ettiler. Kurtuluşun medarının şeriat olduğunu beyan ettiler. O büyüklerin (peygamberlerin), gönderilme maksatları şeriatleri tebliğ etmekti.. O hâlde en büyük hayr ve iyilik, şeriatı yâni islâmiyet! öğretmek ve dinin eğitimine ve öğretimine yapılan çalışma, hizmet, yardımdır ve islâmiyetin hükümlerinden bir ahkâmını ortaya ihya etmektir. Hususiyetle İslâm şiâr’ının yıkıldığı, çöktüğü ve zayıf olduğu bir zamanda; Allah yolunda fakirlere milyonlarca sadaka dağıtmak, şeriatın meşelerinden birinin öğrenilmesine ve halk arasında revaç bulmasına asla müsâvî olamaz.. Çünki, bu işte, (yâni şeriatın öğretilmesinde) mahlukatın en büyükleri olan Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” uymak ve o büyüklerin vazifesine ortak olmak vardır. Hâlbuki, Müslümanın hasenatının en mükemmeli ancak onlara tabi olmakla mümkündür. Milyonla sadaka vermek, hayrat, hasenat yapmak ise, bu büyüklerden gayrı herkese müyesser olabilir. Şeriatın ikâmesi ve onun ahkamı ile amel etmekte nefse muhalefet vardır. Mal infak etmek (yâni hayrat yapmak) ise, çoğu kere nefsin hoşuna gidebilir. Evet, eğer malın infakı şeriatın öğretilmesi için oluyorsa, yâni İslâm öğretilmesi ve milletin ona revâc bulması, dine eğilmesi için oluyorsa, o harcamanın ve sarf edilenin üzerimizde çok yüksek dereceleri vardır… Bu niyet ile az bir şey vermek, bu niyet olmadan sarf edilen milyonlardan aşağı değildir.
      Suâl: (Eğer denilse ki:) Nefsine uyan ve nefsinin elinde esir olan ilim talebesi, nefsi ile cihâd eden ve nefsin elinden kurtulan söfîden nasıl üstün olabilir?
      Cevâp: (Buna şöyle cevâb veririm:) Bu suâli soran kişi, kelâmın hakîkatından sonra anlamamış ve meramın aslına muttali olmamıştır. Muhakkak ki ilim talebesi, nefsinin elinde esir olmakla beraber, mahlukatın kurtuluşuna sebebtir. Zîrâ şeriatın hükümlerinin tebliğ edilmesi, ilim talebelerine bağlıdır. Her ne kadar o ilim talebesinin kendi nefsi ondan faydalanmazsa bile (onun ilminden insanlar faydalanmaktadır.) Söfî ise, kendini kendi nefsini kurtarmakla berabar o sâdece kendisini kurtarmıştır. Mahlûkata iltifat etmemektedir (başkalarına faydası yokdur.) Fazilet ve üstünlük, kendisine taalluk eden şeye göredir. Çok kişinin kurtuluşuna sebep olmak, büyük toplulukların saadetine çalışmak, kişinin kendi nefsinin kurtuluşuna çalışmasından daha üstündür. (Yâni İslâmiyet, insanların saadetine çalışanları, kendini kurtarmağa çalışanlardan, daha üstün tutmaktadır.) Evet, şu bir gerçektir ki, (tasavvuf yolunda ilerliyen) sofi bir sâlik, fena ve beka makamlarından, Allah ile Allah’tan seyr derecelerine erer ve sonra insanları da’vet etmek için âleme döner; ilim sahibi olup halkı davet etme vazîfesi ile şereflendirilirse, Peygamberlik makamından nasîbi olur. Böylece o sofî, şeriatı tebliği eden (yâni Islâmiyeti bildirenlerden) sayılır. (Mürşid olan bu kişi) şerefli âlimlerin hükmüne girer. (Ve böylece İslâm âlimleri gibi üstün ve kıymetli olur.) Bu, (makam ve mevki) Allahü Teâlâ’nin fazl-ü keremidir. Onu dilediğine verir. Allah, büyük fazilet ve ihsan sahibidir.”

    160. RECEB AYI
      Mübârek üç ayların ilki olan Receb ayıdır. Receb, “Tercîb” kelimesinden gelmektedir. Bu da ta’zîm ve hürmet manasına gelmektedir.
      Allahü teâlâ, bu ayda oruç tutanların, bu aya saygı gösterenlerin, günahlarını affeder, çok sevap ve üstün dereceler ihsân eder.
      Receb ayının üstünlükleri hadîs-i şerîflerde şöyle bildirildi:
      “Receb, Allahü teâlânın, Şaban benim ve Ramazan ümmetimin ayıdır”
      “Receb-i şerîfte bir kimsenin tuttuğu bir orucun sevabı, o kimsenin otuz sene nâfile oruç tutmasına eşittir.”
      “Bir kimse, Allahü teâlânın ay’ı olan Receb ayında bir mü’min, kardeşini gam ve üzüntüden kurtarırsa, Allahü teâlâ, ona Firdevs’te gözünün görebildiği kadar büyük bir köşk ihsân eder. Uyanınız, kendinize geliniz ve Receb ayına hürmet ve ikrâm ediniz ki, Allahü teâlâ da size, ikrâm ve ihsân etsin.”
      “Cennette bir nehir vardır. Ona Receb denir. Sütten beyaz, baldan tatlıdır. Receb ayında birgün oruç tutana Allahü teâlâ Kıyâmet günü o nehirden su verir.”
      Ömer bin Abdülaziz hazretleri buyurdu ki:
      “Senede dört geceye dikkat edip, ibâdetle geçirmek lâzımdır. Allahü teâlâ o gecelerde rahmetini saçar. Bu geceler, Recebin ilk cum’a gecesi, Şa’banın onbeşinci gecesi, Ramazanın yirmi yedinci gecesi ve Ramazan bayramı gecesidir.”
      Receb ayında yapılan iyilikler, tutulan oruçlar, günahları temizler. Zîra Receb-i şerîfin isimlerinden birisi de “Şehrü’l mutahhar” dır. Günahlardan temizlenilmesi ve yüksek derecelere kavuşulması sebebi ile bu isim verilmiştir.
      Receb, tevbe, hürmet ve ibâdet ayıdır. Şa’ban, muhabbet ve hizmet ayıdır. Ramazan ise, yakınlık ve ni’met ayıdır.
      Zünnûn-i Mısrî hazretleri buyurdu ki:
      “Receb tohum ekme, Şa’ban sulama, Ramazan ise, hasat ayıdır. Yâni ekip suladığını biçip toplayacak bir aydır. Herkes ektiğini biçer. Amelinin, ibâdetinin karşılığını alır. Tohum ekmeyen, hasat mevsimi gelince pişman olur.”
      Receb ayının magfirete, Şa’ban ayının şefâ’ate ve Ramazan ayının da sevapların kat kat verilmesine mahsus olduğu bildirilmiştir.
      Bu aylara hürmet etmek, günâhlardan uzaklaşmakla ve ibâdetleri yapmakla olur. Hürmet edip, saygı gösteren, kat kat karşılığını görecektir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
      “Receb, Allahü teâlânın ayıdır. Receb ayına ikram edene, saygı gösterene, Allahü teâlâ dünyada ve âhırette ikram eder.”
      Bâzı âlimler de şöyle buyurdu ki: “Yıl ağaç gibidir. Receb ayı, ağacın yapraklı olduğu, Şa’ban meyveli, Ramazan ise, meyvesinin toplanacağı zaman gibidir. Receb Allahü teâlâdan mağfiret, Şa’ban şefâ’at, Ramazan sevabların kat kat olduğu aydır.“
      Peygamber efendimiz, Receb ayı gelince;
      “Yâ Rabbî, bize Receb ve Şa’bânı mübârek eyle ve bizi Ramazana eriştir.” diye duâ ederdi.
      Hazret-i Ali yılda dört geceyi tamamen ibâdetle geçirirdi.
      Bu geceler; Receb-i şerîfin ilk gecesi, Ramazan bayramı ve Kurban bayramı geceleri ve Şa’bân-ı şerîfin onbeşinci gecesidir.
      Recep ayında oruç
      Bir defasında, Peygamber efendimiz, Receb ayında tutulacak oruçların fazîletini anlatıyordu. Orada bulunanlardan, yaşı ve pîr-i fânî bir zât ayağa kalkıp:
      – Yâ Resûlallah, ben Receb ayının hepsini oruç tutamam, dediğinde; Peygamber efendimiz:
      – Sen Receb ayının birinci, onbeşinci, sonuncu günleri oruç tut, hepsini tutmuş sevabına kavuşursun. Çünkü sevaplar on misli yazılır. Fakat sen Receb-i şerîfin ilk cum’a gecesinden gafil olma ki, melekler o geceye Regâib gecesi demişlerdir. Zîra o gece, gecenin üçte biri geçtikten sonra göklerde ve yerde bir melek kalmaz, hepsi Kâ’be-i muazzama etrafında toplanırlar. Allahü teâlâ onlara hitâben:
      “Ey meleklerim dilediğinizi benden isteyiniz.” buyurur. Onlar:
      “Yâ Rabbî, istediğimiz, Receb ayında oruç tutanları mağfiret etmendir.” deyip, isteklerini arzederler. Allahü teâlâ:
      “Ben, Receb ayında oruç tutanları mağfiret ettim “buyurur.
      Yine Peygamber efendimiz buyurdu ki:
      “Receb ayında bir gün, bir gece vardır ki, bir kimse o gün oruç tutsa, gecesinde namaz kılsa, ibâdete devam eylese, bir senenin bütün günlerini oruç tutmuş, bütün gecelerini ibâdetle geçirmiş sevâbı verilir. O gün Recebin yirmiyedinci günüdür.”

      Recep ayına hürmetin karşılığı
      Receb ayı, Âdem aleyhisselâmdan beri kıymetli idi. Bu ayda muhârebe etmek günâh idi. Her ümmet, bu aya saygı gösterirdi.
      Îsâ aleyhisselâm zamanında bir genç, güzel bir kıza tutulmuştu. Ona kavuşmak için çırpınıyordu. Nice zaman sonra söz aldı. Bir akşam, bir yerde buluştular.
      Genç, pek sevinçli idi. Aylardır bu zamanı bekliyordu. Genç ansızın, pencereden hilâli, yeni ayı gördü. Kıza:
      – Bu hangi aydır, dedi. Kız da:
      – Receb ayı, diye cevap verdi.
      Genç birden toparlandı. Kız bu âni değişikliğe çok şaşırdı:
      – Ne oluyorsun, ne oldu sana birden, diye sordu.
      Genç, şöyle cevap verdi:
      – Babalarımdan işittim. Receb ayında günâh işlenmez. Bu aya saygı gösterilir, deyip, özür diledi ve evine gitti.
      Allahü teâlâ, Îsâ aleyhisselâma vahy gönderip, olanları bildirdi. “Bu genci ziyâret et! Selâmımı söyle!” buyurdu.
      Genç, Receb ayına gösterdiği bu saygı için, büyük bir peygamberin kendine gönderildiğine sevinerek îmân etti. İyi bir mü’min oldu. Receb ayına gösterdiği bu saygı sebebi ile, îmân şerefine kavuştu.
      Bu mübârek zamanlarda va’dedilen sevâblara kavuşabilmek için, her şeyden önce i’tikadı düzeltmelidir. İlmihal bilgilerini, ibâdetleri, haramı ve helali öğrenmeli ve yaşayışı bunlara uygun hale getirmelidir. Çok tevbe ve istigfar etmeli, kazaya kalmış oruç ve namazları, bu günleri vesile ederek hemen kaza etmeye başlamalıdır.
      Fırsatı, ganîmet bilmelidir. Bu günlere bir daha kavuşup, kavuşamayacağımız belli değildir. Bu günleri fırsat bilerek günâhlara istigfar etmeli, Allahü teâlânın affetmesi için yalvarmalıdır. İbâdetleri yapmalı, ömrü zayi etmemelidir.

    161. Seğirme Olursa Neye İşarettir ? – Marifetnameden..
      * Başın üst kısmının seğirmesi : İyi bir makam ve mevkiden haber verir.
      * Başın ön tarafının seğirmesi : İyi bir devlet bulmaya işarettir.
      * Başın yan tarafının seğirmesi : Sağı ve solu hayırlı eyler.
      * Alnın seğirmesi : Sağda ise eğlence – Solda ise habere işarettir.
      * Kaşın seğirmesinden : Sağ ve sol her yer dostlukla dolar.
      * Kaşın ortası seğirirse : Sağı zevk – solu kederdir.
      * Dil seğirirse : sağı hüzün – solu coşkunluktur.
      * Gözün dışı seğirirse : Sağda kötüleme – Solda ziynettir.
      * Gözbebeğinin seğirmesi : sağ gözde olursa sıkıntı – solda sevinçtir.
      * Göz kuyruğunun seğirmesinde : sağ göz için sevinç – solda maldır.
      * Gözün altı seğirirse : Sağdaki iyiliğe – soldaki mevkiye alamettir.
      * Yanağın seğirmesi : sağda olursa hayır – solda olursa mala işarettir.
      * Burundaki seğirme : sağ tarafta kahır – sol taraftaki mevkiye alamettir.
      * Dudağın üst kısmındaki seğirme : Sağda olursa rızık – solda şenliktir.
      * Dudağın uç kısmının seğirmesi : Sağda zarar – solda esenliktir.
      * Dudak altının seğirmesi : Sağda ve solda daima güzellik alametidir.
      * Seğiren çene: sağda eğlence – solda güzellik işaretidir.
      * Kulağın seğirmesi : Sağda ve solda güzel habere işarettir.
      * Boğazın seğirmesi : sağda mala – solda üzüntüye işarettir.
      * Arka omuzların seğirmesi : Sağda üzün – solda keder alametidir.
      * Kol pazularının seğirmesi : Sağda olursa rızık – solda olursa mala çıkar.
      * Bilek seğirirse : Sağda ve solda iyi habere işarettir.
      * Kolların seğirmesi : Sağda kötüleme – solda ayıptır.
      * Elin bilekleri seğirirse : Sağda mala – solda meşakkate delildir.
      * Elin sırtı seğirirse : Sağdaki üzüntüye soldaki şerefe alamettir.
      * Avucun seğirmesi: Her ikisinde de rızık ve mala işarettir.
      * Başparmak seğirmesi: sağda yük – solda üzüntüdür.
      * Şahadet parmağı titreyip seğirirse : Sağ ve solda yeni sebeplere çıkar.
      * Ortak parmak seğirirse : Sağda olursa üzüntü – solda olursa neşedir.
      * Serçe parmak seğirirse : Sağda makam – solda gam işaretidir.
      * Yüzük parmağının seğirmesi : Sağda mal – solda hayır.
      * Göğüs seğirmesi : Sağda hüzün – solda sevinç olur.
      * Meme seğirmesi : Sağda makam – solda sevinç işarettir.
      * Karnın seğirmesi : Sağda kavuşma – solda neşedir.
      * Göbek seğirmesi : Sağda üzüntü – solda esenliktir.
      * Böğür seğirmesi : Sağda mevki – solda rızık alametidir.
      * Oyluğun seğirmesi : Sağda güzellik – solda oğul işarettir.
      * Kasık seğirmesi : Sağda olursa cima – solda yolculuktur.
      * Husyelerin seğirmesi : Sağda çocuk doğumuna – solda kedere işarettir.
      * Makatın seğirmesi : Sağda mal – solda yola işarettir.
      * Baldır seğirmesi : Sağda olursa eğlence – solda yolculuk işaretidir.
      * Diz seğirmesi : Sağda üzüntü – solda sevinç alametidir.
      * Diz altı seğirmesi : Sağda yola – solda kedere çıkar.
      * Bacak seğirmesinden : Sağda mal – solda mevki görünür.
      * Sırtın ortasının seğirmesi : Sağda yol – solda erzak işaretidir.
      * Karın arkasının seğirmesi : Sağda mal – solda ayrılık alametidir.
      * Topuğun seğirmesi : Sağda mal – solda yolculuk alametidir.
      * Ayak arkasının seğirmesi : sağda hüzün – solda esenliğe çıkar.
      * Elin kemiği seğirmesi : Sağda yolculuk – solda mal demektir.
      * Avuç seğirirse : Sağda yola – solda şeref kazanmaya delildir.
      * Başparmak seğirmesi : Sağda mal – solda murada çıkar.
      * İkinci parmak seğirmesi : Sağda ve solda iyi habere işarettir.
      * Ortak parmaklar seğirirse : Sağda ve solda çekişmeye sebep olur.
      * Yüzük parmağı seğirirse : Sağda çekişme – solda sevinç vardır.
      * Küçük parmak seğirirse : Sağda ve solda rızık ve mal demektir.
      Eğer bir yerin seğirirse bak ve bu söylediklerimizi hatırla ve şüpheye düşmeden inan. Bir damar yerinden oynuyorsa onu hareket ettiren mutlaka Allah’U Tealadır. Damarın sana vermek istediği işareti anla ve arkasından gelecek olanı bekle.
      Erzurumlu
      İbrahim HAKKI Hazretleri
      (Kuddise sirruh)

    162. Tehlikeli Sözler
      Allah (CC) HiTABEN;

      1-Allah (c.c) bizi de gör artık
      2-Burası Allah ın unuttuğu yer
      3-Allah yazdı ise bozsun
      4-Allah gelse seni elimden alamaz
      5-Allah bizi unuttu
      KADERE SARFEDiLEN SöZLER;

      1-Kader utansın
      2-Böyle kadere lanet olsun
      3-Kaderi kötüymüş
      4-Kader oyunu
      5-Kadersizim
      6-Kaderin kucağında oyuncak olduk
      7-Kahbe kader
      iNSANLARIN BiRBiRLERiNE SARFETTiği SöZLER;

      1-Seninle cennete bile girmem
      2-Cehenneme kadar yolun var
      3-Yüzünü gören cennetlik
      4-Allah belanı versin
      5-Bir iş yaparken ben bunun Allah ını yaparım
      6-Allah ın belası,cezası
      7-Yalansız işmi var,yalandan kim ölmüş,bizde yalan çok
      8-Fala inanma falsızda kalma…
      İmanı tehlikeye atan diğer sözler:

      1. “Seni Allah’tan çok seviyorum.” demek.
      2. Bir adamı sevmediği zaman, “Cehennem’e girmeye imza verdim.” demek.
      3. “Allah bize zulmediyor.”, “Ben Allah mALLAH tanımam.”, “Şu işe Allah’ın bile gücü yetmez.” gibi sözleri söylemek.
      4. Hasta olan birisine, “Seni Allah unuttu.” demek.
      5. Karısı veya başka birisi için, “Onun hakkından Allah bile gelemez, ben nasıl geleyim” demek.
      6. “Allah bana merhamet etme hususunda cimrilik etti.” demek.
      7. Herhangi bir şey için, “Allah’ın hiç işi kalmamış da bunu mu yapıyor veya yaratıyor?” demek.
      8. Peygamberimiz’in sünnetlerinden veya hadislerinden birisini alaya alır bir tarzda “Çok dinledik bunları” demek.
      9. Herhangi bir işi yapan kimseye yapmaması söylendiği zaman, “Peygamber gelse de ‘Yapma!’ dese veya gökten ‘Yapma!’ diye ses duysam yine yaparım” demesi.
      10. Kendisine, “Dünya için ahiretini terk etme!” denilen kimsenin cevap olarak, “Ben veresiye için peşin olanı bırakmam.” demesi.
      11. Fakir bir kişinin, “Allah falan kuluna şu kadar zenginlik veriyor; bana ise az veriyor. Böyle adalet olur mu?” demesi.
      12. “Namaz ve helal olan şeyler, bana iyilik getirmiyor” veya “Ne için namaz kılacağım; malım yok, mülküm yok. Çoluğum yok, çocuğum yok” yahut “Namazı rafa bıraktım” demek.
      13. “Sensiz Cennet’i de istemem, orası da benim için zindandır.” demek
      İşimiz Allah’a kaldı :
      Her işin yaratıcısı Allahü teâlâdır. Eskiden işimiz başkalarının elinde idi de şimdi mi Allah’a kaldı?
      Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca “Ol” der, o da hemen oluverir. (Bakara Suresi, 117)
      ”Allah’ın dilemesine bağlamadıkça (inşaAllah demedikçe) hiçbir şey için ‘Bunu yarın yapacağım’ deme…”
      Kehf suresi,23-24.ayetler

    163. Haset İle İlgili Ayetler
      وَمِنْ شَرِّ حَاسِدٍ اِذَا حَسَدَ
      Felak / 5.Ve kıskandığı vakit kıskanç kişinin şerrinden sabahın Rabbine sığınırım!
      اَلَّذينَ يَبْخَلُونَ وَيَاْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبُخْلِ وَيَكْتُمُونَ مَا اتيهُمُ اللّهُ مِنْ فَضْلِه وَاَعْتَدْنَا لِلْكَافِرينَ عَذَابًا مُهينًا
      Nisa / 37- Onlar ki hem kıskanır cimrilik ederler hem de herkese cimrilik tavsiye ederler ve Allah’ın kendilerine lütfundan verdiği nimeti gizlerler. Biz kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırladık.
      كَانَ النَّاسُ اُمَّةً وَاحِدَةً فَبَعَثَ اللّهُ النَّبِيّنَ مُبَشِّرينَ وَمُنْذِرينَ وَاَنْزَلَ مَعَهُمُ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِيَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ فيمَا اخْتَلَفُوا فيهِ وَمَااخْتَلَفَ فيهِ اِلَّا الَّذينَ
      اُوتُوهُ مِنْ بَعْدِ مَاجَاءَتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ بَغْيًا بَيْنَهُمْ فَهَدَى اللّهُ الَّذينَ امَنُوا لِمَا اخْتَلَفُوا فيهِ مِنَ الْحَقِّ بِاِذْنِه وَاللّهُ يَهْدى مَنْ يَشَاءُ اِلى صِرَاطٍ مُسْتَقيمٍ
      Bakara / 213. İnsanlar tek bir ümmetti. Ayrılmaları üzerine Allah rahmetinin müjdecileri ve azabının habercileri olmak üzere peygamberler gönderdi ve beraberlerinde hak ile ilgili kitap indirdi ki insanların aralarında ihtilaf ettikleri şeyler hakkında hakem olsun. Bunda da sırf o kitap verilenler kendilerine bunca deliller geldikten sonra tuttular aralarındaki hırs ve kıskançlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah kendi izniyle iman edenleri onların hakkında anlaşmazlığa düştükleri hakka ulaştırdı. Allah dilediğini doğru yola iletir.
      وَدَّ كَثيرٌ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ لَوْ يَرُدُّونَكُمْ مِنْ بَعْدِ ايمَانِكُمْ كُفَّارًا حَسَدًا مِنْ عِنْدِ اَنْفُسِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَاتَبَيَّنَ لَهُمُ الْحَقُّ فَاعْفُوا وَاصْفَحُوا حَتّى يَاْتِىَ اللّهُ بِاَمْرِه اِنَّ
      اللّهَ عَلى كُلِّ شَىْءٍ قَديرٌ
      Bakara / 109- Ehl-i kitaptan birçoğu arzu etmektedir ki sizi imanınızdan sonra çevirip kâfir etsinler: Hak kendilerine iyice belirdikten sonra bile sırf nefsaniyetlerinden ve kıskançlıktan dolayı bunu yaparlar. Buna rağmen siz şimdi af ile hoşgörüyle davranın tâ Allah emrini verinceye kadar. Şüphe yok ki Allah her şeye kâdirdir.
      وَاِنِ امْرَاَةٌ خَافَتْ مِنْ بَعْلِهَا نُشُوزًا اَوْ اِعْرَاضًا فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِمَا اَنْ يُصْلِحَا بَيْنَهُمَا صُلْحًا وَالصُّلْحُ خَيْرٌ وَاُحْضِرَتِ الْاَنْفُسُ الشُّحَّ وَاِنْ تُحْسِنُوا وَتَتَّقُوا
      فَاِنَّ اللّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبيرًا
      Nisa / 128- Eğer bir kadın kocasının geçimsizliğinden yahut kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse aralarında bir sulh yapmalarında onlara bir günah yoktur. Sulh hep hayırlıdır. Zaten nefisler kıskançlığa hazırdır. Eğer iyi geçinir ve geçimsizlikten sakınırsanız şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
      اَشِحَّةً عَلَيْكُمْ فَاِذَا جَاءَ الْخَوْفُ رَاَيْتَهُمْ يَنْظُرُونَ اِلَيْكَ تَدُورُ اَعْيُنُهُمْ كَالَّذى يُغْشى عَلَيْهِ مِنَ الْمَوْتِ فَاِذَا ذَهَبَ الْخَوْفُ سَلَقُوكُمْ بِاَلْسِنَةٍ حِدَادٍ اَشِحَّةً عَلَى
      الْخَيْرِ اُولئِكَ لَمْ يُؤْمِنُوا فَاَحْبَطَ اللّهُ اَعْمَالَهُمْ وَكَانَ ذلِكَ عَلَى اللّهِ يَسيرًا
      Ahzab / 19- Size karşı kıskançlık ediyorlardı. Derken o korku hali gelince gördün onları ki ölümden baygınlık sarmış kimse gibi gözleri dönerek sana bakıyorlardı. O korku gidince size keskin keskin diller sıyırdılar. Onlar hayra karşı kıskançlık ediyorlardı. İşte bunlar iman etmediler de Allah amellerini boşa çıkardı. Bu Allah’a göre önemsizdir

    164. ECDADIMIZIN PEYGAMBER AŞKI
      Şair Nabi,Sultan 4. Mehmet döneminde hacca gitmek üzere bir kısım devlet erkanı ile birlikte yola çıkar.Kafile Medine-i Münevvereye yaklaşmıştır.Vakit gecedir,Rasulullah (s.a.v) efendimize bir an önce ulaşmak özlemi ile Nabi nin gözüne uyku girmemiştir.Fakat kafiledeki bir paşa hem de ayaklarını kıbleye doğru uzatmış ,uyumaktadır.
      Hz Peygamberin (s.a.v) beldesinde edebe aykırı böyle bir gaflet halini bir türlü hazmedemeyen ve çok üzülen Nabi,içinden gelen bir ilhamla kasidesini bir anda irticalen söyleyiverir.Kafile şafak vakti Medine-i Münevvereye girmektedir.Ravzayı mutahharanın minarelerinden sabah ezanı okunmaktadır.Müezzin,ezanın ardından Türkçe bir kaside okymaya başlar.
      Nabi dikkat eder,okunan, kendi kasidesidir.Hemen minarenin kapısına koşar.Müezzine, allah aşkına,okuduğun bu kasideyi nereden öğrendin?Müezzin şöyle cevap verir:
      Bu gece rüyamda Efendimiz (s.a.v) i gördüm.Bana dedi ki ; ya müezzin kalk yatma ! benim ümmetimden bana aşık bir zat benim kabrimi ziyarete geliyor.Muhabbetinden benim için şu kasideyi söylemiştir.İşte bu cümlelerle minareden onu istikbal et ; buyurdu.
      Bende hemen kalktım abdest aldım; Peyganberimizin iltifatına mashar olan aşık acaba kimdir diye düşünerek minareye koştum.Öğretildiği gibi okudum.Nabi ,Rasulullah benim için ümmetimden mi dedi ? diyerek sevincinden oracığa bayılıp düşer.İşte o kaside:
      SAKIN TERK-İ EDEPTEN
      Sakın terk-i edepten kuuy-i mahbub-i hudadır bu
      Nazargahı ilahidir,makamı Mustafadır bu
      Felekte mah-i nev babusselamın sine-çakıdır bu
      Bunun kandili cevza matla-i zıyadır
      Habibi kibriyanın habgahıdır fazilette
      Tefevvuk-kerde-i arşı cenabı kibriyadır bu
      Bu hakin pertevinden oldu deycur-i adem zail
      Amadan açtı mevcudat düşçeşmin tutuyadır bu
      Murat-ı edep şartıyla gir Nabi bu dergaha
      Metafı kutsiyandır cilvegahı enbiyadır bu
      AÇIKLAMASI:
      Burası Allahın sevgilisinin beldesidir.Cenabı hakkın nazar buyurduğu ravza-i nebidir.Bu gökteki yeni ay babusselam kapısının yüreği yanık aşığıdır.Ayın kandili cevza yıldızı bile ışığının nurunu ondan almaktadır.Burası,Allah (cc) sevgilisinin ebedi istirahat gahının türbesinin bulunduğu yerdir.Ve fazilet bakımından cenabı hakkın arşının bile üstündedir.Bu toprağın ziyasından yokluğun karanlıkları ortadan kalktı,bütün yaratılmışların görmeyen gözleri açıldı.Çünkü bu toprak gözlere şifa veren sürmedir.Bu dergaha edep ölçülerini gözeterek gir.Çünkü burası meleklerin tavaf ettiği ve peygamberlerin tecelli ettiği bir yerdir

    165. ZÜLKARNEYN as.

      Adı Kur’ân’da geçer. Allah ondan övgü ile bahsetmiştir. Peygamber mi, yoksa veli mi olduğu ihtilâf konusu olmuştur.

      Zülkarneyn kelimesi Arapçadır. Zü ve karneyn kelimelerinin birleşmesinden meydana gelmiştir. Zü, sahip ve malik demektir. Karn ise, boynuz, perçem, tepe, zaman, güneş anlamlarına gelir. Karneyn, karn’ın tesniyesi yani iki tanesi demektir. Buna göre Zülkarneyn kelimesi iki boynuz sahibi şeklinde tercüme edilir (el-Firuzabadî, el-Kamusu’l-Muhît, Kahire 1332, IV, 257 vd).

      Zülkarneyn’in kim oluğu ve neden kendisine bu lakabın takıldığı konusu, eskiden beri tartışmalı bir husus olarak devam etmiştir. Kendisine Zülkarneyn denilmesi, alimler tarafından, başının iki yanında iki boynuza benzer çıkıntıların bulunması, dünyanın şark ve garbını dolaşması, başının iki yanının bakırdan olması, örülmüş iki deste saçı olması, Allah’ın kendisine nur ve zulmeti musahhar kılması (emrine vermesi), yürürken nurun önünden, zulmetin ise arkasından gelmesi, şecaatı dolayısıyle bu lakabı almış bulunması, rüyasında gökyüzüne çıktığını ve güneşin iki tarafına asıldığını görmesi anlamlarında yorumlanmıştır.

      Zülkarneyn’in kim olduğu hususu da, çok farklı şekillerde yorumlanmıştır. Bilindiği gibi Zülkarneyn kelimesi onun esas adı değil, lakabıdır. Onun esas adı hakkında değişik görüşler ileri sürülmüştür. Birçok kişi, onun Büyük İskender (M.Ö 356-323) olduğunu iddia etmiştir. Fakat Kur’ân’da söz konusu olan Zülkarneyn ile Büyük İskender’in vasıfları birbirini tutmamaktadır. Zülkarneyn, Allah’a inanan, dürüst bir hayat süren ve peygamber olduğu bile ileri sürülen bir kişidir. Büyük İskender ise, tek tanrı inancından uzak, girdiği şehirleri yerle bir edecek kadar zalimve barbar bir insandı.

      Bilhassa son devrin alimlerinin ekseriyeti ise, Zülkarneyn’in İran kralı Kisra (Hüsrev) olduğunu kabul etmişlerdir. M.Ö altıncı asırda imparatorluk kuran Kisra’nın vasıflan, Kur’ân’da adı geçen Zülkarneyn’in vasıflarına daha uygun düşmektedir. Nitekim Araplar Kisra’ya, Nûşirevan-ı Âdil demektedirler. Yine de Zülkarneyn’in gerçek adını Allah bilir. Onun peygamber olup olmadığını ihtilaflıdır. (er-Razî, Mefâtihu’l-Gayb, Mısır 1937, XXI,163, vd.; İbn Kuteybe, el-Maarif, Beyrut 1970, 25).

      Zülkarneyn’in adı Kur’ân’da üç âyette geçmektedir:

      “(Ey Muhammed), sana Zülkar neyn’den soruyorlar. De ki: Size ondan bir hatıra okuyacağım. Biz yer yüzünde onun için sağlam bir mekan ve orada istediği gibi hareket edeceği yönetim hürriyeti hazırladık ve kendisine (muhtaç olduğu) her şeyden bir sebep verdik (ulaşmak istediği herşeye ulaşmanın yolunu, aracını verdik). O da (kendisini batı ülkelerine ulaştıracak) bir yol tuttu. Nihayet güneşin battığı yere ulaşınca, onu, kara balçıklı bir gözede batar buldu. Onun yanında bir kavim buldu. Dedik ki: Ey Zülkarneyn, (onlara) ya azab edersin veya kendilerine güzel davranırsın (onları güzellikle yola getirirsin. Nasıl istersen öyle yaparsın). Dedi: Kim haksızlık ederse, ona azap edeceğiz) sonra o, Rabb’ine döndürülecektir. O da ona görülmemiş bir azab edecektir. Fakat inanıp iyi iş yapan kimseye de en güzel mükâfat vardır. Ona buyruğumuzdan kolay olanı söyleriz (kolay işler yapmasını emrederiz, zor işlere koşmayız onu). Sonra yine bir yol tuttu. Nihayet güneşin doğduğu yere ulaşınca, onu, öyle bir kavim üzerine doğar buldu ki, onlara güneşin önünden (korunacak) bir siper yapmamıştık. İşte (Zülkarneyn) böyle (yüksek bir mevkie ve hükümranlığa sahip) idi. Onun yanında (daha) nice (hükümranlık) bilgisi (tecrübesi ve vasıtası) bulunduğu biz biliyorduk. Sonra yine bir yol tuttu. Nihâyet iki sed arasına ulaşınca, onların önünde hemen hiç söz anlamayan bir kavim buldu. Dediler ki: Ey Zülkarneyn, Ye’cuc ve Me’cuc bu yerde bozgunculuk yapıyorlar. Bizimle onların arasında bir sed yapman için sana bir vergi verelim mi? Dedi ki: Rabb’imin beni içinde bulundurduğu (mal ve mülk, sizin vereceğinizden) daha hayırlıdır. Siz bana insan gücüyle yardım edin de, sizinle onlar arasına sağlam bir engel yapayım. Bana demir kütleleri getirin. (Zülkarneyn) iki dağın arasını (demir kütleleriyle doldurup dağlarla) aynı seviyeye getirince, üfleyin dedi. Nihâyet o demir kütlelerini bir ateş haline koyduğu zaman; getirin bana, üzerine erimiş bakır dökeyim, dedi. Artık (Ye’cuc ve Me’cuc) onu ne aşabildiler ne de delebildiler. (Zülkarneyn) dedi: Bu, Rabb’imden (kullarına) bir rahmettir. Rabb’imin va’di ge(lip Ye’cuc ve Me’cuc’un çıkması, yahut kıyametin kopması gerek)diği zaman, onu yerle bir eder. Şüphesiz, Rabb’imin va’di gerçektir” (el-Kehf, 18/83-98).

      Bazı alimlerin rivayetine göre, Yahudilerden birkaç kişi, Hz. Muhammed (s.a.s)’e gelerek Zülkarneyn’in kim olduğunu sormuşlar. Bunun üzerine bu âyetler nazil olmuştur (en-Nisâburî, Esbâbu’n-Nuzûl, Mısır 1968, 75).

      Diğer bir rivayette ise, Mekkeliler kitap ehli olan Yahudilere adam gönderip Hz. Muhammed (s.a.s)’i çetin bir sınavdan geçirmek için, birkaç soru hazırlayıp göndermelerini istemişlerdi. Onlarda şu üç şeyden sormalarını tavsiye etmişler: Ruh, Ashab-ı Kehf ve Zülkarneyn Bunun üzerine ilgili âyetler inmiştir (et-Taberî, Camiu’l-Beyân, Mısır 1373, XVI, 7).

      Yukarıda meâli sunulan âyetlere göre, Zülkarneyn’in bazı özelliklerini şöyle sıralamak mümkündür. Zülkarneyn, üstün yeteneklere, geniş kudret ve imkanlara sahipti. Bilgili, kültürlü, dünya coğrafyasının önemli bir kısmını bilen ve ilâhî yardıma mazhar olan bir kişiydi. Zalimlere hadlerini bildiren, onları cezalandıran, ahiret gününe kesin bir şekilde imân eden, ona göre hareket eden ve iyi ahlaklı dindar toplumları himâye eden bir zattı.

      Zülkarneyn, Hakk’a karşı teslimiyet gösterir, her şeyi ilâhî emrin istikâmetine çevirmeye çalışırdı.

      Hz. Ali’ye göre Zülkarneyn ne bir nebi, ne dg bir kraldı. Fakat Allah’ın salih bir kulu idi. Allah onu sevmiş ve o da Allah’ı sevmişti (İbn İshâk, Kitabu’l-Mübtedâ ve’l-Meb’as ve’l-Meğazî, thk. Muhammed Hamidullah, Mağrib 1976, 185).

    166. SÜRELERİN FAZİLETİ HAKKINDA HADİSİ-İ ŞERİFLER

      * Levh-i Mahfuz’a ilk yazılan, BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM’dir.

      * FATİHA süresi, Kur’an’ın üçte birine bedel ve Kur’an’ın anasıdır.

      * FATİHA her derde deva, zehire şifadır. (Ramüz 321/11)

      * Bir millete Allahü Teala azab göndermeyi hükmetti. Onların çocuklarından biri Fatiha-i Şerife’yi öğrenip okuyunca Allahü Teala onların üzerinden kırk yıl azabı kaldırdı. (Beyzavi1/14)

      * Allah’a yemin ederim ki, ne Zebur’da, ne incil’de ne Tevrat’ta ve ne de Kur’an’da Fatiha süresinin bir misli nazil olmamıştır. (Tergib 3/183)

      * BAKARA süresi, Kur’an’ın evi veya perdesidir. Onu öğretiniz. Çünkü onu öğrenmek bereket, terk etmekse hasrettir. Bu süreye sihirbazlar güç yetiremezler. (Beyzavi 2/274)

      * Kur’an okumayı terkedip de evlerinizi kabirlere benzetmeyiniz. Sure-i Bakara’nın okunduğu evden şeytan mutlaka kaçar. (Tergib 195)

      * Her şeyin bir senamı (alası-zirvesi) vardır.Kur’an’ın senamı da Bakara süresidir. Kim gece evinde o süreyi okursa şeytan üç gece o eve gelmez. Kim de Gündüz okursa, şeytan o eve üç gün yaklaşamaz. (Ramüz 128/Cool

      * Kur’an-ı Kerim’de en azim ayet AYETÜL KÜRSİ’dir.
      Bakara süresinde bir ayet vardır ki, Kur’anın ayetlerinin seyyididir. O ayet bir evde okundu mu şeytan oradan mutlaka çıkar (kaçar) Bu, Ayetül Kürsi’dir. Ayetül Kürsı’yi okuyan kimseye, Kürsi büyüklüğünde ecir verilir. Melekler ona istiğfar ederler Yatarken Ayetül Kürsi okuyan kişiyi, onun komşusunu ve etrafında bulunan bütün komşularını Allahü Teala emniyet altına alır. (Beyzavi 2/259)

      * Süre-i Bakara’nın sonundaki iki ayeti
      AMENERRASULÜ’yü… geceleyin kim okursa, o, ona yeter. (Beyzavi 2/274)
      Hz. Ömer R.A. “Akşam Amenerrasülü..’ yü okumadan yatan kişiyi biz akıllı saymazdık. (Hak dini Kur’an dili)

      * ALİ İMRAN süresini Cuma günü okuyana Allahü Teala rahmet, melekler de güneş batıncaya kadar Salatü Selam ederler. (Beyzavi 2/63)

      * NİSA Süresini okuyan kişi sanki bütün mü’min kadın ve erkeklere sadaka dağıtmış ve bir köle azad etmiş gibi ecir alır ve Allahü Teala’nın günahlarından vaz geçtiği kullarından olur. (Beyzavi 132)

      * Kur’an’ın yedi uzun süresini ki, -NİSA süresi de onlardandır- kim öğrenip okursa o kişi alim sayılır.(Ahmet ibni Hanbel)

      * MAİDE Süresini okuyan kişiye Cenab-ı Hak dünyada yaşayan yahüdi ve hristiyanların adedince hasene yazar. (Beyzavi 2/178)

      * EN ‘AM Suresini okuyan kişi için yetmiş bin melek bu sürenin harflerinin adedince istiğfar ederler. (Beyzavi 2/217)
      * Kim sabah namazını cemaatle kılar ve namaz kıldığı yerde oturarak EN’ AM Süresinin başından üç ayet okursa Allah bu sayede ona yetmiş melek görevlendirir. Bunlar kıyamete kadar Allah’ı tesbih ve okuyan kişiye istiğfar ederler. (Deylemi)
      * A’RAF süresini okuyan kimse için Cenab-ı Hak kıyamet gününde şeytanlara karşı bir perde halk eder. (Onu şeytanlardan korur) ve Adem A.S.’ı ona şefaatçı kılar. (Beyzavi 3/40)
      * ENFAL ve BERAE sürelerini okuyan kişiye ben kıyamette şefatçı olacağım. (Beyzavi 3/40)
      * YUNUS ve HUD sürelerini kim okursa (kendisine sayısız dereceler ihsan olunur. (Beyzavi)
      Not: Hud süresi 41. ayeti (Bismillahi mecreeha. Vemürseha inne rabbi lagafururrahiim.)ni Nuh A.S. gemiye binerken okumuş ve kendisine tabi olanlara okumalarını emretmişti.Okudular, selamet buldular. Bizler de vasıtaya binerken 3 veya 7 defa okursak manevi kemerlerimizi bağlamış oluruz.
      * YUSUF süresini herhangi bir mü ‘min okur ve aile efradına öğretirse, Cenab-ı Hak onlara ölüm hastalığını kolay kılar ve müslümanlara haset etmek duygusundan onları kurtarır. (Beyzavi 3/144)
      * RAAD süresini okuyan kişiye Allahü Teala bütün şimşekler adedince ecir ihsan eder ve onu ahdini ifa etmiş kişi olarak diriltir. (Beyzavi 3/154)

      * NAHL Süresi’ni okuyan kişi, o gün ölürse. Allahü Teala onu dünyada ihsan ettiği nimetlerden dolayı hesaba çekmez. (Beyzavi 3/195)

      * KEHF süresinin evvelinden on ayet ezberleyen Deccal’in fitnesinden emin olur. (Tergib 3/192)
      * ENBİYASüresini okuyan kişinin hesabını Cenab-ı Hak kolay kılar ve peygamberler onunla müsafaha ederler. (Beyzavi 4/4Cool

      * HAC Süresini okuyan, hac ve umre yapanların sevabları gibi sevab alır. (Beyzavi 4/62)

      * BAKARA. ALİ İMRAN . TAHA Süreleri kendileriyle yalvarılıp dua edildiğinde, Cenab-ı Hakk’ın kabul buyuracağı “ism-i Azam”dırlar.(Darimi)

      * TAHA ve YASİN Sürelerini Allahü Teala Hz.Adem A.S.’ı yaratmadan bin yıl evvel okumuştur. Melekler işitince BUNLARIN İNDİRİLECEĞİ ÜMMETE, BUNLARI OKUYACAK DİLLERE, BUNLARI EZBERLEYECEK GÖNÜLLERE NE MUTLU demişlerdir. (Darimi)

      * MÜ’MİNÜN Süresinin evvel i ve ahiri Cennet hazinelerindendir. Evvelindeki üç ayetle amel eden, ahirindeki dört ayetin nasihatını dinleyen kişi kurtulur, felah bulur (Beyzavi 4/73)

      * FÜRKAN süresini okuyan, mü’min olarak Allahü Teala’ya kavuşur. (Beyzavi 4/100)

      * NEML Süresini okuyan haşrolunduğunda kabrinden (La ilahe illallah) diyerek kalkar. (Beyzavi 4/122)

      * AHZAB Suresini okuyup, ehline öğreten, kabir azabından emin olur. (Beyzavi 4/169)

      * MÜLK ve SECDE Surelerini yatsıdan sonra okuyan, Kadir gecesini ihya etmiş gibi olur. (Fethü’l Kadir)

      * SECDE ve MÜLK Surelerini okuyunuz. Zira bu iki surenin her ayeti diğer surelerin yetmişayetine bedeldir, (Tirmizi)

      * YASİN Suresini ölülerinize okuyunuz. (Tirmizi)

      * Her şeyin bir kalbi vardır. Kur’an’ın kalbi de YASİN’dir. Kim Yasin’i okursa, Cenabı Hak ona on defa Kur’an okumus kadar sevap ihsan eder. (Tirmizi)

      * Kim geceleyin YASİN okursa affedilmiş olarak sabaha çıkar. (Tirmizi)

      * YASİN’i Her gece okuyan, şehid olarak ölür(Elmanevi)

      * YASİN’i okuyunuz. Onda on bereket vardır:
      1- Aç, okursa doyar,
      2- Çıplak, okursa giyinir,
      3- Bekar, okursa evlenir,
      4- Korkusu olan, okursa emin olur, :
      5- Mahzun, okursa ferahlar,
      6- Misafir okursa seferde yardım görür,
      7- Kayıp (için okunursa) bulunur,
      8- Hasta okursa (veya hastaya okunursa) şifa bulur,
      9- Ölü üzerine okunursa azabı hafifler,
      10- Susayan okursa suya kavuşur. (Ramuz 79/4)

      * Her kim anne ve babasının veya bunlardan biri nin kabrini her Cuma ziyaret eder ve yanlarında YASİN okursa, her harfinin sayısınca ona mağrifet olunur. (Hak dini Kur’an dili)

      * YASİN-i ŞERİF’i gece okuyan, Yedi hatim sevabına nail olur.

      * YASİN-i ŞERİF’i gece okuyana, 20 hac sevabı verilir. (Künüzü’d Dekaik)

      * VAKIA süresini gece okuyan, hiC fakirlik görmez, (Beyzavi 5/116)

      * ZÜHRUF süresini okuyan kimse için kıyamet günü “Ey kulum bu gün sana korku ve üzüntü yok” denilir. (Beyzavi C-5 S.65)

      * DUHAN süresini okuyup yatan kişi mağfiret olunmuş olarak kalkar. (Beyzavi 5/6Cool

      * DUHAN süresini gecenin evvelinde okuyan kişi için yetmişbin melek sabaha kadar istiğfarda bulunur. (Tirmizi)

      * DUHAN süresini Cuma günü veya gecesi okuyan kimse için, Allahü Teala Cennette bir köşk ihsan eder. (F. Kadir)

      * CASİYE süresini okuyanın Allahü Teala ayıplarını örter ve hesap korkusunu giderir. (Beyzavi)

      * Bu gece bana bir süre nazil oldu ki, o, bana üzerine güneş doğan her şeyden sevgilidir. Bu, İNNA FETEHNA LEKE… süresidir.
      * HAŞR süresini okuyan kişinin geçmiş ve gelecek günahları(ndan bazıları) aftolunur.

      Bir kimse sabahleyin ÜÇ KERE “EÜZÜ BİLLAHİSSEMİİL ALIMİ MİNEŞŞEYTANİRRACIM” der de HAŞR süresinin sonundan üç ayet okursa, Allahü Teala ona yetmişbin melek vekil eder ki, onlar akşama kadar kendisine dua ederler. Eğer o gün ölürse şehid olarak ölür. Akşamleyin okursa yine bu menzilede olur. (Ramüz 434/12)
      * Allah’ın ayetleri içerisinde “ism-i Azam”, Süre-i Haşrin ahirindedir. (Hüvallahüllezi.. ilah)
      * Kim gündüz veya gece HAŞR süresinin sonunu okur, sonra da o gün veya o gece ölürse Allah ona Cenneti vacib kılar. (Beyhaki)
      * MÜNAFİKÜN süresini okuyan nitaktan beri olur.
      * TEĞABÜN süresini okuyan kişiden Allahü : Teala ani ölümü defeder. (Beyzavi 5/136)
      * TALAK süresini okuyan kişi, sünnet-i Resülüllah üzere ölür. (Beyzavi 5/136)
      * TAHRiM süresini okuyana, Allahü Teala tevbe-i nasuh nasib eder. (Beyzavi 5/140)
      * MÜLK süresini okuyan kimse Kadir gecesi ihya etmiş .9ibidir. (Beyzavi 5/142)
      * TEBAREKE (Süre-i Mülk), kabir azabına manidir. (Tirmizi)
      * Bir kimse her gece Sure-i KIYAME (ki La uksimü biyevmil Kıyame…) okursa, kıyamet günü yüzü ayın ondördü gibi parlayarak Allah’a kavuşur.(Ramüz 438/6)
      * İNŞİKAK süresini okuyan kişiye, Allahü Teala kitabını solundan ve arkasından vermez. (Beyzavi 5/179)

      * İZAZÜLZİLE suresini dört defa okuyan kişi, sanki Kur’an’ın tamamını okumuş gibidir. (Beyzavi5/192)
      * TEKASÜR suresini okuyan, ani ölüme uğramaz.
      * Sizden biriniz her gün bin ayet okuyamazsa ELHAKÜMÜTTEKASÜR’ü okuyamaz mı?. (Ramuz 82/Cool
      * Size bir sure okuyacağım ki, (o sırada) kim ağlarsa Cennetliktir. Ağlayamazsa hüzünlü bulunsun. Bu, Elhakümüttekasür suresidir. (Ramuz 147/6)
      * KAFİRÜN suresini okuyan kişi,sanki Kur’an’ın dörtte birini okumuş gibidir.(Beyzavi5/192)
      * Ey Cübeyr! Sefere çıktığında arkadaşlarıniçinde en iyi hal ve en fazla azık sahibi olmaktan hoşlanırsan şu beş sureyi oku: Kul ya eyyühel kafirun-iza cae nasrullah-Kul hüvallahü Ehad- Kul euzü birabbil Felak- Kul euzü birabbinnas.. Her sureye besmele ile başla ve besmeleyle bitir. (Ramuz 1118)
      * Yatağına geldiğinde “Kul ya eyyühelkafirun” suresini oku, sonra uyu. Bu, şirkten beri
      olmaktır. (Ramuz 37/5)
      * İHLAS suresini okuyan kişiye Cennet vacib olmuştur. (Beyzavi5/200)
      * İHLAS ve MUAVVEZETEYN surelerini akşam sabah üçer kere okumak sana her şey için kafidir. (335/9)
      * KULHÜV ALL.AHÜ EHAD, Kur’an’ın üçte birine bedeldir. (Ramüz 335/7)
      * Bir kimse İHLAS süresini elli defa okursa, elli senelik, ikiyüz defa okursa, ikiyüz senelik günahı Affolunur.Bin defa okursa, kendisini Allahü ila’dan satın almış olur.(Ramüz 438/8-9-11)
      * Bir kimse farz namazlardan sonra on defa İHLAS okursa, Allahü Teala, rızasını ve mağfiretini kendisine lazım kılar. (Ramüz 438/12)

      SÜRELERiN HAVASSI :

      On süre, on şeye mani olur:
      1- FATİHA süresi: Allahü Teala’nın gazabını giderir.
      2- YASİN-i ŞERİF süresi: Kıyamet gününde susuzluğu önler.
      3- DÜH.AN süresi: Kıyamet gününün korku ve dehşetini önler.
      4- VAKIA süresi: Fakirliği, yoksulluğu önler.
      5- MÜLK süresi: Kabir azabını önler.
      6- KEVSER süresi: Düşmanlardan husümeti önler.
      7- KAFİRÜN süresi: ölüm zamanında küfre gitmeyi önler.
      8- İHLAS süresi: Nifakı önler.
      9- FELAK süresi: Hasedcilerin hasedini önler.
      10-NAS süresi: Vesveseleri önler.

      SECDE AYETLERİ

      Geldi ondört yerde bil ki, secde-i Kur’an tamam,
      Yedisi farz, üçü vacib, dördü sünnet ey hümam;

      Farz-ı ARAF, NAHL’ü, İSRA, RAAD, MERYEM, HACC’ü SAD,

      Vacib-i FÜRKAN, ELIF-LAM-MİM, HA-MİM vesselam.

      Sünnet oldu NEML-ü, NECM’ü İKRA hem İNŞİKAK
      Samı ve karı olana emreder Rabbü’l Enam.

      KUR’AN-I KERİM

      Bilmek istersen eğer aded-i ayatı
      Cümlesi altıbin altıyüz altmışaltı
      Bini’dir vaad beyanında anın, bini’dir vaıd,
      Bini’dir emr-j ibadet, bini’dir nehyü tehdıd
      Bini emsal’ü iberdir, bini ahbar’u kasas,
      Beşyüz ayeti helal ile harama muhtas.
      Buldu yüz ayatı tesbıhu dua çü rüsüh
      Altmış altısı dahı ayat-ı nasih ve mensuh.

      ŞİİR:

      Gece gündüz Kur’an okumak, ne güzeldir ne güzel
      Kuşlarla seherde şakımak, ne güzeldir ne güzel
      Dalıp Kur’an ummanına, gönül verip kelamına
      Nail olmak selamına ne güzeldir ne güzel…
      ********

      Hakkında, “BİZ KUR’AN’DAN MÜ’MİNLER İÇİN ŞİFA VE RAHMET OLANLARI PEYDERPEY İNDİRİYORUZ.” (S. isra 82) buyurulan Kitab-ı Kerim’in her suresi ve her harfi nice bilinmeyen sırlara sahib ve sayılara sığmayan maddi ve manevidertlere devadır.

      Bu makalede (risalede) güneşten zerre, deryadan damla mesabesinde beyan edildi. Derya bardağa sığmadığı gibi, Kur’an’ın mucize ve bereketleri de kitaplara sığmaz. Allahü Azimüşşan cümlemizi feyzinde ve nurunda daim eylesin. Amin.

      Selam ve muhabbetlerimle….
      Allaha emanet olun.

    167. Hıdırellez
      Hızır ve İlyas aleyhimesselâm
      Miladi takvimle 6 Mayıs günü Hıdırellez’dir. Hızır günleri yani yaz mevsiminin başlangıcı sayılan 6 Mayıs günü, Rumî senede Nisan ayının yirmi üçüncü gününe rast gelir.
      Bilindiği üzere Rumî takvimde yıl, Hızır ve Kasım (yaz ve kış) günleri olarak ikiye ayrılır. Mayıs ayının 6’sında Hızır ile yaz başlar, 186 gün sürer. Kasım ayının 8′ine kadar devam eder ve bundan sonra kış başlar. 179 gün sürer. Şubat’ın 29 çektiği artık yıllarda ise 180 gün olur.
      Hıdırellez denmesinin sebebi; çeşitli dini kaynaklarda Mûsâ aleyhisselâmın ümmetinden bir velî veya peygamber olduğu bildirilen ve Kur’ân-ı Kerîm’de, “Kullarımızdan bir kul…” (1) diye anılan Hızır‘ın (Hıdır) kurak bir yerde oturması ile o yerin yeşerip dalgalanmaya başladığı, hadîs-i şerîfte bildirilmiştir. Bu sebeple yaz başlangıcında ortalığın yeşermeğe başladığı güne yeşil mânâsına gelen Hıdır günü, yine bu günde Hıdır ile İlyâs‘ın (aleyhimesselâm) buluştukları rivâyeti sebebiyle de Hıdırellez denmiştir.
      Dinî kaynaklarımız, Hz. Hızır ve Hz. İlyâs‘ın Allah Teâlâ’nın sevgili kullarından olduğunu haber vermekle beraber onlar adına mukaddes bir günün varlığını bildirmemektedir. Hıdırellez gününün İslâm’da dînî bir hüviyeti ve kudsiyeti yoktur. O bakımdan 6 Mayıs’ta dinimizin tasvip etmediği tarzda kutlamalarda bulunmak, eğlenmek haramdır.
      ***
      Bu kısa ansiklopedik bilgilerden sonra gelelim bu iki zatın durumlarına…

      HIZIR VE İLYAS ALEYHİMESSELÂM KİMDİR VE NE HÂLDEDİRLER?
      Hızır aleyhisselâm, peygamber olması kuvvetle muhtemel, ilim ve hikmet sahibi bir zâttır. Tasavvuf erbâbına ve hadis âlimlerine göre Hz. Hızır hayattadır, diridir. Nitekim Muhyiddîn-i Arabî (k.s.) Fütuhât-ı Mekkiye’sinde Hızır aleyhisselâmın hayatta olduğuna dair bilgiler verir. İbn Salâh ve İmam Nevevî gibi bazı zâtlar da Hızır aleyhisselâmın yaşadığı hakkında büyük âlimlerin görüş birliğinde olduklarını nakletmişler… Ve yeryüzünde âb-ı hayat’ın (hayat suyu) var olduğunu, ondan içenin kıyâmete kadar hayatta kalacağını, Hızır aleyhisselâmın da ondan içtiğini haber vermişlerdir.

      ***
      Hızır (a.s.) bazı kimselere görünür, darda kalanlara yardım eder, hayırlı ve güzel yerlerde bulunur. Kimi Allah dostları, sıkıntılı anlarda, Hızır aleyhisselâmdan istimdat için zaman-zaman aşağıdaki beyti okumuşlardır.
      Edrik Ebe’l-Abbas ennî münhasır
      Seyyidî Belyâ’bni Melkâni’l-Hızır
      (Lâ edrî)
      Meali: Efendim Belyâ, Melkân’ın oğlu Hızır! Yetiş ey Ebu’l-Abbas, sıkıntıdayım, demektir.
      Açıklama: “Belyâ” Hızır aleyhisselâmın adı, “Melkân” babasının adıdır. Künyesi de, “Ebu’l-Abbas“tır.
      Tarîk-ı Nakşî Müceddidin kolu silsilesinin 33. ve son halkasını teşkil eden Süleyman Hilmi Silistrevi (k.s.) hazretlerinin, ders arasında bazan, hem yukardaki beyti hem de şu beyti cezbeli bir tarzda okudukları, talebeleri tarafından nakledilmektedir…
      Edrik Ebe’l-Kaasım, ennî münhasırun;
      Seyyidî Muhammedü’bni Abdullâhi’bni
      Abdü’l-Muttalib, hüve’n-nûr.

      ***
      Kur’ân-ı Kerim’de Hızır aleyhisselâmın isminden açıkça bahsedilmez. Ancak Kehf sûresinin 60-82. âyetlerinde yer alan Hz. Mûsâ ile alâkalı kıssada, “Kullarımızdan bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet vermiş ve yine ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.”(2) diye bahsedilen zâtın Hızır aleyhisselâm olduğu anlaşılmaktadır. Zira bizzat Peygamber Efendimiz’den (s.a.v.) gelen sahih hadislerde, bu şahsın Hızır aleyhisselâm olduğu açıkça belirtilmiştir.(3)
      ***
      Dilerseniz sözü fazla uzatmadan Hicrîikinci bin yılın müceddidi İmâm-ı Rabbânî Ahmed Farukî es-Serhendî (k.s.) hazretlerine bırakalım. Yazdıkları bir mektupta o şunları anlatıyor:
      “Arkadaşların, Hızır’ın (alâ nebiyyinâ ve aleyhimü’s-salâtü ve’s-selâm) ahvâlini sormalarının üzerinden belli bir zaman geçti. Ancak fakîr, lâyıkı veçhile onun ahvâline ıttılâı olmadığından (gerekli ve tatminkâr bir bilgiye sahip bulunmadığımdan) dolayı cevap vermekte tevakkuf ettim (durup bekledim).
      “Bir gün sabah halakasında (zikir meclisinde), Hz. Hızır ve İlyas’ı (aleyhimesselâm), rûhânîler sûretinde hazır vaziyette gördüm. Hızır aleyhisselâm, rûhânî bir ilkâ (kalbime gelen bir hitâb) ile şöyle dedi:
      – “Biz, ruhlar âlemindeyiz. Hak sübhânehû ve teâlâ hazretleri, ruhlarımıza öyle kâmil bir kudret verdi ki; biz, cisimlerin şekil ve sûretlerini alıp onlar gibi olabiliriz… Ve bizden de, bu sûret ve şekillerini aldığımız cisimlerden meydana gelen cismânî harekât ve sekenât yani duruş ve davranışlar, cesede ait ibâdet ve tâatler de aynen meydana gelir.’
      “Bu esnâda ben,
      – “Siz namazı İmam Şâfiî’nin(rh.) mezhebine göre kılıyorsunuz’ dedim.
      “O da şöyle cevap verdi:
      – “Biz şerîatlerle mükellef değiliz; lâkin kutb-i medâr’ın (4) mühim işlerinin görülmesi bize bağlıdır, o da İmam Şâfiî mezhebi üzeredir, dolayısıyla biz de onun arkasında İmam Şâfiî’nin (rh.) mezhebine göre namaz kılarız.’
      “İşte o zaman anlaşıldı ki; onların ibâdet ve tâatlerine mükâfat terettüb etmez (sevab yazılmaz, ecir ve mükâfat verilmez). Onların ibâdet ve tâatleri, tâat ehline muvâfakat (uygun olma) ve ibâdetlerin sûretine riâyet içindir.
      “Ve yine anlaşıldı ki; velâyet kemâlâtı Şâfiî fıkhına, nübüvvet kemâlâtı ise Hanefî fıkhına uygundur.
      “İşte bu sırada, Hâce Muhammed Pârsâ’nın (k.s.), kendisinden naklen Fusûl-i Sitte’de zikrolunan, ‘İsa alâ nebiyyinâ ve aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm yeryüzüne indikten sonra Ebû Hanîfe’nin (rh.) mezhebiyle amel eder’ sözünün hakikati de anlaşılmış oldu. (Mümkündür ki bu cümle, İsa aleyhisselâm ile İmâm-ı A’zâm hazretlerinin ictihadlarının benzerliği dolayısiyle söylenmiştir. Yani Hz. İsa’nın ictihâdı, İmâm-ı A’zâm hazretlerinin ictihâdına uygun olacak; ama onu taklid etmeyecektir. Zira onun şânı, ümmet ulemâsını taklid etmekten yana yücedir.) (5)
      “Yine bu esnada, onlardan yardım istemek ve duâ taleb etmek hatırıma geldi. Hızır aleyhisselâm da,
      – “Hak sübhânehû ve teâlânın inâyeti (lûtuf ve yardımı), bir şahsın hâlini şumûlüne alıyorsa (onu ihâta ediyor, kuşatıyorsa), ona biz karışamayız, tesir ve nüfûzumuz olmaz’ dedi.
      “Âdeta onlar, kendilerini aradan çıkarmış gibiydiler.
      “Hz. İlyas alâ nebiyyinâ ve aleyhi’s-salâtü ve’s-selâma gelince; o bu esnada hiç konuşmadı.”(6)
      “Hazret-i Hâce Muhammed Pârsâ (k.s.), ‘Hızır’ın (alâ Nebiyyinâ ve aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm) rûhâniyeti, ledünnî ilimlerin gelmesinde vâsıtadır’ dedi.
      “Görünen o ki; bu söz, mâneviyat yolculuğundaki başlangıç ve orta hâllere nisbetle söylenmiştir. Zira açık keşfin şehâdet ettiği gibi, mühtehînin yani mânevî yolda başlangıç ve orta menzilleri aşmış olan sondakilerin muâmelesi/durumu bir başka şeydir. Bunun doğruluğunu, Şeyh Abdülkadir Geylânî’den (kaddesallâhü teâlâ sırrahû) yapılan bir nakil de kuvvetlendirmektedir. Bir gün o minbere çıkmış, ilimleri ve ma’rifetleri açıklıyordu. Bu esnada oradan Hızır aleyhisselâm geçmekteydi. Şeyh ona seslenerek şöyle dedi:
      “Ey İsrâilî, gel de Muhammedî kelâmı dinle!’
      “Şeyh’in bu ifâdesinden de anlaşılmaktadır ki, Hızır (a.s.) Muhammedîler’den değil, geçmiş milletlerdendir. Hâl böyle olunca, o nasıl Muhammedîler’e vâsıta olabilir?”(7)
      ***

      Hızır aleyhisselâmla ilgili ilave bazı bilgiler
      1. HZ MUSA VE HIZIR ALEYHİMESSELAM
      Kehf suresinde geçen ilm-i ledün dersini aldıktan sonra Musa aleyhisselam Hızır aleyhisselama,
      – “Bu ilmi sana Rabbim hangi amelin karşılığında verdi? Onu bana öğret de, ben de onunla amel ederek bu ilmi elde edeyim” dedi. Hızır (a.s.) da,
      – “Allah için, mâsiyete sabr etmem sayesinde” diye cevap verdi. (Şuabü’l-İman)
      ***
      2. ABULKADİR GEYLANİ HAZRETLERİ VE HIZIR ALEYHİSSELAM
      Bu mübarek zat maddi ilimlere ait tahsilini Bağdat’ta bitirmiş ve Hızır (a.s.) ile manevi tahsile başlamıştı. Ve henüz 25 yaşında bir genç idi. Bir cuma günü namazdan önce Bağdat’ın en büyük camiinde murakabe halinde idi. Halk da sanki birileri tarafından o camiye sevkedilmekte idi. (Belki de manevi hocası Hızır aleyhisselâm onları o camiye yönlendiriyordu). Öyle ki cami hınca hınç dolmuş, Abdulkadir Geylani hazretleri murakabeye devam ediyordu.
      İsterseniz devamını kendisinden dinliyelim:
      “Hutbe’nin arkasında murakabe halinde idim. Ceddim Rasûlüllah teşrif ettiler ve buyurdular ki:
      – “Ey Abdulkadir! İlmini ikmâl eyledin ve insanları irşadın ne kadar büyük bir vazife olduğunu öğrendin. Peki neden bu köşede böyle boş ve sessiz oturuyorsun? Kalk kürsüye çık ve halkı doğru yola sevk et! Ve onları Allah’ın yoluna davet et!”
      Rasûlüllah (s.a.v.) böyle buyurduğu halde ben, bir türlü kürsüye çıkmaya va halkı irşad etmeye kendimde cesaret bulamıyordum. Dedim ki:
      – “Ya Rasûlellah! Daha çok gencim, acaba bu insanlar beni dinlerler mi?”

      Rasûlüllah Efendimiz (s.av.),
      – “Sen davet ile memursun. Hidayeti ise Allah halk eder, tesirini o verir” buyurdu. Bunun üzerine ben yavaş yavaş kürsüye çıktım, fakat hayret! Söyliyecek tek kelime bulamadım. Ve artık inmeyi düşünyordum ki, Rasûlüllah (s.a.v.) tekrar teşrif etti, yanından Cihar-i Yari Güzün Efendilerimiz (r.anhüm) vardı. Ve bana,
      – “Ya Abdelkadir! Va’z et! Söyle, anlat!” buyurdu. Ben de,
      – “Ya Rasûlellah! Bir şey bilmiyorum ki” dedim, o zaman Rasûlüllah Efendimiz,
      – “Ağzını aç!” buyurdu. Ve beş defa ağzıma “Huuu” diye üfledi. Sonra sırasıyla Hz. Ebu Bekir dört defa, Hz. Ömer üç defa, Hz. Osman iki defa ve Hz. Ali de bir defa üfleyip, gittiler.
      Ben de va’z etmeye başladım… Ama ne dediğimi, ne anlattığımı ben de bilmiyordum. Bildiğim bir şey varsa, beni dinleyen cemaattan birçok insan heyecandan bayılıyor, bazıları ise anlattıklarıma dayanamıyor, ölüyorlardı. (Abdulkadir Geylani’nin Hayatı)

      Demek ki, gerçek va’z ve irşad; ancak, başta Rasûlüllah Efendimiz olmak üzere O’un varisleri bulunan pîran’dan izinli olursa müessir oluyor. Yoksa boş!
      ***

      3. HIZIR (A.S.) KİMLERLE BULUŞUR?
      Ali Darîri hazretleri, Hızır aleyhisselâmın dünyada bir kimseyi dost edinip, onun ziyaretine gelmesi için dört şart vardır, buyuruyor:
      1. O kimse, her halükârda Rasûlüllah’ın sünnetine uyan biri olacak.
      2. Kalbinde dünyaya karşı bir his ve ihtiras asla olmıyacak.
      3. Bütün Müslümanlar için temiz bir duyguya ve kalbe sahip olacak.
      4. Hile, haset, kin gibi duygular içinde asla olmıyacak.
      Devamla buyurdular ki: Bu şartlar kendinde olmıyan insan, ibadetle melekleşse bile, yine Hızır (a.s.) ona uğramaz ve onunla arkadaşlık te’sis etmez. (8)

      ***

      4. HASTA ZİYARETİNDE OKUNACAK DUALAR
      Hızır aleyhisselâm bir veliye “Ağrıyan yere elini koyarak şu ayeti oku” buyuruyor:
      وَبِالْحَقِّأَنْزَلْنَاهُوَبِالْحَقِّنَزَلَ
      Meali: “Biz bu Kur’anı (hakkı tesbit için) hak olarak indirdik ve o, bütün hakikatleri (hak ve hikmeti) içinde toplayarak indi…” (9)
      es-Selâmü alâ meni’t-tebea’l-hüdâ… Selâm, hidâyete uyanların üzerine olsun.

    168. Peygamber -s.a.v- Efendimizin Hz. Hatice ile İzdivacı
      HAZRET-İ HATİCE İle İzdivac:
      İki taraf da karar verip büyükleri vasıtası ilebirbirini istedikten sonra nikah hazırlıklarına başlandı. Nikah, adet üzere Hazret-i Hatice’nin evinde kıyılacaktı.İki tarafın yakınları geldiler. Kureyş eşrafıda davet edilmişlerdi.
      Evlilik için lazım olan şeyler görüşüldükten sonra Hazret-i Hatice’nin amcasının oğlu Varaka bin Nevfel tarafından nikah kıyıldı. Kureyş’in ileri gelenleri de nikah şahidi olarak bulundular.Hazret-i Hatice’ye yirmi dişi deve mehir olarak verildi.
      Ebu Talip ve Varaka Arap geleneklerine göre birer konuşma yaparak, her iki ailenin meziyetlerini dile getirdiler. Develer kesilerek davetlilere ziyafet verildi. Hazret-i Hatice’nin cariyeleri defler çalarak oyunlar oynayarak nikahı ilan ettiler.
      Ebu Talip de evinde develer keserek halka ziyafet verdi ve yeni evlileri evine davet etti. Geldiklerinde sevincinden gözleri yaşardı. ’’Bizden bütün sıkıntıları ve üzüntüleri giderenAllah’a hamdolsun.’’dedi.

      Aradan birkaç gün geçtikten sonra Resulullah Aleyhisselam, zevcesinin evinde ikamet etmek üzere amcasının evinden ayrıldı. Bu suretle gençliğinin ikinci mühim devresine girmiş bulunuyordu..
      Peygamber – SAV – Efendimiz’in gerdeğe girdiği Hazret-i Hatice’nin evi Safa ile Merve arasındaki attarlar çarşısının arkasında idi. Hazret-i Hatice bütün çocuklarını bu evde dünyaya getirmiş kendiside bu evde vefat etmişdi. Resulullah Aleyhisselam da hicret edinceye kadar buradan ayrılmamıştı.

      Bu dönemde sıkıntılı günleri geride bıraktı.Hazret-i Hatice daha önceleri başkaları aracılığı ile ticaret yapardı. Fakat bu aracılar dürüst ve güvenilir olmadığı için çoğu zaman beklediği karı elde edemiyordu.Fakat işlerin idaresi tamamiyle Resulullah Aleyhisselam’ın eline geçtikten sonra büyük kazançlar temin edildi.
      Hazret-i Hatice Validemiz Resulullah Aleyhisselam’a hanımlarının nesep yönünden en yakın olanıdır.Nesepleri Kusayy’da birleşir.

      Resulullah Aleyhisselam’dan önce İbn’ün-Nebas’ın, ondan önce de Atik bin Abid’in nikahında idi. Her ikisi de ölmüşler, genç yaşta dul kalmış, kendisine onlardan büyük bir servet intikal etmişti. Güzelliğinin şöherti, zenginliğinden az değildi. Hala oldukça gençti.Kureyş eşrafından bir çok kimseler ona talip olmuşlarsa da , ne kadar çok mal ve mülk vermek istemişlerse de o bunların hiç birisini kabul etmemiş, Resulullah – SAV – Efendimiz’e ise bizzat kendisi talip olmuştu.
      Becerikli ve akıllı bir kadın olan Hazret-i Hatice, zamanın okuma yazma bilenlerindendi.Haniflerden olan amca oğlu Varaka ile beraber mukaddes kitabın bazı bölümlerini okumuştu. Yüksek bir ruha sahipti.Engin ahlakı yüzünden cahiliyet devrinde de İslamiyet devrinde de ‘’Afife: çok iffetli’’ ve ‘’Tahire: çok namuslu, çok temiz’’ lakapları ile şöhret bulmuştu.Pakize bir kadındı.

      Peygamberlikten önceki hayatında olduğu gibi, peygemberlğiğinin sıkıntılı günlerinde de; sevgisiyle, kalbinin rikkatiyle, imanının kuvvetiyle, sadakat ve faziletiyle, akıl ve zekasıyla Resulullah Aleyhisselamîn en yakın desteği ve yardımcısı, vefakar ve cefakar bir hayat arkadaşı oldu. Etrafında pervane gibi döndü. Dertlerini paylaştı. Her güçlüğe göğüs gerdi, her sıkıntıya katlandı.

      Onu o kadar sevdi ki, ona öyle bağlandı ki; O’nun irade ve düşüncesi dışında hiçbir dileği kalmadı.
      Hazret-i Allahîn biricik Habib-i Ekrem’ini ilk tasdik eden, ilk İslam şerefi ile müşerref olan O’dur. Nasıl ki Havva validemiz bütün insanların annesi ise o da İslam’ın annesidir.Hem Müminlerin annesi, hem İslam’ın annesi.
      O ki,İslam’ın beşiğini salladı.O ki, Nur’un nurudur.
      İlk iman eden kadınolması hasebiyle, kendisinden sonra İslam’a girecek kadınlar için çığır açmış oldu ve bu sebeple de kıyamete kadar imana girenlerin sevabına iştirak etti.

      Resulullah Aleyhisselam da ondan çok memnundu. ‘’Bana Hatice’nin sevgisi verildi.’’ buyurmuşlardır.
      Evlendiklerinde Resulullah Aleyhisselam yirmibeş, o ise kırk yaşlarında bulunuyorlardı. Onbeş yılı peygamberlikten önce, on yılı da peygamberlikten sonra olmak üzere birlikte yirmibeş yıl nezih ve mesut bir hayat yaşadılar. O devirde çok evlilik normal bir adet olduğu ve bir çok teklifler aldığı, aralarında da bu kadar yaş farkı olduğu halde, o hayatta iken başkası ile evlenmeyi hiç düşünmemişti.

      Resulullah Aleyhisselam insanları uyandırma emrini alınca tebliğ işine bir anda ve bütün gücüyle başlamadı.Temkinli, tedbirli ve ihtiyatlı davrandı. Davetini ilk önce mümkün olduğu kadar gizli tutmaya çalıştı, bu ferdi ve gizli çalışmalar üç sene devam etti. Bu ilk yıllarda akrabalarından başlayarak, yakın çevresindeki dostlarını gizlice İslam’a davet etmiştir. İlk olarak Hazret-i Hatice’ye durumu açtı, yeni gelen vahyi anlattı. ‘’Kimi davet edeyim, beni kim tasdik eder?’’ diye endişesini arzedince ‘’Ya Resullullah! Seni ben tasdik ederim.’’ karşılığını aldı ve ilk iman eden o oldu. İlk iman edenin kadın olmasındaki şeref, kadınlığa ebediyen yeter.

      Kureyş kadınları içinde soyca en üstünü, servetçe en zengini olan, işini çok iyi bilen ve sıkı tutan Hazret-i Hatice; nübüvvet geldiği pazartesi gününün sonuna doğru herkesten önce Resulullah Aleyhisselam’la namaz kılmak şerefine de ermişti.
      Beş vakit namaz Hicret’ten birbuçuk yıl önce miraç gecesinde farz kılınmıştır. Fakat Resulullah Aleyhisselam Miraç’tan önce de arkadaşları ile namaz kılmıştır.
      Şöyle ki;
      Cebrail Aleyhisselam gelip Resulullah Aleyhisselam’a abdest almasını ve namaz kılmasını öğretmiş, o da Cebrail Aleyhisselam’dan gördüğü şekil üzere Hazret-i Hatice’ye öğretmiştir.

    169. PEYGAMBERİMİZİN BABA NASİHATİ
      Peygamber Efendimiz kızı Fatıma’yı gelin edip Hazreti Ali Efendimizin evine götürülürken şu nasihatlerde bulunmuştur:
      ‘’Kızım,vücudunu temiz tut.Rabbini zikret… Vücudunu su ile temizle.Kocan sana baktıgı zaman ferahlık duysun.Gözlerine sürme sür.Sürme kadınlerın süsüdür.Başına zeytinyagı süren kadına şeytan zarar veremez.
      Ey Fatıma! Kocan sana baktıgında gözlerini yumma ki sevgin artsın.Kocan başka tarafa baktıgı zaman sen onun yüzüne bak ki, bir ay oruç tutmuş gibi sevap kazanasın.
      Ey Fatıma! Kocan seni yatagına çagırdıgı zaman gitmemezlik etme ki, Allah’ın la’netini kazanmayasın.
      Ey Fatıma! Cinsi yakınlıkta kocanla şakalaş ki sana muhabbet etsin de başkasına muhabbet etmesin.
      Ey Fatıma! Kocanın kusurunu ayıbını başkalarına eçma. Yoksa Allah’ın,Peygamberin,Meleklerin ve kocanın gadabını kazanmış olursun.
      Ey Fatıma! Bu ögütleri bana Cebrail söyledi.’’
      ‘’Sen evdeki iç işleri gör,kocan da evin dışındaki işleri görsün.’’
      Kaynak:
      Erkeklerin vazifeleri-(Bir babanın olguna nasihatleri-Osmanlı yayınevi)-sahife15-16

    170. Bir babanın ogluna nasihatleri
      Ey oglum!
      Evin içinde hanımına karşı yumuşak ol,dininden taviz vermeden ona karşı merhametle muamele et.Dinin kaidelerinden taviz vermeye hiç yanaşma.Bunu ona güzelce anlat. Ve o senin dininden hiçbir zaman taviz vermeyecegini bilsin.Evinde şeriatın kurallarını tam tatbik edersen rahat edersin.Peygamber Efendimizin şu hadis-ı şerifi evliler için ne güzel bir müjdedir.
      ‘’Bir kimse hanımının yüzüne tebessümle baksa ona on sevap verilir.Öpse,yirmi sevap,kucaklasa, otuz sevap,beraber olursa üçyüz sevap yazılır.Beraber olduktan sonra guslettiklerinde suyun her damlası için bir melek yaratılır. O melekler karı ve koca için kıyamete kadar istigfar ederler.’’ İşte evliligin güzelligi olgum… Anla…

      Kaynak :Erkeklerin vazifeleri-(Bir babanın olguna nasihatleri-Osmanlı yayınevi)- sayfa 17

    171. Peygamberimizin Hz. Aliye Evlilik öğüdü !
      Özellikle yeni evlenen ve evli olanların bu hadisi şerifleri hıfz (ezber) etmeleri kendilerini birçok sıkıntıdan kurtarıp dünya ve ahıret saadetine nail olmalarına vesile olacaktır.
      Hazret-i Fâtıma-tüz-zehrâyı “radıyallahü teâlâ anhâ” hazret-i Alîye “radıyallahü teâlâ anh” tezvîc (nikah) etdiklerinde buyurdukları vasıyyetleri beyânındadır.
      Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder.
      Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki:
      * Yâ Alî! Gelini kendi evine götürdüğün zemân çorabını ayağından çıkar. Ayağını yıka. O suyu evin bütün köşelerine saç. Böyle yapınca Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri senin evinden yetmiş dürlü fakîrliği dışarı çıkarır. Yetmiş dürlü bereketi evine dâhil eder. Yetmiş rahmeti sana nâzil kılar. O gelin ile ve onun bereketi evin köşelerine erişir. O gelin delilikden ve diğer hastalıklardan emîn olur.
      * Yâ Alî! Gelini ilk hafta yoğurt yimekden ayran yimekden sirke ve ekşi yimekden men’ et! Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” “Yâ Resûlallah! neden ötürü bu şeyleri vermemem gerekdir” diye sordu. Buyurdu ki: (Ondan dolayı ki turşu ve yoğurt ve ayran rahmde evlâd olmasına mâni’ olur. Evde bir hasır olması doğurmayan kadından iyidir.) Hazret-i Alî dedi ki: Yâ Resûlallah! Sirkenin illeti nedir. Buyurdu ki: (Sirke yiyen kadının hayzı zahmetli olur ve temizliği uzar. Keşenç yimek hayzı karında habs eder. Eğer Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bir evlâd verirse doğumu zor olur. Ammâ ekşi elmâ yimek hayz kanını keser. Onun ardından başka hastalık zuhûr eder.)
      Sonra Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki:
      * Yâ Alî ayın evvelinde ortasında ve sonunda ehline yakın olma ki o hanımda ve o evlâdda cüzzam ve dîvânelik (delilik) ve pislik olmasından korkulur.
      * Yâ Alî! Ehline asr (ikindi) nemâzından sonra yakın olma. Eğer Allahü tebâreke ve teâlâ bir evlâd nasîb ederse ahvel (şaşı) olur ve şeytân şaşı evlâda sevinir.
      * Yâ Alî! Ehline yakınlık (cima) etdiğin vakit çok konuşma ki eğer bir evlâd olursa yiyici olur. Avret yerine bakma. Sohbet (cima) esnâsında gözünü yumma. Evlâda körlük getirir.
      * Yâ Alî! Kendi ehline bir başka kadının şehveti ile yakın olma ki eğer bir evlâd olur ise muhannes (kadına benzeyen erkek) olur. Kadınlara benzemeye çalışır.
      * Yâ Alî! Cünüb olduğun zemân kat’i olarak Kur’ân-ı azîm-üş-şânı okumayasın ki korkulur ki gökden bir ateş inip seni yakar. Cünüb hâlde sohbet (cima) etme. Senin bir su kabın ehlinin bir su kabı olsun. Ayrı ayrı su kapları ile temizleniniz. Eğer bir su kabından ikiniz yıkansanız şehvet şehvet üzerine düşer (tekrar cima ederseniz). Aranıza düşmanlık düşer. Korkulur ki talâk ve iftirâka müncer olur.

      * Yâ Alî! ikiniz de ayakda iken sohbet (cima) etmeyiniz eşekler böyle yapar. Eğer çocuk olur ise döşeğe bevl (idrar) eder.
      * Yâ Alî! Ehlinle bayram geceleri buluşma! Eğer çocuk olur ise altı parmağı veyâ dört parmağı olur.
      * Yâ Alî! Ehlinle meyve ağacı altında buluşma ki eğer çocuk olur ise kâtil olur kan dökücü olur. Halka zulm eder.
      * Yâ Alî! Ay ışığında (Açık havada ay ışığının altında) ehline yakın olma. Meğer bir yerde örtünülmüş olasın. Eğer bir çocuk olursa fakîrlikden ömür boyu kurtulamaz.
      * Yâ Alî! Ezân ile ikâmet arasında ehline yakın olma ki eğer bir çocuğunuz olur ise kan dökmeğe hevesli olur.
      * Yâ Alî! Hanımın hâmile olduğu zemân abdestsiz ona yakın olma. Eğer çocuk olursa kör gönüllü ve bahîl (cimri) elli olur.
      * Yâ Alî! Şa’bânın ortasında Berât gecesi ehline yakın olma eğer aranızda bir çocuk olursa derisinde tüylerinde ve yüzünde kötü nişânlar olur.
      * Yâ Alî! Hanımına bacısının (baldızının) şehvetiyle yakınlık etme ki eğer bir çocuk olursa hırsız olur ve halkın felâketi onun eli ile olur.
      * Yâ Alî! Ehline etrâfında dıvâr olmıyan damda yakın olma ki eğer aranızda bir çocuk olursa münâfık ve mürâi mübtedî’ (bid’at sâhibi) ve kumarbâz olur.
      * Yâ Alî! Sefere çıkacağın gece ehline yakın olma ki eğer bir çocuk olursa malını harâm yerlere harc edici olur. Sonra meâl-i şerîfi “Malını saçıp dağıtanlar şeytânın kardeşleridir” âyet-i kerîmesini okudular.
      (İsrâ sûresi 27.ci âyet-i kerîmesi.)
      * Yâ Alî! Üç günlük seferden geldiğin gecesi ehline yakınlık etme. Bir çocuk olursa zâlim olur.
      * Yâ Alî! Pazartesi gecesi ehline yakınlık edersen aranızda bir çocuk olursa hâfız-ı Kur’ân olur. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin kısmetine râzı olur.
      * Yâ Alî! Salı gecesi ehline yakınlık edersen çocuk hâsıl olursa mü’min olur ve iyi huylu olur. Rahîm gönüllü (yumuşak kalbli) cömert elli yalandan bühtândan ve gıybetden temizlenmiş dilli olur.
      * Yâ Alî! Perşembe gecesi ehline yakınlık et ki eğer çocuk olur ise hikmeti çok hakîm olur. Ve ilmi çok âlim olur ki ilmi ile âmil olur. Perşembe günü öğleden evvel ehline yaklaşsan eğer aranızda bir çocuk olursa aslâ şeytân ona ölene kadar yaklaşamaz. Dünyâda ve âhıretde selâmetde olur. Eğer Cum’a gecesi ehline yakınlık edersen bir çocuk olur ise Kâri-i Kur’ân olur. Veyâ hatib olur. Veyâ Vâiz olur. Eğer Cum’a günü hanımına yakınlık edersen bir çocuk olursa âlim olur. Dindârlığı ile ma’rûf ve meşhûr olur. Eğer Cum’a gecesi îşâ (yatsı) nemâzından bir sâat sonra ehline yakınlık edersen eğer bir çocuk olursa ebdallar (velîler) cümlesinden olur.
      * Yâ Alî! Ehline gecenin evvel sâatinde (başında) yakınlık etme ki eğer bir çocuk olursa câdı ve kâhin olur. Dünyâyı âhıret üzerine tercîh eder.
      * Yâ Alî! Benim vasıyyetlerimi ezberle ki Allahü teâlânın izni ile sana fâide versin.

      Kaynak : (Menakıb-ı Çihar-ı Yari Güzin)

    172. İnsanlar Vasiyetlere Muhtaçtır
      Bil ki, vasiyet etmek müstehabtır. Çünkü insanların vasiyete ihtiyacı vardır. Zîrâ insan ehliyle mağrur olur. Yâni hayatında uzun bir süre hep dünyâ hayatını ümit edip ona aldanır ve onun için çalışır. Bütün gayretini dünyâ hayatına verir. Ama hastalandığı zaman ve öleceğinden korkmaya başladığı ân, malı ile herhangi bir şekilde taksiratının yâni ibâdet ve sevablardaki noksanlıklarını tedârik etmeye başvurma ihtiyacını duyar. Eğer adam vefat ederse, onun düşündüğü maksadına göre malı sarfedilecektir. Yok ölmez ve bu hastalığından iyileşirse o malını, yine o ândaki taleb ve ihtiyaçlarına göre harcayacaktır. Hadîs-i şerifte buyuruldu:
      “Muhakkak ki, Allahü Teâlâ hazretleri, size ömürlerinizin sonunda malınızın üçten birisiyle sadaka verme konusunda lütufta bulunmuştur; Amellerinizde ziyâdelik için. Malınızı istediğiniz şekilde koyup, harcayın.”Muhakkak ki Allahü Teâlâ vefatınız ânında size malınızın üçte birisiyle sadaka verme konusunda lütufta bulunmuştur; Amellerinizde ziyâdelik için.“
      Vefat etmek üzere olan kişi, namazın ve orucun fidyesini vasiyet eder. Her farz namaz İçin yarım sa1 buğday (1450 gram buğday veya bedelini) vermesini vasiyet eder.
      Vasiyet Edilecek Şeyler
      Vefat etmek üzere olan Müslüman şunları vasiyet eder:
      1 – Beş vakit namaz,
      2- Vitir namazı,
      3- Ramazan-ı şerif orucu için her günden dolayı yine yarım sa’ buğday verir.
      4- Adak oruçlar için,
      5- Haccı vasiyet eder. Şeyh tefsirinde buyurdu: Haccı vasiyet eder, eğer kişinin üzerine hac farz olmuş da hacca gitmemiş ise,
      6- Keffâretleri vasiyet eder.
      a) Oruç keffareti,
      b) Yemin keffareti,
      c) Zıhar keffareti,
      d) Kati keffareti gibi keffâretler.
      7- Bütün vacipleri vasiyet eder. Özetle üzerinde borç olarak kalan vacipleri vasiyet eder.
      (Üzerine vacip olduğu halde kesemediği kurban gibi) vacipleri vasiyet etmek vaciptir.
      Eğer kişi, vasiyette bulunmaz ise, vârisleri muhayyerdirler. Dilerlerse yerine getirirler; dilemezlerse getirmezler. Fetva buna göredir. (Hadîs-i şerifte şöyle buyurulmaktadır:
      Ebû Hüreyre (r.a.) hazretlerinden rivayet olundu. Adamın biri. Efendimiz (s.a.v.) hazretlerine şöyle dedi:
      -”Yâ Rasûlellah! Babam bir şey vasiyet etmeden vefat etti. Geri bir çok mal bıraktı. Kendisinin yerine sadaka verirsek, ona keffâret olur mu?” Efendimiz (s.a.v.) hazretleri:
      -”Evet! Olur.” Buyurdular.Yine başka bir hadîs-i şerifte şöyle buyuruldu:
      Ibni Abbas (r.a.)dan rivayet olundu. Sa’d (r.a.), Efendimiz (s.a.v.) hazretlerine sordu:
      -”Annem, hiçbir şey vasiyet etmeden öldü. Ondan için sadaka verirsem olur mu?“
      Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular: -”Evet! Olur.
      8- Hasımların memnun edilmesini,
      9- Düşmanlarının razı edilmesini,
      10- Üzerinde bulunan kul hakkının hak sahiblerine verilmesi ve,
      11 – Borçlarının ödenmesini vasiyet eder.
      İmam Şafiî Hazretlerinin Vasiyeti
      Hikâye olundu: imam Şafiî (r.h.) hazretleri, ölüm hastalığı ile hastalandığında şöyle buyurdu:
      -”Falanca kişiye söyleyin beni yıkasın!“
      İmam Şafiî hazretleri öldüğünde, onun vasiyetini ilgili kişiye ulaştırdılar. 0 da geldi.
      -”Bana İmam Şafiî hazretlerinin vasiyetnamesini getirin.” dedi. Getirdiler. Adam vasiyetnâme’ye bakıp okudu. İmam Şafiî hazretlerinin üzerinde yetmiş bin dirhem borç vardı. Adam, bu borcu ödemeyi kendisine vazife bildi. 0 borcu ödedi ve adam:
      -”Bu benim, İmam Şafiî hazretlerini yıkamamdır. 0 bana bunu emretti,” dedi.
      Sahih olan haberde Efendimiz (s.a.v.) hazretlerinin şöyle buyurdukları rivayet edildi:
      Efendimiz (s.a.v.) hazretleri, buyurdular: -”Vasiyet etmeyene ölülerle beraber konuşmasına izin verilmez.” 0 zaman:
      -”Yâ Pasûlellah! Ölüler konuşur mu?” diye soruldu. Efendimiz (s.a.v.) hazretleri:
      -”Evet! Ölüler konuşurlar ve hatta birbirlerini ziyaret bile ederler.” Buyurdu

    173. Gafur Ve Gaffarın Manası
      “Gafur, “Gaffar,” güzeli izhâr eden ve çirkinlikleri örtüp gizleyen demektir. Günâh, kabahat ve çirkinliklerin cümle-sindendir. Settâr olan Allah’ın değişik örtme ve gizleme sebepleriyle, dünyâda gizlemiş olduğu günahları âhirette de onları cezâlandırmayacaktır.
      Bu isimden kulun alacağı nasip ve ders: Kulun da, halkın ayıp ve kusurlarını gizlemesidir

    174. Ayıp Örtenin Dünyâ Ve Âhirette Ayıbı Örtülür
      Allahü Teâlâ Hazretleri’nin kendisinden Örtülmesini ve gizlemesini sevdiği şeylerde, kişi, başkalarının hata, günah ve çirkinliklerini gizlemelidir. Gerçekten Efendimiz (s.a.v.) hazretleri şöyle buyurdular:
      “Kim müslüman’m avretini gizlerse, Allahü Teâlâ hazretleri de âhirette onun avretini gizler.
      “Kim bir müslümanın hatasını örterse, Allahü Teâlâ hazretleri de dünyâ ve âhirette onun hatalarını örter ve İnsanlardan gizler. insanların gıybetini yapan, tecessüs eden (insanların ayıplarını araştıran) ve maharetlerini günahta kullanıp kötülük üzerine birbirlerini destekleyenler, bu vasıflardan azledilmiş ve uzaklaşmışlardır.
      Gafur ve gaffar sıfatlarıyla müttasıf olan kişi, Allah’ın mahlûkatnda ancak ve ancak onlarda güzel olan ve onların hoşlarına giden şeyleri ifşa ve izhâr eder.

    175. Her Şeyde Güzel Görmek
      İsâ Aleyhisselâm’dan rivayet olunduğu: İsâ Aleyhisselâm. havarileriyle bir köpek leşine uğradılar.
      Havariler, burunlarını kapatıp:
      -”Bu cîfe ne pis kokuyor,” dediler.
      İsa Aleyhisselâm şöyle buyurdu:
      -”Ne güzel beyaz dişleri var! Dişlerinin beyazlığı ne güzel,” buyurdu.
      İsa aleyhisselâm, bu sözleriyle, her şeyde onun en güzel tarafını zikretmenin gerekli olduğunu tenbih etmek ve insanları uyarmak istedi.
      İmam Gazâlî hazretlerinin “Şerhü’I- Esmâ-i Hüsnâ” isimli kitabında da bu böyledir.

    176. Hikâye
      Hikâye olundu: Zülkarneyn dünyâdan el ve etek çeken bir kavme uğradı. Dünyayı terketmişlerdi. Ölülerinin mezarlarını, evlerinin kapılarının önünde kazmışlardı. Yiyecek olarak da topraktan biten yeşillikler ile kanaat ediyorlardı. Hep taat ve ibâdetle meşgul idiler. Zülkarneyn onların meliklerini (idarecilerini) yanına davet etmek üzere haber gönderdi. Onların melikleri:
      -”Benim Zülkarneyn’in sohbetine ihtiyacım yoktur,” dedi. Bunun üzerine Zülkarneyn onun yanına geldi. Zülkarneyn onların meliklerini çok fakir bir halde görünce sordu:
      -”Sizin yanınızda neden altın ve gümüş çok az bulunmaktadır?” O:
      -”Bizim aramızda dünyâyı isteyen hiç kimse yok. Dünya bizden hiç kimseyi doyurmaz. Biz ölümü unutmayalım diye mezarlarımızı her zaman görebileceğimiz bir yere, evlerimizin kapılarının önünde kazmaktayız,” dedi. Sonra melikleri, bir insan başı çıkarttı.
      -”Bu vatandaşlarına zulüm eden krallardan bir kralın başıdır. Dünyanın odunlarını topluyordu. (Yâni altın ve gümüşlerini topluyordu). Allah onun ruhunu kabzetti. Üzerinde kötülükleri ve günahları kaldı,” dedi. Sonra melik, ayrı bir insan başı daha çıkarttı. Yine dedi: (1/280)
      -”Bu âdil bir kralın başıdır. Vatandaşlarına karşı adaletli ve müşfikti. Zamanı gelince Allah onun ruhunu aldı. Onu Cennetine koydu. Onun derecelerini yükseltti.” Melik daha sonra elini Zülkarneyn’in başının üzerine koydu. Ve şöyle dedi:
      -”Senin başın bu iki kafa’dan hangisidir?“
      Zülkarneyn ağlamaya başladı. Ve Zülkarneyn, melike şu teklifte bulundu:
      -”Eğer benimle sohbet etmek istersen, memleketimin yarısını sana veririm. Vezirlik işlerimi sana havale ederim,“dedi. Melik:
      -”Heyhat, benden uzak olun,” dedi. Zülkarneyn sordu:
      -”Niçin?” Melik:
      -”Çünkü senin mülk, saltanat, memleket ve malından dolayı bütün insanlar sana düşmandırlar. Ama kanaatımdan dolayı hepsi bana dostturlar,” dedi.
      Sa’dî buyurdu:
      Kanaat köşesinde yamalı elbiseyle oturmak,
      manâ ehlinin katında yüz hazineden daha iyidir.
      (Not: Bu hikâyede geçen, Iskender-i zülkarneyn olsa gerektir. A.D.)

    177. En Faziletli Cihâd
      Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular:
      “Muhakkak ki cihâdın en faziletlisi, zâlim hükümdar karşısında söylenen hak sözdür.
      Zâlim sultanın yanında hakkı söylemek en faziletli cihâd oldu. Çünkü hüccet, burhan ve delilleriyle cihâd etmek, en büyük cihâdtir. Kılıç ve silâh ile yapılan cihât böyle değildir. Silah ile yapılan cihât küçük cihâdtır. Hakkı gizlemek, dünyâ malı ve dünyâ sevgisi bütün hataların başıdır.

    178. Mevtaların Ruhları İki Kısımdır
      İmam (Fahreddin Râzî), bâzı imamlardan naklen buyurdu: Ruhlar iki kısımdır.
      1 – Nimet olunanlar,
      2- Azab olunanlar.
      Azap olunan ruhlar, hapistedirler. Onlar, azap ile meşgul olup; birbirlerini ziyaret etmekten, buluşmak ve görüşmekten men edilmişlerdir.
      Nimet ve ikram olunan ruhlar, salıverilmişlerdir, hapis değiller. Onlar, birbirleriyle görüşürler, buluşurlar ve birbirlerini ziyaret ederler, ve müzâkere ederler. Yâni dünyâda olup bitenleri hatırlayıp, kendi aralarında konuşurlar ve dünyâ ehlinden söz ederler. Ruhlardan her biri, ameli kendi amelinin misli olan bir arkadaşının ruhu ile beraberdir. Bu beraberlik “Darü’l-berzâh” ta yani kabirde ve “Dârü’l-cezâ“da yani mahşerde vardır ve sabittir. “Kişi sevdiğiyle beraberdir. Hadîs-i şerifinin gereğince, insanlar, üç âlemde de sevdiğiyle beraberdir. Bu üç âlem:
      1 – Dünya,
      2- Kabir
      3- Mahşer (Âhiret)
      İnsanlar, her vatan ve her durakta sevdikleriyle beraberdir.
      Bundan dolayı akıllı kişiye gereken, seçkin kişilerin sohbetini tercih etmeli, gece ve gündüz âhiret hazırlığı içinde olmalı, mal, makam ve mevkiye aldanmamalıdır. Tûli emel ile Allah’tan alâkasını kesmemelidir. Çünkü dünyâ ve dünyânın içinde bulunan her şey fânidir, geçicidir. Onun için her vakit ve her ân Allah’tan korkun, takvâlı olun.
      Sâib buyurdu:
      Eğer başta gaflet ve tûl-i emel varsa, o hanesini harab etmiştir

    179. Cafer-i Sâdık hazretleri Kimdir ?
      Cafer-i Sâdık hazretleri, 83 (M. 702) tarihinde Medine-i Münevverede doğdu.
      Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hazretlerinin soyundan ve tabiînlerin en büyüklerindendir.
      İyi bir tahsil gördü. Maddeten ve manen mükemmel bir şekilde yetişti.
      On iki imamın altıncısıdır. Silsile-i sâdâttandir.
      İmam-ı Azam hazretlerinin üstadı ve mürşididir.
      İmam-t Azam hazretleri onun için, “Son iki sene olmasaydı Numan helak olurdu,” buyurdu.
      Cafer Sadık hazretlerinin karizması olduğu için. bâzı kötü niyetli kişiler, yazmış oldukları fesad ve bozgunculuk dolu kitaplarını ona isnâd ettiler. Fal, yıldıznâme gibi bâzı İslâm dışı kitaplarda “Caferi Sadık buyurdu” diyerek yapılan rivayetlerin hepsi uydurmadır ve hepsi yalandır. Hatta “Caferi mezhebinin” Caferi Sadık hazretleriyle asla bir alakası yoktur. Sadece o büyük zatın mübarek adını su-i istimal ettiler.
      Caferi Sâdık hazretleri bir mürşid-i kâmil idi. Bütün hayatını halkı irşâd etmek ve onlara İslâm dinini öğretmekle geçirdi. 0 dönemin siyâsî ve politik çalışmaların içinde de asla bulunmadı. 148 (M. 765) yılında Mekke’de vefat etti. Kabri Cennetü’l-bakîdedir.

    180. LADİKLİ AHMET AĞA KİBARI EVLİYADAN
      DOĞUMU ve AİLESİ
      1304 (1888) yılında Konya Vilayetinin Sarayönü Kazasına bağlı, Lâdik (Halıcı) Kasabasında dünyaya gelir. Babasının adı Mehmet, annesinin adı Emine’dir. Yusuflar Sülâlesindendir. Üç erkek bir kız olmak üzere dört kardeştir. Yıllarca çobanlık yaptığından dolayı muhitinde ÇOBAN AHMET olarak tanınmıştır. Sonradan Elma soyadını almıştır.
      Manevi bir yolla kendisine Hüdâî adı verilmiştir:
      Ol Mevla’m koymuştur Hüdâî adım
      Melekler ederler gökte feryadım
      Mevla’mın aşkından almışım tadım
      Yansa da ayrılmaz haktan Hüdâî
      Hatice Hanımla evlenmiştir. İkisi oğlan dördü kız olmak üzere altı tane çocuğu vardır. Hâlâ hayatta olan çocuk ve torunları vardır.
      OKUR-YAZARLIĞI
      Hikmeti ilahi ÜMMÎDİR (Okuma yazması yoktur). Bu durumunu şu beytinde dile getirmektedir:
      Bir Üstaddan okumadım, yol nedir erkân nedir.
      İım-i Zahir okumadım, kalpteki bürhan nedir.
      Ey beni yaratan Hüda’m, cümle bilgi sendedir.
      Dertliler geldi kapına, hem dermanı sendedir.
      İmzasını atamadığı için mühür kullanırdı. Mektuplarını kâtipleri yazardı. Bir arkadaşından mektup geldiği zaman kâtiplerine okuturdu. Cevabî mektuplarını da yine onlara yazdırırdı
      Dinî kültürü hakkında “Allâh ondan razı olsun, ben dinimi diyanetimi tabur imamımızdan öğrendim” demiştir.
      ASKERLİĞİ
      26 sene askerlik yapmış bir İstiklâl Savaşı gazisidir. Kanal harekâtında İngilizlere karşı arkadaşları ile birlikte harp ederken, sağ om­zundan hilal şeklinde yaralanır. En yakın dört arkadaşının kahramanlıklarını ve şehit düştüklerini ya­ralı bir vaziyette seyreder. Sonra oraları düşman istila eder. Düşman askerleri yaralı askerlerimizi ‘ölmeyen kalmasın’ diyerek süngülerler. Bu esnada başını bir şehidin kolunun altına sokar. Düşmanlar hiç diri asker kalmadı diyerek uzaklaşıp giderler.
      Orada, aç susuz yaralı bir vaziyette birkaç gün kalır. O anda bulunduğu yeri de düşman işgal etmiştir. Ellerini açarak yalvarır: “Allâhım! Beni düşman eline bırakma.” Cenabı Hakkın izniyle Hızır Aleyhisselâm atıyla gelir. Dedeme matarasından bir bardak aşk şerbeti içirir. Ancak yarısına kadar içer, tamamını bitiremez. Şerbeti içtikten sonra açlığı ve susuzluğu bir anda gider. Yaranın verdiği ağrı ve hâlsizlik de son bulur. O zaman dili söylemeye başlar:
      Ne garip garip bakaň Tih ile Tûr’a
      Ömründe kuş bile uçmadı bura
      Seni Hakk’a yaklaştırdı bu yara
      Yansa da ayrılmaz Hakk’tan Hüdâî
      Aşk elinden içtim aşkın dolusun
      Yalvar Ahmet sen Rabbıyın kulusun
      Hak yolunda arzuhâlin bulunsun
      Ya Muhammed sen hidayet gülüsün
      “Gel seni Hastaneye götüreyim” deyip atına bindirir ve Kudüs’teki hastanenin ka­pısına getirir. Hızır Aleyhisselâm “Seninle arkadaşlığımız bundan sonra da devam edecektir” deyip oradan uzaklaşır gider. Hastanedeki­ler yaralı asker gelmiş diyerek içeri alırlar. Biraz sonra hasta­nenin içerisi türüm türüm kokmaya başlar. Bu nasıl askermiş diyen, elbiseleri­ni, potinlerini kokluyorlar. Hastanede tedavi olduktan sonra tekrar cepheye koşuyor:
      Askerlik hatıralarını anlatırken şöyle demişti: Cephenin biri­sinde arkadaşımla birlikte düşmana esir düştük. Esir kampı dağlık bir yerdeydi. Etrafı nöbetçilerle doluydu. Arkadaşım bana gelerek “Ahmet.. İkimizin de burada esir durması vatanımız için zararlıdır. Ben nöbetçileri meşgul edeyim. Sen kaç kurtul cepheye git.” dedi. Ben de ona “senin yapacağın işi ben yapayım.” dedim. Arkadaşım ‘Yâ Allâh bismillah’ deyip yanımdan kayboldu. Aradan epeyce bir zaman geçtik­ten sonra arkadaşımla buluştuk. Allâh’a şükürler olsun ikimiz de esir­likten sağ salim kurtulduk.
      Seferberlikte değil insanlar, hayvanlar bile açtı. Kazanın içerisinde koskoca bir kemik kaynar. Havada uçan kuşlar yemeğe hücum etme­sinler diye kazanın başında eli sopalı muhafızlar bulunurdu. Önümüze getirip koydukları zaman, iki kaşık şıkırtısından sonra hemen tüke­nirdi. Topla tüfekle harp etmek şöyle dursun. Süngü harbi yapardık. Süngü süngüye geldiğimiz zaman, düşman elektrik çarpmış gibi o­lurdu. İçimizde öyle yiğitler vardı ki, düşmanın attığı el bombalarını patlamadan kapıp tekrar düşmanın üzerine atarlardı.
      Yaşasın komutanlar hazırız emrinize
      Hangi düşman dayanacak çarklanan süngümüze
      Atamızdan miras kaldı bu nazlı vatan bize
      Var mıdır karşı çıkacak yıldırım harbimize
      “Sen madalya almadın mı?” diye soranlara: “Savaştan sonra madalya da­ğıttılar. Geri hizmette bulunan bir askere madalya vermemişler. Onun ağladığına dayanamadım. Çıkarttım madalyamı ona verdim. Bir se­vindi ki görecektiniz…” “Sen neden Gazilikten maaş almıyorsun? Gazilik madalyası olanlar maaş alıyorlar.” denilince: “Birkaç günlük askerliğim var, onu da paraya mı çevireyim.” demiştir
      Cenabı Hakkın, kullarına rahmet ve merhametinin bir eseri olarak gönderilen, Mevlâ’mın bir askeri idi. Osmanlının son dönemlerini yaşamış ve Osmanlı askerlik terbiyesi almıştı..
      26 yıllık askerlik hatıralarını anlata anlata bitiremezdi. Seferberlikte başından geçenleri anlatırken, hem kendisi ağlar hem de misafirleri ağlatırdı. İstiklâl savaşı gazisi idi. O, açlık susuzluk ve yokluğun yaşandığı çileli harp yıllarını, kahraman Mehmetçiğin kahramanlıklarını gelecek nesillere aktaran canlı bir şahitti.
      ASKERLİK SONRASI
      Vatanın kurtuluşundan sonra askerden bir gazi olarak memleketi Lâdik’e dönmüş ve vefatına kadar burada örnek bir şahsiyet olarak yaşamıştır. Hayvancılık ve tarımla geçimini sağlamıştır.
      Zamanının çoğunu odasına gelen misafirlerine hizmet ederek geçirmiş, onları iyiliğe ve hayra davet etmiş, kimseyi ayırmadan herkese duâ etmiş, sohbetinde katılan hiç kimseyi eli ve gönlü boş çevirmemiştir. Boş kaldığı zamanlarda dağlarda çobanlık yapmış, tarla ve bahçelerini ekip biçmekle meşgul olmuştur.
      HOCASI HIZIR (A.S.)
      Onu her yönüyle tanıyan bilen 40 sene arkadaşlık yaptığı hocası Hızır Aleyhisselâmdır. “Hocamı yedi adım geriden takip ederim. Hocam yüzüme baktığı zaman, yüzümün rengi solar. Hocam bana derdi ki: ‘Hüdâî! Ben çok evliya ile arkadaşlık yaptım. Sendeki hâli görmedim.” Bazen, “bende bir şey yok. Çobanın birisiyim” der. Bazen de âdeta coşarak “Oğlum benim hocam ilim deryasıdır. Ne soracaksanız sorun. Ben size bir peygamberin hayatını günlerce anlatırım. Fakat sizler dinlemeye tahammül edemezsiniz.” derdi:
      Söyleyen var söyleten var
      İlm-i Hikmet öğreten var
      Ol kapında bekleyen var
      Affımı isterim Allâhım.
      Bir gün evinde abdest alırken hocası çıkagelir. Heyecanlanır. Hocası “Mevlâna, sana bir abdest almasını öğretemedik” der. Dedem de “Ne yapalım efendim. Bir çobanı peşinize taktınız. Çoban bu kadar becerebiliyor” deyince “Ahmet! Ahmet! Ne abdest arıyorlar, ne namaz; KALB-İ SELİM arıyorlar… der.
      ŞİİRLERİ
      Dedemin kerametini arayanlar, onun en büyük kerametinin aşkla söylediği beyitleri olduğunu anlarlardı. Yaşadığı her manevî olay için ayrı bir şiir söylemiştir. Onun maneviyatta nasıl bir vazife gördüğünü, nelerle karşılaştığını, nelere vakıf olduğunu çoğu zaman beyitlerinden anlayabiliriz. Şiirlerinde genel olarak noksanlık yoktur; şayet bir eksiklik veya bir yanlışlık varsa, bu durum dinleyen, nakleden, yazan insanlardan kaynaklanmıştır, diyebiliriz. Kendisi beyitlerini okurken istediği zaman, istediği yerleri değiştirirdi. Fakat hiçbir zaman ölçüleri bozulmazdı.
      Gelen misafirler “Hacı Baba, biraz da beyitlerinden söyle de dinleyelim” derlerdi. Dedem de beyitlerini aşkla okumaya başladığı zaman misafirler büyük bir huzur içinde, hem söylenen güzel beyitleri dinler hem de bir taraftan ceplerinden mendillerini çıkararak gözyaşlarını silerlerdi. İçten, derinden, aşkla söylediği beyitler, çağlayan çeşme gibi akar, bitmez; ardı arkası kesilmezdi. “Yoruldum biraz dinleneyim” derdi.
      SON GÜNLERİ VE VEFATI
      Son zamanlarında hasta yatarken “Sen gidince bizler ne yapacağız Ahmet Ağa?” diye ağlamaya başlayan misafirlerine, yataktan doğrula­rak “ALLÂH var oğlum. Allâh var, keder yok!” demiştir. Evlatlarından birisi eline varıp, “Baba hakkını helal et” dediği zaman “Oğlum bende üç emanet var. Onları sahiplerine verirsen, hakkımı helal etmiş olaca­ğım. Sen olmasan da onlar emanetleri alıp götürecekler. Ama sen de onları görsen iyi olur” der.
      Ve tarihler 8 Haziran 1969 Perşembeyi gösterirken rahmet-i Rahman’a kavuşur.
      Vefatından bir kaç ay sonra. “Haydi, odaya gel e­manetleri ver.” diye bir ses duyar. Odaya geldiği zaman odanın kapısı kilitli olduğu hâlde iki kişi içeride namaz kılmaktadır. Hemen o da na­maz kılmaya başlar. Birisi bembeyaz örtüler içerisinde kapalı bir vazi­yettedir. Açık olan konuşur. “Sen otur dayanamazsın.” der. Gece sabaha kadar namaz kılarlar. Emanetleri isterler. Emanetlerin birisi Tayy-i Mekân elbisesi. Birisi mühür, öbürü de şeceredir. “Beraber kabrine kadar gidelim. Babanın kabrini birlikte ziyaret edelim.” derler. Yolda giderler­ken bir şahıs bunları görür. “Bu adam fazla yaşamaz” derler. Kapalı ve bürgülü olan kabristanın biraz dışında namaz kılar. Namaz kıldığı yerde o sene otlar kurumaz. Kabirden ayrılıp ağaçlık bir yerden geçer­lerken içlerinden bir tanesi ‘ALLÂH!’ deyince ağaçlar secdeye kapanır gibi olur. Babam oraya düşer bayılır. Onlar da giderler, gözden kaybolurlar.
      Kabri, Lâdik Kasabası mezarlığındadır.
      GÜZEL AHLÂKI
      Allâh ve Rasülünün âşığı, Hak aşığı, Hak dostu ..
      O hayatı ile Allâh’a ve Rasülüne nasıl âşık olunacağını gösterdi. Onun muradı, ne dünya ne de dünya içindeki olanlar; onun asıl muradı, her yerde ve her mekânda hakikat nurunu aramak, Allâh’ın rızasını kazanıp cemalini görmek, hak ve hakikate ermek. O da her fâni gibi dünyaya geldi, kulluğa yakışır bir şekilde hayat sürdü, gönüllere taht kurdu. Dünyanın dört bir tarafında onun sevgisi gönüllerde yaşıyor.
      O, hiç kimsenin övgüsüne ve iltifatına ihtiyaç duymamış, kendisini metheden birine “ Oğlum! Ben Allâh’ı ve Rasülünü seviyorum, sen de onları sev” demiştir. Şöhretten ve riyadan son derece kaçınmıştır. “Bana türbe yapmayın, bir taş dikin yeter” demiştir.
      Kimseler bilmez benim işimi
      Bu aşkın yoluna koydum başımı
      Dikmesinler benim mezar taşımı
      Gecelerde doğdu nur-u Muhammed
      Ziyaretçilerinden birisi. “Hacı Ahmet Ağa bazı kişiler senin hak­kında kötü sözler sarf ediyorlar.” deyince, “Benim Allâh ile aram iyi ise, herkes bana kötü dese ne çıkar. Benim Allâh ile aram kötü ise herkes bana iyi dese ne çıkar” diyerek şu beytini okumuştu:
      Kimi atlı kimi yayan
      Her ameller olur ayan
      İçmişim aşkın şarabın
      İsterse desinler yalan
      Güzel ahlâk sahibi, çok merhametli bir insandı. Kollarını açıp ümmeti Muhammedi kucakladı, sanki herkes onun evladı ve torunu gibiydi. Evinin kapısı gece ve gündüz herkese açıktı. Küçük ve büyük herkese hizmet etti. Meseleleriyle ilgilendi, dertlilerin dertlerine çareler aradı, istisnasız herkese duâ etti. Yetimi, öksüzü görüp gözetirdi. Hediye vermeyi seven cömert bir karakteri vardı. O halkın içinde halktan biri gibi, fakat gönlü daima Hak’la beraber olan bir Hak eriydi.
      Az uyuyan, çok ibadet eden ve az gülüp çok ağlayan kimselerdendi. Ciddî, vakur ve daima tefekkürlü bir hâlde bulunurdu. Celâlli oluşunun ardında kullara ve mahlûkata karşı ince bir merhameti vardı. Gözü gönlü öbür âleme dönüktü. Kaza ve kadere boyun eğip, kaderine razı olan sabır numunesiydi. Kendine has manevî bir kokusu vardı, eline aldığı ve kullandığı eşyalar o güzelim kokuya bürünürdü.
      Manevî ilme sahip olduğu için, âlim bir insanla sohbet ederken o da âlim olurdu. Dünya sanki avucunun içinde gibiydi. Unutkanlığı yoktu, ‘hatırlayamadım’ demezdi.
      Misafir odası her gün, bilhassa hafta sonları dolar taşardı. Gelen ziyaretçiler, elini öper, yaptığı sohbetlerinden ve en çok da okuduğu şiirlerden manevi haz alırlardı. Gelen misafirin durumuna göre kendini ayarlar, kimseyi incitmemek için azami gayret gösterirdi. Kendisini ziyaret edecek olan değerli zatlar için hazırlık yapardı. Sorulara anında cevap verirdi. Şayet bilemediği veya istişare etmesi gereken bir soru olursa “bana az müsaade edin” deyip odadan ayrılır, ya bağın köşesine kadar gider yahut bahçenin ortasına kadar düşünerek yürür; döndüğü zaman “durum bundan bundan ibaret” diyerek cevabını verirdi.
      Bazen de kendini gizlemek için “ben bir şey bilmiyorum, çobanın birisiyim” derdi. Hakikate bakarsan, Allâh’ın ilmi karşısında kulunun bildikleri ne olabilirdi ki. Tevazu sahibi olduğundan kendini büyük göstermemek için olayların bir ucunu, deyim yerinde ise küllerdi. İnsanları kendisine değil Rabbine yönlendirdi.
      Nemelâzımcılığı yoktu. Dünya Müslümanlarının derdi onun derdiydi. Mısır’daki İslâm âlimlerinin asılmasından dolayı o kadar müteessir olmuştu ki iki gün hasta yatmıştı
      Beş vakit namazını camide kılardı. Camiye gidip gelirken yere bakarak -sanki bir şeyler kaybetmiş de onu arıyor gibi- düşünceli, ağır ağır hareket ederdi. Çok güzel giyinir, temizliğine çok dikkât ederdi. Abdest alırken, namaz kılarken çok emek çekerdi. Namazı hiç bitmez zannedilirdi. Geceleri uyumaz, sabaha kadar ibadet ederdi. Gerek beyitlerinde gerekse sohbetlerine seher vaktinin önemini defalarca beyan etmiştir. Bizlere ve gelen giden misafirlerine bir çok tavsiyelerde bulunmuştur.
      “İhtiyarlığınızda genç yaşamak istiyorsanız, onu bunu bahane etmeden, beş vakit namazınızı camide cemaatle kılın. Dizlerinize sarı su inmeden, genç iken namazı çok kılın. Çocuklarınızın rızkını helalinden kazanın, alnınızın terini yiyin; kimsenin eline bakmayın. Bu din Allâh’ın dinidir. Allâh ne derse onu yerine getirin. Hizmet ehli olun, hizmetten geri kalmayın. Allâh sonumuzu hayra getirsin, Allâh hakkımızda hayırlısını versin” derdi.
      Yine sohbetlerinde, dünyanın yaradılışından, peygamberlerin hayatından, Peygamber Efendimizin ve ashabının hayatından bahsederdi. Büyük veliler ve âlimlerle ilgili kıssalar da anlatırdı. Sohbetine katılanlar büyük bir haz duyardı. Duygusal anlar yaşanırdı. Herkes memnun kalarak, tekrar buluşmak niyetiyle, selâm ve duâsını da alarak ayrılıp giderlerdi. “Allâhım! Sev bizi, sevdir bizi; dünyada ve ahirette ağlatma güldür bizi” diye dua ederdi. Sohbetinden ve aşkla söylediği beyitlerinden sonra mutlaka “Allâh hakkımızda hayırlısını versin! İmanımı kurtarabilirsem ne mutlu bana” deyip, korku ile ümit arasında yaşardı.
      Her türlü eza ve cefaya katlandı. Bir taraftan dünya meşgalesi, öbür taraftan halkın eziyeti… Hepsinden zor olanı ise aşk ateşinin onu yakmasıydı.
      Ben âşığım, maşukumu ararım
      Ne mekânım vardır ne de kararım
      Dünya benim olsa bir tat alamam
      Tecelli eyleyen nuru ararım
      Dünya ve ahiret çalışma ile kazanılır. Herkesin mutlaka çalışması ve mücadele etmesi gerektiğini söyler:
      Okudun mu İlm-i dünni bu esrarı bilmeye
      Göz hicabın kaldırdın mı, hak yolunu görmeye
      Âciz mi yaratan Hüdâ’m, kula nusrat vermeye
      Din hakkında sen de çalış, gül bağına girmeye
      Kendini âciz, günahkâr ve âsî bir kul olarak görür:
      Bu zalim nefsimi öldüremedim
      Yetmiş bin hicabı kaldıramadım
      Hakikat deryası çağlayıp akar
      Ben bir katresini dolduramadım
      Bütün bunlara rağmen manevî birçok nimetlere vâsıl ve bir çok ilimlere vâkıf olduğunu da bildirir:
      Girmişim Hakkın bağına, koparmaya gül de var
      Lâleler çiçekler açmış, içinde sümbül de var
      Dinle kuşlar avazını içinde bülbül de var
      Gördüm huriler safını, saçlarında sim de var
      Yine ahvali bilinmeyen, sırlarla dolu bir Hakk dostudur. Kendisini ancak Hakk ilmine sahip olanların bilip anlayabileceğini şu mısralarında dile getirmiştir:
      Hakikat bahrine daldım, el-aman nefsin elinden
      Hak hakikati bilenler, anlarlar Hakkın ilminden
      Bülbül bile güle âşık, alır reyhanın gülünden
      Ben bir cemâle âşığım, kimse bilmez ahvalimden
      Cenabı Hakka şöyle duâ eder:
      Âlemlerden fazla, isyanım benim
      Âsiye değil mi ihsanın senin
      Gelmişim kapına gitmezem gayri
      Affımı isterim maksudum benim
      Onlar ölmez, esas ölü olan bizleriz. Maneviyat âlemi, bizlerin bilemeyeceği bir âlem… Her şeye rağmen Allâh’ı, Rasülünü ve Rasülünün izinde gidenleri; onlara dost olanları, onları çok sevenleri bizler de seviyoruz.
      Sözümün nihayeti yoktur.
      Benim de isyanım çoktur.
      Gitme Hakk’ın kapısından
      Başkasından fayda yoktur.
      Selâm ve duâ ile…
      Ahmet ELMA
      Emekli İl Müftülük Murakıbı

    181. Ladikli Hacı Ahmed Ağa
      Konya velîlerinden Ladikli Hacı Ahmed Ağa (1888-1969) Konya’ya bağlı Ladik kasabasında doğdu. Babasının adı Mehmet, annesinin adı ise Emine’dir.
      Gayet cömert, vakar, temkin ve itidal ehli idi. Sükutu ihtiyar eden, ihtiyaç halinde konuşurlar. Ümmi olmasına rağmen, Hocası Hızır Aleyhisselam olduğu için, ondan manevi ilimler almış olup, İlm-i Hikmette yekta idi. Kendisini Hakk’ın rızasına, halkın hizmetine adamış, her zaman ve her yönde halkımıza önder, rehber, teselli ve ümit kaynağı idi. Kendisine bir şey sorulduğu zaman; -Durun gardaşım, şimdi cevabınızı getiririm.. der, gider Hızır Aleyhisselam’a sorar, cevabını alır getirirdi. Kimseyi kırmaz ve geri çevirmezdi.
      Hacı Ahmed Ağa, 8 Haziran 1969 tarihinde Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine kavuşur. Mübarek kabri şerifleri Ladik mezarlığındadır.
      Kerâmet var kerâmetin içinde
      O da Allah’ın işi, bu da Allah’ın işi. Allah verirse verir, vermezsevermez. O istemeyince bir şey olmaz. Bir şeyi isteyebilmemiz için, O’nun o şeyi istememizi istemesi lazım.
      Allah bir kuluna kerâmet kapısı açınca, depelerine çıkılmaz cebel cebel dağları, kum taneleri gibi küçültüverir ona, derdi.
      Bir itirazın varsa dışarı vur
      “-Ahmed Ağa’yı bir de evliyadan diller… Evliyanın işi ne mekruhtla yaav? Fesübhanallah!…” diye içinden geçirirken, Ahmed ağa, hiç o değilden, sanki ona değil de bir başkasına söylüyormuş gibi konuştu:
      – Oğlum, dedi, gönliünde dedikodu yapıp durma! İçini gıybetle bulandırma! Eğer bir safran, tafran bişiyin varsa dışına kus da, kurtul geç!
      “-Kime söylüyor acaba bunları?” diye kıvranmaya başladı adam. Çünkü mecliste Ahmed Ağa’dan başka bir şey söyleyen, bir şey soran yoktu.
      O adam, “-Kime söylüyor acaba bunları?” diye içinden iç geçirince, Ahmed Ağa:
      – Sana söğleryorum oğlum, sana! Kime olacak sana! Kalbinde sakladığın teşviş, fitne olur san! Önünü keser durur! Gönlüne saab ol! Bir itirazın varsa dışına vur! Tutma içinde… İçinde tuttuğun her şey yara olur. İçinde tutulacak şey vaar, tutulmayacak şey var. Bunları ayıramazsan hayatın heder olur, der.
      Nasıl bir Hızır bekliyordun?
      – Ahmed Ağa, demiş siz hep görüşüyorsunuz, bir de bana göster Hızır Aleyhisselâmı!..
      Ahmed Ağa, Kaymakamın talebine yuvarlak çerçeveli bir cevap vermiş:
      – Oğlum, nasibse görürsünüz inşallah! demiş.
      Ahmed Ağa’nın hayranlarından olan Kaymakam, bir Ramazan günü, iftara yakın, iftar sofrasına oturmuşlar, ailecek iftar topunu bekliyorlar… Kaymakam sigara tiryakisiymiş. Kaymakam tiryakiliğin verdiği ruh haliyetiyle beklerken, kapısı üç kez çalınmış. Çıkmış bakmış Kaymakam, kapıda bir adam:
      -Biseciii! Bise alırmısınız efendiii?
      Arkasında da bir deve, geviş getiriyor geve geve.
      Ne desin Kaymakam?
      – Ne bisesi be adam? Biseyi ne yapayım ben?
      – Peki efendi kızma! Bizden sorması, sanki ısmarlamış gibiydiniz de… Hadi iftar-ı şerifler hayrolsun! demiş, çekmiş devesinin yularını:
      – Biseciii! Bise alan, katran alan…
      Kaymakam kapıyı kapatıp da sofraya dönerken, mırıldanıp kendi kendine içinden: Allah Allaaah! Bu saatte bise mi satılır be adam? Mübarek iftar vakti… Fesûbhanallah! çekmiş.Bir müddet sonra tekrar Ladik’e gittiği zaman:
      – Aşk olsun Ahmed Ağa, bize Hızır Aleyhisselâmı daha göstermeyecen mi Hacı Babam? diye sitem etmeye kalkınca, Ahmed Ağa:
      – Size de aşk olsun hay guzum! Kapınıza gelen Hızır’ı kovarsınız, ondan sonra da gelir bize sitem yaparsınız! demiş.
      Kaymakam şaşkınlık içinde:
      – Ne demek o? Ne zaman geldi Hacı Babam? diye sorunca, Ahmed Ağa:
      – Ramazanın son günlerinde, siz sofrada beklerken kapınıza bir Biseci geldi mi?
      – Geldi?
      – Devesinin semerindeki katran küplerine dikkat ettin mi, semere bağlı mıydı, değil miydi?
      – İçeceksen sen iç cigarayı oğlum! Cigara seni içmesin!… Hem sen nasıl bir Hızır bekliyordun? Yakası kartlı, kravatlı birini mi bekliyordun? Kolalı gömlekli, ütülü pantolonlu birini mi bekliyordun? Neyse… Gördün işte gayrı… Görmedim diyemezsin! Kaçırdın ammaa, gördün işte yine de… demiş ve teselli etmiş Kaymakamı, Ahmed Ağa, ama Kaymakam epey eyvah çekmiş tabiii.
      Çölde Bir Mehmetçik
      Ladikli Hacı Ahmed Ağa, seferberlikde cepheye gitti. Pınar, Losfaki, Çatalca, Vokestin, Dökme Meydan Muharebelerine katılarak kahramanca çarpıştı. Daha sonra; Makedonya’da, Yunanistan, Arnavutluk ve Bulgaristan’da çeşitli cephelere katılan Ahmed Ağa, cepheden cepheye koştu.
      Hacı Ahmed Ağa anlatıyor:
      “-Şimdiki yahudilerin yerleştiği Gazze şehri civarında, İngilizlerle harp ederken mensup olduğum birlik İngilizler’ce pusuya düşürülmüş, birliğin tamamı makinalı tüfeklerle taranıp bir kısmı öldürülmüş bir kısmı da yaralanmıştı. Ben de vurularak çöle düştüm. Yanımdaki arkadaşlar da peş peşe vurularak üzerime düşerek şehid oldular. Bunların arasında sıcaktan kavrulan kumların üzerinde, son derece susuzluktan yanıyor, bir taraftan da yaralarım sızlıyordu. Artık Mevla’ma yönelmiş, O’na kavuşma anımı bekliyordum. Bulunduğumuz mevki; Esas birliğimize üç günlük yol, bu arada hiçbir canlı yok. Yardım ve kurtuluş ümidi kalmamıştı. Tam bu sıralarda; Nihayetsiz kerem sahibinin Kudret ve Vefa eli bize erişti…
      Tam çaresizlik içerisinde, sıcak kumlar üzerinde susuzluktan kavrulan bedenim al kanlar içinde mecalsiz, yaralarım sızlarken, Güneş’in vurduğu yerden bir beyaz atlı belirdi, bize doğru geliyordu. Düşman zannı ile korkumdan kendimi ölüler arasında, ölmüş gibi göstererek yere yatmıştım.
      Atlı bize yaklaştı ve bana..:
      -Esselamüaleyküm..! Ahmet ne oldu yaralandın mı? Kalk bakalım..!
      Diyerek ismimi söyleyince korkum kalmadı, başımı kaldırdım baktım..
      -Kalkmaya mecalim yok.. dedim.
      Attan inip yanıma geldi, beni sıkıştıran şehid arkadaşlarımı üzerimden birer birer çekti. Susuzluktan yanıyordum.
      -Sana su vereyim mi? Deyip, su dolu bir matara verdi.
      Susuzluktan yanan bağrıma, o Vefa elinin verdiği; hayat ve aşk bahşeden şifa suyunu içtim… kana kana..!
      Mubarek Zat; Ellerini sızlayan yaralar üzerinde gezdirirken, sızılarım duruyor taze hayat buluyordum. İşte o su, beni başka bir aleme götürdü.
      Bana ne oldu ise; Rahman’ın Vefa elinden içtiğim o hayat ve aşk bahşeden sudan sonra oldu.!
      Sonra beni kaldırıp atının terkisine aldı. En yakın, üç günlük yoldaki genel karargaha götürdü. Bu yolu nasıl, ne zaman geldiğimizi bilemedim. Karargahın yakınına atının terkisinden beni indirdi. Bir değneğe kırmızı bir bez bağlayıp askerlere salladı. Ayrılacağımız zaman beni getiren bu Zat’a..:
      -Efendim sizi bir daha görecek miyim? dedim.
      Mubarek Zat bana..:
      -Ahmet Ağa; Eğer sen Hak rızası için yaşarsan her zaman seninle beraberiz. Yok öyle yaşamazsan, bu son görüşmemiz… dedi ve ilave etti..:
      -Askerler gelip seni alınca sana inanmazlar. Onlara beni nöbetçi subaya götürün, dersin.
      Hadiseyi nöbetçi subayına anlat, benim de selamımı söyle..! dedi ve kayboldu.
      Askerler bir sedyeyle gelip beni aldılar. Beni götürürlerken parola soruyorlardı; fakat ben cevap veremiyordum. Birliğimi söyledim bana inanmadılar..:
      -O birlik vurulup yok edilmiş. Hem sen kurtulduysan, senin söylediğin birlik buraya 3 günlük yol. Nasıl geldin? Sen yalan söylüyorsun! dediler.
      Ben de :
      -Siz beni nöbetçi subayına götürün.. dedim. Askerler beni nöbetçi subayına götürdüler.
      Nöbetçi subayı, ehli hal, aşık bir kimseymiş. Ben nöbetçi subayına; Birliğimizin başına gelenleri, yaralanıp düştüğümü, beni kurtaran Adam’ın gelişini ve durumunu anlatırken subay heyecanlanıyordu, kendisine…:
      -Beni kurtaran kimsenin size selamı var..! deyince..
      Subay hemen altındaki sandalyeyi bana verdi, bana hürmet etmeye başladı ve ..:
      -Nasıl oldu, bir daha anlat..!
      Diyerek üç kere tekrar ettirdi. Her tekrar edişinde heyecanı daha da artıyordu. Hemen beni tedaviye alıp yaralarımı sardılar. Yaramı saran doktor işin farkına varmış, bana inanmayanlara:
      -Sizin burnunuz koku almıyor mu? Şimdiye kadar hiçbir askerde böyle bir koku duydunuz mu? Şu hastanın kokusuna bakın, mis gibi kokuyor… dedi.
      Ben hastanede bulunduğum müddet içerisinde, Hocam bir iki defa ve bana :
      -Ahmed, terhis olup memleketine gittiğinde, ben yine gelip seni bulacağım, merak etme!.. dedi, gitti. Elhamdulillah iyileşip taburcu oldum. Çok sürmedi bizi terhis ettiller, artık memleketim olan Ladik’e gelmiştim. İşte Hocamın bana çölde yaralı iken gelip kurtardığı sırada verip içirdiği, bana hayat bahşeden o sudan sonra bende bir aşk başladı. Aşk ateşi beni günden güne benim sinemi yakmaya ve beni dağlara, ıssız yerlere sürüklemeye başladı. Evde duramaz oldum, derdimi de kimseye anlatamıyordum.
      Yine bir gün sıkıntımdan, üzüntü ve kederimden ne yaptığımı, ne yapacağımı bilmez bir halde iken, Aşk’ın galebesi ile dağlara çıkıp gittim. Bir kış günü idi, her taraf kar kaplı. Bir de baktım ki, onbir tane kurt arkama düştüler. Durumlarından aç oldukları belli idi. Korkup olduğum yerde durdum, onlar da durdular.
      -Yaa Rab..! Sen muhafaza eyle.! Diyerek , Rabbıma niyaz ettim.
      Hayvanlar ağızlarını kaldırarak hep birden öyle bir uludular ki; Vücudumun bütün kılları, adeta elbisemden dışarı çıkmıştı. Tam o sırada, semadan kurtların üzerine beyaz, koyun kuyruğu şeklinde birşey indi. Hemen kapışıp yediler ve birazını bırakıp gittiler.
      Onlar gittikten sonra, o şeyin düştüğü yere varıp;
      Acaba bir parça kalmış mı? Diye bakarken ufacık bir parça buldum. Hakikaten kuyruk şeklinde beyaz ve yumuşak bir şeydi. Bu parçayı aldım yedim. Günlerce açlık hissetmedim..! İşte böyle günler aylar geçiyor. Hep gözlerim yolları gözlüyor. O’nu bekliyorum ;çünkü;
      -Geleceğim… demişti.
      Gönlümdeki yangın ateşi arttıkça, lisanım gönlümdeki feryadı dışarıya döküyordu…
      Tam oniki sene geçmişti aradan. Nihayet bir gün Elhamdülillah, Hocam teşrif edip göründüler, artık dünyalar benim oldu.
      İşte o günden sonra, hemen hemen hergün uğrar, lüzum eden ders ve malümatı verirdi. Zaman geldi artık beni alır, kendisi ile beraber manevi toplantılara götürürdü. Kendisi gelmediği zaman, manevi telefonla haberleşir, emredilen yere saatinden önce varırdım. Daima böyle saatinden önce vardığım için de, üstadım beni çok sever memnun olurdu.

      Kaynak: 1) Ladikli Ahmed Ağa, Mustafa Özdamar, Kırkkandil Yayınları, 20042) Üveysi Hacı Ahmed Ağa, Osman Karabulut, Şems Yayınları

    182. Ölü Eti Yemeden Ölenin Durumu
      Kim ki, açlık ve mecbur olduğu zaman, meyte etini yemekten imtina eder veya oruç tutup yemez ve bu şekilde ölürse, o kişi günahkârdır.
      Kim de, tedâvîyi kabul etmez ve ölürse o kişi günahkâr olmaz. Çünkü onun bu hastalıktan mutlaka öleceği bilinmiyordu. Çünkü kişinin, ilaçsız olarak da iyileşip sıhhatine kavuşma ihtimâli vardır

      Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri: 2/261.

    183. NİYE MORALİN BOZUK…
      Hz. Adem (a.s.) gibi 200 sene tevbe mi ettin ?
      Hz.ibrahim (a….s.) gibi ateşe mi atıldın ?.
      Hz.zekeriyya (a.s) gibi testereyle mi kesildin ?
      Hz.yusuf (as) gibi kuyuya mı atıldın ?
      Hz.MUHAMMED (sav) gibi taif’te taşlandın mı, başına işkembe mi konuldu namaz kılarken, dişin mi kırıldı,yüzüne tükürük mü atıldı, hicrete mi zorlandın, sevdiklerinden mi ayrıldın
      Hz.hamza (r.a) gibi burnun kulağın mı kesildi?
      Musab bin umeyr (r.a) gibi kolların mı kesildi?
      Cafer bin ebi talip (r.a) gibi ok, mızrak ve kılıç darbeleriyle yaralandın mı?
      Ammar,sümeyye, yasir (r.a) gibi işkence mi gördün?
      Bilal (r.a) gibi kızgın kumlara yatırılıp, üzerine taşlarmı kondu?
      Yunus peygamber (as) gibi denize mi atıldın?
      Eyüp peygamber (as) gibi vücudunu yaralar mı kapladı?
      Hz. İsa(as) gibi çarmıha mı gerilmek istendin?
      Ne düşünüyorsun, dünyalık işler mi?
      Silkinelim, kendimize gelelim……..?
      Üzüleceksen,
      namazını kazaya bıraktığın için, teheccüde kalkamadığın için, birinin kalbini kırdığın,pazartesi perşembe orucunu tutamadığın için üzül
      Üzüleceksen,
      bugün ALLAH için bir şey yapamadığın için,
      ALLAH ve Rasulü (sav)’i memnun edemediğin için üzül
      Filistinde, Çeçenistanda, Irakta ve dünyanın dört bir yanında zulüm gören, işkence edilen,
      öldürülen din kardeşlerin için üzül
      üzülürsen,
      bir fakire yardım edemediğin için, yetimin elinden tutamadığın için üzül
      Üzüleceksen,
      Afrika’da ve diğer ülkelerde bir lokma ekmek bulamayan, hastalıklarla mücadele eden insanlar için üzül
      Kur’an’ı yeterince okuyup, hayatına tatbik edemediğin için üzül
      Peygamber Efendimiz (sav)’i, canından, malından, aile bireylerinden, herşeyden çok sevemediğin için üzül
      Üzüleceksen,
      hakiki manada kul, Efendimiz (sav)’e ümmet olamadığın için üzül
      Efendimiz (sav)’in şefaatine nail olamama korkusuyla üzül…
      “Sabredenlere,
      Belki çok Dertlisin..
      Belki Artık Yeter Diyorsun…
      Belki Kendinden Geçmişsin…
      Belki de Ağlıyorsun…
      Belki Bu Musibetlerin Sonunda
      Eline Bir şey Geçip Geçmeyeceğini Düşünmektesin…
      Duy!!!
      Rabbin Sana Söylüyor..
      Felaketlere Karşı Dişlerini Sıkıp Göğüs Gerenlere
      Mükafatları Hesapsız ödenecektir..“
      Belki De Onca Insanın Arasında
      Neden Senin Seçildiğini Soruyorsun…
      Oysa Rabbinin Seçtikleri Kıymetlilerdir…
      “içinizden Mücahidlerle Sabredenleri Ortaya çıkarıncaya
      Kadar Elbette Sizi Deneyeceğiz” (Muhammed, 47/31)
      Hayat Bir Imtihan Değil Mi ?
      Her Soru Ebedi Hayatında Yer Alan Bir Tuğla…
      Nefes Alıp Verdiğin Her An Yeni Bir Soruya Gebe…
      Onlar Olmasaydı Sonsuzluk Yurdunda
      Sana Ait Hiç birşey Olmayacaktı…
      Derdin Yoksa üzül asıl!
      Dertliysen Bil Ki…
      O Seni Seviyor….
      Bak !
      Sevdiğin Ne Diyor ?
      “Allah Hayrını Dilediği Kişiyi Sıkıntıya Sokar!“
      Belki Sen Ashab-uhdud Kadar Acı çekmedin…
      Hani Kralları Onları Iman Ettikleri Için
      Ateş Dolu Hendeklere Atmıştı Ya…
      Belki Sen Ebu Zer (r.a) Kadar Acı çekmedin…
      Amcası Inandığı Için Onu Hasıra Sarıp Yakmıştı Ya…
      Belki Sen Vahşi Kadar Acı çekmedin…
      Sevgilisi Ona “bana Görünme!” Demişti ya…
      Belki Sen Yakup (a.s) Kadar Acı çekmedin…
      Yusuf’u (a.s) Elinden Alınmıştı Ya…
      Belki Sen Hatice(r. Anha) Kadar Acı çekmedin…
      Muhammed (s.a.v) Yurdundan Kovulmuştu ya….
      Unutma! Rabbin Kimseye Dayanabileceğinden Fazlasını Yüklemez

    184. Nisan Yağmuru Suyu Zemzem Gibidir.
      Nisan Yağmuru Hakkında Hadis-i Şerifler…
      Peygamberimiz (s.a.v)’den rivayet olundu ki:
      ‘’Cebrail a.s Bana öyle bir ilaç öğretti ki, (o ilaç sayesinde,insanların) doktorların ilaçlarına hiç ihtiyacı kalmaz…’’
      Eshab-ı Kiram : (o ilaçtan) Bize de haber ver,Ya Rasulullah dediler, Rasulullah (s.a.v):
      ‘’Nisan yağmurunu alınız (toplayınız). Ona; 70 defa Fatiha-i şerife, 70 defa İhlâs-ı şerif, 70 defa Felak suresini, 70 defa Nâs suresini, 70 defa Tesbih duasını (SübhanAllahi vel-hamdü
      Lillâhi ve lâ ilâhe illallâhü vâllahü ekber ve lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil-aliyyıl-azîm) okuyunuz. Sonra, 7 gün devamlı olarak sabah akşam birer bardak içiniz. Beni hak Peygamber olarak gönderen Cenâb-u Hakk’a yemin ederim ki, Cebrâil Bana dedi ki ; “Bu sudan içen kimsenin, cesedinden, damarından, sinirinden, etlerinden, o kimseye ağrı, acı veren rahatsızlığını Cenâb-u Hakk giderir ve o kimseye sıhhat ve afiyet verir.’’
      Yine başka bir Hadis-i Şerif’te :
      ‘’Beni hak Peygamber olarak gönderen Cenâb-u Hakk’a yemin ederim ki, çocuğu olmayan bir erkek, bu sudan hanımına içirirse, Allahü Teala’nın izni ile hanımı hamile kalır. Hanımının başı ağrıyan bir erkek bu sudan hanımına içirirse, bu su ona (sıhhati için) yeterlidir. İçen kimsenin balgamını keser. Rüzgar ona zarar vermez, çirkin haller kendisine isabet etmez. Bel ağrısından, karın ağrısından, şikayeti kalmaz. Alaca hastalığından korkmaz. Göğüs ağrısı çekmez. Kalbine gelen vesvese (evhâm), gönlünden çıkar gider. Kendini çok beğenmek, hased, kibir, düşmanlık, gıybet ve koğuculuk (gibi manevi hastalıklar dahil), dünyada yaşayan her fani (geçici) olanlar için Allahü Teala’nın izni ile fayda vericidir..’’
      Tefsir-i Kebir (Kur’an-ı Kerim Tefsiri)’den
      “Nisan Yağmuru” Suyunun Toplanacağı Günler
      ”Nisan Yağmuru” suyunun toplanacağı günler, Rumi Takvimi Nisan Ayının 7′sinden Nisan Ayının sonuna kadardır.
      Toplanan “Nisan Yağmuru” Suyu Nasıl Hazırlanır?
      – Bir Fatiha üç ihlâs-ı Şerif okunup, Piran-ı İzamın Ervâh-ı Kudsiye-i mübârekelerine hediye edilir.
      – Niyet edilir.
      1 – 70 Adet Salât-ı Münciye
      2 – 70 Adet Fatiha-i Şerife
      3 – 70 Adet Ayet’ül Kürsi
      4 – 70 Adet Legad caeküm .. (Tevbe Süresinin Son İki Ayeti)
      لَقَدۡ جَآءَڪُمۡ رَسُولٌ۬ مِّنۡ أَنفُسِڪُمۡ عَزِيزٌ عَلَيۡهِ مَا عَنِتُّمۡ حَرِيصٌ عَلَيۡڪُم بِٱلۡمُؤۡمِنِينَ رَءُوفٌ۬ رَّحِيمٌ۬ فَإِن تَوَلَّوۡاْ فَقُلۡ حَسۡبِىَ ٱللَّهُ لَآ
      إِلَـٰهَ إِلَّا هُوَ‌ۖ عَلَيۡهِ تَوَڪَّلۡتُ‌ۖ وَهُوَ رَبُّ ٱلۡعَرۡشِ ٱلۡعَظِيمِ
      (Lekad caeküm rasulün min enfüsiküm azizün aleyhi ma anittüm harisun aleyküm bil mü’minine raufün rahiym* Fe in tevellev fe kul hasbiyellahü la ilahe illa hüve aleyhi tevekkeltü ve hüve rabbül arşil azıym)
      5 – 1 Adet Yâsin-i Şerif
      6 – 70 Adet Kâfirûn Süresi
      7 – 70 Adet Îhlâs-ı Şerif
      8 – 70 Adet Felak Süresi
      9 – 70 Adet Nâs Süresi
      10 – 70 Adet Tesbih Duası
      سُبْحَانَ ٱللهِ وَٱلْحَمْدُ ِللهِ وَلاَ اِلٰهَ اِلاَّ ٱللهُ وَٱللهُ اَكْبَرُ وَلاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِٱللهِ ٱلْعَلِىِّ ٱلْعَظِيمِ
      (SübhanAllahi velhamdülillahi velaa ilahe illAllahü vAllahü ekber velaa havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azıym)
      11 – 70 Salât-ı Münciye okunur.
      Not 1 : Yukarıdaki sayılanlar okunurken bitinceye kadar arada dünya kelamı konuşmamaya dikkat edilmelidir.
      Not 2 : Her 70 adet okunduktan sonra ve Yasin-i Şerifteki her “Mübîn” den sonra “Yâ Şafii” denir ve sıcak nefesle suya “Hûu” diye üflenir.
      Not 3 : Bu sudan sabah ve akşam birer bardak olmak üzere 7 gün abdestli olarak içilir. (İçmeden önce, 1 Fatiha 3 Îhlas-ı şerif okuyup Piran-ı İzama hediye etmeye ve sabah aç karnına içmeye dikkat edilmelidir.)
      Not 4 : Bu sudan içen kişinin cesedinden Allahü Teala her türlü derdi kaldırır. Ona tüm hastalıkdan ve açlıkdan afiyet verir. Gözlere şifa verilir. Ateşi giderir, balgamı keser, göğüs ağrısını giderir, Menfaati sayılamıyacak kadar çoktur.
      Nisan, yağmur ve insan…
      Bugünlerde yağması beklenen bereketli Nisan yağmurları, vücuda zindelik ve enerji kazandırıyor. Çünkü içinde “kullanılabilir demir” var.
      Kış boyunca en alt seviyeye inen vücudun demir miktarını en doğal yoldan geri kazanabilirsiniz: Yağmur gördüğünüzde dışarı çıkıp bol bol ıslanın!..
      Bu hafta yağmurlar başlarken etrafınıza dikkatle, fark etmek için bakın. Yaprakların boyutlarını, renklerini, tomurcukları hafızanıza kaydedin… Üşüyorsanız yağmur suyunu toplayın ve evde ısıtarak duş alın… Evcil hayvanınız varsa bu sudan içirin, mümkünse yağmurda dolaştırın. Evde yaşlılar varsa onların da ellerine, yüzüne, saçlarına yağmur suyu sürün. Hatta mümkünse hafta başında, kanınızdaki demiri ölçtürün; ıslana ıslana dolaştıktan sonra kanınızdaki demiri tekrar ölçtürün… Böyle tavsiye ediyor uzmanlar.
      Nisan yağmurlarında kullanılabilir sevgi var, hissedilebilir şefkat var ve hoşgörü var… Üstelik yağmurlar mayısta da yağacak, martta da yağıyordu… Nisanda da sevgi yağmurları yağıyor yine, her yerde.
      Peki biz,,, biz, nerdeyiz?.. Bu yağmurların altında mıyız?
      Etrafımıza biraz daha dikkatle bakıyor muyuz; bitkilerin rengini, yaprakların boyunu ve tomurcukları görebilecek kadar?.. Yağmurlar yağarken kaplarımızı doldurmak geliyor mu aklımıza, tekrar yıkanmak için?.. Yaşlılarımızın da bundan mahrum kalmamasına çaba gösteriyor; suyu, elimizle onların da ellerine, yüzlerine, saçlarına sürüyor muyuz?.. Aynı sudan hayvanlarımıza bile içirmeyi düşünüyor muyuz?..
      Fark ediyor muyuz gerçekten; nisan yağmurları yağıyor… Ve sevgi yağmurları yağıyor; bir nisandan diğer nisana kadar…
      Biz altında dolaşıyor muyuz?..
      Islanmayı, biliyor muyuz?..

    185. Kuran’ı kerimde geçen meyve isimleri

      Asmalı ve asmasız bahçeleri, hurmaları ve tadları farklı ekinleri, zeytinleri ve narları -birbirine benzer ve benzeşmez- yaratan O’dur. Ürün verdiğinde ürününden yiyin ve hasad günü hakkını verin; israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez. (Enam Suresi, 141)
      Yeryüzünde birbirine yakın komşu kıtalar vardır; üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar da vardır ki, bunlar aynı su ile sulanır; ama ürünlerinde (ki verimde ve lezzette) bazısını bazısına üstün kılıyoruz. Şüphesiz, bunlarda aklını kullanan bir topluluk için gerçekten ayetler vardır. (Rad Suresi, 4)
      Onunla sizin için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve meyvelerin her türlüsünden bitirir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir topluluk için ayetler vardır. (Nahl Suresi, 11)
      Hurmalıkların ve üzümlüklerin meyvelerinden kurdukları çardaklarda hem sarhoşluk verici içki, hem güzel bir rızık edinmektesiniz. şüphesiz aklını kullanabilen bir topluluk için, gerçekten bunda bir ayet vardır. (Nahl Suresi, 67)
      “Ya da sana ait hurmalıklardan ve üzümlerden bir bahçe olup aralarından şarıl şarıl akan ırmaklar fışkırtmalısın.” (İsra Suresi, 91)
      Onlara iki adamın örneğini ver; onlardan birine iki üzüm bağı verdik ve ikisini hurmalıklarla donattık, ikisinin arasında da ekinler bitirmiştik. (Kehf Suresi, 32)
      Derken doğum sancısı onu bir hurma dalına sürükledi. Dedi ki: “Keşke bundan önce ölseydim de, hafızalardan silinip unutuluverseydim.” Altından (bir ses) ona seslendi: “Hüzne kapılma, Rabbin senin alt (yan)ında bir ark kılmıştır.” Hurma dalını kendine doğru salla, üzerine henüz oluşmuş-taze hurma dökülüversin.” (Meryem Suresi, 23-25)
      Böylelikle, bununla size hurmalıklardan, üzümlüklerden bahçeler-bağlar geliştirdik, içlerinde çok sayıda yemişler vardır; sizler onlardan yemektesiniz. (Müminun Suresi, 19)
      “Ekinler ve yumuşak tomurcuklu göz alıcı hurmalıklar arasında?” (Şuara Suresi, 148)
      Biz, orada hurmalıklardan ve üzüm-bağlarından bahçeler kıldık ve içlerinde pınarlar fışkırttık: (Yasin Suresi, 34)
      Ve birbiri üstüne dizilmiş tomurcuk yüklü yüksek hurma ağaçları da. (Kaf Suresi, 10)
      Onda meyveler ve salkımlı hurmalıklar var. (Rahman Suresi, 11)
      İçlerinde (her türden) meyve, eşsiz-hurma ve eşsiz-nar vardır. (Rahman Suresi, 68)
      Zeytinler, hurmalar, (Abese Suresi, 29)

    186. Vekr el-Cerrâh (r.h.) Kimdir ?
      Vekr el-Cerrâh (r.h.) büyük müfessir ve âlimlerdendir.
      129 {M. 746) yılında. Irak’da Küfe şehrinin Feyd köyünde doğdu. İyi bir tahsil gördü.
      Ehli sünnetin büyük âlimlerinden, lmam-ı Azam. İmam Ebu Yusuf, imam Züfer ve Süfyân-ı Sevrî hazretleri gibi büyük müctehidlerden ders aldı.
      Hadis ilminde sika ve hüccetti. Mufessirdi. Müfessirlerin ikinci tabakasından olarak zikredilir. Bütün ömrünü ders vermeye ve Islâmı öğretmeye adadı. Birçok talebe yetiştirdi.
      İmam Şafii ve İmam Ahmed bin Hambel ondan ders aldılar. Vekr hazretleri, tefsir, hadis, fıkıh, ahlak ve çeşitli konularda bir çok kitap yazdı.
      Vekî hazretlerinin: Malın helalinin hesabı, haramının azabı vardır.” Sözü bir darbi mesel olarak günümüze kadar geldi. 197 (M. 812) yılında vefat ettiği rivayet edilir.

    187. Kâdî Beyzâvî Hazretleri Kimdir ?
      Kâdî Beyzâvî hazretlerinin asıl adı: Abdullah bin Ömer bin Muhammed bin Ali’dir.
      Doğum tarihi kesin olarak belli değildir. İyi bir tahsil gördü.
      Tefsir, hadis, fıkıh, usul, kelâm, mantık, nahiv, belagat ve tarih bilimlerinde mütehassıs idi.
      Kâdî Beyzâvî Şiran’da Kadi’l-kuzât idi. Şeyhi Muhammed b. Muhammed Kethânfnin işaretiyle kadığılı bıraktı ve **Envârü’t-Tenzîl ve Esrârüt-Tevhîd isimli meşhur tefsirini yazdı.
      Kâdî Beyzâvi hazretlerinin tefsirinin ehemmiyyet ve değerini anlamak için ona haşiye ve ta’lik yazan âlimlerin ve o konuda yazılan kitapların sayısına bakmak yeter.
      Kâdî Beyâvi tefsirine tamamen veya kısmen haşiye yazan zatların sayısı 75 (yetmişbeş)dir. Ta’lika yazan zatların sayısı da 39 (otuz dokuz)dur.
      Demek ki. Kur’ânı kerimin sûrelerinin sayısı kadar, yani 114 âlim. Kadı Beyzâvî tefsirini kendi çağlarında şerh yazıp açıklamışlar, o mübarek tefsir üzerine kitap yazmışlar.
      Kâdî Beyzâvî hazretleri. 685 (M. 1286) yılında Tebriz’de vefat etti

    188. Böbrek ve Dalaklar Yenirmi ?
      Üftâde Efendi buyurdu: Zikir olundu ki, Efendimiz (s.a.v.) hazretleri, dalak, böbrek ve sarmısak yemediler. Ama bunları yemeği de (ümmetine) yasaklamadı. Evlâ olan Efendimiz (s.a.v.) hazretlerinin eserine iktidâ ederek (onun izinde giderek) bunları yememektir.
      Sonra yine böbrek ve dalak için şöyle denildi: Menî, ineceği zaman, böbreklere yapışmadan inmez. Dalak ise, muhakkak ki o, Cehennem ehlinin yiyeceklerindendir. Aziz Mahmûd Hüdâî’nin “Vâkiât-i Mahmudiyye” isimli eserinde böyle zikredildi.

    189. Musa a.s ve Cennetteki Arkadaşı

      Hz. Musa Aleyhisselâm, bir gün münacatları esnasında «Ya Rabbî! Cennette benim arkadaşım kimdir, bana göster.» diye iltica eder. Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri:

      – Ya Musa! Filan şehirde, filan çarşıda ve şu şemail ve isimde bir kasap vardır. O kimsedir, diye ilham eyler.

      Hz. Musa Aleyhisselâm hemen hareket eder ve o kasabı bulur. Dükkânının karşı tarafında, bir miktar seyrederek ahvaline vâkıf olmak üzere oturur. Görür ki gayet gaddar ve zalim bir kimsedir. Sattığını hep eksik tartmaktadır. Hz. Musa’nın hatırına, bu kimse bana nasıl arkadaş olabilir, her halde o başka bir kimse olması lâzımdır, diye gelir. Tam o esnada Hz. Cebrail gelerek, o kimsenin olduğunu haber verir.

      Hz. Musa Aleyhisselâm akşama kadar dükkânın önünde oturur ve akşam olunca, kasap bir miktar et alarak elindeki zembiline koyar ve evine gitmek üzere iken, Hz. Musa: «Ya kasap, beni misafir kabul eder misin? diye sorar. Kasap da «Buyurun, sizin gibi muhabbetli misafiri asla görmedim. Bu gece hizmetinizle şerefleneyim.» der ve beraberce giderler. Hemen Hz. Musa Aleyhisselâmm önüne yemekler ko-yar ve «Ey mübarek zat isterseniz siz yeyin. Şayet beraber yiyelim derseniz, bir miktar beklemeniz lâzım gelecek. Zira benim çok mühim bir işim vardır, müsâdenizle onu yerine getireyim.» der. Ve getirmiş olduğu eti iyice pişirip, evin köşesinde asılı bir zembıM aşağıya indirir. İçinden son derece küçük ve zayıf bir kadın çıkarır. O’nun ağzına yavaş yavaş eti verir. Karnını doyurduktan sonra altını da temizler ve tekrar yerine asarak Hz. Musa Aleyhisselâmın yanına gelir. Özür dileyerek birlikte yemek yemeye başlarlar.

      Kadına yemek yedirirken kadının dudakları bir kaç defa hareket etmiş ve konuşur gibi olmuş. Bu hali Hz. Musa Aleyhisselâm farketmiş olduğu için o kimseye:

      – Ey kişi, bu senin annen midir?

      -Evet, annemdir. Çok ihtiyar ve mecalsizdir. Her gün böylece dükkândan geldiğim zaman hizmet ederim.

      – Yemek yedirirken dudakları kıpırdadı. Sözü anlaşılır mı?

      – Evet anlaşılır. Her ne zaman, karnını doyurup hizmetini yaptığımda «Ya Rabbî, bu oğlumu cennette Musa’ya arkadaş eyle.» diye dua eder.

      – Ey kimse! Sana müjdeler olsun kî, annenin duası dergah-ı izzette kabul oldu. Musa benim, der ve ilham-ı ilâhî ile oraya geldiğini söyler.

      O kimse de çok sevinir ve bütün günahlarına tevbe ve istiğfar ederek ibadet ile meşgul olmaya başlar.

      Böylece annesine yapmış olduğu hizmet sebebi ile, salihler zümresine dahil olur.

    190. Anne Babaya ihsan…Ana Babaya iyilik…
      Ana ve babaya ihsan etmek farzdır. Âyet-i Celîle’de: “Allah’a kulluk edin. O’na hiç bir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya da ihsanda bulunun…” (S. Nisa 36) buyurulmuştur.
      konuyla ilgili Hadis-i şerifler..
      *Allahü Teâlâ’nın rızâsı, baba ve ananın rızâsındadır. Allahü Teâlâ’nın gazabı da ana babanın gazabındadır.
      *Baba ve ananın rızâsını kazanan dünya ve âhiret iyiliğini kendisi için bir araya getirmiştir.
      *Üveys-i Karânî Rh.A.’in ulaştığı bütün derecelere, anasına iyilik ve hizmet etmesi sebeptir. Eğer Allahü Teâlâ’ya yemin etmiş olsa, Hak Teâlâ, yemin ettiği şeyde onu doğru çıkarırdı. Yâ Ömer! Ona rastlarsan, Hak Teâlâ’nın mağfiret etmesi için sana duâ etsin!
      *Size vasiyet ederim: ana-babaya iyilik ömrü uzatır. Canım yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, ömründen üç sene kalan bir kul, ana-babasına ihsan ederse, üç seneyi Allahü Teâlâ otuz sene yapar. Eğer kötülük ederse, üç seneyi üç güne indirir. Ehil ve akrabâsına iyilik etmek ömrü artırır. Kötülük etmek de ömrü kısaltır. Ve rızkı daraltır Allahü Teâlâ’yı gazaplandırır.”
      *Ümmetimden üç sınıf insana Cehennem ateşi dokunmaz:
      1. Erine itâat edip onu memnun eden kadın,
      2. Ana babasına iyilik eden evlât,
      3. Allahü Teâlâ’nın kullarına merhametli olan insan.
      *İki günâh var ki, kişi bunların cezâsını dünyada görmeden ölmez: Biri, zulüm; diğeri, baba ve anasına eziyet etmektir.
      Başka günâhlar affedilebilir, yahut cezâsı âhirete tehir edilir. Lâkin bu iki günâhın cezâsı dünyadayken başlar. Dikkat etmeli…
      İmam-ı Gazâlî Rh.A. evlâdın ana babaya karşı olan edeplerini sıralamış:
      Sözlerini dinler,
      Özürsüz önlerinden yürümez,
      Günâh olmayan emirlerini yerine getirir,
      Ayağa kalkarlarsa o da kalkar.
      Yanlarında sesini yükseltmez.
      Çağırdıklarında hemen hazır olur.
      Kendilerini râzı etmeye gayret eder.
      Hizmetlerinden dolayı öfke göstermez.
      Çatık kaşla yüzlerine bakmaz.
      Yanlarında ayaklarını uzatmadığı gibi bir tabaktan berâber meyve yeseler, ikramlı bulunup,
      dikkatli olur.
      Ağrı ve meşakkati olsa, müteessir olmasınlar diye mümkün mertebe onlara duyurmaz.
      Buna benzer bütün hallerde dikkatli bulunur.
      Resûlüllah S.A.V.’e ana ve babaya dünyada iyiliğin en azı sorulduğunda:
      “Onlara sâhip çıkıp iyi hizmet etmek için:
      1. Açsa doyurmak,
      2. İhtiyâcı varsa elbise almak,
      3. Hizmete muhtaç iseler, cana minnet bilip her ihtiyaçlarını görmek;
      4. Çağırdıklarında hemen huzurlarında hazır olmak, ihsan ve iyilikte bulunmak,
      5. Günâh olmayan emirlerini yerine getirmek,
      6. Kendileriyle tatlı ve yumuşak konuşmak,
      7. İsimleriyle çağırmamak,
      8. Önlerinden değil, arkalarından gitmek,
      9. Sevip beğendiklerini onlar için de sevmek,
      10.Duâ ederken onlara da duâ etmek,
      11.Çağırdıklarında nâfile namaz kılıyorsa çıkıp cevap vermektir.

    191. Bu meseleyi, Hıristiyanlıktaki “ruhban” meselesi ile de asla karıştırmamak lâzım. Zira İslâm’da zaten ruhban sınıfı yoktur. Çok iyi düşünülmesi gereken bir mevzû… Çünkü, gâye ile vâsıtanın birbirine karıştırılmasıümmet için peygamber, müridler için mürşid, cemaat için imam, hatta talebe için hoca gâye değil, birer vâsıtadırlar. Hiçbir mü’min, vesîleyi ma’bûd olarak kabul etmez. Hiçbir zaman ona ibâdet ediyorum demez. gibi bir durum ortaya çıkıyor. Halbuki Bilakis her zaman, “iyyâke na’büdü ve iyyâke nesteıyn” diyerek, yalnız Allâh’a ibâdet ettiklerinin ve yalnız ondan yardım istediklerinin şuurundadırlar.

      Ve yine, “İlâhî ente maksûdî ve rızâke matlûbî”diyerek, maksatlarının Allah azze ve celle, isteklerinin de, onun rızâsı olduğunu daima ifade ederler.

      Hâsılı mü’minler, vâsıtaların ancak, Allah Teâlâ’ya vuslatın keyfiyetini gösteren birer kılavuz olduklarına inanırlar. Bu itibarla, ikide bir, “Allah’la kul arasına girilmez” mücerred sözünün arkasına saklanıp, hâlis-muvahhid mü’minlere, “putperest-müşrik!” diyecek kadar ileri gidenlerin tuzağına düşmemek lâzım. Zira onlar, “putperest” değil, bilakis “Hüdâperest”tirler.

      Sûret-i Hakk’tan gözükerek, bu iddiayı ortaya atanların delilleri de pek gülünç. İşi, döndürüp dolaştırıp hemen Hıristiyanlıktaki ruhban sınıfı meselesine getiriveriyorlar. Oysa, yukarıda da temas ettiğimiz gibi, İslâm’da böyle bir sınıfın mevcudiyeti bahis konusu bile değildir. Bu sebeple, “Delilleri iddialarından bozuk, örümcek ağından daha zayıf” tabirlerini kullanmak, inanıyoruz ki çok yerinde olur. Çünkü, bunlara mukabil bizim ortaya koyduğumuz deliller; âyet, hadîs ve Allah dostları olan âlimlerin icmâıdır.

      Ancak, “Bazan göz, herhangi bir illetten dolayı Güneş’in ışığını göremez, inkâr eder… Ve yine ağız, bazan bir hastalıktan dolayı, yediği-içtiği gıdaların tadını alamaz” sözü uyarınca; inkârcı, inatçı ve bid’atçiler tarafından çeşitli eserlerde, yalan-yanlış sözler sarf edilmiş olabilir.

      Kanaatimizce bunların eğrilik ve doğruluğunu araştırmak da, “tedkik mumu”nu hiç söndürmediğini düşündüğümüz siz ilim ve fikir adamlarına düşer. Binaenlayeh mahut söz, İslâm’a yapılan en büyük iftiralardan ve sokulmak istenen en büyük bid’atlerden birisidir.

      Maaleesef bazı aydınlarımız ve de devlet büyüklerimiz, bu söze, -mal bulmuş mağribî gibi demiyeyim- bir mârifetmiş gibi yapışıp, çeşitli vesilelerle dillerine ve kalemlerine pelesenk edip duruyorlar. Ve yine üzülerek müşahede ediyoruz ki, bir tahkik (aslını-esasını araştırıp soruşturma) lüzumunu dahi hissetmiyorlar.

      Kısacası her Müslümanın, lüzumuna inandığı bir mesele ile alakalı olarak bildiklerini, dilinin döndüğü kadar söylemesi, elinin tuttuğu kadar yazması icap ettiğine inandığım için, bu hususlarda bir şeyler yazmaya gayret ettim. Mutlaka benim de kusurlarım vardır, olmuştur. Bu sebeple son sözüm, eskilerin tabiriyle, “Huz mâ safâ, da’ mâ keder” olacak. Yani; doğruları alın, hatalı olanları terk edin.

      Cenâb-ı Hak, ümmet-i Muhammed’i dosdoğru olan kurtuluş yolundan, Ehl-i Sünnet câmiasından ayırmasın, yapmakta olduğumuz hayırlı iş ve yararlı hizmetlerde başarılı kılsın, bütün amel ve ibadetlerimiz rızâsına uygun eylesin.

      Selâm, hidâyete tâbi olanların üzerine olsun… Fatih, 1987 – ALINTI : Halis ece

    192. ALLAH İLE KUL ARASINA GİRİLMEZ Mİ?

      Cenâb-ı Hak buyuruyor ki, “Ey mü’minler! Allah’tan korkun ve ona (yaklaşmaya) vesîle-vâsıta-sebep arayın.”(7) Yani bana doğrudan değil, bir vâsıta, bir vesîle (aracı) ile gelin. Nitekim varlığını-birliğini, eşi-benzeri olmadığını, ibâdete hakkıyla lâyık olanın sadece kendisi olduğunu bizzat değil, bilvâsıta yani peygamberleriyle bildiriyor, öğretiyor… Ve ondan sonradır ki, kulunu mükellef tutuyor.

      Ama o Allâh’ın kullarından bazıları da tutturmuşlar, “Allah’la kul arasına girilmez” nakaratını, zaman zaman tekrarlayıp duruyorlar. Halbuki bu söz, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat itikadına aykırıdır, temelden zıttır; Vehhâbilerin inanç esasları arasındadır. Onlar derler ki; “Tevessül, küfür ve şirktir. Peygamberlerden ve onların vârisleri olan kâmil ve mükemmil mürşidlerden, meleklerden, rûhânilerden medet ummak, şefaat-yardım dilemek küfürdür. Bu cümleden olarak tasavvuf bid’attir… Tasavvuf büyüklerini vesîle edinmek, onlara bağlanmak şirktir. Hatta, kabirleri ziyaret etmek de dalâlettir, küfürdür…”

      Oysa Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat inancına göre, bütün bunlar meşru’ şeylerdir. Ve Müslümanları bu şekilde küfür ve şirkle itham etmek, -Allah korusun- insanı, “Kim bir Müslümanı tekfir ederse, muhakkak ki kendisi kâfir olur” hükmünün altına sokar.

      Halbuki meseleyi basite irca edecek olursak görürüz ki; en başta Allah Teala ile kulu ve Resûlü arasına, bir melek olan Cebrâil (a.s.) giriyor. Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.) de, Allah Teâlâ ile diğer kulları arasına giriyor, vâsıta oluyor. Tarîkat şeyhleri gene öyle… Daha da aşağıya doğru inecek olursak, cemaatle kılınan namazda her imam, Allah ile kulları arasına giriyor.

      Sözün özü;

      Sünnet-i İlâhi böyle; yani Allâh’ın âdeti, kâinatta hüküm süren İlâhi kanunlar bu şekilde cereyan ediyor. Hatta dünya işlerimizde bile vâsıtasız nereye gidebiliyor, ne kadar mesafe alabiliyoruz? Doğrudan hangi yüksek makama çıkabiliyoruz?.. Dünya ise âhiretin enmûzecidir (örneğidir) mâlumunuz.

      Ve yine, “Bir şeyin en büyük rüknünü-dayanağını inkâr etmek, o şeyin tamamını inkârdır.” Meselâ bir insan, “namaz inkâr edilmez ama, kıyâmın aslı yoktur” dese, bu adam namazın tamamını yani aslını inkâr etmiş olur.

      Binaenaleyh İslâm’da vâsıta da, namazda kıyam gibidir, dinin en büyük rüknüdür. Şayet peygamberler (aleyhimüsselâm) gelmemiş olsaydı, insanların, hayvanlardan ne farkı kalırdı? Hatta, onlardan daha beter, daha sapık olurlardı. Canlı misâlleri ise, her an hepimizin gözleri önünde… Allah Teâlâ, ümmet-i Muhammed’i sapıtmaktan veya sapıttırılmaktan muhâfaza buyursun.

      Meşhur hadîs âlimlerimizden İmam Hâkim’in Müstedrek’inde tahric ettiği ve sahih olduğunu kaydettiği bir hadîs-i şerifte, atamız Âdem aleyhisselâmın, hatasının afvı için Cenâb-ı Hakk’a; “Yâ Rabbî, eğer beni hâlen mağfiret etmemiş isen, Muhammed (s.a.v.) hakkı için afvımı diliyorum…” diyerek iltica ettiği ve bu vesileyle bağışlandığı bildirilmiştir. Yani

      Demek ki bu mesele, ilk insan ve ilk peygamberden bu yana varolagelmiştir. Bu itibarla inkârı mümkün değildir. Yazının devamını oku »

    193. “Allah” demenin hesabı…
      Abdülkadir Geylâni hazretleri bir mecliste va’z ediyordu. Bir ara öylesine derin mevzulara girdi, öylesine esrarlı şeyler söyledi ki, cemaat kendinden geçer gibi oldu. İşte bu sırada kubbeyi çınlatan bir ses işitildi: “Allah!” diye feryad ediyordu biri.
      Abdülkadir Geylânî hazretleri durakladı. Sonra, “Allah!” diye feryad eden adama doğru dönerek şöyle dedi:
      — Allah’ın huzuruna vardığında, bu “Allah” demenin hesabını vereceksin! Kimileri anladı bunun mânâsını, kimileri de anlamayıp hayretle sordu:
      — Bu nasıl iş? Allah demenin de hesabı olur mu? o izah etti durumu:
      — Evet, bu “Allah!” feryadının da hesabı vardır. Bakalım kalbinden mi dedi, yoksa ağzından mı? İrâdesi dışında mı oldu, yoksa bir maksada müteveccih mi?, Yani, bununla itibar kazanıp menfaat elde etmek mi var niyette?.. Yoksa Allah için mi?..
      Evet, mesele burada; İhlâsla mı attı nârayı, yoksa gösteriş için mi? Bu bakımdan zikirler ağızda kalmamalı, gönüle inmeli; lafta kalmamalı, hayata inkılab etmelidir…

    194. VELİLERE UYMAK
      Sen nefsine, kötü arzularına taptıkça , velilerin derecesine çıkmayı isteme…
      Halbuki onlar yalnız Mevlaya kulluk ederler. Senin istediğin dünya, onlarınki ise ukba…
      Sen yalnız bu dünyayı görürsün, onlar yerin, göğün sahibini görürler.
      Sen halkla ünsiyet edersin, onlar daima Hak la olurlar…
      Senin kalbin, yerdekilere bağlı; onların kalbleri arşa bağlıdır.
      Sen gördüğünü tuzağa düşürmek istersin, onlara gelince, senin gördüklerine iltifat etmezler. Yalnız yaratanı görürler ve O’nun emirlerine uymağa bakarlar.
      O, Allah dostları, bulacaklarını Hak’la buldular, ereceklerine erdiler. Sana gelince; zavallı bir halde, şehvetine uydun kaldın.. Yalnız dünyayı ve arzularını gördün.Halbuki onlar; halkı, arzularını, temennilerini bırakarak bu yola girdiler. Yüksekderecelere bu sayade erdiler. Onları bu makama, yaptıkları, ibadet, taat, sena götürdü. Bu da onlara Allah’ın ihsanıdır, ki istediğine verir.
      Onlar; ibadete, taata; Allah’ın yardımı ve verdiği kolaylıkla, bıkmadan usanmadan koştular.
      İbadet onlara ruh oldu… Manevi bir gıda oldu.
      Onlar, bu hale devam ettiklerinde dünya başlarına bela oldu. Bir felaket halini aldı.
      Fakat onlar bunu duymadılar. Kendilerini cennet evinde gördüler. Onlar her şeyin evvelini aradılar, şimdiki haline aldanmadılar. Hak Taala onları evvelden niçin yarattı ve neyi anlattıysa onu öğrenmeğe çalıştılar.
      Yer onların hürmetinde durur. Sema onların duası ile açılır. Ölüm, onların kararı ile olur. Bu salahiyeti onlara mevla vermiştir.
      Padişah onları yerin düzeni için yaratmıştır, yer yüzünü onlarla bezetmiştir. Onlar hep birden dağlar gibidirler. Hak’ka giden yollar bunlar arasından açılmıştır.
      Malı, mülkü gaye edinip, bunlardan kaçana merhamet yoktur.
      Onlar, yeryüzündekilerin hayırlısıdır. Yer, gök baki kaldıkça onlara selam ve saygılar olsun…

      Kaynak : Fütuhu’l Gayb – Gizliden Sesler – Gavs’ül Azam Seyyid Abdülkadir Geylani

    195. TARİHİ BİR VAK’A

      ZENCİ IRKININ MENŞEİ KİME DAYANIYOR?

      Nuh aleyhisselâm uyuyordu. Üç oğlu Sam, Ham ve Yafes yanına gelmişlerdi.
      Hz. Nuh uyurken farkında olmadan bir taraftan diğer tarafa dönmüş ve bu dönüş esnasında avret yeri açılmıştı. Hz. Nuh’un oğullarından birisi, onun avret mahallini açık görünce gülmüş… Hz. Nuh da uyanınca ona,

      “Yüzün kara olsun!” diye beddua etmişti.

      Bu beddua oğlunun yüzünü karartmakla kalmamış, ondan gelen bütün neslin de yüzleri, hatta bütün bedenleri kararmıştı. Nitekim rivayete göre bugün Afrika’nın bütün siyahları Hz. Nuh’un bu oğlunun çocukları olarak dünyaya gelmişlerdir. (Bkz. Ruhu’l-Beyan Tefsiri, Lokman suresi)

      2) Onların bir emri, bir teklifleri-istekleri olduğunda; gücün yettiği nisbette onları yerine getir. Ve sakın onları reddedip, isteklerini-arzularını geri çevirme! Yukarda da işaret ettiğimiz gibi, Hâlik’a isyan olmayan yerde anne-babaya mutlaka itaat gerekir… Aksi takdirde ise itaat edilmez. Çünkü Hz. Allah yine Lokman Suresi’nin 15. Ayetinde, anne-baba da olsa, Hâlik’a isyanla emrederlerse, onlara itaat etme, buyuruyor. Şöyle ki:

      “Bununla beraber! O ikisi, hakkında hiç bir şey bilmediğin ve delilin de olmayan bir şeyi onlar bana ortak konuşmaya seni zorlarlarsa (putlara, taşlara, tapmanı senden isterlerse) işte o vakit, onlara itaat etme!” buyuruyor…

    196. “YALLAH” DEĞİL, “YÂ ALLAH”

      Süleyman Hilmi TUNAHAN (k.s.) hazretleri buyuruyor ki:

      “Harf-i tâ’rifdeki ‘elif’ sadece Allah lafzında katı’ okunacak. Yani: ‘Yallah’ denmeyecek de, ‘Ya Allah’ denecektir.”

      Ve yine buyuruyorlar ki:

      “Bazı gafil anne-babalar, bir yaşına gelen, konuşmaya çalışan yavrularına, ‘Anne de! Baba de!’ diye ısrar etmektedirler; bu çok yanlıştır. Çocuklarımıza ilk kelime olarak, ‘Allah’ın adını söyletmeliyiz ki, son sözleri de Allah olsun. Ve imanla bu âlemden öteki âleme gidip, Cemâl-i İlâhi ile müşerref olsunlar.”

      Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, “Bunların (Müslümanların) dualarının sonu, bütün (hamdler) âlemlerin Rabb’ına mahsustur şeklinde olacaktır”(15) buyurulmuyor mu?

    197. Allah Taâlâ hazretlerini aklî delillerle ispat.

      Vacib’ül-vücud Allah Taâlâ hazretlerini aklî delillerle ispat edip onun eşyaya yakın olup; onlara ürünmüş olmadığını âlimlerin bulduklarını bildirir.
      Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Allah’dan başka bütün varlıklara âlem adı verilir. Allah’ın zatı ümleden ayrı ve mücerrettir. Nitekim Hak Taâlâ, Kelam-ı Kadim’indi buyurmuştur: “Allah, göklerin ve yerin nurudur. Müminin kalbinde nurunun sıfatı: Sanki bir hücre ki, içinde bir lamba var; lamba da cam bir mahfaza içinde, o cam mahfaza sanki incisi bir yıldız. Bu lamba, güneşin doğuşunda ve batışında gölgeye düşmeyen mübarek bir zeytin ağacının yağından tutuşturulur. Bu öyle bir yağdır ki, neredeyse ateş dokunmaz da aydınlık verecek. Bu aydınlık, nur üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi nuruna kavuşturur. Allah insanlara böyle misaller verir. Allah, her şeyi bilir.” (24/35)
      Özlerin keyfiyeti ve eşyanın mahiyeti inceden inceye araştırılıp, düşünülse; varlıkların durumları, kâinatın hal ve hareketleri basiret gözüyle mütalaa kılınsa, âlemin bütün parçalarının Allah’ın sanatıyle sonradan olduğuna sağlam bir aklın delillerinin şehadet etmesi kaçınılmaz bir iştir. Nitekim Hak Taâlâ buyurmuştur: “Allah, gökleri ve yeri üstün bir hikmetle yarattı. Size şekil verdi ve şekillerinizi güzel yaptı. Nihayet dönüş O’nadır.” (64/3) O varlığı mutlak olanın cömertliğiyle varlığı mümkün olanlar varolmuş, onunla ayaktadır. Her nesne fâni, o, bâki ve ayaktadır. Nitekim kendi Kitab’ında buyurmuştur: “Onun zatından başka her şey yokluğa mahkûmdur. Hüküm ancak onundur; hep ona döndürüleceksiniz.” (28/88). O kâdir, ve hakîm olan Allah’ın hikmet ve kudretinin eserleri, âlemin ufuklarında ve nefislerde, görecek gözü olanların gözüne cihanı aydınlatan güneşten daha parlak olarak çarpar. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de buyurmuştur: “İleride biz, onlara, hem yeryüzü etrafında, hem bizzat nefislerinde âyetlerimizi öyle göstereceğiz ki, nihayet peygamberin söylediği şeyin hak olduğu kendilerine zahir olacaktır. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?” (41/53). O benzersiz sanatkârın sanat ve icadının sırlarını görünen ve görünmeyen âlemde müşahede, âriflere gün gibi ortadadır, apaçıktır. Nitekim Hak Taâlâ, Kelam-I Kadim’inde buyurmuştur: “Yeryüzünde de gerçekten tasdik edenler için birçok ibretler var. Nefislerinizde de birçok âlametler var. Hâlâ görmeyecek misiniz?” (51/20-21)
      Havadaki zerreler, dağlar, taşlar, yağmur damlaları, denizler ve ırmaklar, belki dönen feleklerin her parçası, gezegenler, unsurlar, bileşikler ve her ne ki var, cümlesi, gece ve gündüzün her anında, o tek, bağışlayıcı, affedici olan Hak Taâlâ hazretlerine senâ edici olup, onun birliğini açığa çıkarmak ve bildirmek için her biri bir lisandır. Nitekim Hak Taâlâ, Nazm-ı Kerim’inde buyurmuştur: “Yedi gök ve yer, bunların içinde bulunanlar, Allah’ı tesbih ederler. Hiç bir varlık yoktur ki, onu hamd ile tesbih etmesin. Fakat siz, onların tesbihini anlamazsınız. O, gerçekten halîmdir, yargılayıcıdır.” (17/44). Belki cihanın zerreleri, o parlak güneşin varlığının gölgesinde varolmak için hisselerini almışlardır. Cümlesi, Allah’ın cemalinin nurunu göstermek için basiret sahiplerine saf ve parlak aynalardır. Nitekim Allah, Furkan-ı Mübin’inde buyurmuştur ki: “Doğu da, batı da Allah’ındır. Hangi tarafa yönelirseniz, orası Allah’a ibadet yönüdür. Şüphesiz ki Allah’ın mağfireti geniştir, o her şeyi bilendir.” (2/115)
      İslâm filozoflarının hepsinin, din âlimlerinin de çoğunun kesin ve isabetli görüşleri böyledir ki: O bir şey ki varlığı gereklidir, ona “vacib’ül-vücud” derler. Her ne ki yok olması lâzımdır, ona “münteni’ül-vücut / olamazdı” derler. Her nesne ki ne varlığı lâzım olur, ne yokluğu lüzum bulur, ona “mümkün’ül-vücut / varlığı lâzım olur, ne yokluğu lüzum bulur, ona “mümkün’ül vücu / varlığı mümkün” adı verirler. O halde her şey ki mevcuttur: Ya varlığı lüzumludur veya varlığı mümkündür. Zira ki, var olan, var olduğu için vardır; kendi varlığı için ya başkasına muhtaçtır ya muhtaç değildir. Eğer başkasına muhtaç değilse; o, varlığı mutlak olandır ki, bu Allah’dır. Eğer muhtaç ise; o, varlığı mümkün olandır ki, bu âlemdir. O nesne ki mevcut değildir, Allah Taâlâ’nın ortağıdır ki, yoktur. Zira ki filozoflar demişlerdir ki: Mümkün değildir ki var olan yok ola. Belki var olan sürekli vardır, yok olan sürekli yoktur. Lâkin mümkündür ki var olan bir mertebeden bir mertebeye; bir nitelikten bir niteliğe dönüşür ve değişir: Basit cisimlerin bileşik, bileşik cisimlerin basit olduğu gibi. Halk, bu değişimleri seyrettikte; zannederler ki yok olan var olur, var olan yok olur. Şimdi vacib’ül-vücudun ispatı ortadadır. Şu delil ile ki: Mümkün olanlara mevcut derler, halbuki mümkünlerin var olması başkasındandır. elbette o başkası varlığı gerekli ve mutlak olana gider. Zira ki, varlığı gerekli olan olmadıkça, varlığı mümkün olan da olmaz. Yani önce kendisine muhtaç olunan varlık gereklidir ki, filan nesneye filan nesne muhtaçtır demek doğru ola. O halde, bütün bu deliller ile varlığı lüzumlu olan Allah Taâlâ hazretleri, sâbit ve âyân olmuştur.

      Kaynak : Marifetname – Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri

    198. Efendimiz (S.A.V.) Hazretlerinin Öğrettiği Faydalı Dua
      İmrân bin Husayn’den rivayet olundu.
      “İmrân bin Husayn’den rivayet olundu. Dedi ki: Efendimiz (s.a.v.) hazretleri, babam Husayn’a sordu:
      -”Bu gün kaç ilâh’a tapıyorsun?” Babam:
      -”Yedi ilâh’a tapıyorum. Bunların altısı yeryüzünde biri göktedir,” dedi. Efendimiz (s.a.v.) hazretleri;
      -”Bunların hangisine rızâsına uyarak ve gazabından korkarak ibâdet edersin?” diye sordular. Babam:
      -”Gökte olana…” Efendimiz (s.a.v.):
      (Bundan sonra Efendimiz (s.a.v.) hazretleri onun mekandan münezzeh olan Allahü Teala inanana en yakın inanç olarak gökteki ilah sözünü yakın buldu ve : “Öyleyse senin inancına göre gökte olan ilah sana kâfidir,” dedi. Ve sonra devamla:)
      -”Ey Husaynî Eğer Müslüman olursan, sana faydası dokunacak iki kelime öğreteceğim” dedi. O da Müslüman oldu. Efendimiz (s.a.v.) buyurdular: Ey Husaynî Şöyle dua et: ,
      “Allahümme elhimnî rüşdî ve eizni min şerri nefsî, Allahım! Bana rüşdümü ilham et! Ve beni nefsimin şerrinden koru!” buyurdular

      Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri: 2/223-224.

    199. Sahte Şeyhler, Yol Kesen Eşkiyâdırlar
      Dünya ehli olan âlim ve şeyhler, dünyâ muhabbeti çölünde yollarını şaşırdılar. Kendilerinin ilim ehli olduğunu iddia ederler ama, asla ilim ehlinden değiller. Onlar, sâdece, mal kazanmak ve makamlara yükselmek için ilim edindiler. Onlar, kuttâ-i tarik olup hakkı talep edenlerin yollarını kestiler. Yâni. dünyâya muhabbet eden, mal ve makam için ilim elde edenler, yol kesen hırsızlar olup, hakkı arayan kişilerin yollarını kesen eşkiyâlardır. indirilen bâzı ilâhî kitaplarda Allahü Teâlâ şöyle buyurdu:
      “Dünya sevgisiyle gerçekten sarhoş olmuş olan âlimler(in Cehennemde ki yerin)den (veya bağışlanmalarını) benden istemeyin. Çünkü onlar, kullarımın üzerinde “Kuttâ-i tarik“dirler.
      Yâni, onlar yol kesen eşkiyâ olup, hakka gitmek isteyen kullarımın yollarını kesmektedirler.”
      Kim ki, hak caddede olup, sırât-i müstakîm ve şeriat yolu üzerinde olur ve yanında da tarikatın makamlarına seyr-ü suluk etme ma’rifetine de varırsa, ona iktidâ etmek ve ona uymak caizdir. Çünkü bu kişi, hakîkat âlemine hidâyet bulanların ehlindendirler. Kişiyi de hakka götürür

    200. Rüzgârların Çeşitleri Ve İsimleri
      Bekir bin Abbas buyurdular: Şu dört rüzgâr, bulutlar üzerinde çalışmadıkça buluttan bir damla yağmur çıkmaz.
      Sabâ rüzgârı, bulutlan heyecanlandırıp harekete geçirir.
      Cenûb (güney) rüzgârı, onu takdir eder, biçer.
      Debûr rüzgârı (mağrib yeli, yâni batıdan esen rüzgâr), bulutlan aşılar.
      Şimal (kuzey) rüzgârı, bulutlan birbirinden ayırır.
      Rüzgârların aslı bu dördüdür.
      Şimal rüzgârı, Şam (Kuzey) tarafından eser. Cenûb rüzgârı, onun mukabilinde yâni zıddı olan rüzgârdır.
      Sabâ rüzgârı, doğudan eser.
      Debûr rüzgârı, onun mukabilinde esen rüzgârdır, yâni batıdan eser.
      Abdullah bin Amr bin As (r.a.) buyurdular: Rüzgârlar sekiz türlüdür. Bunların dördü rahmet, dördü de azabtır.
      Rahmet olan rüzgârlar:
      Nâşirât; bu tabii rüzgârdır.
      Mübeşşirât; bu yağmuru müjdeleyen rüzgârdır.
      Levâkıh; bu ağaçları aşılayan rüzgârdır.
      Zâriyât; toprak ve başka şeyleri, kırıp ufalayan rüzgâr.
      Azab olan rüzgârları:
      Sarsar, Akîm; bu iki rüzgâr, karada olur.
      Âsıf, Kâsıf; bu iki rüzgâr da denizde olur.
      Akîm rüzgârı, ne bulutları ve ne de ağaçlan aşılamayan rüzgârdır.
      Âsıf rüzgârı, çok şiddetli esip, çadırları yerlerinden söken fırtınadır

    201. Hz. Süleyman ve Cinleri İstihdamı

      İnsanlarla cinler arasındaki hayat ve fikir benzerliğinin yanında, bu iki tür varlık arasında, zaman ve mekan buudu bakımından ciddi bir farklılığın olduğu da bir gerçek. Şüphesiz bu farklılıklardan biri, insanoğlunun ulaşamadığı bazı noktalarda, onların istihdam edilebilmeleridir. Kur’an-ı Kerim’in haber verdiği üzere, Hz. Süleyman (as) döneminde bu iş, peygamber eliyle yapılıyordu. O günden bu yana da insanlar, sürekli cinlerden istifade yollarını araştırmaktadır. Günümüzde bu çalışmalar ferdî gayretleri aşarak bazı devletlerin meşguliyet alanlarından biri haline gelmiştir. Evet günümüzde bu konuda ciddi çalışmalar yapılmaktadır. Görülen odur ki, istikbalin süper devletleri, birbirlerine karşı verdikleri kavga ve mücadelede, cinleri kullanacak ve böylece başarı oranlarını artırmaya çalışacaklardır.

      Aslında, bu bir teshir ve istihdam meselesi olduğundan, şartlar yerine getirildiğinde cinler, her zaman insanlara musahhar hale gelebilir ve en ağır işlerde bile istihdam edilebilirler. Kur’an-ı Kerim, Hz. Süleyman (as)’a ait mucizeleri nazara vererek bu hususa, açık-kapalı pek çok işaretlerde bulunur ve onları en verimli, en ileri seviyede kullanma yollarını öğretir. Kur’an’ı dinleyen ve onun dediklerini pratikte tatbik eden kim olursa olsun, bu neticeyi elde edebilir. İşte bu ayetlerden bazıları: “Onun (Süleyman) için denize dalan ve bundan başka işler yapan bazı şeytanları da emrine vermiştik. Onlar, bundan başka işler de yapıyorlardı. Hepsini de gözeten bizdik.” (Enbiya/82)

      Evet, Hz. Süleyman (as), kendisine verilen bir mucize olarak cinleri istihdam ediyordu. Bu cinlerden bir kısmı -ki Kur’an onlara şeytan demekte- dalgıçlık işinde fevkalade mahirdiler. Bu dalgıç cinler, Hz. Süleyman hesabına çalışıyor ve insanların ulaşmaları çok zor derinliklere dalıp, denizlerin zenginliklerini çıkarıyorlardı. Telepatinin bu işle alakası var veya yok onu bilemeyiz, fakat bu ayet bize çok önemli bir noktayı işaret etmektedir ki, o da, ileride (Belki de Jüliver’in hayallerinin tahakkuk ettiği zamanlarda) çok uzun süre deniz altında kalma, orada müreffeh bir hayat yaşama ve bu hayatı devam ettirme imkanı doğacak demektir.

      Cinler, dalgıçlığın ötesinde, akıl almaz işler de becerebilmektedirler… Evet onları daha başka işlerde istihdam etme imkanı da vardır. Mesela, devletlerarası haberleşme alanında cinleri kullanmak, hem daha süratli, hem de daha emin bir yol olabilir. Bilhassa bir kısım gizli haberleşmelerde telsiz, telgraf veya telefonların şifre ve kodlarının çalınma ihtimaline karşılık, cinlerin kullanılmasında böyle bir riziko sözkonusu olmayacaktır. Bu yönüyle cinler, ileriki zamanın belki de en emin ulakları olacaklardır. Yarınlar kim bilir daha nice harikalar karşımıza çıkaracaktır.

      Ancak cinleri bu şekilde istihdam ederken, insanın aklına: “Acaba sırlarımızı tevdi edip, cinleri ulak olarak kullanırken, onlara tam itimad edebilir miyiz?.. hem onlar şuurlu, iradeli varlıklar olduklarından bir gün canları sıkılıp bu kadar istihdamın intikamını bizden almazlar mı?” sorusu gelebilir. Ancak Kur’an-ı Kerim, bu soruya cevap mahiyetinde: “Biz onları onun emrinde tutuyorduk” buyurmaktadır. Yani onlar, isteseler de Hz. Süleyman’ın (as) emrinden dışarı çıkamıyor ve ona ihanet edemiyorlardı. Adeta, ister-istemez ona itaat etme mecburiyetinde idiler. Demek ki, onları elde tutacak, itaate kodlayacak bir şifre vardı. Nebide o, bir mucize idi.. bizde meharet ve ledünniyata açılma olabilir. O elde edildiğinde, cinler mûti birer nefer haline gelebilirler. İhtimal, geleceğin insanını en çok meşgul eden husus, bu şifreyi elde etmek olacaktır.

      Yukarıda arzettiğimiz üzere, cinler, Allah’ın izin ve emriyle Hz. Süleyman’a (as) hizmet ediyorlardı. O’na karşı isyanları söz konusu değildi. Zira bu takdirde başlarına gelecek cezayı biliyorlardı.

      Her nebi, Cenab-ı Hakk’ın isimlerinden birine, diğer esmâya nisbeten âzâm derecede mazhardır. Diğer bir ifade ile, her nebi kendi isminin mazharıdır. Muhyiddin İbni Arabi’nin dediği gibi, “Süleyman” isminde, “şehadet ve gayb aleminde saltanat sürme, görünen ve görünmeyen alemlerin emrine musahhar kılınması..” manaları vardır. İşte bu isme mazhariyeti sebebiyledir ki Hz. Süleyman’a (as), Cenab-ı Hak tarafından her iki aleme hükmetme yetkisi verilmişti. O, bir eli hep şehadet aleminde, diğer eli de gayb aleminde iş görüyordu. Yani o, -Allah’ın izniyle- her iki alemde de tasarrufta bulunuyordu. Yanındaki insanlarla konuştuğu gibi, gaybın sekeneleri ile de konuşup-görüşebiliyordu. Bu durum, diğer peygamberlerde de mucize kabilinden yer yer sözkonusu olsa da Hz. Süleyman’ın (as) günlük yaşantısı adeta hep böyle devam ediyordu. O, “Ona dilediği gibi kaleler, heykeller, havuzlar kadar (geniş) leğenler, sabit kazanlar yaparlardı” (Sebe’/13) ayetinde işaret edildiği gibi, istediği her şeyi cinlere yaptırabiliyordu.

      Ben bu ayetlerin bir de, “Güzel Sanatlar Tarihi” açısından incelenmesi gerektiği lüzumuna inanıyorum: Cinlerin bu maharetlerinin, dünyevî ve maddî işlerde olduğu gibi, insanların sanat anlayışlarında da büyük etkisinin olduğu söylenebilir. Maddeye sırtını çevirerek manaya dönen ve daima kendini dinleyen; kadını kadınlığı, erkeği erkekliği içinde ele alan Romantizm akımı, belki de beşere ilk defa cin taifesinin armağanıdır. Bunu, Romantizm’in her sahası için düşünmek mümkündür. Yine, edebiyat ve felsefede de böyle olmaması düşünülemez. Bizim kanaatimiz odur ki, bu sahada son sözü, cinleri kendilerine musahhar eden büyük düşünür ve sanatkarlar söyleyecektir. Bu binaya son taşı onlar koyacak.. akliyatta en ileri düşünce onlardan gelecek, edebiyatın her türünde en verimli ve beğenilen eserler, onların eliyle hazırlanacaktır. Kur’an’ın ayetlerinde, bütün bunlara bazı işaretler bulmak mümkündür. Melekler ve ruhanîler, böyle bir teshirden âzâde oldukları için, onlar, Allah’ın emriyle ümmetin salih olanlarına rehberlik yapıp yol gösterseler de, cinlerle alakalı teshir ve istihdam onlar için katiyyen sözkonusu değildir.

      Şimdi yeniden sadede dönüyoruz. Nasıl ki, Cenab-ı Hakk kadri yüce nebisine cinleri musahhar kılmış, ona, onları istediği şekilde ve istediği alanda kullanma imkanı vermiş, öyle de ileriki zamanlarda, çok geniş çapta ve ileri seviyede onlardan istifade yollarını açacak demektir. O yolu bulabilen herkesin, bu taifeden istifadesi mümkün olacaktır. Yeter ki, onların şerrinden korunup ve onların oyuncağı olunmasın.

    202. Hayvanların Dilini Merak Edenlere..

      Süleyman Aleyhisselâm, rüzgârlara, cinlere emreder, kurtların, kuşların bütün hayvanâtın dilinden anlardı. Adamın biri buna çok özendi ve Süleyman Aleyhisselâm’ın huzuruna çıkıp:

      “Ne olur ey Allah’ın Nebisi, bana da hayvanların dilini öğret de ben de onların aralarında neler konuştuklarını anlayayım, bunu çok istiyorum.” diye yalvardı, ısrar etti.

      Süleyman Aleyhisselâm onun bu isteğini kabul etmedi ve ona:
      “Her şeyi bilmek, iyi olmaz. Hele hayvanların dilinden anlamaman daha iyidir.
      Zira sen onların konuştuklarını anlarsan, bunun arkasındaki hikmeti idrak edemez, buna da sabredemezsin. Sen bu sevdadan vazgeç!” dediyse de adam bu konudaki ısrarını sürdürüyor, Süleyman Aleyhisselâm’dan, hayvanların dilini kendisine öğretmesini istiyordu.

      Bunun üzerine Hz. Süleyman, Mevlâ’dan almış olduğu izinle bu adama gerekli nasihatleri yapıp, hayvanların dilini öğretti. Kendisine hayvanların dilini anlama hususunda salahiyet verilen adam, hakikaten de hayvanların tüm konuşmalarını anlıyor ve bundan çok büyük haz alıyordu.

      Her gün ahıra hayvanlarına yem vermek için giden adam, “Hele şunlar neler konuşuyorlar bir dinleyeyim.” diye o gün biraz daha erken gitti. Baktı ki, ahırdaki eşekle öküz aralarında konuşuyorlar. Hemen kulak kabartıp dinlemeye başladı. Belli ki, öküz sabana sürülmekten, yaptığı işten şikayet ediyordu:
      “Eşek kardeş, doğrusunu istersen senin işine imreniyorum. Bana yazın da rahat yok, kışın da rahat yok. Sabah olunca beni yine çifte koşacaklar. Oysa sen öyle mi? Akşama kadar rahat rahat geziyor, yeşil çimlerden yiyor ve keyifle anırıyorsun.”

      Eşek kurnaz kurnaz gülümseyip, ona kaytarmanın yollarını öğretti.
      “Yahu bunlar hep senin ahmaklığından. Sen biraz gözü açık olsan bu kadar yükün altına girmezsin. Şimdi beni çok iyi dinle! Bak sahibimiz bize yem vermeye gelmiş. Sen bu gece yemlere hiç dokunma ve öylece bırak. Sabah olunca da hasta numarası yap ve yerinden dahi kalkma. O da senin bu durumunu görünce sana acır ve çift koşmaktan vazgeçer. Böylece hiç olmazsa birkaç gün istirahat etmiş olursun.” diye akıl verdi.

      Bu anlatılanlar öküzün çok hoşuna gitmişti. “Hele bir deneyelim bakalım, durum ne gösterir?” diyerek, önüne koyulan yemi, o kadar aç olmasına ve canı çekmesine rağmen yemedi. Öylece sabaha kadar aç olarak yattı. Tabi-î kurnaz geçinen eşek, öküzün yemediği yemleri kendisi afiyetle yedi. O da her zamankinden daha tok ve daha mutlu şekilde uyudu.

      Tabi-î bunların aralarında geçen bu konuşmayı sahipleri duymuş ve hayret etmişti. “Bu hayvanların konuşmalarını anlamak ne güzel bir şeymiş!” diyerek ahırdan çıktı.
      Sabah olunca, adam tekrar ahıra geldi. Baktı ki, öküz aç bir hâlde yatıyor. Şöyle birkaç kere onu dürtükledi; ama öküzün hiç kalkmaya niyeti yoktu. Akşam eşeğin ona öğrettiği planı çok iyi uyguluyordu. Kaytarma konusunda akıl veren eşeğe iyi bir ders vermek isteyen adam bunun üzerine:

      “Madem evimizin öküzü hastalanmış, o ahırda istirahat etsin de, iyileşinceye kadar yerine eşeği çifte koşalım.” dedi. Ve eşeği aldı tarlaya götürüp sabana koştu ve akşama kadar onunla çift sürdü. O gün neredeyse eşeğin canı çıkacaktı. Akşam yediği fazladan ot burnundan fitil fitil geliyordu. Nasıl oldu da öküze böyle bir akıl vermişti, keşke bir şey demez olaydı. Akşam yorgun argın vaziyette, bitkin bir hâlde ahıra geldiği zaman öküz gayet mutluydu. Keyifle geviş getiriyor, kendisine böyle bir taktik öğreten eşeğe teşekkür ediyordu. Fakat eşeğin aklı başına gelmişti. Bu durum böyle birkaç gün daha devam ederse, dayanamaz nalları dikerdi. Çekilecek bir durum değildi gerçekten. Onun için öküze başka bir akıl verip, bu durumdan kurtulmak istiyordu. Ve dedi ki:

      “Öküz kardeş! Bu gün tarlada neler oldu, neler konuşuldu bir bilsen?” diye söze başlayıp, onun merakını celbettikten sonra anlatmaya devam etti. “Efendim bu gün sabana senin değil de benim koşulduğumu gören diğer çiftçiler sahibimize ‘Senin öküze ne oldu da bunu çifte koşuyorsun?’ diye sordular. O da:

      ‘O zaten tembel öküzün biriydi. Şimdi de durup dururken hasta olmuş, ben böyle işime yaramayan bir hayvanla uğraşamam. Onun için yarın onu kasaba götürüp kestireceğim.’ dedi. Yani senin anlayacağın şayet yarın da hasta numarası yaparak yatarsan, kendini kasabın bıçağının altında bil.” diyerek onu işe gitmesi için ikna etmeye çalıştı.

      Adam ahırda bunların konuşmalarını dinledikçe zevkten dört köşe oluyor, katıla katıla gülüyordu. “Bu hayvanların dilinden anlamak ne güzel bir şeymiş!” diyordu.

      Ertesi sabah olunca, henüz ahıra gitmeden şöyle bir çiftliği dolaştı. Bir tarafta çiftliğin köpeğiyle horozu arasındaki konuşmaya kulak misafiri oldu. Köpek, horoza iyi beslenemediğinden yakınıyordu.

      “Horoz kardeş, sen arpayla buğdayla da karnını doyurabilirsin. Hiçbir şey bulamazsan, sağa sola saçılmış taneleri yesen, gene karnın doyar. Ama ben ağzıma göre uygun bir yiyecek bulmakta zorlanıyorum. Ne zamandır şöyle yağlı bir kemik yemiş değilim.” deyince horoz onu teselli etti ve müjde verdi:

      “Sen hiç merak etme köpek kardeş! Yarın bizim ağanın öküzü ölecek. İşte o zaman hayatında yapmadığın şekilde bir ziyafet seni bekliyor. Hele sen bir yarına kadar sabret bakalım.” dedi.

      Bu konuşmaları duyan adam telaşlandı. Demek yarın öküz ölecekti öyle mi? Bu zarardan mutlaka kurtulmalıydı. Onun için derhal ahıra gitti, hemen öküzü kaldırdı ve doğru hayvan pazarına götürdü. Orada kelepir fiyatına hayvanı elden çıkardı ve:
      “İyi ki, hayvanların dilini öğrendim, yoksa öküz elimde ölecekti ve zarar edecektim.” dedi.

      Tabi-î bizim köylü hayvanlardan aldığı bu haberlere çok alışmıştı, onlara kulak kabartmadan, hayvanlar ne konuşuyor ne söylüyor dinlemeden artık rahat edemiyordu. Ertesi gün yine köpekle horoz arasında cereyan eden konuşmayı merak edip oraya gitti. Köpek, horoza sitem ediyordu.

      “Sen bana yalan söyledin. Öküz ölecek, sen de ziyafet çekeceksin, demiştin. Hani ne oldu? Ne ziyafet, ne de bir şey. Yine aç, yine açıktayız.” Horoz cevap verdi:

      “Aslında ağanın öküzü öldü ölmesine de, ağa açık gözlük edip öküzü pazarda sattı.” Tabi-î öküz onu satın alan adamın elinde öldü. Dolayısıyla biz avucumuzu yaldık. Ama sen hiç merak etme! Yarın onun eşeği ölecek. Mecburen onu buraya getirip bırakacaklar. Sen de bol bol et yer karnını doyurursun.

      Adam bunu duyunca yine aynı hızla kalkıp ahıra koştu. Hemen oradaki eşeği alıp pazara götürdü ve onu da sattı. Parasını cebine indirirken keyifle mırıldanıyordu.

      “İyi ki hayvanların dilini öğrendim, yoksa eşek de elimde ölecekti.”
      Ertesi sabah ahıra gitmeden yine köpekle horozun bulunduğu yere gitti. Ne konuşacaklar diye çok merak ediyordu. Bu sefer köpek gerçekten çok kızmıştı. Çünkü şu bahsedilen ziyafeti bir türlü yapamamıştı. Horozla âdeta hırlayarak konuşuyordu.

      “Horoz kardeş, beni ne kandırıp duruyorsun? Hani ağanın eşeği ölecekti? Bana bak sabrımı taşırmaya başladın ona göre!” Horoz kendini savundu:
      “Hayır! Ben kesinlikle seni kandırmıyorum. Ağanın eşeği gerçekten de öldü. Ama aynı şekilde götürdü, onu da sattı. Eşek sattığı zavallı adamın elinde öldü. Fakat üzülme bu sefer bu ziyafet mutlaka olacak. Hem de hepimiz bundan istifade edeceğiz.”

      Tabi-î köpek inanmadı:
      “Haydi oradan! Yine beni aldatıyorsun. Hem bu sefer ne olacak ki, ziyafet olsun?” Horoz cevap verdi:

      “Ne mi olacak? Bu sefer ziyafetin büyüğü olacak inan bana. Ağa birincide, öküzü sattı, zarardan kurtuldu. İkincide eşeği sattı, zarardan kurtuldu; ama bu sefer ağanın kendisi ölecek. Malına gelen, bu defa kendi canına gelecek. Onun hayrına mutlaka sofralar kurulur. Kazanlar kaynar. Gelene gidene yemekler yedirilir. Onların artıklarından da, biz hayatımızın ziyafetini çeker, yiyebildiğimiz kadar yeriz.”

      Adam bu haberi duyunca, etekleri tutuştu. Ne yapacağını şaşırdı. Ölüm korkusu her yanını sardı. Ve şuursuzca bir sağa sola koşuşturmaya başladı. Son çare olarak Hz. Süleyman’ın huzuruna çıkıp durumu başından sonuna anlattı. Ve “Bunun çaresi yok mu?” diye yalvarmaya başladı. Süleyman Aleyhisselâm:

      “Ben sana vazgeç bu sevdadan dememiş miydim? Sen onların konuştuklarını anlarsan, bunun arkasındaki hikmeti idrak edemez, buna da sabredemezsin, dememiş miydim? Şayet sen öküzü satmasaydın, o ölecek ve gelecek olan belâ atlatılmış olacaktı. Fakat onu satıp güya zarardan kurtuldun. Ardından bu belâ eşeğine isabet edecekti. Ama sen eşeği de satıp yine sana gelecek zararı güya savuşturdun. Yapacak bir sey kalmadi , kaderine razi ol der.

    203. HÜDHÜD’ÜN FİKRİ

      Süleyman Aleyhisselam’a hem dünya hem de ahiret saltanatı verilmişti.
      Dünyadaki saltanatı, çok zengin oluşu, insanlardan başka cinlere de hükmedişi, hatta hayvanlara bile hakim oluşuydu. Onun yanında kurtlar, kuşlar itaatli birer hizmetçi gibiydiler.Ne emrederse hemen yerine getirirler, ne isterse derhal yaparlardı.
      Bir gün bir melek elinde bir bardak su ile geldi ve şöyle dedi:
      -Ey insanların ve diğer canlıların sultanı, şu elimdeki suyun adına(ab-ı hayat) denir. Bunu içersen çok uzun ömürlü olacaksın, asırlarca yaşam imkanına kavuşacaksın.Nice kavimler ölecek, yerlerine yenileri gelecek, ama sen hepsinin zamanında da ömür sürecek saltanatta olacaksın.Yeter ki bu sudan iç!
      Süleyman Peygamber düşünmeye başladı:
      -Ben bu söylediklerini, kuşları toplayıp bir istişare edeyim de sonra kararımı bildireyim, dedi.
      Bir gün bütün kuşların hazır bulunduğu bir sahrada durumu anlattı:
      -Bana, dedi, bir melek ab-ı hayatı getirdi.İçersem çok uzun zaman yaşayacak, asırlarca saltanat sürecekmişim, ne dersiniz, ab-ı hayattan içeyim mi?
      Hepsi de sevinçle cevap verdiler:
      -İçiniz efendim, içiniz de, asırlarca muammer olunuz.
      Ancak o sırada Hüdhüd kuşu yoktu.Müzakere bittikten sonra, uçarak gelip dağılmak üzere olan kuşların arasına karıştı.Onun yeni gelişini gören Süleyman Aleyhisselm:
      -Bakın, dedi, bir kardeşiniz istişarede yokmuş.Bir de Hüdhüd’ün fikrini soralım, belki ufkumuzu genişletecek görüş ileri sürebilir.
      Durumu ona da anlattı.Hüdhüd yavaş yavaş konuşurdu.Fakat bu sefer heyecanla ve aceleyle konuşmaya başladı:
      -İçmeyiniz efendim, ab-ı hayattan içmeyiniz!
      -Neden içmeyeyim, sebebini de söyler misiniz?
      -Neden olacak Efendimiz, siz bu sudan içince asırlarca yaşayacaksınız, ama sizin emsal ve akranlarınzı ölmüş, bu alemden göçmüş olacak. Emsal ve akranlarınızın hepsinin de ölümlerinin acısını tadacak, aranızdan ayrılışının ıstırabını duyacaksınız. Sonra yeniden dost ve emsaller edineceksiniz. Onlar da bir müddet sonra ölümü tadacak, aranızdan ayrılacak. Siz, onların da ölümlerinden acı duyacak, üzüntü hissedeceksiniz.Bu nasıl bir hayat ki, daima emsal ve akranlarınız durmadan ölüp gidecek ve siz de durmadan onların ölümlerinin acısını tadacak, hasretini hissedeceksiniz?
      Düşünmeye başlayan Süleyman Aleyhisselam dağılmak üzere olan kuşlara sordu:
      -Ne dersiniz, kardeşiniz Hüdhüd’ün söylediklerine?
      Hep birlikte cevap verdiler:
      -İştirak ediyoruz, kardeşimiz Hüdhüd bizden isabetli görüş ileri sürdü.Kararımızı onun işaret ettiği şekilde düzeltmemiz gerekir.
      Süleyman Aleyhisselam ab-ı hayat getiren meleğe seslenip kararını bildirdi:
      -Ab-ı hayatı içmekten vazgeçtim, herkes gibi zamanı gelince ölmeyi daha hayırlı olarak görüyorum.Az yaşa çok yaşa, akıbet ölüm gelecek başa…Al götür ab-ı hayatını.Herkes gibi sınırlı ömür yeter bana.
      Kuşlar uçup dağıldılar.Süleyman Aleyhisselam da oradan ayrılıp köşküne gelirken yolda bir gence rastladı.Gencin derdi büyüktü.Diyordu ki:
      -Ey Allah’ın Resulü, dedem çok yaşlandı, ekmeğini yiyemiyor, suyunu içemiyor, hacetini de kendi başına def edemiyor.Aile halkımız ona hizmette kusur etmemek için çırpınıyorsa da, tahammülleri bitti, takatleri tükendi.Ne olur, bir dua et de, derdimize bir çare bulunsun…
      Süleyman Aleyhisselam ellerini açıp şöyle dua etti:
      -Ya Rab, erzel ömürden sana sığınırım.Bana ve başka bir kuluna erzel ömür verme, ele düşecek hale gelince emanetini kolaylıkla kabz eyle.Bu, yaşamaktan daha güzeldir.
      Bu sırada koşa koşa biri gelip gencin kulağına fısıldadı:
      -Yaşlı deden Hakkın rahmetine kavuştu.Evden seni istiyorlar…

    204. İsitikamet nedir
      İstikamet, tevhid demektir. Tavhid`in iki manası vardır.
      1 – Tevhid-i suri : Bu, insanı Galata koprüsünden bile geciremez. Çünku o yalnız dildedir.
      2 – Tevhid-i hakiki ki o kalbde olur. İnsanı hem dünyada hemde ahirette en ulvi makamlara kavuşturur. İste buna Tvhid-i ihlas derler.

    205. SÜLEYMAN EFENDİ HAZRETLERİ’NİN KAYDA ALINAN TEK VA’AZ’I!…
      Bilindiği gibi, 03 Mart 1924 tarihinde, Osmanlı Medrese’leri kapatıldığında, Sahib-i Zamân, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşid, Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazretleri, Osmanlı Medrese’lerinin Âlî kısmında, Tefsir ve Hadis Mütahassisi idi. (Yâni, Tefsir ve Hadis Profesörü) Medreseler kapatıldığında, kendisine diğer Medrese-i Kudât me’zunu arkadaşları gibi, hâkimlik, müddeiumumilik, Mahkeme-i Temyîz’de (günümüzde karşılığı Yargıtay’dır) azalık, dâire başkanlığı, Şûrây-i Devlette (günümüzde karşılığı Danıştay’dır) azalık, dâire başkanlığı, Şûrây-i Devlet Başkanlığı, Noter’lik ve serbest avukatlık teklif edilmişti.
      Arkadaşlarından ba’zıları koşa koşa, kendilerine teklif edilen bu hukûkî ve idârî makamları ve mansıpları kabul ettiler.
      İstanbul’da, sayıları 500 kadar Medrese Müderrisi, dersiâm bulunuyordu ve bunların ekserisi, Müderris’ler, dersiâm’lar cemiyetine aza idiler.
      Medrese’lerin kapatılmasını ta’kiben, Süleyman Efendi Hazretleri ve birkaç arkadaşı Müderris’ler Cemiyetini toplantıya da’vet ettiler. Toplantıda, “Devletimiz yeni kurulmuştur, yeni dönemde bizlere maaş ödeyecek bütçesi olmayabilir, bizler herhangi bir ücret talep etmeksizin, fahrî olarak, hiç değilse, Medrese’lerden me’zun olmasına bir-iki sene kalmış olanları okutmaya devam edelim, hiç değilse onların me’zun olmalarını ve Anadolu’nun muhtelif yerlerdeki kadrolara ta’yin edilmelerini te’min edelim,” teklifinde bulunmuşlar. “Eğer, bu istikâmette bir karar alınacaksa, bir telgraf ile bu talebin merkezi Hükûmete bildirilmesi ve cevabının beklenilmesini” teklif ettiler. Bu da’vete, 500’den fazla müderris’ten pek azı katılmış, katılanların da ekserisi, “Israrlı olmayalım, bu bir devrimdir, âkibetimizin ne olacağı belli değildir, isteyenler, devletin teklif ettiği vazifeleri kabul edebilirler, dileyenler de bir müddet vasat aydınlanıncaya kadar köşemize çekilelim.” tarzında görüş bildirmişlerdi.
      Buna rağmen, Süleyman Efendi Hazretleri ve az sayıdaki arkadaşı bir telgraf ile taleplerini Ankara’ya, Merkezi Hükûmete bildirirler.
      Kendilerine 24 saat zarfında, “Acil” kaydıyla, Ankara-İstanbul arasındaki karakollar vasıtasıyla, (Karakoldan-karakola ulak’lar vasıtasıyla) cevap, İstanbul’a, Müderrisler Cemiyeti’ne ulaştırılmıştır.
      Ankara’dan husûsî ulakla ve âcilen gönderilen cevâbî yazıda, “Medrese’ler tamamen kapatılmıştır, eğitim ve öğretim bütünüyle maarif nezâretine tevdî edilmiştir. Aksine davranış, şiddetle cezayı mültezimdir,” denilmişti.
      Bu cevap karşısında, daha önce Süleyman Efendi Hazretleri’nin yanında yer alan müderrisler de “Biz söylemiştik, zaman çok kötü artık bizler de diğer arkadaşlarımız gibi, ya devletin bize teklif ettiği hukûkî ve idârî vazifelerden birisini kabul edeceğiz, ya da memleketlerimize, kasaba ve köylerimize döneceğiz. Bizim kusurumuza bakma sen Silistreli!” diyerek çark etmişlerdi.
      Devlette, hukûkî ve idârî vazife alanların dışında kalan ve ekserisi, memleketlerine dönen dersiâm’lara, Devlette herhangi bir vazife kabul etmeseler de, bütün dersiâm’lara “Dersiâm’lık Maaşı” bağlandı ve kendilerine bulundukları yerlerin müftülerine haber vermek şartıyla va’az etme yetkisi verildi.
      Anadolu’nun muhtelif yerlerindeki tesbitlerimize göre, dersiamlık unvanına sahip olanlar’dan, devlette herhangi bir vazife almayanlardan ba’zıları, memleketlerine döndüklerinde, ellerindeki kitaplarını toprağa gömmüşler, ilçelerinde ve kasabalarında cemaate va’az etmek için herhangi bir teşebbüste bulunmamışlar, halk’tan birisi olarak ömürlerini tamamlamışlardı.
      Süleyman Efendi Hazretleri, 1924’den i’tibâren İstanbul’da, İstanbul Müftülüğü’nün bilgisi dahilinde, başta İstanbul’un, Ayasofya, Sultanahmed, Beyazıd, Süleymaniye, Fatih ve Yenicami gibi “Selâtîn” (Sultan’ların kendi nâm ve hesabına şahsî servetleriyle yaptırdıkları cami’ler) Camiî’lerinde Dâr-ı Bekâ’ya intihâl buyurdukları, 16 Eylül 1959 tarihine kadar va’azetmişlerdir. Filhakîka, Tek Parti, Mütegallibe, Ceberûtî devrinde zaman zaman korkmadan, çekinmeden hakîkatleri haykırdığı için, va’azetmesi engellenmiş, Diyânet İşleri Reisliğine, İstanbul Müftülüğü’ne baskı yapılarak va’az etmesi engellenmiştir.
      1943 yılında Dahiliye Vekâletinin Diyânet İşleri Başkanlığı’na yazdığı bir yazı ile va’az vesikası geri alınır, İstanbul camilerinde va’az etmesi yasaklanır.
      1938-1946 yılları arası Tek Parti Mütegallibe’nin Türkiye’de tam saha pres faşizmi uyguladığı yıllardır. 1950’lere girilirken, 1946 seçimleri bir nev’i ışık kulesiydi. Demokrasi adına, çok ayıplı, hileli bir seçim olmasına rağmen, bu seçimde mebus intihap olunan, Merhum Prof.Dr. Tahsin Banguoğlu ve arkadaşları, hükûmette yer aldılar. Okullar’da din derslerini, İmam-Hatip okullarının açılmasını, Ankara Üniversitesi’ne bağlı bir İlâhiyat Fakültesi kurulmasını gündeme aldılar. Kısmî bir ferahlama oldu.
      Bunun üzerine 14.04.1948 tarihli bir dilekçe ile yeniden va’az edebilmek için Diyânet İşleri Reisliği’ne müracaat etti. “Mütehassisîn Medresesinden me’zun dersiâm, ayrıca Medresetü’l-Kuzattan da me’zun bulunmaktayım. Kânûnen, Kayd-ı Hayat şartıyla aldığım dersiâm maaş’ı benim tabii vâiz olduğumun en kat’î delilidir.
      Dersiâmlar memleketin tabiî vâizleri olup, hiç bir kayd ve şarta tâbi olmaksızın camilerde va’az edebilecekleri muhakkaktır.
      Bir müddetten beri bu tabiî vazifemi yapamıyordum. Bugün yapmak istiyorum. İstanbul camilerinden hangisinde ve hangi saatte ifây-ı vazife edebileceğimin ta’yini için İstanbul Müftülüğü’ne emir verilmesini diler saygılarımı sunarım.”
      Efendi Hazretleri’nin bu dilekçesine Diyânet İşleri Reisliği 11.06.1948 tarih ve 123/2784 numara ile şöyle cevap verir:
      “Süleyman Hilmi Tunahan,
      İstanbul Şehzâdebaşı Karakol arkası Selimpaşa Yokuşu…
      14.04.1948 günlü dilekçenize cevaptır;
      Vâizlik hakkındaki dileğinizin yerine getirilemeyeceği beyan olunur.”
      24 Mart 1950 yılında, kadîm bir CHP’li, Fatih Kızılaycı’larından, Süleyman Nami Çaldan, devrin CHP, Tek Parti Müttegalibe’nin Başbakanı’na bir mektup yazarak, Süleyman Efendi Hazret’lerine yeniden va’az etme izni verilmesini talep etmektedir.
      Süleyman Nami Çaldan bu mektubunda; “Sayın Büyüğüm, halk üzerinde oldukça te’sirleri görülen İstanbul vâiz’lerinin bu işte bizlere faydalı olacakları kanaatiyle ve muhitin eskisi olmam, yaşımın da ilerlemiş bulunması bu vâizlerle dostluk derecemi daha esaslı bir duruma sokmuştur. Her fırsatta kendilerine yaptığım ikazlar, partimiz lehine iyi neticeler vermektedir. Yalnız Fatih Mıntıkasının, halk tarafından çok sevilen, Dersiamlarından Süleyman Efendi’nin üç sene evvel İstanbul Polis Müdürü bulunan Zeki ile aralarınan açık olması yüzünden elindeki va’az vesikası alınmış olduğundan o zamandan beri va’az edememektedir.”
      Süleyman Nami Çaldan’ın bu mektubu Başbakanlık tarafından Diyânet İşleri Başkanlığı’na havale edilmiş, bunun üzerine Diyânet İşleri Başkanlığı Süleyman Nami Çaldan’a şöyle bir mektup yazmıştır. (Resmî Yazı)
      “Sayın Süleyman Nami Çaldan,
      Sayın Başbakan’ımıza yazdığınız mektup üzerine Süleyman Hilmi Tunahan’ın va’az etmesinde Başkanlığımızca bir engeli görülmediğinden bahisle işin ilgililere tebliği hakkında İçişleri Bakanlığı’na bir yazı yazılmıştı. Bu kerre aldığımız karşılıkta adı geçenin son durumunun İstanbul Valiliği’nden sorulduğu ve gelecek cevaba göre işlem yapılacağı bildirilmektedir. Valilikle hemen temas edilerek müsâid bir cevap yazdıracak olursanız va’az’a çıkması sağlanacaktır.”
      Tek Parti Mütegallibe, Ceberût devrinin özelliğine dikkat! Diyânet İşleri Başkanlığı, esâsen, Dersiâm olması i’tibâriyle zâten va’az etme yetkisine sahip bir zat hakkında, Kadîm bir CHP’liden, İstanbul Kızılay’ı mensubu bir zattan, bu mübârek zât hakkında müsbet bir cevap verilsin,” diye resmen tavasutta bulunmasını rica ediyor.
      Ne var ki, kadîm CHP’li, Fatih’li Kızılay’cı vatandaşın çabaları da yetmedi, Süleyman Efendi Hazretleri’ne Tek Parti Mütegallibe ve Ceberûtî idare devrinde İstanbul’da va’az etme izni çıkmadı.
      Diyânet İşleri Başkanlığı’nın, müsbet görüşünü Dahiliye Vekâletine bildirmesine rağmen, izin verilmemiş, Diyânet İşleri Reisliği durumu, İstanbul Müftülüğü’ne şöyle bildirmiştir:
      Diyânet İşleri Reisliği 24.05.1950 A 123/04785
      İstanbul Müftülüğüne,
      Dersiâm Süleyman Hilmi Tunahan’ın vâiz’lik yapmasının mahzurlu olduğu, İstanbul Vâliliği ifadesine atfen İçişleri Bakanlığı’ndan bildirilmiştir. Keyfiyetin adı geçene tebliği beyan olunur.”
      Efendi Hazretleri’ne, İstanbul camilerinde va’az etme izni ancak, Demokrat Parti’nin iktidara gelişinden dört ay sonra verilebilmiştir.
      Diyânet İşleri Başkanlığı, 09 Eylül 1950 tarih ve A 123/11233…
      İstanbul Müftülüğü’ne,
      Başkanlığın 24.05.1950 gün ve 4785 sayılı yazımıza ektir.
      Dersiâm Süleyman Hilmi Tunahan’ın vâki müracaatı üzerine durumun incelenerek va’az vesikasının verilmesinde sakınca görülmediği İçişleri Bakanlığı’nın 01.09.1950 gün ve Emniyet Genel Müdürlüğü Ş.14580 sayılı yazılarıyla bildirilmiştir.
      Keyfiyetin adı geçene tebliğiyle va’az vesikasının verilmesi beyân olunur.”
      Ve! Bu tarihten i’tibâren Dâr-ı Bekâ’ya irtihaline kadar, Efendi Hazret’leri İstanbul’un camilerinde va’az etmiştir.
      Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid, Medâr Mürşid, Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazretleri’nin, İrtihal-i Dâr-ı Bekâ eyledikleri, Tasarruf-u Hakîkiye geçtikleri yıl olan 1959 yılında, İstanbul’da, Yeni Camiî Şerifindeki va’az’larının bir bölümü ve va’az akabindeki du’aları kayda alınmıştır.
      Hayfâ ki, 1940’lı, 1950’li yıllarda, henüz teknik ve teknoloji günümüzde olduğu gibi inkişâf etmemişti. Ses ve görüntü kaydedebilen cihazlar olmadığı gibi, yalnız ses kaydı yapılabilen cihazlar da henüz üretilmiyor, ya da dünyada üretilse bile memleketimizde bulunmuyordu.
      Ancak 1950’li yılların sonlarına doğru, Süleyman Efendi Hazretleri’nin sadık bağlılarından birisi böyle bir cihaz te’min etmiş ve bu cihazı ile Efendi Hazretleri’nin va’az’ının bir bölümünü ve du’a’larını kayda alarak İmam-ı Rabbânî Evladına emsalsiz bir hediye bırakmıştır.
      Efendi Hazretleri’nin kayda alınan bu tek va’az’ının tape edilebilen kısmını aynen veriyorum:
      “Şimdi biraz evvelinde gözlerim şey oldu, şimdi düzeldi amma, ben de göz yoruldu mu, kusura bakmayın!
      Yalnız iki şey hediye vereyim,
      Dikkat! Evinizden çıktığınız zaman,
      Unutmayın! Çok rica ederim! ‘Lâilâhe illallah ilah’ dua’sını oku! (Bu dua’nın tamamı, “Lâilâhe illallah-u Vahdehû Lâşerike leh, Lehü’l-Mülkü ve velehü’l-Hamdü, Yuhyî ve Yümît vehüve Hayyün lâ Yemûtü Biyedihi’l-Hayr vehüve alâ Külli şey’in Kadîr”)
      Buhârî Şeref’te, Müslim-i Şerif’te, bütün muhaddisler hepsi hayran kalıyorlar bunu…
      Elfe Elfe hasenât,
      Elfe Elfe Seyyiât,
      Elfe Elfe derecât
      Elfe Elfe’nin Türkçe tercümesi;
      Milyon demek.
      Milyonlarca sevap,
      Milyonlarca derece,
      Milyonlarca hasenât.
      Acaba bunu Resûlüllah niçin böyle söyledi diye herkes bütün müfessirler, yâni hadis müfessirleri, hayran olmuşlar, nihâyet şuuruna kâil olmuşlar. Bunu evinden çıktığı zaman okumak, insanları çarşuyu pazarda dikkat et! Çarşuyu pazarda çok fecî ve fena halleri müşahede edecek…
      En azim şefaatlerden bir şefaat…
      Çocuğunuza çoluğunuza öğretiniz efendiler… Deyiniz ki, bunu bunu okuyunuz. Tekrar oku.
      O günkü akşam evine dönünceye kadar olan, kazandıklarından, ellerinden, ayaklarından kazandıklarının hepsini Allah-u Celâl affedeceğini beyan buyuruyor. Öyleyse buna dikkat etmek hepimiz için lâzımdır.
      İkincisi… Maalesef Resûlüllah Efendimizin hadisinden amel etmedikleri için insanlar birçok hastalıklara mübtelâ oluyorlar.
      Meselâ, insan gerek küçük zarûretini def etmek için gerek büyük zarûretini def etmekten çıktıktan sonra…
      Helâdan çıktıktan sonra okuncak du’a
      Oku
      Bunu okumak,
      Bunu okumazsan,
      Yarın Efendim başlar…
      Prostat oldu,
      Şu oldu, bu oldu…
      Bunların hepsinin sebebi; Resûlüllah Efendimizin haber verdiğini, bunu okumuyorlar, kardeşlerim çok rica ederim zarûretinden çıktığın zaman…
      Du’a’yı oku, bunu birbirinizden yazınız, ezberleyiniz, bir daha tekrar oku..
      Prostat da görmezsin, şu derdi de görmezsin bu derdi de görmezsin.
      Canın yanar, yâhu Allah’a bir hamdet. Neden bu? Acaba niçin?
      Cenab-ı Hakk, şu vücuda 384 tane 85 değil, 83 değil, melâike, bunların iki tanesi def’i zarûretin için, iki tanesini tahsis etmiş, bunlar tenezzülen bunu kabul ettikleri için. Dikkat et! Tenezzülen bunu kabul ettiği için, en yüksek rütbe vermiş Hazret-i Allah…
      Ben Can sever doktora bunu söyledikten sonra, kalktı böyle;
      Amanın! Ne esrarı ilâhî… Bu Resûlüllah’ın hadisi diye…
      Ben bunun için bir kitap yazacağım.” dedi.
      Dinle hekimi! Bir daha söylüyorum. En yüksek, en büyük rütbe melâikesi, bizim zarûretimizin def’i için me’mur olduklarından dolayı, Hazret-i Allah onlara en büyük rütbe vermiş..
      Zaruretin def’i için Allah’a şükretsek, hamdetsek, lâzım mı değil mi söyleyin bana?
      Tekrar oku.
      Yâ Rebbelâlemîn! Bunları okuyamasalar da şu derste oturdukları için, bu okunanları onların defterine yaz da, ilhak eyle Yâ Rabbî!.
      Bu şereften onları mahrum eyleme Ya Rabbî!
      Cümlemizi afiyette, cümlenizi sıhhate dâim eylesin Cenab-ı Hakk…
      (Zarûretini, def’i hâcetini bitirip helâ’dan çıktıktan sonra okunması gereken du’a kısaca şudur: “Elhamdülillâhillezî Ezhebe Anni’l-Ezâ ve Afânî Min Zâlik”, (Hamd, O, Allah’a mahsustur ki, benden ezayı giderdi ve beni o eziyet veren şeyden kurtardı…)
      Efendi Hazretleri’nin bu ma’na ve hikmet dolu va’az’ını kayda alan zât, Tensib-i İlâhî ile 1940’lı yıllarda, Nasib-i Ezelî’si ile Asr’ın Müceddidi’ne intisap etme şerefine nâil olan, Bartınlı Merhûm Lütfullah Kocabaş’tır. Merhûm Lütfullah Kocabaş, Bartın eşrafından olup, Bolu, Zonguldak, Kastamonu, daha sonraki yıllarda il yapılan, Bartın ve Karabük illerine, Batı Karadeniz’e ilk gramafonu, ilk telefon cihazını, ilk radyoyu, ilk teybi getiren adamdır. 1950’li yıllarda, Müceddid, İstanbul’un Anadolu yakasına geçmesinden sonra, Konyalı’nın Tayyar Bey’in, köşklerinde Küçükçamlıca, Çilehâne’de, Bulgurlu Köyü civarında, Kırklar olarak adlandırılan küçük köy evlerinde talebe okuturken, onların iaşe ve ibâte’lerine, en fazla yardım edenlerden birisi de Merhûm Lütfullah Kocabaş idi. Anadolu’nun muhtelif yerlerinden İstanbul’a gelen kamyon ve otobüsler, İzmit’ten itibâren günümüzdeki E-6 yolunu, TEM otoyolunu ta’kiben, Mollâ Fenârî’yi ta’kiben, Samandıra, Sarıgazî, Dudullu, Ümraniye ve Bulgurlu köylerini geçerek, Kısıklı’dan Bağlarbaşı üzerinden Üsküdar’a inerlerdi. Üsküdar’dan feribotlarla ancak Kabataş’a geçebilirlerdi. Bartın’dan, Zonguldak’tan gelen kamyonlar ve otobüsler Kısıklı’da dururlar, Lütfullah Kocabaş’ın gönderdiği erzağı, kovalar dolusu yoğurt, peynir, kuru gıda ve başkalarını indirirdiler…
      Lütfullah Kocabaş, Süleyman Efendi Hazretleri’ne, Vâlide Sultan’a, Sultan Ablalarımıza, Kemâl ve Kâmil Beyağabey’lerimize çok yakın birisiydi. 1953 yılında, Feriha Ferhan Sultan ile Merhûm Hüseyin Kamil Denizolgun Beyağabeyimizin nişan ve düğünlerini organize edenlerden birisiydi.
      Bu yakınlık sebebiyle Müceddid’in irtihali sırasında da İstanbul’daydı. Süleyman Efendi Hazretleri’nin yıllar boyu kullandığı Asa’sının ve tesbihinin, teberrüken kendisine verilmesini istedi. Aile de anlayışla karşıladı ve mukaddes birer emânet olarak ölünceye kadar Bartın’daki evinde muhafaza etti. Vefatından sonra, Merhûme refikaları Fatma Hanım aynı titizlikle bu emânetlere sahip çıktı. Fakat, Merhûme Fatma Hanımın da irtihalinden sonra, bu emânetlerin kime intikal ettiği, kimde muhafaza edildiği hususunda maalesef herhangi bir malumata sâhip değiliz.
      Bir vesiyle ile Bartın’a gittiğimizde, Bartın Mezarlığı’nda medfûn bulunan Lütfullah Ağabey ve Merhume Refikası, Fatma Anne’nin kabirlerini ziyaret ettik. Bartın’da bulunan damatlarına, torunlarına sorduk, maalesef doyurucu bir cevap alamadık. Zonguldak’ta ikâmet eden, Zonguldak eski Milletvekillerinden, Turgut Özal döneminin Anavatan Partisi Milletvekili, Pertev Aşçıoğlu’nun eşi de olan en büyük ablalarında olabileceğini söylediler.
      Lütfullah Kocabaş’ın ailesine, vârislerine bıraktığı dünyalık malların yanında, ma’nevî değeri çok yüksek bu emânetleri, yâdigar’ları muhafaza etmeleri icabetmez miydi?!…

      Kaynak : Mustafa AKKOCA – Önce vatan gazetesi yazarı

    206. Kör Bir İhtiyarın Kur’an Okurken Gözlerinin Görmesi
      Yoksul bir şeyh, kör bir ihtiyarın evine misafir oldu. Evde, duvarda asılı duran bir Kur’an vardı. Şeyh bu duruma hayret etti. Çünkü evde kör bir ihtiyardan başka kimse yaşamıyordu.
      Kendi kendine, ‘‘Burada kör bir ihtiyardan başka kimse yok. Bu Kur’an’ı kim okur?” diye düşündü. Bu durumu ev sahibine sormak istedi, fakat uygun olmayacağı fikrine kapıldı. Bu işin sebebinin kendiliğinden ortaya çıkıncaya kadar, sabretmeye karar verdi.
      Bu düşünceyle yatıp uyudu. Gece yarısı Kur’an sesiyle yatağından sıçrayıp uyandı. Gördüğü manzara karşısında şaşırdı kaldı. Kör ihtiyar, Kur’an’ı önüne almış okuyordu. Okuyuşunda en ufak bir yanlış da yoktu. Bir yandan da parmağıyla okuduğu satırı takip ediyordu. Şeyh daha fazla dayanamayarak sordu:
      ”Kör olduğun halde, Kur’ân-ı Kerîm’i böyle nasıl okuyabiliyorsun? Parmağınla takip ettiğine göre, harfleri görmemen imkânsız.” Kör ihtiyar, misafir şeyhe tatlı bir
      tebessümle cevap verdi. ”Dostum, Allah’ın kudretinin büyüklüğü yanında, benim halimin şaşılacak nesi var? O diledi mi sebepli veya sebepsiz yaratır.
      Allahıma yalvardım. “Yâ rabbi! Ben Kur’an okumayı, her şeyden çok seviyorum. Kur’an okuduğum zaman gözlerime nur ver.
      Âyetlerini duraklamadan, yanlışsız okuyabileyim.’ Rabbim duamı kabul etti. Ne zaman Kur’an’ı elime alsam, rabbimin lutfuyla gözlerim açılır. Harfleri görürüm.”

    207. Süfyân-I Sevrî’nin Haccı
      Süfyân-ı Sevrî’den rivayet olundu. Süfyân-ı Sevrî buyurdular: Bir sene hacca gitmiştim. Arafat’tan dönüp, o seneden sonra hac yapmama görüşündeydim. Hacılara baktım; asasına dayanmış yaşlı bir adam gördüm. O, beni süzercesine uzun uzun bana bakıyordu. Ben ona:»
      -”Esselâmü aleyke yâ şeyh! Ey yaşlı adam, Allah’ın selâmı senin üzerine olsun,” diye selâm verdim. O da bana:
      -”Ey Süfyân! Senin de üzerine olsun!.” Ben hayretle ona bakarken; o konuşmasına devam etti. Bana:
      -”Niyetinden dön!” dedi. Ben:
      -”Sübhânellah! Sen benim niyetimi nereden biliyorsun?” dedim. O:
      -”Rabbim bana ilham etti,” diye cevap verdi. Ve şöyle devam etti:
      -”Gerçekten ben otuzbeş defa hac ettim. Otuz beşinci haccımda Arafat’ta vakfede bulunuyordum, insanların şu zahmetine bakıp, Allahü Teâlâ hazretleri, onların ve benim haccımı kabul edecek mi, diye düşünüyordum. Ben bu düşünceye kalmışken güneş battı ve hacılar, Arafat’tan Müzdelife’ye indiler. Benim yanımda kimse kalmamıştı. Gece karardı. O gece uyudum. rüyâm’da şöyle gördüm. Sanki gerçekten kıyamet kopmuştu. İnsanlar, haşr olmuşlardı. Amel defterleri uçuşuyordu. Mizan kurulmuştu. Sırat ortaya konmuştu. Cennet ve Cehennemin kapıları açılmıştı. Cehennemin şöyle dediğini işittim:
      -”Ey Allahım! Hacıları benim sıcağımdan ve soğuğumdan koru!” diyordu. Bunun üzerine Cehenneme şöyle nida geldi:
      -”Ey Ateş! Hacılardan gayri için de dua et, çünkü onlar, çölün susuzluğunu ve Arafat’ın sıcaklığını tattılar. Bundan dolayı onlar, kıyametin susuzluğundan muhafaza olundular (bu gün onlara susuzluk yok) ve onlar, şefaate nail oldular, şefaate ermenin zevkini tattılar. Zîrâ onlar, canları ve mallarıyla benim rızâmı taleb edip aradılar.“
      Şeyh buyurdu:
      -”O anda ben uyandım. İki rekat namaz kıldım. Sonra yine uyudum. Aynı rüyâ’yı aynı şekilde yine gördüm. Bu rüya rahmânî mi yoksa şeytanî mi, diye düşünüyordum ki, bana:
      -”Hayır! Belki bu rüya rahman olan Allah tarafindandır. Sağ elini uzat!” denildi.
      Ben de sağ elimi uzattım. Bir de baktım ki, avucumda bir mektub: Şöyle yazılıydı:
      Her kim Arafat’ta vakfe yapar ve Beytullahı ziyaret ederse, ben onu kendi ehli beytinden yetmiş kişi hakkında şefaatçi kılarım.”
      Bu hadiseyi bize aktaran, Süfyân-i Sevrî hazretleri buyurdular:”O zât o mektubu bana gösterdi ve ben de okudum.” Sonra Şeyh efendi buyurdular:
      -”O zamandan beri her sene haccettim. Ta ki, bu şekilde yetmiş üç haccım tamam oldu.” Bu hadise, “Zühretü’r-Riyâz” isimli kitabta zikredildi.

    208. Timurlenk Kimdir ? TIMURHAN..
      Timurlenk, Tarihin en büyük cihangirlerinden biridir. Babası Moğol Barlas aşireti reislerinden Emir Turgaya, annesi Tigin Hatundur. 1336 tarihinde Keş kasabasında doğdu. Âlimleri ve eviiyâ’yı seven babası, oğlunun aklî, naklî ilimler ve askerî bilgiler için özel hocalar tuttu.
      Timur Han Çin’e ve Delhiye kadar bütün Asyayı, Irak, Suriye ve İzmire kadar bütün Anadoluyu hükmünün altına aidi. Kaderin bir cilvesi olarak,
      Yıldırım Bayezid Hanı mağlup etti.
      Timurlenk, islâm dinine ve Müslümanlara en büyük hizmeti o günlerde halk arasında yayılmaya Çalışılan “Hurufîlik” adındaki sapık cereyanı söndürmesidir. Allah, din, kitap, peygamber, namus ve aile mefhumunu tanımayan hurufîliğin kurucusu Fazlullah Hurufiyi öldürttü.
      Timurlenk, Taftazanî ve Seyyid Şerif Curcânî Hazretleri gibi büyük alimlerin meclislerine gider, onlardan nasihat alırdı.
      Allah dostlarına çok bağlı bir insandı. Bir gün Buhârâ caddesinde geçerken Şah-ı Nakşı Bend Muhammed Behâuddin Hazretlerinin hânegâhının halılarının temizlenmekte olduğunu öğrenince, oraya koştu. Tozları yüzüne sürdü. “Belki Allah dostlarının ayak tozları hürmetine Cenab-ı Allah bana yardım eder” diye…. 200.000 kişilik bir ordu ile Cin seferine giderken 19 mart 1405tarihinde vefat etti.

    209. Mü’min ile bir kâfir`in balık avlama hikâyesi
      Eski zamanlarda bir mü’min ile bir kâfir balık avlamaya gittiler. Kâfir kendi ilahlarını anıyor ve balık tutuyordu. Hatta bu şekilde çok balık tuttu. Mü’min, Allah’ı zikrediyordu, ama balık adına hiçbir şey onun ağına gelip düşmüyordu. Sonra güneşin batışı sırasında, bir balık ona isabet etti. Balığı çekti fakat balık ağdan kurtulup yine suya düştü. Akşam oldu. Eve döndüler. Mü’minin eli boştu. Yanında hiçbir şey yoktu. Kâfir ise, ağını doldurmuştu.
      Mü’minin üzerine müvekkel olan melek, bu duruma özüldü. Bu müvekkel melek daha sonra göğe çıktığında, mü’minin Cennetteki makamını gördü. Kendi kendine: -”Vallahi! O mü’minin gelip varacağı yer burası olduktan sonra ona isabet eden hiçbir şey ona zarar vermez” dedi.
      Müvekkel melek, kâfirin de Cehennemdeki yerini gördü. Onun için de:
      -”Vallahi! O kâfirin düşeceği yer bura olduktan sonra, dünyâda ona isabet eden hiçbir maddî fayda artık ona hiçbir şey sağlamaz,” dedi.Şerhü’l-Hutab isimli kitapta da böyle beyan edilmektedir.
      Gaflet içinde geçen güzellikler için, bülbül vuslata kavuşmak için etmektedir.
      Bu ne devlettir ki. ona hep hasetçiler, onun hasedini kaldırmaktadır.
      İsyan edenler. Cehennem azabını hakikâtiyle bilmiş olsalardı, günah ve isyanları asla irtikab etmezlerdi. Bir delikte zehirli bir yılanın olduğunu bilen kişinin, elini o deliğe sokması nasıl ki imkansız ise, Cehennem azabına inancı tam olan kişinin de ateşten ve azabtan dolayı asla isyan irtikâb etmez.

    210. Nuhun gemisi
      Tufanda Beyt Dördüncü Kat Semâya, Hacer-i Esved`de Ebû Kubeys Dağına Kaldırıldı
      İbnü Abbas (r.a.) hazretleri buyurdular: Adem aleyhisselâm, Hindistan’dan Mekkeye gelmek suretiyle tam kırk hac yaptılar. Hepsini yürüyerek yaptılar. Beyt orada kaldı, kendisi ve evlâdından iman edenler, onu tavaf ettiler. Bu durum tufan’a kadar devam etti.
      Tufan günlerinde Allahü Teâlâ onu (beyti) dördüncü kat semâya kaldırdı. Her gün, yetmiş bin melek, onun içine girip ziyaret etmekteydiler. Onu ziyaret eden meleklere bir daha sıra gelmiyordu.
      (Hacer-i esvedi korumasının altına aldı.) Allahü Teâlâ, Cebrail Aleyhisselâm’a emretti. Hacer-i esvedi boğulmaktan korumak. için onu Ebu Kubeys dağına gömmesini ve orada gizlemesini buyurdu.

    211. İbrahim Aleyhisselâm’in Kâbeyi Bina Etmesi
      Tufan günlerinden sonra Beytüllah’ın yeri, İbrahim Aleyhisselâm’ın zamanına kadar boştu. Sonra Allahü Teâlâ İbrahim Aleyhisselâma, kendisi için içinde zikredilecek bir beyt (Kabe) bina etmesini emretti. İbrahim Aleyhisselâm Allah’a dua etti. Kâbenin yapılacağı yeri kendisine vasfetmesini ve açıklamasını istedi. Beytin yerine delâlet etmesi için Allahü Teâlâ, bir sekînet (gönül huzuru, kalbî bir rahatlık, güvence ve işaretçi) gönderdi. Bu sekine, yol gösteren hac rüzgârıydı. Yılan gibi iki başı vardı; yılana benziyordu. Allah, İbrahim Aleyhisselâm’a sekîne’nin istikrar ettiği, yerleşip sakin olduğu ve hareket etmediği yerde Kâbeyi bina etmesini emretti. İbrahim Aleyhisselâm, sekîne’nin ardına düştü. Ona tabi oldu.Tâ Mekke’ye geldi. Kâbenin olduğu yerde, sekine dürüldü. Yâni toplandı, iç içe kasıldı. Deri kalkanın dürülmesi gibi dürüldü ve yuvarlak bir hâl aldı. İbrahim Aleyhisselâm’a:
      -”Burada bulunan temeller üzerine beyti (Kabe’yi) bina et,” buyurdu. İbrahim Aleyhisselâm, yanında oğlu İsmail Aleyhisselâm ile beraber, beytin duvarlarını yükselttiler.
      Hacer-i Esved
      Duvar, Hacer-i Esved’in olduğu yere kadar yükseldi. İbrahim
      Aleyhisselâm, oğluna:
      -”Ey oğlum! Bana beyaz bir taş getir. Güzel bir taş olsun. Buraya koyayım ki, insanlara Kâbeyi tavaf etmeye bir alâmet ve başlangıç noktası olsun,” dedi. İsmail Aleyhisselâm bir taş getirdi. İbrahim Aleyhisselâm:
      -”Bundan daha güzel bir taş getir,” dedi. ismail Aleyhisselâm, yine gitti. Güzel bir taş aramaya başladı. Ebû Kubeys dağı seslendi:
      -”Ey İbrâhimî Benim yanımda senin bir emânetin var, onu al.” Ebû Kubeys dağına çıkıldı. Bir de ne görsünler, cennet yakutlarından, beyaz yakuttan bir taş!
      Dipnot : Ed-Durrul-mensûr tefsirinde de şöyle bir ilave vardır: Hadisi şerifte buyuruldu:
      Âdem Aleyhisselâm, tam bin kere Kâbeye geldi. Bu gelişlerinin hiçbirinde binekli gelmedi. Ta Hindistandan ayaklan üzerine yayan geldi. Adem Aleyhisselâm. Üç yüz (300) kere haccetti, yedi yüz (700) kere de umre yaptı.

    212. Hacer-i Esved’in Dünyâya Gelişi Hakkındaki Rivayetler:
      1- Bâzı rivayetlerde Adem Aleyhisselâm onu cennetten getirmişti, buyurulmaktadır.
      2- Veya Allahü Teâlâ beyti mâmuru indirdiği zaman onu indirdi. (Tufan’da beyti mâmur dördüncü kat semâya kaldırıldı. Hacer-i esved Ebû Kubeys dağında koruma altına alındı.)
      Başı olan dörtgen bir bulut geldi. Nida etti:
      -”Hacer-i esvedi, bu dört köşeli bulut’un başının olduğu yere koy,” İbrahim Aleyhisselâm öyle etti. Bu İbrahim Aleyhisselâm’ın Kâbeyi bina etmesidir.

    213. Hediye Olarak Gelen At
      Rivayet olundu: İbrahim Aleyhisselâm ve Hazreti İsmail Kâbeyi bina etmeyi bitirdiklerinde, Allahü Teâlâ, kendilerine bir at (binek) verdi. Daha onların Kâbenin kalkan temellerinin üzerinde iken Allahü Teâlâ bu atı onlara âcil bir mükâfat olarak verdi. At diğer vahşî hayvanlar gibi bir vahşî idi.
      Allahü Teâlâ İbrahim Aleyhisselâm ve Hazreti ismail’e Kâbenin temellerini yükseltme izni verdiğinde onlara:
      -”Sizin için depolamış olduğum bir hazineyi size vereceğim,” buyurdu. Sonra İsmail Aleyhisselâm’a:
      -”Ecyâd dağının üzerine çık. Orada hazineyi çağır, o sana gelir,” diye vahyetti. İsmail Aleyhisselâm, Ecyâd dağına çıktı. Duanın ve hazinenin ne olduğunu bilmiyordu. Allahü Teâlâ, yapacağı duayı İsmail Aleyhisselâm’a ilham etti. Yeryüzünde ve Arab toprağında bulunan bütün atlar, İsmail Aleyhisselâm’a icabet ettiler, çağrısına uydular. İsmail Aleyhisselâm, atın alnından tuttu. At, İsmail Aleyhisselâm’a karşı çok uysal oldu, ona boyun eğdi. İsmail Aleyhisselâm ata bindi ve ona yem yedirdi. At böylece İsmail Aleyhisselâm’a karşı uysallaştı ve İsmail Aleyhisselâm onu hizmetinde kullandı.
      At, babamız İsmail Aleyhisselâm’ın mirasıdır. At’a Arabça isim verildi. Çünkü at’ın gelmesi için dua ile emrolunan ismail Aleyhisselâmdır. At ismail Aleyhisselâm’a gelmişti. Arabî kelimesi, Araba’ya mensub demektir. (Bu kelime) iki fetha ile okunur. Arab sahası demektir. Arablara mensûb olan demektir. Çünkü babalan İsmail Aleyhisselâm, at ile neşe aldı.

    214. İbrahim Aleyhisselâm Süryânice Konuşurdu
      İbrahim Aleyhisselâm, Süryânice konuşuyordu. İsmail Aleyhis¬selâm Arabça konuşuyordu. Birbirlerini anlıyorlardi. Kelimeleri birbirlerine karıştırmıyorlardı.
      Kureyşin Kâbeyi bina etmesi.
      Kureyş’in Kabe’yi bina etmeleri çok meşhurdur ve orada zikredilen yılan haberi çok yaygındır. (Bilindiği üzere, yüzyıllardan beri devamlı yağmur ve sel sularına karşı koyan Kâbenin duvarları iyice yıpranmış ve yıkılmaya yüz tutmuştu. Bir kadının sıçrattığı bir kıvılcım yüzünden Kâbenin örtüsü ve kapısı yanmıştı. Kabe’yi harabe halden kurtarmak isteyen) Kureyşliler, Kabe’yi yıkıp yerine yeniden bina etmek istiyorlardı. Kureyşliler toplandılar. Kâbeyi yıkmak için yaklaştıklarında yılan onlara mâni oldu. Kureyşliler, Kâbeyi, tamir etmek için yıkamadılar. Bunun üzerine bütün Kureyşliler, toplandılar. Yüksek sesle Allah’a seslendiler:
      -”Biz kötülük yapmak istemiyoruz. Biz senin beytini (harabe halden kurtarıp onu eskisi gibi) şerefli bir hale getirmek ve senin beytini süslemek istiyoruz. Eğer sen buna râzî isen. bu yılanı buradan defet. Yok eğer sen buna razı değilsen beytin istediğin halde kalsın,” dediler. Gökte kanat çarpan bir kuşun kanat seslerini işittiler. Büyük bir kuşun kanatlarının sesiydi. Akbaba’dan daha büyük bir kuştu. Sırtı siyah, karnı ve ayakları beyazdı. Kuş gelip pençesini yılanın kafasına attı. Sonra yılanı ta uzunca olan kuyruğu görünesiye kadar Kabe’den çekti. Sonra onu alıp, Ecyâd dağına götürdü. Bunun üzerine, Kureyşliler, Kabe’yi yıktılar. Kureyşliler, vadilerden omuzlarında taşlar çekerek, Kâbeyi bina ettiler. Ve böylece Kâbeyi yirmi zira kadar yüksekliğe çıkarttılar.

    215. Kâbenin Kapısı Neden Yüksekliktedir?
      Ebû Ca’fer’den rivayet olundu. Kâbenin kapısı, Amâliklerin, Cürhüm’ün ve İbrahim Aleyhisselâm’in zamanında yerle düzdü. (Şu anda Kâbenin kapısı yerden iki metreden daha fazla yüksekliktedir.) Kureyşliler, Kâbenin kapısını yerden yüksek yaptılar.
      Hz. Âişe (r.a.) annemizden rivayet olundu. Ben Resûlüllah (s..a.v.) hazretlerine, Kâbenin duvarını (Kâbenin önünde bulunan Hicr-i Ismaili) sordum:
      -”Duvarları da beytten midir?” dedim. Efendimiz (s.a.v.) hazreteri:
      -“Evet! beyttendir” buyurdular. Yine sordum:
      -”Neden orayı beytin içine almadılar?” Efendimiz (s.a.v.) hazretleri:
      -”Senin kavminin nafakası (oranın duvarını tam örecek imkanları) kısıtlı olduğu için orayı öylece açık bıraktılar,” buyurdu. Yine sordum:
      -”Kâbenin kapısının durumu nedir? Neden bu kadar yüksekliktedir?” Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular:
      -”Bunu senin kavmin (Kureyşîler) yaptı.
      -”Neden bu şekilde yaptılar, maksatları neydi?”
      -”Diledikleri kişiyi Kâbenin içine girmesine izin verip, diledikleri kişinin Kâbenin içine girmesine izin vermeme ve ona mani olmak için böyle yaptılar. Bu onların câhiliyyet döneminde yaptıkları bir şeydir. Ben kalblerinin inkâr etmesinden korkuyorum. Eğer böyle bir endişem olmasaydı, Hicr-i İsmâüi beyte dahil eder ve beytin kapısını yerle düz ederdim.” buyurdular. (Efendimiz s.a.v. devam ettiler:) Eğer Kureyşlilerin cahiliyet dönemine karşı zaafı olmasaydı, ben Kâbeyi yıkardım. Yeniden bina ederdim. Kâbenin kapısını yerle bir ederdim. Kabe’ye iki kapı koyardım. Biri doğu tarafına diğeri batı tarafına gelmek üzere iki kapı yerleştirirdim. Hicr-i İsmail’den altı zira daha ziyâde ederdim. Kureyşliler, Kâbeyi inşâ ederlerken onu noksan bıraktılar. Bu Kureyşin bina etmeleri şeklidir.

    216. İbrahim Aleyhisselâm’ın Doğumu
      Tefsir ehli buyurdular: İbrahim Aleyhisselâm, Nemrud bin Ken’ân’in zamanında doğdu. Dünya tarihinde başına ilk kez taç giyen kişi Nemrûd’dur. Nemrud, insanları kendisine tapmaya çağırdı. Nemrud’un kâhinleri ve müneccimleri vardı. Kâhinler ve müneccimler ona:
      -”Senin bu şehrinde bu sene bir çocuk doğacak, yeryüzünde dini değiştirecek, senin helakin ve mülkünün yıkılıp yok olması onun elinde olacaktır,” dediler.
      Dediler ki, Nemrud. o sene doğan her erkek çocuğun öldürülmesini emretti. İbrahim Aleyhisselâm’ın annesinin doğurma vakti yaklaştığında, kendisini sancı tuttu. Doğurduğu çocuğun öldürülmesinden korkarak, şehrin dışına koştu. Onu kuru bir nehirde (derede) doğurdu. Sonra İbrahim Aleyhisselâmı bir beze sardı. Türkçe, hasır ve kamışlık denilen bir sazlığa koydu. Sonra eve döndü. Kocasına, bir erkek çocuk doğurduğunu ve falan yere koyduğunu söyledi. Babası geldi. İbrahim Aleyhisselâmı oradan aldı. Yeri kazıyarak ona mağara gibi yeraltında bir ev yaptı. Onu o mağaraya koydu. Yırtıcı hayvanlar kendisine zarar vermemesi için mağaranın ağzını bir kaya ile kapattı. Annesi bazan gelip kendisine süt veriyordu. İbrahim Aleyhisselâm, büyüme ve gelişmede bir günde, bir aylık çocuk gibi oldu. Bir ayda bir yıllık gibi oldu. Mağarada onbeş ay veya yedi sene kaldı. Veya daha çok kaldı.

    217. İbrahim Aleyhisselâm’ın Tefekkürü Ve Rabbi`ni Arayışı !
      İbrahim Aleyhisselâm gelişip genç haline geldiğinde, annesine:
      -”Benim Rabbim kimdir?” dedi. Annesi:
      -”Benim!” dedi. Yine sordu:
      -”Senin Rabbin kimdir?” Annesi:
      -”Babandır!” dedi. İbrahim Aleyhisselâm yine sordu:
      -”Babamın Rabbi kimdir?” Annesi:
      -”Nemruddur,” dedi. İbrahim Aleyhisselâm yine sordu:
      -”Nemrud’un Rabbi kimdir?” dedi. Annesi, ona:
      -”Sus!” dedi. Annesi eve döndü. Kocasına:
      -”Görüyor musun? Yeryüzündeki dini değiştireceğini konuştuğumuz çocuk, senin oğlundur,” dedi ve olup bitenleri ona anlattı. Babası Azer hemen kalkıp, mağaraya geldi. İbrahim Aleyhisselâm bu defa ona sordu:
      -”Benim Rabbim kimdir?” dedi. Azer:
      -”Senin annendir!” dedi. Yine sordu:
      -”Annemin Rabbi kimdir?” Azer:
      -”Benim!” dedi. İbrahim Aleyhisselâm yine sordu:
      -”Senin Rabbin kimdir?” Azer:
      -”Nemruddur,” dedi. ibrahim Aleyhisselâm yine sordu:
      -”Nemrud’un Rabbi kimdir?” dedi. Azer, onu tokatladı. Yüzüne vurdu. Ve ona:
      -”Sus!” dedi
      Gece olduğunda, İbrahim Aleyhisselâm mağaranın kapısına geldi. Mağaranın kapısının üzerinde olan kayanın aralıklarından gök yüzüne baktı. Gök yüzünü ve içindeki yıldızları gördü. Yer ve göklerin yaratılışı hakkında tefekkür etti. Ve şöyle dedi:
      -”Muhakkak ki, beni yaratan, beni rızıklandıran, bana yediren, bana içiren benim Rabbimdir. Benim ondan başka Rabbim olamaz.” Sonra gökyüzüne baktı orada yıldızları gördü. Ve; Benim Rabbim budur,” dedi. Yıldıza baktı. Gözlerini yıldıza dikti. Uzun süre baktı. Yıldızın yavaş yavaş battığını gördü. Yıldız sönüp battı. Bunun üzerine İbrahim Aleyhisselâm:
      “Ben batanları sevmem,” dedi. Sonra ayı gördü.
      Ay daha parlak ve daha büyüktü. İbrahim Aleyhisselâm: “Benim Rabbim budur,” dedi. Aya baktı. Sabaha
      doğru ay da battı.
      “Ben batanları sevmem,” dedi. Sonra güneş doğdu. Güneş daha büyük ve daha parlaktı. Bütün yeryüzünü aydınlatıyordu, ibrahim Aleyhisselâm:
      “Benim Rabbim budur! Bu daha büyüktür,“
      dedi. Sonra güneşte battı. Güneş için de yıldız ve aya söylediği gibi söyledi:
      “Ben batanları sevmem.” dedi. Düşündü ve şöyle seslendi:
      “Ey kavmim! Ben sizin (Allah’a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım“.
      İbrahim Aleyhisselâm’ın Arayışı Hakkında İhtilaf
      Âlimler, ibrahim AleyhisselânYm yukarıda geçen sözleri hakkında ihtilaf ettiler, (ibrahim Aleyhisselâm’ın çok az bir süre de olsa yıldız, ay ve güneşe bir aralık “bu benim Rabbimdir,” demesi caiz mi değil mi konusunda ayrılığa düştüler. Bu konuda görüş vardır:)
      (Birincisi:) Bâzı âlimler, bu sözleri zahiri manâsına çektiler. Ve dediler ki, ibrahim Aleyhisselâm, bu sözleri söylerken, tevhidi arayan ve irşad olunmak isteyen bir talebeydi. Bütün gördükleri ve konuşmaları üzerine Allah, ona tevhid bulma muvaffakiyetini verdi ve onu irşâd etti. İbrahim Aleyhisselâm’ın delil arama esnasında yıldız, ay ve güneş için: “Bu benim Rabbimdir,” demesi kendisine yani iman ve tevhidine zarar vermez, dediler.
      Yine buyurdular: Bu durum yani ibrahim aleyhisselâm, yıldız, ay ve güneş için; “bu benim Rabbimdir,” demesi onun çocukluğu döneminde, üzerinde kalem geçmeden önce kendisinden sadır oldu. Dolayısıyla bu sözleri asla küfür değildir.
      (İkincisi:) Diğer âlimler, bu sözlerin (gerçek manâsında kullanılmasını) inkâr ettiler. Ve dediler ki: “ibrahim Aleyhisselâm gibi bir peygamberden bunlara benzer sözlerin meydana gelmesi nasıl tasavvur edilir? Yıldızları görmekle nasıl; “bu benim Rabbimdir” der? Ve böyle bir şeye inanır? Bunlar ebediyyen olmaz! Böyle bir şey asla mümkün değildir, ibrahim Aleyhis-selâm’ın delil arama esnasında yıldız, ay ve güneş için: “Bu benim Rabbimdir,” sözünü tevil ettiler. (Değişik manâlarda yorumladılar.)
      Âlimlerin, İbrahim Aleyhisselâm’ın delil arama esnasında yıldız, ay ve güneş için: “Bu benim Rabbimdir,” demesi hakkındaki bu tevilleri, İmâm Muhyi’s-Sünneh hazretleri tefsirinin En’âm sûresinde zikretti.

    218. Seven Sevgilisinden Gelenlere Katlanır.
      Zikrolundu ki:
      Ebû’l-Kâsım Cüneyd-i Bağdadîyi bir vadide istiğrak halinde gördüklerinde, onu delirmiş veya hasta olmuş zannederek hastahaneye kaldırdılar. Cüneyd-i Bağdâdî’yi sevdiğini iddia eden bâzı kişiler, ziyaretine geldiler. Cüneyd-i Bağdadî onlara sordu:
      -”Sizler kimlersiniz?” Onlar:
      -”Biz seni sevenleriz!” dediler. Bunun üzerine Cüneyd-i Bağdadî hazretleri, onlara taş atmaya başladı. Onlar kaçtılar.
      -”Bu gerçekten delirmiş!” dediler. Kendilerine attığı bir taştan dolayı sevenlerinin kendisinden kaçtığını gören, Cüneyd-i Bağdadî hazretleri, onlara şöyle seslendi:
      -”Hani sevginiz? Siz sözlerinizle sevdiğinizi söylüyorsunuz ama: fiillerinizle bunu yalanlıyorsunuz!“
      Hakikî muhibb, habib’den kendisine isabet musibetlerle mesrur olan kişidir. Gerçekten seven kişi, sevgilisinden kendisine gelen bütün zarar ve musîbetlere seve seve katlanır. Bundan dolayı belâ’nın en şiddetlisi peygamberlere ve evliyâullah’a gelmiştir. Peygamberler ve evliya kendilerine gelen bu şiddetli belâyı en leziz ve en tatlı olarak kabul etmişlerdir. Onlar teslimiyet elbisesini giydiler ve sabrettiler. Böylece mükaşefat ve müşâhedât hüccetlerine daldılar. Kalb ve dilden Tevhîd ile meşgul oldular. Mennân olan mâliki zikrettiler. Hatta onun dışındaki bütün şeylerden geçtiler, bütün iltifatları bıraktılar. Kendilerini meşgul eden bir lokma yemek bile olsa, bıraktılar. Yemek yemeleri bile onları Allah’ı zikretmekten alıkoymadı. Bundan dolayı fena ve bekadan yükseldiler, gayelerinin tâ sonuçlarına vardılar.

    219. Duaların Kabulüne Dair. Rivayet Olundu:
      Davud Aleyhisselâm’ın zamanında, kâfirlerin emirlerinden bâzıları, bir katili yakalayıp, geceleyin bir dağın başında bir ağaca astı. İnsanlar onu öylece bırakıp evlerine döndüler. Bu adam ağaca asılı olarak tek başına kaldı. Tapmakta olduğu ilahlarına yâni putlarına dua edip yalvarmaya başladı. Putları kendisine hiçbir fayda vermedi. Adam Allah’a döndü. Ve adam şöyle yalvardı:
      -”Sen hak olan Allah’sın! Şu anda sana geldim. Sana iman ettim. Günahlarımdan tevbe ettim. Senin rahmetinden meded bekliyorum!” dedi. Allahü Teâlâ, Cebrail Aleyhisselâm’a:
      -”Ey Cebrail! Şu adam kendi putlarına uzun bir müddet taptı, bu sıkıntılı ânında da onlara yalvardı durdu. Fakat hiçbirisi kendisine bir fayda sağlamadı. Bunun üzerine bana sığındı. Bana dua etti, ben de duasını kabul ettim. Şimdi yere in ve kendisini sağlıklı bir şekilde ağaç’dan indir,” buyurdu. Cebrail Aleyhisselâm, kendisine emredileni yaptı. Adam kurtuldu. Allah’a imanı daha arttı. Şehre indi. Sabahleyin onun ölmediğini, ve diri bir halde Allah’a namaz kıldığını gördüklerinde halk şaştı. Durumu Dâvud Aleyhisselâm’a haber verdiler. Davud Aleyhisselâm, bu işin sırrının ortaya çıkması için Allah’a dua etti. Allahü Teâlâ, Dâvud Aleyhisselâm’a vahyetti:
      -”Ey Dâvud! Ben, bana iman eden ve dua edene rahmet ederim. Eğer ben bunu yapmayacak olursam, benimle diğer ilahların arasında ne fark kalır?! Buyurdu.
      Bil ki, kıblenin değişmesiyle, Allah’tan başkasına taalluk ettikleri, mâsivâya dayandıkları, fena fıllâh derecesine ulaşamadıkları ve Allah’tan kendilerine gelen kazâ’ya rızâları olmadığı için, büyük bir cemaat, İslâm’dan çıkıp mürted oldular. Ve böylece onları, hüzün, keder ve bulanıklık seli alıp götürdü. Ama ezelî saadetle mesûd olanlar ise, Beyt-i Makdis’in hakîkatına taalluk etmediler, Kabe’nin de hakîkatına bağlanmadılar, belki onları ve başkalarını yaratan Rablerine bağlandılar. Kendi irâdelerinden vazgeçip fena buldular. Allah’ın irâdesi kendilerine geldi. Allah’ın iradesiyle hareket ettiler. Safî şehâdet gibi ki. ilâhî emirler ile surûr ve safa buldular.

    220. Sabreden Ve Allah İçin Birbirlerini Sevenlerin Mükâfatı
      Hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular:
      Allahü Teâlâ hazretleri, âhirette mahlukatı topladığı zaman, bir münâdî şöyle nida eder:
      -”Fazilet ehli nerededirler?“
      Bir gurup insanlar cevap verip ayağa kalkarlar. Ve onlar sür’atle Cennete doğru koşarlar. Yolda melekler onlarla karşılaşırlar. Melekler sorarlar:
      -”Sizi süratle Cennete koşarken görüyoruz! Sizler kimlersiniz?” Onlar:
      -”Biz fazilet ehliyiz!” derler. Melekler:
      -”Sizin faziletiniz neydi?” diye sorar. Onlar:
      -”Bize zülüm edildiği zaman biz sabrederdik. Ve bize kötülük edildiğinde affederdik. (1/257) derler. Melekler onlara:
      -”Girin Cennete! Cennet, çalışanların ne güzel ecir ve karşılığıdır!” derler.
      Sonra bir münâdî şöyle nida eder:
      -”Sabır ehli nerededirler?“
      Bâzı insanlar ayağa kalkarlar. Ve onlar süratle Cennete doğru koşarlar. Yolda melekler onlarla karşılaşırlar. Melekler sorarlar:
      -”Sizi süratle Cennete koşarken görüyoruz! Sizler kimlersiniz?” Onlar:
      “Biz sabır ehliyiz!” derler. Melekler sorarlar:
      -”Sizin sabrınız neydi?” Onlar:
      -”Biz Allah’ın taatı üzerine sabrederdik ve biz Allah’ın isyanlarının üzerine yâni günah işlememek için sabrederdik,” derler.
      -”Girin Cennete! Cennet, çalışanların ne güzel ecir ve karşılığıdır!” derler.
      Sonra bir münâdî şöyle nida eder:
      -”Birbirlerini Allah için sevenler nerededirler?“
      Bâzı insanlar ağa kalkarlar. Ve onlar süratle Cennete doğru koşarlar. Yolda melekler onlarla karşılaşırlar. Melekler sorarlar:
      -”Sizi süratle Cennete koşarken görüyoruz! Sizler kimlersiniz?” Onlar:
      “Biz muhabbet ehliyiz! Birbirimizi Allah için sevenleriz!” derler. Melekler sorarlar:
      -”Sizin Allah için olan muhabbetiniz neydi?” Onlar:
      -”Biz birbirimizi sırf Allah için severdik,” derler.
      -”Girin Cennetel Cennet, çalışanların ne güzel ecir ve karşılığıdır!’* derler. Bu hadis-i şerif, “Nüzhetü*I-Kulûb” isimli kitabda geçmektedir.

    221. İhlas
      Cüneyd-i Bağdadî (r.h.) buyurdular: İhlas, kul ile Allahü Teâlâ arasında bir sırdır. Hiçbir bir melek onu bilmez ki yazsın: hiçbir şeytan onu bilmez ki ifsâd edip onu hevâ ve hevesine meylettirsin.
      Fudayl bin lyâz (r.h.) buyurdular: insanlar için ameli terketmek riya yani gösteriştir. İnsanlardan dolayı amel şirktir. İhlas ise, seni bu iki şeyden arındıran şeydir.
      Tatarhâniyye isimli kitabta buyuruldu: Bir kişi namazına Allahü Teâlâ’ya halis bir şekilde başlasa, sonra o kişi namazın içindeyken kalbine riya girse, o kişinin namazı, başladığı hal üzere kabul edilir. Yâni namazda iken kalbine girip çıkan düşünceler ona zarar vermez.

    222. İmam Şafiî (r.h.) Kimdir ?
      İmam Şafiî (r.h.) hazretlerinin asıl adı, Muhammed bin İdris’tir. Dedesi “Şafiî” ashabı kiramdandı. Ona izafeten imam Şafiî hazretlerine Şafiî denilmiştir.
      Anne tarafından da Hazreti Hasanın soyundan gelmektedir. 150 (M. 767) senesinde Gazze’de doğdu. Daha beşikteyken babası vefat etti.
      Annesi onu alıp asıl memleketleri olan Mekke’ye getirdi. Orada tahsile başladı.
      Yedi yaşında iken Kur’âni kerimi ezberledi.
      Defter ve kağıt alacak imkanı olmadığı için derslerini kemik parçalarının üzerine yazardı.
      Arab dili ve Edebiyatının inceliklerini öğrenmek için. çölde yaşayan Huzey kabilesinin arasına gitti. 0 çağda bu kabile, dili en fesih olan kabileydi.
      On yaşında iken İmam Malik hazretlerinin “Muvatta” isimli hadis kitabını dokuz gecede ezberlemesi çok meşhurdur. Daha sonra imam Mâlik hazretlerine talebe oldu. Çalışkanlığı, samimiyeti ve saygısıyla hocasının himmet ve duasını aldı. Kısa sürede bütün ilimlerde ilerledi. Aklî ve nakit bütün ilimlerde söz sahibi oldu. Yemende kadîlik yaptıktan sonra bu vazifeyi bıraktı.
      Bağdât’a gidip orada İmam- hazretlerinin talebesi Muhammed (r-h-)dan ders almaya başladı.. İmam Muhammed ayrıca üvey babasıydı..
      İmam Şafiî hazretleri. 204 (M. 820) yılında Mısır da bir Cuma gecesi, 54 yaşmda vefat etti. (r.a.)

    223. Zikrin Çeşitleri
      İmam Gazâlî hazretleri buyurdular:
      Zikir (üç değişik âzâ ile olur)
      1-Zikir bâzan dille olur,
      2-Bâzan, kalb ile olur,
      3-Ve bâzan cevârih, yâni âzâ ve organlar ile olur.
      İnsanların dil ile Allahü Teâlâ hazretlerini zikretmeleri: 1-Allah’a hamdetmeleri, 2-AIlah’i teşbih etmeleri, 3-Allah’ı temcid etmeleri,
      4-AlIah’ın kitabını okumalarıdır. (Ve bunlara benzer zikirlerdir).
      İnsanların kalbleriyle Allahü Teâlâ hazretlerini zikretmeleri üç türlüdür.
      Birincisi: Allahü Teâlâ hazretlerinin zât ve sıfatlarına delâlet eden deliller hakkında tefekkür etmeleri ve Allahü Teâlâ hazretlerinin mülküne arız olan şüphelerin cevabında tefekkür etmeleridir.
      İkincisi: Allahü Teâlâ hazretlerinin tekliflerinin keyfiyetini, ahkâmını, emirlerini, nehiylerini, va’dini, vaîdini düşünmeleri ve bunlara delâlet eden delilleri, tefekkür etmeleridir. İnsanlar, tekliflerin keyfiyetini öğrendikleri zaman, bir fiilde yâni amelde ki, va’d (ilâhî müjde ve sevabı) ve o fiilin terkindeki vaîdi (ilâhî azabı) öğrenirler. Böylece onlara amel kolaylaşır.
      Üçüncüsü: Allahü Teâlâ hazretlerinin mahlûkatının sırrını tefekkür etmeleridir. Hatta onun nazarında mahlûkatın zerrelerinden her bir zerre kuds âlemini gösteren, cilalanmış parlak ayna gibi olur. Kul ona baktığı zaman, gözlerinin şuaları. ondan Celâl âlemine yansır. İşte bu makam nihayeti olmayan bir makamdır.
      Amma insanların Allahü Teâlâ hazretlerini organlarıyla zikretmeleri ise, kişinin, cevarih, organ ve azalan, kendisiyle emir olundukları amellere müstağrak olmuş, yâni büyük bir ihlas ile amellere dalmış ve kendisinden neni olunduğu amellerden de hâli olmuş olmalıdır. İşte bu mânâda Allahü Teâlâ hazretleri, namaza zikir adını verdi. Ve şöyle buyurdu:
      “Ey o bütün iman edenler! Cuma günü namaz için nida olunduğunda, hemen Allah’ın zikrine (namaza) koşun ve alım-satımı bırakın, o sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz… “o halde anın beni,” kavl-i şerifi, tâat’ın bütün çeşitlerini “içine almaktadır. Bundan dolayı Saîd bin Cübeyr’den, zikrolundu. O şöyle buyurdular: “O halde beni anın,” Yâni beni taatımle anın ki, onu güzelfeştireyim. (1/256) Hatta buna zikrin bütün çeşitleri girer.

    224. Çocuk Vefat Ederse
      “Kulun çocuğu ölünce, Allahü Teâlâ ölümle alâkalı meleklere buyurur:
      -”Siz kulumun çocuğunu mu aldınız?” Onlar:
      -”Evet! derler. Allah yine buyurur:
      -”Siz kulumun kalbinin mevyesini mi aldınız?” Onlar:
      -”Evet! derler. Allah buyurur:
      -”Kulum ne söyledi?” Onlar:
      -”Ya Rabbi! Kulun sana hamdetti ve istircâ’da bulundu. Yâni: kulun sana teslim olup: “ina lillahi ve inna ileyhi râciûn “biz Allah’ınız ve nihayet O’na döneceğiz” dedi. Allah, meleklere emreder:
      -”Kuluma Cennette bir köşk yapın ve o köşke “Hamd evi” adını verin.
      Bâzı ma’rifet ehli buyurdular: “Gaybı taleb etmek, ya mal ile olur, ya nefis ile olur, yâ akrabalar ile olur, ya kalb ile olur veya ruh ile olur.
      Mâl ile icabet eden kurtulur.
      Nefis ile icabet eden dereceler alır.
      Kim akraba ve yakınlarını kaybetmeye sabrederse, o kişi, kaybettiğinin yerine geçen birine ve yakınlığa kavuşur.
      Ve kimin ruhu kendisinden te’hir edilmezse o kişi vuslata devam eder.“

    225. Said Bin Cübeyr (r.h.) Kimdir ?
      Said bin Cübeyr (r.h.) Tabiîn devrinde Küfe’de yetişen müctehid imamların büyüklerindendir.
      İsmi Said bin Cübeyr bin Hişâm el-Esedrdir.
      Doğum tarihi bilinmemektedir.
      Said bin Cübeyr. Abdullah ibni Abbas. Abdullah bin Zubeyr. Abdullah bin Ömer, Ebû Hüreyre ve daha bir çok sahabelerden ders aldı yüksek bir âlim ve büyük bir evliya idi.
      İki rek’at namazda bütün Kur’anı kerimi hatmettiği olurdu.
      Haccac tarafından yakalanışı ve idam ediliş şekli başlı başına bir kitap oluşturacak kadar manidardır.
      Mevize (Abdullatıf isimli vaaz kitabına bakınız) ve tarih kitaplarında anlatılır.
      Said bin Cübeyr. (M. 713 de) Haccac tarafından şehıd edilirken, “Allahım! Benden sonra Haccacı kimseye musallat etme, diye dua etti.
      Gerçekten öyle oldu. Kesik başı bile yerde iki defa Lâ ilahe illallah, dedi. Onun şehid edilmesine başta Hasan Basrî hazretleri olmak üzere butun âlım ve evliya ağladı.
      Daha sonra olacak oldu. Haccâc, âkile, yâni yiyici illetine tutuldu. Uyuyamıyor, uyuyacağı sırada sıçrayıp kalkıyordu. Hâline bakıp şaşanlara:
      “Saîd bin Cübeyr ile hâlim ne olacak? Uyuyacağım anda, ayağımı çekip sarsıyor ve beni uyandırıyor.” dedi.
      Bu hâliyle fazla yaşamadı. Saîd bin Cübeyr şehit edildikten on beş gün sonra Haccâc da öldü.

    226. Ekmek yerine zehir yiyoruz!!!
      GİMDES Genel Başkanı Dr. Müh. Hüseyin Kami Büyüközer ekmekteki katkı maddelerini internet sitesinde açıkladı.
      GİMDES Genel Başkanı Dr. Müh. Hüseyin Kami Büyüközer ekmekteki katkı maddelerini internet sitesinde açıkladı. Sitedeki bilgiler insanın tüylerini ürpertiyor. İnsan saçından domuz kılına kadar pek çok katkı maddesi içeren ekmek hastalıklara davetiye çıkarıyor…
      GİMDES (Gıda ve İhtiyaç Maddeleri Denetleme ve Sertifikalandırma Derneği) Genel Başkanı Dr. Müh. Hüseyin Kami Büyüközer ekmekteki katkı maddelerini internet sitesinde açıkladı. Büyüközer’e göre ekmeğe katkı maddelerinin konulma sebebi şöyle; “Hamurun asidini artırmak, bayatlamayı geciktirmek, ekmek hatalarını ve hastalıklarını düzeltmek, su kaldırma oranını yükseltmek, hacim artışı sağlamak, un rekoltesini yükseltmek .”
      İŞTE O MADDELER
      E170 kalsiyum karbonat: Hem renklendirici hem mineral tuz; kaya minerali veya kemikten elde edilir; diş macunu, beyaz boya, temizleme tozları, bisküvi, ekmek, kek, dondurma, dondurulmuş konserve sebze ve meyvede ve ilaçlarda kullanılır; yüksek dozlarda zehirlidir; safra, böbrek taşı, hemoroid, kabızlık ve fistül kanamalarına sebep olabilir. Ayrıca kemikten elde edilmesi ihtimali bu katkı maddesini en azından şüpheli hale getirir.
      E 471-E477 Mono: Homojenleştirici. Bitkisel ve hayvani kökenli olabilir. Bitkisel kökenden türetilirse, helâl, hayvani unsurlardan türetilirse, şüphelidir. nE 280 propiyonik asit: Koruyucu olarak kullanılır. Migren ağrılarına sebep olabilir; doğal olarak mayalanmış gıdalarda, insan teri ve geviş getirenlerin sindirim organlarında bulunur, mayalanmış kağıt hamuru veya çürümüş lif bakterisinden elde edilir; ekmek ve un mamullerinde kullanılır.
      E 200 sorbik asit: Koruyucu olarak kullanılır. Ciltte kaşıntı yapabilir.
      E420 sorbitol: Kıvam artırıcı,suni tatlandırıcı ve nem tutucu; etli ve zarlı kabuksuz meyvelerden veya sentetik olarak glukozdan elde edilir; gıda, ilaç ve kozmetiklerde kullanılır. Bebek ve çocuk gıdalarında kullanmak yasaktır.
      E422 gliserin: Kıvam artırıcı, tatlandırıcı ve nem tutucu, yağlı renksiz alkol; hayvansal veya bitkisel yağların alkalilerle ayrışması sonucu elde edilir; petrol ürünlerinden ve bazen propilenden sentetik olarak elde edilir; büyük miktarlar baş ağrısı, susuzluk, bulantı ve yüksek kan şekerine sebep olabilir.
      E920 Sistain: Un işleme ajanı. İnsan saçı, başta domuz olmak üzere hayvan kılı ve tavuk tüyünden elde edilir. nE924 potasyum bromat: Un işleme ajanı. Bulantı, kusma, diyare ve sancılara neden olabilir.
      E928 benzoil peroksit: Unun beyazlaması için kullanılır. Alerjik geçmişi olanlar sakınmalıdır. Büyüközer, “Bunlar migrenden alerjiye hatta kansere kadar birçok rahatsızlıklar oluşturabilen maddelerdir. Uygulamada ise bu katkı maddeleri bu isimleri ile değil ticari isimleri ile alınır satılır.
      Ayrıca fırınlarda bu katkı maddelerini hamura katacak eğitilmiş elemanların yetersizliği sebebi ile ekseriya limit aşımı tehlikesi de söz konusudur. Ancak ister paketli olsun, ister paketsiz satılsın çoğu ekmeklerde kullanılan katkı maddelerinin detay bilgileri yer almamaktadır. Bu da tüketiciyi zor durumda bırakmaktadır” şeklinde konuştu.
      Peki ne yapacağız?
      Dr. Müh. Hüseyin Kami Büyüközer, “Peki ne yapacağız?” sorusunun cevabını ise şöyle veriyor: “Güvendiğimiz market veya fırından katkısız ekmek isteyelim. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın yeni tebliğinde ekmeğe, herhangi bir katkı maddesi katılmaz ise “etiket üzerinde ekmek adı ile birlikte ‘katkısız’ ifadesi kullanılır” şeklinde bir düzenleme getirildi. O halde öncelikle çevremizde katkısız ekmek üreten fırınları araştırmalıyız. Bulduktan sonra iyice sorgulamalıyız. Çünki maalesef ülkemizde üreticilerden doğru bilgi almak ekseriya zor olmaktadır. İyice emin olduktan sonra katkısız ekmek tüketmeliyiz.
      BEYAZ EKMEĞİ KALDIRIN
      Kepek ekmeğini tercih etmeliyiz. Çünkü buğday, sağlık açısından yararlı B2 ve B6 vitaminleri ile niyasin, folik asit, demir ve çinko içeriyor. Bu maddelerin daha çok yoğunlaştığı kısım olan buğdayın dış kabuğu, un yapımı sırasında ayrıştırılıyor ve ekmeğin besin değeri düşüyor. Bu nedenle kepek ekmeği yemek daha doğru.”

    227. Domates Ağacı ( Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar )
      Çin’in doğusudaki Shandong eyaleti Shouguang düzenlenen uluslararası sebzecilik bilim-teknik fuarında yılda 3 bin ton ürün veren domates ağacı tanıtıldı.

    228. “Biz Onu Çoban Abdullah’a Verdik“
      „Bâyezîd-i Bestâmî (kuddise sırruh) hazretlerinden, birisi kerâmet talebinde bulundu. Hazret-i Şeyh:
      • Biz onu çoban Abdullah’a verdik. Git, sana göstersin, dedi ve gönderdi.
      O adam, kerâmet talebiyle çobanın yanına geldiğinde, elindeki çomağı kırıp, sağına-soluna diken çoban, çomaklardan zuhûra gelen üzümleri göstererek:
      • Şu sağımdaki beyaz üzüm benim amelim… Şu solumdaki siyah üzüm de senin amelinin iktizâsıdır, dedi.
      Sonra adam, sürü etrafında dolaşan ve koyunlara ziyan vermeyen kurtlara bakarak:
      • Kurtla koyun ne zaman barıştı? diye sorunca, Abdullâh-i Râî hazretleri şu düşündürücü cevabı vermiştir:
      • Allah ile çobanın barıştığı zaman…“

    229. Karahindiba çayı kanseri yendi!
      Windsor Üniversitesi Onkoloji Servisi bilimadamları tedavisinden umut kesilerek evine gönderilen 72 yaşındaki bir hastanın karahindiba bitkisinin çayıyla kanseri tedavi etmeyi başardı…

      Kanada’nın Windsor kentinde biliminsanları, halk arasında karahindiba olarak bilinen bitkinin çayı ile kronik miyelomonositik kan kanseri hastasını iyileştirmeyi başardılar.

      Kanser hastaları için umut verici çalışma, Windsor Üniversitesi Onkoloji Servisi bilimadamları ve Windsor Bölgesel Kanser Merkezi ekiplerince ortaklaşa yürütülüyor.

      Konuyla ilgili bilgi veren Dr. Caroline Hamm, karahindiba kökü ekstresinin eşsiz bir bitki olduğunu belirterek, bununla tedavisinden umut kesilerek evine gönderilen 72 yaşındaki bir hastanın iyileştiğini anlattı.

      John DiCarlio isimli hastanın, 3 yıl süren yoğun lösemi tedavisinin ardından, yapılacak birşey kalmadığı için, kalan ömrünü ailesi ile birlikte geçirmesi için evine gönderildiğini belirten Dr. Caroline Hamm, “laboratuvarda hazırlanan karahindiba ekstresini, John;un evine götürüp çay olarak hazırladık.

      Kendisine de nasıl hazırlayacağını öğreterek, bittikçe yenilerini verdik. 4 ay sonra kanser değerlerinde iyileşme saptadık. Aradan geçen 3 yılın ardından John, tamamen iyileşti” dedi.

      Karahindiba kökü çayının, herkeste aynı etkiyi göstermediğine dikkati çeken Dr. Hamm, her hastanın ihtiyacı olan dozun belirlenmesinin önemli olduğunu ve buna yoğunlaştıklarını ifade etti.

      Doktor tedavisi ve kontrolü altında olan, kemoterapi ya da düzenli ilaç kullanan kanser hastalarının, doktorlarına danışmadan bu çayı kullanmamalarını isteyen Dr. Caroline Hamm, bilim heyetinin Kanada Sağlık Bakanlığına ekstre ile ilgili yasal müracaatları yaptığını, bunun kabul edilmesi halinde klinik çalışmaların en az 21 hasta üzerinde başlayacağını söyledi.

      Caroline Hamm, 6 ila 8 ay sürecek olan birinci aşamanın ardından, karahindiba kökü çayının hangi kanser türlerine ne oranda iyi geldiğinin belirleneceğini anlattı.

    230. Çocukların korkuları

      Çocukların korkuları: 40 güne kadar çocuklar insanların gerçek vasıflarını, melekleri ve cinnileri görebiliyor. 2 yaşına kadar bütün sebepleri, dünyaya geliş sebebini dahi biliyor onun için onların her hareketleri manalıdır. 7 yaşına kadar cinleri görebilirler ve onlardan korkabilirler. Anne babalar korkan çocukları yalnız bırakmamalıdır. Kur’an-ı Kerim’i çok okumalı ve çocuklara öğretmelidir. Ne kadar öğrenebilirlerse o kadarını öğretmelidir.

    231. Hamilelerin Dikkatine…!
      Hamile kadınlardan alınan kan örneklerinde yapılan testlerde kadınlarda 50 farklı kimyasala rastlandı.
      Endişeye düşüren sonuç ise bu kimyasalların teste tabi tutulan 308 kadında da çıkması.
      İspanya San Cecilio Üniversite Hastanesi’nde 668 örnek ve 308 kadın üzerinde yapılan tesler 2000 ve 2002 yıllarındaki kimyasal etkilerin ölçüm sonuçlarıydı.
      Yüksek oranda kimyasallara maruz kalan kadınlarda bu kimyasalların ceninin hormonal yapısını bozduğu için üreme anormallikleri (gender-bending) görüldüğü kaydedildi. Sonuçlara şimdiden bazı balık ve hayvan türlerinde rastlanmaya başlandı.
      Kimyasallardaki EDC’ler (endoctrine- disrupting) yani vücuttaki hormonların dengesini bozan elementlere olan endişeleri de açığa çıkarıyor.Bilimadamları bu sonuçlara tarımda (böcek öldürücü, suni gübre, hormon) ve diğer ürünlerde kullanılan kimyasalların doğaya sızmasının neden olduğunu açıkladılar.
      Geçtiğimiz yıl buna benzer bir rapor WWF-UK (Dünya Doğal Hayatı Koruma Derneği) tarafından da kamuoyuna sunulmuştu.
      Yeni doğmuş bebeklere yapılan kan testlerinde ise sekiz faklı gruba ait kimyasala rastlandı. Bu kimyasalların da plastik yapımında ve boya hammaddelerinde kullanılan kimyasallar olduğu açıklandı.
      New York Rochester Üniversitesi’ndeki bilimadamları tarafından yapılan araştırmada ise benzer kimyasalların evlerde kullanılan sabun, deterjan, makyaj malzemesi ve tekstil ürünleri gibi binlerce çeşit üründe bulunduğunu ve bunların doğmamış bebeklerin gelişimini etkilediğini açıkladılar.
      Ortaya çıkan sonuçlar özellikle hamile kadınların aldıkları gıdalarda, evde kullandıkları malzemelerde ve kıyafetlerinde kimyasallardan uzak durmaya çalışmaları konusunda önem taşıyor.
      İspanya Granada Üniversitesi’nin yaptığı araştırmalarda ise 17 farklı kimyasala rastlandı. Testlerde bazı plasentalarda 15 ila 17 farklı kimyasala rastlandı. Testi yürüten Maria Jose Lopez Espinosa, bu tür kimyasallara maruz kalan bebeklerin sağlık durumları konusunda endişe duyduğunu belirtti. Espinosa “Sonuçlar alarm verici. Teste tabi tuttuğumuz hamile kadınların %100’ünün plazentasında en az bir çeşit böcek öldürücü kimyasala rastladık. Ama genel testlere baktığımızda bu oran 8 farklı kimyasala kadar çıkıyor.”dedi.
      Anne adaylarını uyararak şöyle ekledi: “Kimyasallara açık olan çocukların ne gibi kötü sonuçlara maruz kalacağını net bilemiyoruz ama plazentada, ceninin önemli gelişim safalarında ciddi etkilere yol açacağını ön görebiliyoruz”
      Modern kimyasal-yüklü çevremizin hamile kadınlar için özellikle sakıncalı olduğu belirtiliyor. Gebelik döneminde dış etkiler annenin yağ dokusuna yerleşir ve oradanda plasenta ve kan yoluyla doğmamış bebeğe ulaşır.
      Bilimadamları anne adaylarının kimyasal alımlarına dikkat etmelerini bunu da organik ve sağlıklı ürünleri tercih ederek, doğru egzersizle ve doğru beslenmeyle yapabileceklerini söylüyorla

    232. DETERJANLA GELEN TEHLİKELER…

      Mikropların insan hayatında büyük rolü vardır.Mikroplar havayı suyu temizlerler , zenginleştirir ve toprağın verimliliğini sağlarlar.Mikroplar ölü insan,hayvan ve bitkileri çürüterek dünya yüzeyini temizlerler.İnsanların ve hayvanların derilerini-kıllarını ve bitkileri temizler;bütün canlıları çeşitli hastalıklardan korur;dünyadaki yaşam sürecini dengeler.Her bir çeşit mikrobun vazifesi o kadar net, o kadar ince ve farklıdır ki,insanlar bunları asla beceremez.Mikroplar o kadar önemli varlıklardır ki,tamamı aniden yok olsa,dünya hayatı bazı alimlere göre sadece 15,20 dk bazılarına göre ise 1 saat sonra sona ererdi.Biyologlar “Melek dediğimiz varlıklar belkide mikroplardır” demektedir.Bugün mikropalara 3 yönden birden acımasızca hücum edilmektedir.

      Dr.Aidin Salih

      1-Antibiyotik,Sülfanilamid gibi antimikrobiyal maddeler,sterilizasyon işlemleri,deterjanlar ve tarım ilaçları mikropları direkt öldürür veya çoğalmasını durdurur.

      2-Yağların hidrojenize edilmesi,besinlere katılan koruyucu katkı maddeleri ve aromalar besinlern yapısını bozarak mikropların yiyemeyeceği hale getirir,beslenme ve çoğalmalarını engeller.

      3-Mikroplara karşı açılan en tehlikeli ve kapsamlı savaş nano teknoloji ve gen teknolojisi ürünü maddelerle yapılmaktadır.Bu şekilde mikroplar hem besinden mahrum edilerek hemde doğrudan öldürülerek yok edilir.

      Ancak mikroplara karşı açılan bu amansız savaş mikroplardan çok insanlara zarar vermiştir.Tuz ruhu,Çamaşır suyu,bulaşık deterjanı,yağ çözücü,lavabo açıcı,çamaşır deterjanı,leke giderici,beyazlatıcı,yumuşatıcı ve benzeri organik kalıntı ve mikropları nasıl anında eritir yok ediyorsa,akciğer ve beyin hücrelerinide aynı düzeyde,üstelik doğrudan etkilemektedir.Solunum yoluyla vücuda karışan deterjanlar beyin damarlarına ,akciğerdeki bronşları ve alveolleri eritir,yıpratır,şişirir ve kana karıştırır.

      Kan dolaşımı bozuklukları,damar deformasyonları,alzheimer gibi ağır beyin hastalıklarına,akciğer karaciğer,böbrek hastalıklarına yol açar.

      Kimyasal deterjanlara alternatif olarak sunulan,gen teknolojisi yöntemiyle üretilen “tamamen doğal ve sağlıklı” olduğu idda edilen,hatta suyu çiçeklere döküldüğünde onları çoşturan bitkisel kökenli deterjanlar kimyasal deterjanlardan daha tehlikelidir.Bunlar mutasyonlara ve kansere neden olabilir.Bu temizlik maddelerini kullanan insanlar cansız,halsiz,uyuşuk,hormon dengesi bozulmuş,hafızası zayıflamış,şuuru bulanık,düşüncesi bozuk,mutsuz,depresif,rengi toprak rengi veya kanı çekilmiş gibi,saçları kırık ve seyrek,tırnaları gri veya mordur.Böyle olması doğaldır,çünkü bu rahatsızlıklar,Allah’ın hizmetimize verdiği,yanlızca vazifesini yerine getirmeye çalışan varlıkları,yani miproları,vazifeleri başında öldürmenin karşılığıdır.Vücud ve elleri yıkarken her defasında sabunlamak şart değildir.Cildin üzerinde yaşayan,cildin sağlığını korumakla görevli mikroplar bu işi bizden daha doğru yaparlar.

      Biz olur olmaz sabun kullanarak bu mikropların görevini aksatmış oluruz.Aslında su ve topraktan daha iyi temizleyici yoktur.

      Çağdaş insan yiyecek,içecek ve vücut bakım ürünlerindeki koruyucularla,kullandığı kimyasal ilaçlarla adeta kendini mumyalamıştır.Demekki,deterjan,tarım ilacı,antibiyotik ve katkı maddelerini kullanan insan “Ekolojik kıyameti“ bizzat kendi elleriyle hazırlamaktadır.

    233. Dikkat sentetik et geliyor
      Sentetik bir hayat vadeden batı kültürü şimdide de sentetik/yapay et icat etti. Hollandalı geliştirilen yapay etten üretilen hamburgerinin Ekim ayına dek hazır olacağını söyledi.

      Kimliği açıklanmayan bir kişinin bağışıyla üretilen ve 250 bin euroya mal olan sentetik etin, büyükbaş hayvanlardaki kök hücreler kullanılarak elde edildiği açıklandı.

      Hollanda’daki Maastricht Üniversitesi’nden Doktor Mark Post, projenin ardındaki ismin, Ekim ayında dünyaca ünlü şef Heston Blumenthal tarafından pişirilecek eti ilk hangi ünlünün tadacağına henüz karar vermediğini anlattı.

      Dünyada ete olan talebin 2050 yılında ikiye katlanması bekleniyor.

      Et üretimi için hayvancılık sektörü, dünyadaki tarımsal arazinin yüzde 70′ini kullanıyor.

      Çiftlik hayvanları var hayvancılığın küresel ısınmaya etki ettiği belirtiliyor.

      Uzmanlar, sentetik et sayesinde et ticaretinin çevreye verdiği zararın en aza indirgeneceği yolunda umutlarını dile getirdi. Bilimadamları laboratuvarda üretilecek etlerin çok daha sağlıklı olabileceğini, bakteri riskinin azalacağını savunuyor.

      Ama kimi çevreler -Frankeştayn tarzı- diye tanımlayan sentetik eti, doğal olmayan bir gıda olduğu gerekçesiyle eleştiriyor. (bbc)

      DEĞİŞEN BİR ŞEY OLMAYACAK

      Günümüzde etler hayvanlardan elde eidlse de besin değeri olmayan sentetik etlerden ne farkı var ki? Üstelik antibiyorik ve hormonlarda cabası…

    234. Çayda domuz kanı tespiti
      Çayda domuz kanı iddiasını değerlendiren Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi Başkanı Kemal Özer; “Çaya domuz kanı eklendi haberleri, Türkiye’nin gıda fotoğrafının sadece küçük bir kesitidir” dedi.
      Dünyanın en çok çay tüketen ikinci toplumu olan Anadolu insanının çayına domuz kanı karıştırılmasının ihtimal dışı olmadığını belirten Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi Başkanı Kemal Özer, yaptığı açıklamada şu görüşleri dile getirdi:
      HABERLERDE HİÇBİR HATA YOKTU
      “Hafta başında çok sayıda ilimizde Jandarma’nın 6 ay süren takibi sonrasında piyasa değeri 20 milyon (20 trilyon) lira olan, 1 milyon 473 bin kilogram çayın İran’dan, katırların sırtında kaçak yollarla Türkiye’ye sokulduğunun tespit edilerek operasyon yapıldığı, yapılan operasyonda; aralarında polis, jandarma, adliye görevlileri ve işadamlarının da olduğu 32 kişinin gözaltına alınarak mahkemeye sevk edildiği haberi AA, CİHAN, DHA, İHA haber ajansları ile birçok basın yayın organında yer almıştı.
      DOMUZ KANI SON OPERASYONA AİT DEĞİL
      “Jandarma Komutanlığı ekiplerince önceki operasyonlarda ele geçirilen ve Gümrük Müdürlüğü’nce, yediemin depolarında muhafaza edilen çayların Tarım Bakanlığı laboratuvarlarına gönderilen numunelerinde yapılan incelemelerde de domuz kanı ve sağlığa zararlı birçok katkı maddesi bulunduğu” bilgisi, müştereken tüm haberlerde yer almaktaydı.
      Türkiye’de faaliyet gösteren tüm ajanslarda benzer ifadelerle yer alan bu haberin tümünde, Tarım Bakanlığı laboratuvarlarında domuz kanı tespit edildiği bilgisi yer almaktaydı. Ajanslar bu habere bir basın açıklaması veya basın toplantısı yoluyla ulaşmamış, bilakis sanıkların adliyeye intikali sırasında haberdar olmuşlardı. Ayrıca muhabirler de haberi farklı kaynaklardan aldıklarını ifade etmekteler.
      Bu haberi ilginç kılan ve daha çok etki yapmasına neden olan “domuz kanı” bulunduğu bilgisi, -bir gün gecikmeli olarak- Tarım Bakanlığı ve Van Valiliği’nce yalanlandı.
      Ajansların haberleri dikkatle incelendiğinde, domuz kanının son operasyona ait olmadığı, özellikle de bu operasyon öncesi yapılan diğer operasyonlar kast edilerek, çaylarda domuz kanı dâhil çok sayıda sağlığa zararlı katkı maddesinin yer aldığı açıkça görülecektir. Buna rağmen, Bakanlık ve Valiliğin, önceki operasyonların inceleme sonuçlarını yok sayarak, ‘analiz yapılmadı ki, domuz kanı tespit edilsin’ kabilinden bir açıklama yapması, hem operasyonu gölgelemiş, hem de toplumu yanlış bilgilendirmiştir.
      ÇAYKUR: İTHAL ÇAYLAR ZEHİR DEPOSU
      Türkiye’nin en büyük çay tedarikçisi ve Tarım Bakanlığı’na bağlı bir Genel Müdürlük olan Çaykur’un Genel Müdürü yaptığı açıklamada “Yabancı menşeli çaylarda zararlı kimyasallara rastladık. Zirai mücadelede kullanılan ilaçlara ve ağır metallere rastladık. Menşei belli olmayan bu çaylar tüketici için ciddi bir tehdit oluşturuyor. Dışarıdan gelen çayların içerisinde ne olduğunu bilmiyoruz” şeklinde gerçeği bir başka dille ifade etmektedir.
      TARIM BAKANLIĞI BUNU HEP YAPIYOR
      Ne yazık ki bütün bu gerçekler, Tarım Bakanlığı ve Van Valiliği’nin basın açıklamasıyla gölgelenmekle kalmamış, hem topluma yanlış bilgi verilmiş, hem dürüst üreticilere hem de basın mensuplarına büyük bir haksızlık yapılmıştır. Tüm çıplaklığıyla ortada olan olayla ilgili, kamuoyu şu soruların cevaplarını beklemektedir.
      İŞTE CEVAP BEKLEYEN SORULAR
      1- Haber metinlerindeki ‘önceki operasyonlarda ele geçirilen çayların, Tarım Bakanlığı laboratuvarlarına gönderilen numunelerinde yapılan incelemelerde de domuz kanı ve sağlığa zararlı birçok katkı maddesi bulunduğu’ ifadesinin son operasyona ait olmadığı halde, Tarım Bakanlığı neden yalanlama ihtiyacı hissetmiştir?
      2- Şayet bu bilgi doğru değilse, bu kadar ajans bu bilgiye nasıl ulaşmıştır ve habercilere bu bilgileri kim veya kimler vermiştir? Bu bilgiler yanlışsa, bilgi kaynakları hakkında herhangi bir işlem yapılmış mıdır?
      3- Bu durumda, önceki operasyonlarda ele geçirilen çayların analiz sonuçları dava dosyasında var mıdır?
      4- Çaykur genel müdürünün haberleri doğrulayan açıklamasına rağmen, Bakanlık, kamuoyunu yeniden ve doğru olarak bilgilendirecek midir?
      5- Son operasyonda dâhil olmak üzere tüm gelişmeler kamuoyuna açıklanarak şeffaflık sağlanacak mıdır? Yoksa bir yalanlama açıklaması ile konunun üzeri kapatılacak mıdır?
      6- Gıda maddelerini yasal olmayan yollarla ülkeye sokanlar ve sağlıksız ürünleri tüketime arz ederek toplum sağlığını hiçe sayan şahıs, kurum ve şirketler ifşa edilecek midir?
      7- Hem tüm bu risklere, hem de dünyanın en önemli çay üreticilerinden biri olmamıza rağmen, hâlâ çay ithalatına izin verilmeye devam edilecek midir?
      GERÇEK HALKTAN SÜREKLİ SAKLANIYOR
      Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi olarak bu son olay vesilesiyle, Türkiye’de hâlen yaşanmaya devam edilen ve önlenmesi için hiçbir somut adım atılmayan ‘gıda terörü’ ile ilgili bazı bilgileri kamuoyu ile paylaşmakta yarar görmekteyiz.
      Ne yazık ki, ülkemizde gıda terörü ile ilgili medyaya yansıyan olay sayısı son derece azdır. Oysa ülkemiz gıda terörünün en yoğun görüldüğü ülkelerden biridir. Medyaya yansıyan olaylarla ilgili olarak Bakanlık bilgileri gizleyip, olay takibinin yapılmasını engellemektedir. Bu da birçok gıda sorununun sumen altı edilmesine, dolayısıyla da insanların sağlık sorunları yaşayarak maddi ve manevi zarar görmesine neden olmaktadır.
      DOMUZ KANI SİGARA FİLTRELERİNDE DE BULUNMUŞTU
      Hatırlanacağı üzere geçtiğimiz yıl, sigara filtrelerine domuz kanı ilave edildiği bazı üniversiteler tarafından tespit edilmiş, hatta bir üreticinin itiraf etmesine rağmen, konunun üstü Sağlık Bakanlığı tarafından kapatılmıştı.
      HALK SAĞLIĞINI ASIL TEHDİT EDEN BAKANLIK
      Bu tür tespitleri kamuoyu ile paylaşarak, üreticiler nezdinde caydırıcı olması gereken Tarım Bakanlığı, tüm gıda sorunlarının üstüne sünger çekerek, halk sağlığını tehdit eden en büyük güç olma vasfını koruyor.
      Herhangi bir gıda ve sağlık sorunu polis operasyonuna konu olmadığı, yargıya intikal etmediği veya basın tarafından haber yapılmadığı sürece, Türkiye, insanlığı tehdit eden bu tehlikeyi hiçbir zaman öğrenememektedir. Mezkûr gelişmede olduğu gibi çoğu hâdisede de yapılan açıklamalarla olaylar kapatılmak istenmektedir.
      GIDA TERÖRİSTLERİNİN DEŞİFRE EDİLMESİNDE KAMU YARARI YOKMUŞ
      Yine bu vesileyle, Gıda Hareketi olarak geçtiğimiz ay Tarım Bakanlığı’na yaptığımız, ‘mevzuata aykırı gıda üreten firmaların kimler olduğu’ yönündeki sorumuza verilen üzücü ve kaygı verici cevabı paylaşarak, Tarım Bakanlığı’nın bozuk ve sağlıksız gıda üreten firmalara yönelik korumacılığına dikkatleri çekmekte yarar görüyoruz.
      “Olumsuzluk tespit edilen ürünler belirli bir firma tarafından üretilmiş ürünler olmayıp, gıda üretim tüketim sürecinde ürün bazında tespit edilen olumsuzluktan da sadece bir firma sorumlu değildir. Ayrıca denetimler sonucunda tespit edilen bu ürünler, toplatılmış olduğundan ve satın alınması yasal olarak mümkün olmadığından, ürün ve üreticilerinin adlarının tüketiciye duyurulmasında halk sağlığının korunması bakımından pratik bir yarar bulunmamaktadır. Talep ettiğiniz firma ve marka isimlerinin, tarafınıza verilmesi veya kamuoyuna açıklanması uygun görülmemektedir” (31 Mayıs 2011 / Tarım Bakanlığı Koruma Kontrol Genel Müdürlüğü)
      TARIM BÜROKRASİSİ DE YARGILANMALI
      Nasıl ki kazalarda Karayolları Genel Müdürlüğü de kusuru oranında yargılanıyorsa, sağlıksız gıda üreten, rüşvet alıp/verenlerle birlikte, denetim görevini yeterince yapmayan Bakan ve bürokratları da yargılanmalıdır.
      Çünkü anayasanın ve yasaların yüklediği denetim yükümlülüğünün gereği gibi yapılmaması ve denetim sonuçlarının kamuoyundan gizlenmesi suçtur. Bu suçlar cezalandırılmazsa, kontrol edilemez hâle gelir ve bugünkü sonuçlar ortaya çıkar. Unutulmamalıdır ki, sağlıksız gıda, temel insan haklarının ihlâlidir.
      Bu gelişmelerin toplum ve medyanın duyarlılığını artırmasını diliyoruz.”

    235. Tarih Boyunca Kabe Kaç Kere Bina Edildi?
      Kabe’nin on kere bina edildiği söylenildi.
      1-Âdem Aleyhisselâm, yaratılmadan önce meleklerin bina etmesi.
      2-Âdem Aleyhisselâm’ın bina etmesi.
      3-Âdem Aleyhisselâm’ın oğlunun bina etmesi.
      4-(lbrâhim) Halilüllah Aleyhisselâm’ın bina etmesi.
      5-Amâlikahların bina etmesi.
      6-Cürhümlülerin bina etmesi.
      7-Kusay bin Kilâb’ın bina etmesi.
      8-Kureyşlilerin bina etmesi.
      9-Abdullah bin Zübeyr’in bina etmesi.
      10-Haccac bin Yusuf un bina etmesi. Haccac b. Yusuf un yapmış olduğu, bütün Kâbeyi bina etmek değildir. Belki bâzı duvarlarını yıktı. Abdullah bin Zübeyr (r.a.)’m yapmış olduğu kapıyı söktü. Kâbeyi kureyşlilerin yapmış olduğu eski hale getirdi.
      Hafız Süheylî (r.h.) buyurdular: Kabe dünyâ tarihi boyunca beş kere bina edildi.

    236. MİMAR SİNAN’DAN SÜRPRİZ MEKTUP
      Birkaç yıl önce Süleymaniye Cami’sinin yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya kalması üzerine en yetkin mimar ve mühendislerden oluşan bir ekip, camiinin bütün yükünü taşıyan kemerleri incelemeye aldı.
      Kemerlerin içinde gizli bir bölme ekibin dikkatini çekti.
      Bölmede, Mimar Sinan’ın imzasını taşıyan Osmanlıca bir mektup vardı. Mektup’ta şöyle yazıyordu:
      “Bu notu bulduğunuza göre kemerlerden birinin kilit taşı aşındı ve nasıl değiştirileceğini bilmiyorsunuz.”
      Koca Sinan kademe kademe kilit taşının nasıl değiştirileceğini anlatıyordu. Heyet, Sinan’ın söylediklerini aynen uyguladı. Süleymaniye Camii böylelikle kurtarıldı. Bu not şimdi Topkapı Sarayı’nda saklanıyor.
      Asırlar önceki bu incelik ve feraset, umarız günümüz mimarlarına ve müteahhitlerine örnek olur da, depremlerde bunca kayba neden olunmaz.

    237. Bedenin ve Azaların Hakları
      İnsanın bedeninde bulunan organların her birisinin insan üzerinde hakkı vardır. Her birini yaratılış amacına uygun olarak kullanmadığı zaman sorumlu olur. İnsanın organları yedidir. Bunlar göz, kulak, el, ayak, dil, mide ve tenasül uzvudur. Her birinin hakkını ifrat ve tefrite kaçmadan vermek gerekir. Yoksa sorumluluktan kurtulamaz. Her aza ve aletin hakkını verir emir ve rıza dairesinde çalıştırırsan o zaman her aza ve aletin kıymeti birden bine çıkar. Hem değerlenir, hem insana değer katar, hem dünya ve ahiret saadetini kazandırır.
      1. Dilin Hakkı:
      Dilini çirkin sözlerden koruyarak hayır ve güzel sözlerle süslemek, delile dayalı olarak dine ve dünyaya ait faydalı konuşmalar yapmandır. Dil kişinin aklına delildir. Kişiyi konuşturduğunuz zaman onun aklını ve bilgisini anlarsınız.
      Her organın bir sadakası vardır. “Dilin sadakası güzel ve hoş sözdür.” (Buhari, Sulh, 1) insanı güzelleştiren ve bütün çirkinliklerini öreten tatlı dilli ve hoş sohbet sahibi olmasıdır. Gereksiz sözlerden kaçınmak, gereğinden fazla sesini yükseltmek, bağırarak konuşmak ve sert söz söylemek, dili ile insanların ayıplarını ortaya dökmek ve alay etmek çok büyük günah ve kötü huylardandır. Dili ile bu gibi günahları işlemekten kaçınmalıdır.
      Dil senin için, Allah’ın zikrini çok yapman, kitabını okuman, insanları Allah’ın yoluna irşat etmen, içinde gizli olan dini ve dünyevi ihtiyaçlarını açıklaman için yaratılmıştır. Eğer Allah’ın yarattığı gayenin dışında kullanacak olursan Allah’ın nimetine nankörlük etmiş olursun. Allah insanları ancak dillerinin biçtikleri şeyler üzere yüzüstü cehenneme atar.
      Dilini şu yedi şeyden; Yalan, Sözünde durmaman, Gıybet, Münakaşa, Lanet etmek, Yaratıklara beddua etmek, İnsanlarla uygunsuz şaka yapmak, alay etmek ve dalga geçmek gibi küçük düşürücü sözlerden korumalısın.
      Kişi konuşmadıkça emniyette ve güvendedir, kimsenin onunla işi olmaz. Ancak konuştuğu zaman delilini de getirmesi gerekir. Konuşmada affedilmeyecek olan şey yalandır. Cahil için susmaktan daha iyisi yoktur; ancak bunu bilmiş olsaydı cahil olmazdı. Sözün tesir edeceğini bilirsen söz söyle, seni dinlemeyene yüz sözün de olsa söyleme. Muhatabın anladığı dilden konuşmak gerekir. Bazen sert ve acı ifadeler fayda verir. Katı huylu ve kara kalpliye keremle söz söyleme. Yumuşak eğeyle demirdeki pas temizlenmez.
      Dili ve dildeki kuvve-i zaika denen tat alma duygusunu Fâtır-ı Hakîm’ine satıp izni dairesinde kullanmayarak nefis hesabına ve mide namına çalıştırırsan o vakit midenin tavlasına ve fabrikasına bir kapıcı derkesine iner ve sukût eder. Şayet Rezzak-ı Kerim’e satsan; o zaman dildeki kuvve-i zaika, rahmet-i ilâhiye hazinelerinin bir nâzır-ı mahiri ve Kudret-i Samedâniye matbahlarının bir müfettiş-i şâkiri rütbesine çıkar. (Sözler, 27)
      2. Gözün Hakkı:
      Gözün hakkı bakılması sana helal olmayan şeyden koruman, gönül gözünü açacak ve ibrete vesile olacak ve sana fayda sağlayacak olan yerler dışında gözü kullanmamaktır. Zira göz ibret penceresidir. Gözü şehvetle bakmaktan, bir insana hakaret gözü ile bakmaktan ve ayıp aramak için bakmaktan korumak gerekir.
      Göz ruhun penceresidir ki ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer gözü nefis hesabına çalıştırsan geçici, devamsız bazı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve heves-i nefsaniyeye bir kavvad derekesinde bir hizmetkâr olur. Eğer gözü gözün Sâni-i Basîrine satsan, yani onun hesabına ve izni dairesinde çalıştırsan o zaman şu göz, şu kitab-ı kebîr-i kâinatın bir mütalaacısı ve şu âlemdeki mu’cizât-ı sanat-ı Rabbaniyenin bir seyircisi ve Küre-i Arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar. (Sözler, 27)
      3. Kulağın Hakkı:
      Kulağın hakkı gönülde hayırlı tesir bırakacak güzel ahlakı kazandıracak olan sözler dışındakine kulağını kapamaktır. Kulak kalbe giden sözlerin kapısıdır. Hayırlı ve şerli her nevi manayı oraya taşır. “Melekât ve malûmat-ı kalbiye, alelekser kulak penceresinden kalbe girerler. Bu itibarla sem’, kalbe yakındır. Ve aynı zamanda, cihat-ı sitteden malûmat aldığı cihetle kalbe benziyor. Zira göz yalnız ön ciheti görür. Bunlar ise her tarafı görürler.” (İşaratu’l-İ’câz, 78)
      İnsan küfür sebebiyle kulağa ait pek büyük bir nimeti kaybetmiş olur. Kulaktaki zar nur-u iman ile ışıklanırsa kâinattan gelen manevî nidaları işitir. Lisan-ı hal ile yapılan zikirleri, tesbihatları fehmeder. Hattâ o nur-u iman sayesinde, rüzgârların terennümatını, bulutların na’ralarını, denizlerin dalgalarının nağamatını ve hâkeza yağmur, kuş ve saire gibi her nev’den Rabbanî kelâmları ve ulvî tesbihatı işitir. Sanki kâinat, İlahî bir musikî dairesidir. Türlü türlü âvâzlarla, çeşit çeşit terennümatla kalblere hüzünleri ve Rabbanî aşkları intıba’ ettirmekle kalbleri, ruhları nuranî âlemlere götürür, pek garib misalî levhaları göstermekle, o ruhları ve kalbleri lezzetlere, zevklere garkeder. Fakat o kulak, küfür ile tıkandığı zaman, o leziz, manevî yüksek savtlardan mahrum kalır. Ve o lezzetleri îras eden âvâzlar, matem seslerine inkılab eder. Kalbde, o ulvî hüzünler yerine, ahbabın fıkdanıyla ebedî yetimlikler, mâlikin ademiyle nihayetsiz vahşetler ve sonsuz gurbetler hasıl olur. Bu sırra binaendir ki, şeriatça bazı savtlar helâl, bazıları da haram kılınmıştır. Evet ulvî hüzünleri, Rabbanî aşkları îras eden sesler, helâldir. Yetimane hüzünleri, nefsanî şehevatı tahrik eden sesler, haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise, senin ruhuna, vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır. (İşaratu’l-İ’caz, 70)
      Kulağı fuhş, gıybet, bid’a sözlere kulak vermekten ve batıla, insanların kötülüklerinin anlatıldığı konuşmalara dalmaktan onları koru. O kulaklar Allah’ın ve Rasulullah’ın zikrini, evliyalarının hikmetini duyman için Âlemlerin Rabbı olan Allah’ın yanındaki daimi nimetlere ulaşman için yaratılmışlardır. Onlar ile kötü ve çirkin şeylere kulak verdiğinde senin lehine yaratılmış kulaklar aleyhine dönüşüverir, kurtuluş sebebin olan kulak helak sebebin olur, bu da büyük bir hüsrandır. Zannetme ki günah, yalnızca kötülük söyleyene vardır, dinleyen de söyleyenin günahına ortaktır, o da gıybetçilerden birisidir.
      4. Ellerin Hakkı:
      Ellerin hakkı sana helal olmayan şeylere onu uzatmaman ve bu sebeple dünyada kınanmayı, ahirette azabı hak etmemendir. Müslüman birine vurmaktan ve haram mal elde etmekten Allah’ın yaratıklarından birine eza etmekten, emanet edilmiş bir şeye ihanet etmekten, konuşulması caiz olmayan bir şeyi yazmaktan onları koru. Şüphesiz ki kalem iki dilden biridir. Kalemi de dilini koruman gereken şeylerden koruman gerekir.
      5. Ayakların Hakkı:
      Ayakların hakkı sana helal olmayan yerlere gitmemendir. Şüphesiz o ayaklar seni hayra sevk etmek ve hayır yolunda kullanmak için sana verilmiştir. Helal rızık temini ve dinin sana yasak etmediği yerlere gitmekte beis yoktur.
      Peygamberimiz (sav) “Kim ilim öğrenmek amacı ile yola çıkarsa Allah ona cennet yolunu kolaylaştırır” (Müslim, Zikr, 39) buyurarak ayakların gideceği en helal ve güzel şeyin ilim öğrenmeye gitmek olduğunu bize haber vermiştir.
      6. Midenin Hakkı:
      Midenin hakkı onu az olsun, çok olsun Allah’ın haram kıldığı şeylerle doldurmaktan ve haksız kazancın ürünü olan yemeği yemekten korumaktır. Helalin de çoğu israf olduğu için haramdır, mideyi oburluktan korumak da midenin haklarındandır. Kişi haram gıdalarla midesini doldurmayacağı gibi, tıka basa yemekten de midesini korumalıdır.
      Mideni haram ve şüpheli şeyleri yemekten koru. Helal kazanmaya dikkat et, helali bulduğunda da onunla yetin. Karnını tamamen doyurmamaya gayret et. Çünkü karın tokluğu kalbi katılaştırır, zihni bozar, hafızayı zayıflatır, ilim öğrenme ve ibadetlerde organlara ağırlık verir, şehveti artırır, Şeytan’ın askerlerini kuvvetlendirir. Helal ile karın tokluğu her türlü kötülüğün başlangıcı olduğu halde, haram ile doyurmak nasıl olur.
      7. Cinsiyet Organının Hakkı:
      Cinsel organını da helal olmayan ilişkilerden, haramdan koruyarak helal olan ilişkilerde kullanarak hakkını vermelidir. Yüce Allah “Onlar iffetlerini korurlar, ancak eşleri ve ellerinin sahip olduklarından dolayı kınanmazlar” (Mü’minun, 23:5-6) buyurarak bunun sınırlarını çizmiştir. Bunun için de öncelikli olarak gözü ve kulağı haramdan, mideyi çok doldurmaktan korumak gerekir. Göz, kulak, mide ve düşünce ile cinsiyet organı arasında büyük bir ilişki vardır. Cinsel organı korumak için öncelikli olarak gözü, kulağı, mideyi ve düşünceyi korumak gerekir. Bunlar kalbde şehvetin tohumlarını ekerler.
      İnsanın kendisini zinadan ve haram ilişkilerden koruması için evlenmesi gerekir. “Evliliğin amacı da neslin çoğalmasıdır. Şehvet ve kaza-i şehvet lezzeti ise, o vazifeyi gördürmek için rahmet tarafından verilen bir ücret-i cüz’iyedir.” (Sözler, 409) Durum bu olunca kişi bu amaca uygun davranması gerekir.
      Sonuç:
      Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Cehennemin yedi kapısı ve her kapı için ayrılmış bir grubu vardır” (Hicr, 15:44) buyurur. İnsanı cehenneme sokacak olan yedi azası ve bu azalarla işlenen günahlardır. Her bir aza insanı cehennemin bir kapısına denktir. Bunlar da yukarıda saymış olduğumuz göz, kulak, dil, mide, eller, ayaklar ve tenasül âletidir. Cehennemden korunmak isteyen bu azalarını korumalıdır.
      İnsanın bütün kazanımları bu yedi azası iledir. İhtiyaçları da bu yedi azaya bağlıdır. İnsanın dünya ve dış çevre ile münasebeti de bu yedi aza vasıtasıyladır. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Her nefis kazandığı şeye karşılık rehindir” (Tur, 52:21) buyurur. Kişi bu azalarla işlemiş olduğu günahlardan dolayı cehennemde rehin tutulacağı bu ayetle anlatılmıştır.
      Şayet bu aza ve aletler Allah’ın emrettiği şekilde amacına uygun kullanılırsa büyük kar ve kazançlar sağlanır. Sonra bütün be aza ve aletlerin ibadeti ve tesbihatı ve o yüksek ücretleri, en muhtaç olduğun bir zamanda Cennet yemişleri suretinde sana verilecektir. Şayet Allah’ın sana emanet ettiği ve iki cihan saadetini kazanmak için sana verdiği bu aza ve âletleri Allah namına çalıştırmazsan bu karlardan mahrumiyetten başka büyük zarar edersin.
      Evvelâ, emanete hıyanet cezasını çekeceksin. Çünkü en kıymettar aletleri, en kıymetsiz şeylere sarf edip nefsine zulmettin ve değerini düşürürsün. İkincisi, bütün o kıymettar cihazları hayvanlıktan çok aşağı derekeye düşürerek hikmet-i ilâhiyeye iftira ve zulmetmiş olursun. Üçüncüsü, ebedi hayatı ve bu hayata lazım olan şeyleri tedarik etmek için verilmiş olan akıl, kalp, göz ve dil gibi güzel hediye-i Rahmaniyeyi Cehennem kapılarını sana açacak çirkin bir surete çevirmiş olursun. (Sözler, 29)
      Allah’ın verdiği alet ve azaları Allah namına ve hesabına kullanmak hiç te zor değildir. Helal dairesi geniştir, keyfe kâfidir, harama girmeye hiç lüzum yoktur. Allah’ın insana farz kıldığı şeyler ise hafiftir, azdır. Allah’a abd ve asker olmak, öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez. Vazife ise bir asker gibi Allah namına işlemeli, başlamalı ve Allah hesabıyla vermeli ve almalı, izni ve kanunu dairesinde hareket etmelidir. Kusur etse, istiğfar etmeli, “Ya Rab! Kusurumuzu affet, bizi kendine kul kabul et, emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Amîn!” demeli ve ona yalvarmalıdır. (Sözler, 29)
      Peygamberimiz (sav) “Sizden her birinizin her bir azasının tesbihi ve sadakası vardır. Her tesbih sadakadır, her tahmid sadakadır, her bir tehlil sadakadır, her tekbir sadakadır. Emr-i bi’l-maruf ve nehy-i anil-münker sadakadır” (Müslim, Misafirun, 74) buyurarak her bir azanın ibadetinin olduğunu ve hakkının verilmesi gerektiğini anlatmıştır. “Kişinin kendisini ilgilendirmeyen, malayani şeyleri terk etmesi müslümanlığının güzelliğidir” (Tirmizi, Zühd, 11) buyurmuşlar ve herkesin kendi işine ve vazifesine odaklanması gerektiğini belirtmişlerdir.

    238. Çocuklarınıza üç şeyi öğretiniz:Peygamberinizi sevmeyi, onun ehli beytini sevmeyi ve Kur’ân-ı Kerîm okumayı.
      (Hadîs-i Şerif—Muhtâru’l-Ehâdis) –

    239. Yediğiniz yemeği Allah’ı zikrederek ve namaz kılarak eritiniz. Yemeğin üzerine (hazmetmeden) uyumayınız. Yoksa kalbiniz katılaşır.
      (Hadîs-i Şerif—Muhtâru’l-Ehâdis) –

    240. ETTEN DOMUZ sütten kanser ÇIKTI – Bunun adı gıda terörü !
      İstanbul Yemek Sanayicileri Derneği (İYSAD) Başkanı Sadık Çelik’in BUGÜN gazetesine yaptığı “Dışarıda satılan yiyeceklerin denetimi zayıf. 30 milyon insan ne yediğini bilmiyor” açıklamalarının ardından gıdada yaşanan sorun laboratuvar sonuçlarıyla da ortaya kondu. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından 2009 yılında yetkilendirilen Uzman Özel GıdaKontrol Laboratuvarı Genel Müdürü Seyfettin Parıldar, sadece İstanbul’da faaliyet gösteren 60 binden fazla gıda işletmecisi olduğunu ve bunları denetlemekonusunda devletin yetersiz kaldığını söyledi.
      EŞEK VE DOMUZ ETİ VAR
      Özellikle et, süt, salça ve yoğurt gibi çok tüketilen ürünlerde taklit ve tağşişler (karıştırma) yapıldığına dikkati çekenParıldar şöylekonuştu: “Sucuk, salam ve sosis gibi ürünlerde bu çok sık oluyor. İçlerine bağırsak, akciğer, karaciğer karıştırıyorlar. At, eşek, domuz gibi hayvanların etleri de bazı ürünlere katılıyor.” Parıldar tüketicilere, kıyma alırken ambalajlı ürün almamalarını, kıymayı parça etten yaptırmalarını tavsiye etti. Raf ömrünü uzatmak için salçalara koruyucumadde katkısı yapıldığını, yoğurtlara domuzdan yapılan toz jelatin ilave edildiğini belirten Parıldar, özellikle koruyucu maddelerin sağlığa zararlı olduğunu vurguladı.
      Sütte büyük tehlike
      En büyük sıkıntılardan birinin de sütte yaşandığını kaydeden Parıldar “Sütlerde antibiyotik bulgusuna rastlıyoruz. Hayvanlar da rahatsızlandığında antibiyotik alıyor. Bu dönemde hayvanın sütünün boşa sağılması gerekiyor. Bu da antibiyotiklere karşı bağışıklık kazanmamızı sağlıyor. Ayrıca bazı ürünlerde de Aflatoksin M1’e rastlandı. Bu maddenin uzun süre alınması karaciğer kanseri, sarılık ve siroza yakalanma riskini artırıyor.”
      En basit test 80 lira
      Seyfettin Parıldar, Türkiye’de toplam 60 gıda laboratuvarı olduğunu, bunun 20’sinin İstanbul’da bulunduğunu söyledi. Vatandaşların şüphe duydukları gıda ürünlerini laboratuvarlara götürebileceklerini belirten Parıldar, “Bir sucukta domuz katkısı olup olmadığını test etmek 80-90 lira. Bir gıda ürününün tüm testlerini yapmak 400 liraya mal oluyor. Ancak biz, duyarlı vatandaşlarımıza indirim uyguluyoruz” dedi.
      Ucuz eti alan da satan da suçlu
      İstanbul Yemek Sanayicileri Derneği Başkanı Sadık Çelik, özellikle et ürünlerinde istismara gidildiğini kaydetti. Kırmızı etin kilosunun ortalama 25 lira olduğunu hatırlatan Çelik, “Bu durumda 10 liraya alınan sucuk, 5 liraya alınan sosis sağlıklı olmaz. Bunu sadece satan değil alan da suçludur” diye konuştu.

    241. Bal

      Bal: En güzel ve şifalı bal, donmuş olan baldır. (Taze ve hakiki bal 3 haftadan sonra donar.) Eritilmiş ve hiç donmayan bal şifa değildir. Bal yemek sünnettir ve şifalıdır. Peygamber efendimiz, “Her sabah bal şurubu içenler hasta olmaz” buyurmuştur. Balın fazlası da zararlıdır. Günde 1–3 çorba kaşığı yeterlidir.

    242. Erkekler için faydalı sos: Tane kimyon öğütülüp tuz haline getirilir, tahinle karıştırılır, zeytinyağı, limon suyu, sarımsak koyularak karıştırılır. Bütün yemeklerin yanında ekmek üzerine sürülerek yenilir.

      Yanlış beslenme, bozuk yemekler ve ilaç kullanmalar sonunda sindirim sistemi bozulur. Sindirim yerine çürüme olur ve kabızlık başlar. Kabızlık bütün hastalıkların başı ve hastalıkları davet edicidir. Vücut için çok büyük zarardır. Onun için önce yemekleri düzeltmeli, sonra bağırsağı harekete geçirmelidir.

      Bağırsağı çalışmayanlar için her akşam yemekten 1.5 saat sonra bağırsak temizleyici olarak sinameki çayı veya İngiliz tuzu (Magnezyum sülfat, magnezyum oksit) kullanılmalıdır (Sabah kullanmak daha kolaydır). Bağırsaklar tam çalışmaya başlayana kadar devam edilmeli, bağırsaklar düzelince yine haftada 1 defa kullanmaya devam edilmelidir.

      Magnezyum sülfat (İngiliz tuzu) ilaç olarak kullanılıyor. Sinameki, miktarı azaltılarak bütün hayat içilebilir, sünnettir. Göz, saç, cildi parlatıcı ve kan temizleyicidir.

    243. İSTEKSİZLİK: Kadın ve erkeklerde birbirlerine karşı olan isteksizlikte en önemli sebeplerden biri, karışık ve bol yemek, yemeklerden sonra bir şeyler içmek, tatlı ve kanda asit yapan yemekleri yemektir. İnsan bu şekilde beslenince çok ağırlaşıyor ve tembelleşiyor ve böyle beslenenlerde kısırlaşma çok oluyor. Ne kadar genç yaşlarda bu hayat başlarsa o kadar tehlikelidir. İnsanın yemek hakkı sadece 2 defadır. Karaciğer temizlemeden sonra 3 günlük oruç 3 defa veya 7 defa yapılmalıdır. Açlıkta vücut çok gençleşiyor ve sıhhatli istekleri canlandırıyor. 3 gün aç kalmadan kadınlar kadınlığını erkekler de erkekliğini anlayamaz. Kadın ve erkek arasında, çocuklarla anne baba arasında, evde ne huzursuzluk olsa aşağıda yazılan sureleri 40 gün ara vermeden okumanın çok büyük faydası vardır. 1 Fatiha, 1 defa Bakara suresinin ilk 5 ayeti, 1 Ayet el Kürsî, 1 Amenerrasulü, 1 Yasini şerif, 1 Saffat suresi, 1 Rahman suresi, 1 Vakia suresi, 1 Felak suresi, 1 Nas suresi En güzeli hastanın kendi evinde ve kendisinin okumasıdır.

      Erkek çocuklara tatlı çok az verilmeli, çikolata hiç verilmemelidir.

    244. BAĞIRSAK TEDAVİSİ: Mide, bağırsak hastalıkları ve kabızlık sorunu olanlar için. Akşamları bağırsak ağrısı için yapılan kepek veya keten çekirdeğini kullanıp, sabahları kabukları soyulmadan çiğ patatesin suyu sıkılır 4’te 3’ü patates suyu, 4’de 1’i su olacak şekilde suyla karıştırılıp (başka hiç bir şey yenilmeden) öğleye kadar 3 bardak içilir. Ne kadar eskimiş ve yıllardan beri sürüp gelen mide, bağırsak hastalıkları olsa 3 hafta içerisinde tedavi ediyor. Bu hastaların beslenmesi şu şekilde olmalıdır:

      Sabah: Patates suyu öğleye kadar içilir. Öğlen: Salata veya yoğurt ile 1 çeşit yemek yenilir, yemekten önce veya sonra 3 diş sarımsak su ile yutulur.

      Akşam: Bağırsak ağrısı için hazırlanan kepek yenilir veya keten çekirdekleri çayı içilir veya kaşıktan 3 kaşığa kadar çimlenmiş buğday yenilir. 3 hafta bu şekilde beslenmeye devam edilmeli ve 3 haftadan sonra karaciğer temizlenmelidir.

      Herkesin kendi bağırsağının durumunu anlayabilmesi için 1 tane kırmızı pancar (100–150 gr) rende yapılıp, limon suyu, sarımsak, zeytinyağı ile istenirse başka sebzeler de eklenilerek salata yapılır. Ekmek ile birlikte yemek olarak yenilir. Bu yemekten 3 saat sonra idrar kontrol edilmeye başlanıp, 36 saate kadar kontrol etmeye devam edilir. Bağırsak sıhhatli olursa, kımızı pancarın rengini kana karıştırmaz ve idrara çıkarmaz. İdrar normal renkte olmalıdır. Hasta bağırsak pancarın rengini kana karıştırır, idrar da kırmızı olur. Pancar vücuttan tamamen çıkana kadar (24–36 saat) idrarın rengi kırmızı olabilir, o zaman bağırsak bozulmuş demektir. İdrar ne kadar kırmızı olursa bağırsak da o kadar bozulmuştur. Hafif kırmızı olursa normal sayılır, idrar bir kaç saat kırmızı olup, ara ara temiz olursa bağırsak kısım kısım bozulmuş demektir. Bağırsak bozulmuş ise bağırsak tedavisi muhakkak yapılmalı, bol sarımsak, limon, zeytinyağı ile pancar salatası kırmızılık geçene kadar devam edilmelidir. Muskat cevizi her gün kullanılmalıdır. 1 muskat cevizini parçalayarak 5–6 günde bitirmek gerekir. Yemekten önce, yemekler ile beraber veya baharat olarak kullanılabilir. Tereyağı su içinde kaynatılır. Yağın içinde ne kalıntı olsa dibine çöker, üzerinde kalan yağı alınıp ılık olarak aynı miktar zencefil ile karıştırılır. Birinci gün yarım çay kaşığı, ikinci gün 1 çay kaşığı, üçüncü gün 1,5 çay kaşığı alınarak 2,5 çay kaşığına kadar devam edilir. Sonra tekrar iki kaşık alınarak indirilmeye devam edilir ve on günde bitirilir. 1–2 kaşık yenileceği zaman ağır gelirse üçe bölünerek yenilebilir veya ekmeğe sürülebilir.

      Bu ilaçla muskat cevizi sırayla kullanılır. Bu ilaçlara bazen ara vererek yıllarca kullanılabilir.

    245. KALP HASTALIKLARI: Doğuştan olan kalp hastalıklarının dışındakiler yani sonradan olanların hepsi bozuk yemeklerden kaynaklanıyor. Karaciğer hastalanıp sertleştiği, kanı temizleyemez hale geldiği zaman kirli kan kalbe gelerek kalp damarlarını kirletir. O zaman tedavi için ilk yapılacak şey önce yemekleri düzeltmek, bağırsakları çalıştırmak ve karaciğeri temizlemektir. Daha sonra kalp için tavsiye edilen ilaçlar kullanılır.

      Kalp için ilaçlar: Tarçın baharat olarak kullanılır veya günde 3 defa ağza karanfil alınıp çiğnenir. Kanı sulandırmak için, kalp damarlarını temizlemek ve açmak için limon suyu kullanılmalıdır.

      10 tane limonun suyu ve tahta havanda dövülmüş 10 baş sarımsak, 1 litre bal ile karıştırılıp cam kavanoza koyulur. Ağzı 3 kat beyaz bezle kapatılıp, karanlık ve serin yerde 7 gün bekletilir. Sonra kapak kapatılıp buzdolabına koyulur. 1 çay kaşığı ağzına alınarak dolandıra dolandıra eritilir, bu şekilde 4 çay kaşığı yutulur. Her gün aynı saatte aç karnına bütün karışım bitene kadar yutulur. Bu ilaç senede bir defa kullanılmalıdır. Kalp ve beyin damarları için mükemmel bir ilaçtır. Bu ilaçtan sonra kan ve damar temizlemesinde yazılmış olan sarımsaklı zeytinyağına limon suyu ile devam etmelidir. Kalp krizi geçirenler bunları muhakkak yapmalı, bundan sonra da 1 günlük, sonra 3 günlük, sonra 10 günlük oruçları yapmalıdır. Sonra doktora gidip kalp kontrolü yaptırarak sonucu görebilir.

    246. Feridüddin Attar Kimdir ?
      Şeyh Attar (k.s.) hazretlerinin asıl adı. Muhammed bin İbrahim el-Attar’dır. Feridüddin Attar diye meşhur oldu. Şeyh Attar hazretleri, 513 (M. 1119) tarihinde Nişâbur’da doğdu. İyi bir tahsil gördü. Maddî ve manevî ilimlerde ilerledi. Bir çok eserler yazdı. Mantıkü’t-tayr ve tezkiretü’I-Evliyâ isimli kitablan çok meşhurdur. 627 (M. 1229) yılında Cengiz han’in Harzemşâh devletini istilâ etmesi üzerine moğullann eline esir döştü. 114 yaşında iken Moğul askeri tarafından hunharca şehid edildi. Şehid edildiği zaman bile kesik başını ellerinin arasına alıp bir fersahlık (3 km) bir yol yürüdü ve orada düşüp ruhunu teslim etti.
      Hz.Allah şefeatlerine mazhar eylesin. Amin.

    247. Tufanda Beyt Dördüncü Kat Semâya, Hacer-i Esved`de Ebû Kubeys Dağına Kaldırıldı
      İbnü Abbas (r.a.) hazretleri buyurdular: Adem aleyhisselâm, Hindistan’dan Mekkeye gelmek suretiyle tam kırk hac yaptılar. Hepsini yürüyerek yaptılar. Beyt orada kaldı, kendisi ve evlâdından iman edenler, onu tavaf ettiler. Bu durum tufan’a kadar devam etti.
      Tufan günlerinde Allahü Teâlâ onu (beyti) dördüncü kat semâya kaldırdı. Her gün, yetmiş bin melek, onun içine girip ziyaret etmekteydiler. Onu ziyaret eden meleklere bir daha sıra gelmiyordu.
      (Hacer-i esvedi korumasının altına aldı.) Allahü Teâlâ, Cebrail Aleyhisselâm’a emretti. Hacer-i esvedi boğulmaktan korumak. için onu Ebu Kubeys dağına gömmesini ve orada gizlemesini buyurdu.

    248. KUR`ANI KERİM KİME RAHMET, KİME HÜSRANDIR ?
      Biz Kur’ân’dan, iman edenler için bir şifa ve rahmet kaynağı olan âyetler indiriyoruz. Zalimlerin de ancak zararını artırır. ( Sure-i isra – ayet 82 )
      Kur`anı Kerim mü`minlerin arkasından okunur.
      Şimdi ise mü`min mi,kafir mi,mürted mi,münafık mı, ne oldugu belli olmayan hatta hayatlarını din-i İslam`ın aleyhinde çalışarak geçirmis olan zevatin arkasından Kur`an ve Mevlid okutuyorlar.Bunun bir faydası yoktur.
      Çünkü Kur`an-ı Kerim yalnız mü`minler için şifa ve rahmettir.Zalimlere ise ondan ne bir şifa nede bir rahmet vardır. Ancak hüsranlarının artmasına ve azaplarının çogalmasına sebep olur.

    249. TAHARET – NECASETTEN TAHARET(İstinca.İstibra,İstinka)
      TAHARET

      Taharet,necasetten veya abdestsizlikten temizlenmektir.

      İstinca,ön veya arkadan çıkan necaseti temizlemektir.

      İstibra,erkeklerin,idrarlarını akıttıktan sonraki yaptıkları temizliktir.

      İstinka,ön ve arka temizliğinde mubalağa yapmaktır.

      Hadis-i Şerif

      Bevilden sakınınız.Çünkü kabir azabının çoğu ondandır.

      İslam büyüklerinin beyanlarına göre:”İnsanlara süfli cinlerin musallat olması,gusul abdesti ve namaz abdestindeki noksanlıklardan,üzerlerine necaset bulaşmalarından,abdestsiz gezmelerinden, 4 metrekareden daha geniş mekanlarda çıplak bulunmalarındandır.”

      NECASETTEN TAHARET(İstinca.İstibra,İstinka)

      Önce çoraplar çıkarılır.

      Pantolonun paçaları yukarı sıvanır.

      Tuvalete sol ayakla girilir.Girerken şu dua okunur:

      “Euzu Billahi mine’l-hubsi ve’l-habais“

      Manası:”Maddi manevi pisliklerden Allah’a sığınırım“

      Kapı içeriden kilitlenir.

      Büyük hacet,mümkünse sola meyili oturularak giderilir.Necasetin gelmesi kesildikten sonra taharete (istincaya)başlanır.

      İstincanın en güzel şekli üç kademeli yapılanıdır:

      Önce kuru olarak silmek,

      Sonra su ile yıkamak,

      Sonra da kurulamak.

      Sonra bir parça tuvalet kağıdı koparılır.Sol elle necasetin çıktığı yer kuru olarak silinir.(Evla olan elin arkadan dolaştırılmasıdır.Önden uzatmakta ise beis yoktur)

      Sağ elle musluk açılarak tasa veya ibriğe su alınır.

      Sol ele su dökülür.Necasetin çıktığı mahal sol elle,(bilhassa orta parmak kullanılarak) iyice yıkanır.Parmak uçları necasetin çıktığı mahale değdirilmez.

      Sonra idrar temizliğine başlanır:

      Önce (Erkeklere mahsus olarak) İdrar’ın çıktığı yer öne doğru bir kaç defa sıvazlanır. Böylece kalan idrar tamamen boşaltılır.Sonra su ile yıkanır.Ön tarafın yıkanma işi bittikten sonra yeniden kağıt koparılır.Ön ve arka kurulanır.

      Sonra iç çamaşıra değdirmeden idrar yolunda kalan son damlanın da temizlenmesi yapılır.Buna istinka denir.Fıkıh kitaplarında istinkanın çeşitli şekilleri vardır: Kırk adım yürümek,öksürmek,yan yatmak ve kişi kaç yaşında ise yaşı adedince adım atmak gibi…

      Asrımızda pratik olarak şöyle bir istinka yolu tatbik edilebilir:

      Tuvalet kağıdından küçük bir parça koparılır.Kibrit başı büyüklüğünde top yapılır ve idrarın çıktığı kanalın ucuna tampon olarak konur.(Bu korunma işini kağıt sarma suretiyle yapanlar da vardır. Tıbbi Nebevi kitabının Mezi ve fitil maddelerinde Ata b. Ebi Rebah,Hz.Ali Efendimiz(A.S)mezi akıntıları için pamuk fitil yaparak kamışın deliğine tıkardı,demiş ,İmam Evzai de mezi akıntısı gelen birine “pamuk parçası ile kamışın deliğini tıkasın “diye fetva vermiştir.)

      Sonra ayağa kalkarak üst toplanır.Bol su ve süpürge ile tuvalet taşı temizlenir.

      Taşın bitiminden sonra gelen boru kısmı da su ve fırça ile temizlenmelidir.

      Dipte kalan necasetlerin akması için ya sifon çekilmeli veya bol su dökerek onlar da giderilmelidir.

      Sonra tuvaletten sağ ayakla çıkılır.Çıkarken şu dua okunur:

      “Elhamdü-lillahi-lezi ezhebe anne’l-eza ve afani min zalik“

      Manası:”Bana ezadan afiyet veren (kurtaran) ve bizden ezayı gideren Allah’a hamd olsun.”

      Lavaboda eller(bilhassa sol elin orta parmağı iyice ovalanarak)sabunla güzelce yıkanır.

      Üç beş dakika gezip dolaştıktan sonra yeniden tuvalete gidilerek konan kağıt atılır.

      Taharet ve istibra bu şekilde yapıldıktan sonra abdest almaya başlanır.

      DİKKAT! Küçük su döktükten sonra son damlayı almak ve idrarın çıktığı kanalı iyice kurutmak çok mühimdir.Bu temizliği yapmadan abdeste başlanırsa,yolda kalmış son damla abdestten sonra çıkarsa abdest bozulur ve iç çamaşır necasetlenir.

      Necasetin bulaştığı yer üç defa,su dökülüp ovalanır,sıkılır.

      Hacet giderirken ön veya arkanın kıbleye doğru gelmesi ve özürsüz ayakta su dökmek mekruhtur. Erkeklerin idrarının tam kesildiğine kalbi mutmain olmadıkça abdeste başlaması caiz değildir.

      Yazıya elverişli olmayan kağıtları taharette kullanmak mekruh değildir.

      Yellenmekle taharet gerekmez(Ancak yellenme esnasında necaset çıktı ise taharet o zaman gerekir.) Kadınlara istibra yoktur.Kadınlar sadece avret mahalinin dışını yıkarlar.

      Helada konuşulmaz,selam alınmaz.Mazeretsiz avret mahalline ve necasete bakılmaz. Helaya tükürülmez,sümkürülmez.Helada vücut ile oynanılmaz.İhtiyaç giderilir giderilmez heladan derhal çıkılır.Tuvalete,başın örtülü olarak girilmesi müstehaptır.

      Hasta erkek ve kadına ancak nikahlısı taharet yaptırabilir.Nikahlısı bulunmayan hastalardan taharet sakıt olur(düşer).Böyle bir kimse abdest veya teyemmüm aldıktan sonra taharetsiz olarak namazını kılabilir.

    250. Salavat-ı Şerif Çeşitleri

      1.Allâhümme salli alâ Muhammedin ve enzilhül münzelel mukarrebe ındeke yevmel kıyâmeti.
      2.Allâhümme enzilhül mak’adel mukarrebe ındeke yevmel kıyâmeti.
      3.Allâhümme salli alennebiyyil ümmiyyi ve ezvâcihî ümmühâtil mü’minîne ve zürriyyetihî ve ehli beytihî kemâ salleyte alâ İbrâhîme inneke hamîdün mecîd.
      4.Allâhümme salli alâ Muhammedin abdike ve resûliken nebiyyil ümmiyyi.
      5.Allâhümme salli alâ Muhammedin abdike ve resûlike ve salli alel mü’minîne vel mü’minâti vel müslimîne vel müslimât.
      6.Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedinin nebiyyi kemâ emertenâ en nusalliye aleyh,
      Ve salli alâ seyyidinâ Muhammedinin nebiyyil ümmiyyi kemâ yenbeğî en yusalle aleyh,
      Ve salli alâ seyyidinâ Muhammedinin nebiyyi biadedi men lem yusalli aleyh,
      Ve salli alâ seyyidinâ Muhammedinin nebiyyi kemâ tuhibbü en yusalle aleyh.
      Allâhümme salli alâ Muhammedin kemâ hüve ehlühû,
      Allâhümme salli alâ Muhammedin kemâ tuhibbü ve terdâ lehû.
      7.Allâhümme salli alâ rûhi Muhammedin fil ervâh,
      Ve salli alâ cesedi Muhammedin fil ecsâd,
      Ve salli alâ kabri Muhammedin fil kubûr.
      8.Allâhümme salli alâ Muhammedin abdike ve resûlike ve alel mü’minîne vel mü’minât vel müslimîne vel müslimât.
      9.Allâhümme Rabbel hilli velharâm,
      Ve Rabbel beledil harâm,
      Ve Rabbel meş’aril harâm,
      Bikülli âyetin enzeltehâ fî şehr-i Ramazan,
      Belliğ rûha seyyidinâ Muhammedin, Minnî tahiyyeten ve selâmen.
      10.Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve ala âli seyyidinâ Muhammedin vesellim
      Allâhümme salli ve sellim alennebiyyin Muhammedin hattâ lâyebkâ min salâtike şey’ün,
      Ve bârik alennebiyyin Muhammedin hattâ lâyebkâ min berekâtike şey’ün,
      Verhaminnebiyye Muhammeden hattâ lâ yebkâ min rahmetike şey’ün.
      11.Bismillâhirrahmânirrahîm,
      “İnnallâhe ve melâiketehû yüsallûne alennebiyyi; Yâ eyyühellezîne âmenû, sallû aleyhi ve sellimû teslîme.”
      12.Lebbeyk, Allâhümme ve se’adeyk salavâtullâhil berrir Rahîm, vel melâiketil mukarrabîn, vennebiyyin vessıddîkın veşşühedâi vessâlihîn.
      Vemâ sebbaha leke şey’ün Yâ Rabbel âlemîn.
      Alâ seyyidinâ Muhammed İbn-i Abdullah, Hatemennebiyyin ve Seyyidil mürselîn ve İmâmil müttekîn ve Resûl-i Rabbil âlemîn
      Eşşâhidil beşîriddâî ileyke bi iznike essirâcil münîr ve aleyhisselâm ve eimmeti ehli beytihî rıdvânullâhi aleyhim ecmaîn.
      13.Sallallâhü alâ seyyidinâ Muhammedin ve cezâhü annâ mâ hüve ehlühû.
      14.Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sellim ve eczihî annâ hayrel cezâi.
      15.Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve tekabbel şefâatehül kübrâ ve erfe’a derecetehül ulyâ ve âtihî sü’lehû fil âhireti vel ûlâ kemâ âteyte İbrâhîme ve Mûsâ.
      16.Allâhümmec’al salavâtike ve berekâtike ve rahmetike ve re’fetike ve mehabbetike alâ seyyidil mürselîne ve imâmil müttekîn ve kâidil ğurril muhaccelîn ve hâteminnebiyyin seyyidinâ Muhammedin abdike ve resûlike ve nebiyyike imâmilhayri ve kâidilhayri ve resûlirrahmeti.
      Allâhümmebashü makâmen Mahmûdan yağbituhû bihil evvelûne vel âhirûne.
      Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammedin kemâ salleyte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîme inneke hamîdün mecîd.

      17.Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve eshâbihî ve evlâdihî ve ezvâcihî ve zürriyyetihî ve ehli beytihî ve ashârihi ve eşyâihî ve muhibbîhi ve ümmetihî ve aleynâ meahüm ecmaîn.
      18.Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin küllemâ zekerehüzzâkirûne ve ğafele an zikrihil ğâfilûn.
      19.Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin mil es semâvâti vel arzı ve mil el arşil azîm.
      20.Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin nebiyyil ümmiyyi ve alâ âlihî vesellim.
      21.Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammedin salâten tekûnü leke rızâen ve
      lihakkıhî edâen ve e’atihil vesîlete vel fazîlete vel makâmel Mahmûdellezî veadtehû veczihi annâ efdale mâ câzeyte nebiyyen an ümmetihi ve salli alâ cemîi ihvânihî minen nebiyyîne vesssâlihîne, birahmetike yâ ERHAMERRÂHİMÎN.
      22.Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihi adede mâ halakte,
      23.Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihi mil’e mâ halakte,
      Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihi adede külli şey’in,
      Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihi mil’e külle şey’in,
      Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihi adede mâ ahsâ kitâbüke,
      Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihi mil’e mâ ahsâ kitâbüke,
      Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihi adede mâ ahâta bihî ılmüke,
      Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihi mil’e mâ ahâta bihî ılmüke.
      24.Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin mutlakı cevâdil îmân, fî meydânil ihsân ve mürsile riyâhil keremi ilâ ravzıl cinâni ve alâ âli Muhammedin vesellim.
      25.Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin müferrikı firekıl küfri vettuğyâni ve müşettiti buğâti cüyûşil karîni veşşeytâni ve alâ âli Muhammedin vesellim.
      26.Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin sâhibil Ferki vel Furkân ve câmial vedkı ve menzilehû min semâil KUR’ÂN ve alâ âli Muhammedin vesellim.
      27.Allâhümme Salli Alâ Seyyidinâ Muhammedin fî arasâtil Kıyâmeh,
      Allâhümme Salli Alâ Seyyidinâ Muhammedin hîne tekûmussâatü vettâmeh,
      Allâhümme Salli Alâ Seyyidinâ Muhammedin salâten muhallasaten anil melâmeh,
      Allâhümme Salli Alâ Seyyidinâ Muhammedin salâten mübelleğaten ilesselâmeh,
      Allâhümme Salli Alâ Seyyidinâ Muhammedin salâten fâizaten alâ ehlil kirâmeh,
      Allâhümme Salli Alâ Seyyidinâ Muhammedin fî külli hînin ve ân,
      Allâhümme Salli Alâ Seyyidinâ Muhammedin fî külli zamânın ve mekân,
      Allâhümme Salli Alâ Seyyidinâ Muhammedin bikülli lisânın ve cenân,
      Allâhümme Salli Alâ Seyyidinâ Muhammedin ınde zuhûri külli hikmetin ve beyân,
      Allâhümme Salli Alâ Seyyidinâ Muhammedin sâhibil kitâbil azîzi ve hâmilil Fürkân,
      Allâhümme Salli Alâ Seyyidinâ Muhammedin salâten câmiaten beyne kün ve kân,
      Ve Salli Alâ cemîi ihvânihî minennebiyyîne vessıddîkîne veşşühedâi vessâlihîne ehlel kıbleti vel amân vel kitâbi vel mîzân. Yâ HANNÂN, Yâ MENNÂN. Vağfirli ümmeti Muhammedin habîbike ve nebiyyike alleyhissalâtü vesselâm.
      Ve eskinhüm alel cinâni ve ahsin ileyhim yâ veliyyel ihsân ve edhilhüm, birahmetike firridâ verrıdvân, verrahmeti velğufrân ve eizhüm mineşşeytâni vennîrâni, birahmetike yâ ERHAMERRÂHİMÎN.
      28.Allâhümme Salli Alâ Seyyidinâ Muhammedin salâten lâhikaten binûrihi,
      Allâhümme Salli Alâ Seyyidinâ Muhammedin salâten makrûneten bizikrihi ve mezkûrihi,
      Allâhümme Salli Alâ Seyyidinâ Muhammedin salâten câmiaten beyne ferahihi ve sürûrihi,
      Allâhümme Salli Alâ Seyyidinâ Muhammedin salâten muhîtaten bitûrihi ve sûrihi,
      Allâhümme Salli Alâ Seyyidinâ Muhammedin salâten münevvereten likulûbi eshâbi sudûrihi,
      Allâhümme Salli Alâ Seyyidinâ Muhammedin salâten şârihaten limenkûrihi fî mestûrihi,
      Ve Salli Alâ cemîi ihvânihî minel enbiyâi ve evliyâi biadedi ubûrihi ve mürûrihi beynel mâi ve tuhûrihi vennûri ve zuhûrihi ve elhik ve umûrihi, yâ ERHAMERRÂHİMÎN.
      29.Allâhümme Salli Alâ Seyyidinâ Muhammedin biadedi külli zerretin elfe elfe merreh.
      30.Allâhümme Salli Alâ Seyyidinâ Muhammedin ve âlihi veselleme filevvelîn,
      Ve Allâhümme Salli Alâ Seyyidinâ Muhammedin ve âlihi veselleme filâhirîn,
      Ve Salli Alâ Seyyidinâ Muhammedin ve âlihi veselleme filmelâil e’alâ ilâ Yevmiddîn
      Allâhümme Salli Alâ Seyyidinâ Muhammedin fî evveli kelâminâ,
      Allâhümme Salli Alâ Seyyidinâ Muhammedin fî evsatı kelâminâ,
      Allâhümme Salli Alâ Seyyidinâ Muhammedin fî âhiri kelâminâ.
      31.Allâhümme Salli Alâ Seyyidinâ Muhammedin ve âlihi ve selleme adede mâ alimte,
      Allâhümme Salli Alâ Seyyidinâ Muhammedin ve âlihi ve selleme zînete mâ alimte,
      Allâhümme Salli Alâ Seyyidinâ Muhammedin ve âlihi ve selleme mil’e mâ alimte.
      Allâhümme Salli Alâ Seyyidinâ Muhammedin ve âlihi ve sahbihî vesellim. Biadedi mâ fî cemîil Kur’ân-ı harfen harfen,
      Ve biadedi külli harfin elfen elfen.
      32.Allâhümme Salli Alâ Seyyidinâ Muhammedin mahtelefel melevâni ve teâkabel asarâni ve kerrerel cedîdâni vestakbelel ferğadâni ve belliğ rûhahü ve ervâha ehli beytihî,
      Minnet tahiyyete vesselâm ve bârik ve sellim kesîrâ.
      33.Allâhümme Salli Alâ Seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammedin, bikülli dâin ve devâin,
      Ve bârik ve sellim aleyhi ve aleyhim teslîmen kesîrâ.
      34.Allâhümme Salli Alâ Seyyidinâ Muhammedin biadedi verakı hâzihil eşcâr,
      Allâhümme Salli Alâ Seyyidinâ Muhammedin biadedi vürûdi vel envâr,
      Allâhümme Salli Alâ Seyyidinâ Muhammedin biadedi katril emtâr,
      35.Allâhümme Salli Alâ Seyyidinâ Muhammedin biadedi remlil ğıfâr.
      36.Allâhümme Salli Alâ Seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammedin vesellim,
      Salâten tüncînâ bihâ min cemîil ehvâli vel âfât ve takdîlenâ bihâ cemîal hâcât ve tutahhirunâ bihâ min cemîi zünûbisseyyiât ve terfeunâ bihâ (ındeke) e’alet derecât ve tübelliğunâ bihâ aksal ğayât, min cemîil hayrâti fil hayâti ve be’adel memât.
      37.Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ RESÛLALLÂH
      Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ HABÎBALLÂH
      Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ HALÎLALLÂH
      Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ SAFÎYYALLÂH
      Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ NECİYYALLÂH
      Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ HAYRE HALKİLLÂH
      Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ MENİHTÂREHULLÂH
      Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ MEN ZEYYENEHULLÂH
      Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ MEN ERSELEHULLÂH
      Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ MEN ŞERREFEHULLÂH
      Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ MEN AZZEMEHULLÂH
      Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ MEN KERREMEHULLÂH
      Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ SEYYİDELMÜRSELÎN
      Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ İMÂMELMÜTTEKÎN
      Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ HATEMENNEBİYYÎN
      Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ ŞEFÎELMÜZNİBÎN
      Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ RESÛLE RABBİL ÂLEMÎN
      Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ SEYYİDEL EVVELÎN
      Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ SEYYİDİL AHİRÎN
      Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ KÂİDEL MÜRSELÎN
      Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ ŞEFÎAL ÜMMETİ
      Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ AZÎMEL HİMMETİ
      Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ HÂMİLE LİVÂİL HAMD
      Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ SÂHİBE MAKÂMİL MAHMÛD
      Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ SÊKİYEL HAVZIL MEVRÛD
      Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ EKSERENNÂSİ TEBEAN YEVMEL KIYÂMETİ
      Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ SEYYİDİ VELEDİ ÂDEM
      Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ EKREMEL EVVELÎNE VEL AHİRÎN
      Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ BEŞÎR
      Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ NEZÎR
      Essalâtü vesselâmü (aleyke) YÂ DÂİYELLÂHİ BİİZNİHÎ VESSİRÂCİL MÜNÎR
      Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ NEBİYYERRAHMETİ
      Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ NEBBİYYETTEVBETİ
      Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ MUKAFFİ ESSALÂTİ
      Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ ÂKIB
      Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ HÂŞİR
      Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ MUHTÂR
      Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ MÂHÎ
      Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ AHMED
      Essalâtü vesselâmü aleyke YÂ SEYYİDİ MUHAMMED
      Salavâtullâhi ve melâiketihî ve rüsülihî ve hameleti arşihî ve cemîi halkıhî aleyke
      Ve alâ âlike ve eshâbike ve rahmetullâhi ve berekâtühû.
      38.Essalâmü aleyke yâ imâmel haremeyn,
      Essalâmü aleyke yâ imâmel hâfikeyn,
      Essalâmü aleyke yâ Resûlessakaleyn,
      Essalâmü aleyke yâ men filkevneyn ve şefîi men fiddêrayn,
      Essalâmü aleyke yâ sâhibel kıbleteyn,
      Essalâmü aleyke yâ nûral meşrikayn ve ziyâel mağribeyn,
      Essalâmü aleyke yâ ceddessibtayni el Hasani vel Hüseyni,
      Aleyke ve alâ itretike ve isretike ve evlâdike vehfâdike ve ezvâcike ve efvâcike ve hulefâike ve hulesâike ve eshâbike ve ehzâbike ve etbâike ve eşyâike
      Selâmullâhi vel melâiketihi vennâsi ecmaîne ilâ yevmeddîn,
      VELHAMDÜLLAHİ RABBİL ÂLEMÎN

    251. Tûbâ Ağacı:
      İmam Ahmed b. Hanbel… Utbe b. Ubeydullah es-Sülemî’nin şöyle de¬diğini rivayet etmiştir:
      Bedevinin biri Peygamber (s.a.v.)’e gelerek (cennetteki) havuzu sordu. Peygamber (s.a.v.), ona cenneti anlattı. Bedevi sordu:
      — Orada meyve var mı?
      — Evet…
      — Orada tuba adında bir ağaç var mı?
      Peygamber (s.a.v.) ona, anlamadığım bir şeyler söyledi. Bedevî sordu:
      — Memleketimizin hangi ağacına benzer?
      —- Senin memleketindeki hiç bir ağaca benzemez. Sen Şam’a gittin mi?
      — Hayır.
      — Tûbâ ağacı, Şam’da yetişen, tek gövde üzerinde biten, tepe kısmı açılıp yayılan cevze denen bir ağaca benzer.
      — Gövdesinin büyüklüğü ne kadardır?
      —- Senin kabilenin develerinden güçlü bir deve onun gövdesinin etrafında dolansa, arka ayaklarının diz bağı çözülünceye ve ihtiyarlayıncaya kadar yol alsa, yine de gövdenin etrafındaki turunu tamamlayamaz.
      — Orada üzüm var mıdır?
      — Evet.
      — Üzüm salkımlarının büyüklüğü ne kadardır?
      — Alaca karganın kesintisiz olarak uçması halinde bir ayda alabileceği yol kadar uzun ve büyüktür.
      — Üzüm taneleri ne kadar iridir? Bir taneyle bir kovayı doldurabilir miyiz?
      — Evet…
      — Anlattığın bu cennet, beni ve ailemi içine alabilecek kadar büyük müdür?
      — Hem de aşiretinin tümünü içine alabilecek kadar büyüktür.”
      Harmele… Ebû Saîd’den rivayet etti ki; adamın biri Peygamber (s.a.v.)’e şöyle dedi:
      — Ey Allah’ın Rasûlü! Seni gören ve sana inanan kimseye ne mutlu!
      — Beni gören ve bana inanan kimseye ne mutlu! Beni görmediği halde bana inanan kimseye ne mutlu, hem de ne mutlu!..
      — Tûbâ nedir ya Rasûlallah?
      — Cennetteki bir ağaçtır. Büyüklüğü, yüz senelik yoldur. Cennetliklerin elbiseleri, onun kapçıklarından elde edilir.”

    252. Namazda Hazret-İ İbrahim’e Salavât Okunmasının Sebebi
      İbrahim Aleyhisselâm, kendi asrının peygamberiydi, amma, kıyamet gününe kadar, bütün insanlar, ona uyacaklar. Allah. Muhammed Mustafa (s.a.v.) hazretlerine şöyle buyurdu:Sonra da (Habibim Ahmed! Rasûlüm ya Muhammedi) sana: “Hakka yönelen ve müşriklerden olmayan İbrahim’in dinine tabi ol” diye vahyettik.” Ve bundan dolayı, tüm din sahibleri, İbrahim Aleyhisselâm’a saygı duyarlar. Ve bütün “Ümmet-i Muhammed” (s.a.v.) ise, namazlarının sonunda İbrahim Aleyhisselâm’a salevât okurlar.
      Allahım, (Peygamber Efendimiz hazret-i) Muhammed’e ve âline, rahmet eyle; Hazret-i İbrahim’e ve âline rahmet ettiğin gibi. Muhakkak ki sen hamid ve mecid’sin Allahım, (Peygamber Efendimiz hazret-i) Muhammed’e ve âlini, mübarek kıl; Hazret-i İbrahim’i ve âlini mübarek kıldığın gibi. Muhakkak ki sen hamîd ve mecîd’sin.”
      Bunun sebebinde şöyle denildi:
      Biz; Allahım, (Peygamber Efendimiz hazret-î) Muhammed’e ve âline, rahmet eyle.” Dediğimiz zaman; bize şöyle denilmektedir: Size alemlere rahmet olan, o yüce Rasûlün gönderilmesini Allah’dan taleb eden, İbrahim Aleyhisselâm’dır. İbrahim Aleyhisselâm, şöyle dua etmişti:
      “Ey bizim Rabbimiz, bir de onlara içlerinden öyle bir peygamber gönder ki, onlara senin âyetlerini tilavet eylesin, kendilerine kitabı ve hikmeti öğretsin, içlerini ve dışlarını tertemiz yapıp onları pâk eylesin. Hiç şüphesiz Azîz sensin, Hakîm Sensin” . Bu mübarek söz ve dualar, bizi:
      Hazret-i ibrahim’e ve âline rahmet ettiğin gibi rahmet et.” demeye sevketmektedir. Sonra biz bütün bu nimetlerin, Allahü Teâlâ hazretleri tarafından bize gönderildiğini hatırlayıp: Muhakkak ki sen, hamîd ve mecîd’sin,” diyerek Allahü Teâlâ hazretlerine hamd ve sena etmeye başlıyoruz.
      Haber’de geldi: İbrahim Aleyhisselâm, rüyasında çok uzun bir cennet gördü. Ağaçlarının üzerine yazılıydı. İbrahim Aleyhisselâm, bunu Cebrail Aleyhisselâm’a sordu. Cebrail Aleyhisselâm, ona kıssa’yı haber verdi. (Ona Efendimiz s.a.v. hazretlerini ve şerefli ümmetini anlattı.) Bunun üzerine İbrahim Aleyhisselâm şöyle dua etti:
      Ey rabbiml Ümmet-i Muhammed’in dili üzere benim zikrimi devam ettir!” Allah, onun duasını kabul etti. İbrahim Aleyhisselâm`ın adını, namazda, Efendimiz (s.a.v.) hazretlerinin adının yanma koydu.

    253. İsmail Aleyhisselâm’ın Mekke’ye Yerleşmesi
      Rivayet olundu: ibrahim Aleyhisselâm, Cenab-ı Allah’ın emriyle İsmail Aleyhisselâmı ve annesi hazret-i Hâceri getirip bıraktı. Uzun bir zaman sonra oraya “Cürhûm! kabilesi gelip yerleşti. Cürhüm kabilesinden bâzıları Mekke’nin bulunduğu vadiden geçerken oradan kuşların uçmakta olduğunu gördüler. Kuşların bulunduğu yerde mutlaka su vardır, dediler. Adamlarını gönderdiler. Adamları İsmail Aleyhisselâm, annesi ve zemzem kuyusunu görüp, kabilelerine haber verdiler. Onlar oraya geldiler, Hacer hanım’a:
      -‘İzin var mı? Biz de buraya yerleşebilir miyiz?” dediler. Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular: İsmail Aleyhisselâm’ın annesi, insanlara ülfet etti. Yalnız kalmak istemedi. Onun için; Hacer hanım, Mekkeye yerleşmelerine izin verdi ve:
      -”Yerleşin, ama sudan bir hakkınız yoktur,” dedi. Onlar da:
      -”Tamam,” dediler ve oraya yerleştiler. İsmail Aleyhisselâm, onlardan Arabça öğrendi. İsmail Aleyhisselâm büyüdü, onlardan bir kız ile evlendi.
      Hazret-i Hâcer vefat etti. İbrahim Aleyhisselâm, onları ziyarete gitti. Hâcer hanım vefat etmiş olduğundan Hazret-i İsmail’in evine gitti. İsmail Aleyhisselâm, evde yoktu. Eşi evdeydi. İbrahim Aleyhisselâm, kadına sordu:
      -”Hayat arkadaşın nerede?” Kadın:
      -”Kırlara gitti. Seyehâta çıktı,” dedi. İsmail Aleyhisselâm daha fiilen kendisine peygamberlik gelmeden önce Haremin dışına ava giderdi. İbrahim Aleyhisselâm, Hazret-i İsmail’in eşine sordu:
      -”Müsâfire ikram edebilecek bir ziyafetin var mı?” kadın:
      -”Hayır! Öyle bir şeyimiz yok!” dedi. İbrahim Aleyhisselâm:
      -”Geçiminiz nasıl?” diye maişetlerini sordu. Kadın:
      -”Büyük bir geçim sıkıntısı, yokluk ve bunalımdayız,” dedi. İbrahim Aleyhisselâm, kadına:
      -”Kocan eve geldiği zaman benden selâm söyle, kapısının eşiğini değiştirsin,” dedi.
      İbrahim Aleyhisselâm, Mekke’den ayrıldı. İsmail Aleyhisselâm, evine geldiği zaman, babasının kokusunu evinde gördü. Eşine sordu:
      -”Bize hiç kimse geldi mi?” kadın:
      -”Şöyle şöyle olan yaşlı bir kimse geldi.” Kadın böylece İbrahim Aleyhisselâmı vasfetti. İsmail Aleyhisselâm sordu:
      -”Sana ne söyledi?” Kadın:
      -”Eşine selâm söyle! Kapısının eşiğini değiştirsin,” buyurdu, dedi. İsmail Aleyhisselâm, eşine:
      -”O benim babamdı! Bana senden ayrılmamı emretti,” dedi. İsmail Aleyhisselâm, eşini boşadı. Cürhûmlardan başka bir kız ile evlendi.
      Allah’ın dilediği kadar zaman geçtikten sonra İbrahim Aleyhisselâm, Allah’ın izniyle yine Mekke yoluna düştü. İsmail Aleyhisselâm’ın evine geldi. İsmail Aleyhisselâm yine evde yoktu. İsmail Aleyhisselâm’ın eşine sordu:
      -”Kızıml Hayat arkadaşın nerede?” kadın:
      -”Kocam! Mekke’nin dışına çıktı, seyehata gitti; ama inşallah neredeyse gelmek üzeredir. Allah size rahmet ve sağlık versin bey baba bineğinden in gel müsâfirimiz ol,” dedi. İbrahim Aleyhis¬selâm sordu: (1/225)
      -”Müsâfîre ziyafet çekebilir misiniz?” Kadın:
      -”Evet!” dedi. Hemen mutfağa koştu. Et ve ayran getirip ibrahim Aleyhisselâm’a ikram etti. İbrahim Aleyhisselâm:
      -”Geçim durumunuz nasıl?” diye maişetlerini sordu. Kadın:
      -”Elhamdülillah! Rızkımız geniştir. Bolluk ve bereketin içindeyiz, çok mutlu bir hayatımız var,” dedi. İbrahim Aleyhisselâm, ikisine (İsmail Aleyhisselâm ve eşine) evlerinde bereketin olması için dua etti. Eğer İsmail Aleyhisselâm’ın eşi o gün, buğday, arpa ekmeği veya hurma İbrahim Aleyhisselâm’a ikram etmiş olsaydı; Allah’ın arzında (yeryüzünde yeşeren şeylerin) çoğu, buğday, arpa veya hurma olurdu. İsmail Aleyhisselâm’ın eşi, İbrahim Aleyhisselâm’a:
      -”Hayvanın üzerinden inin başınıza su dökeyim! Yüzünüzü, başınızı ve saçınızı hemen yıkayın biraz serinlersiniz,” dedi. İbrahim Aleyhisselâm gelininin insanlık derecesini iyice Ölçmek için inmeyeceğini söyledi. İbrahim Aleyhisselâm’ın hayvandan inmemekte isrâr ettiğini gören kadın, hemen “makâm-ı İbrahim” denilen taşı getirdi. İbrahim Aleyhisselâm’ın sağ ayağını onun üzerine koydurdu. İbrahim Aleyhisselâm başının sağ tarafına su döktü. Sonra da hayvanı sol tarafa çevirdi, ibrahim Aleyhisselâm’a başının ve saçlarının sol tarafını yıkaması için yardımcı oldu. Ve böylece İbrahim Aleyhisselâm, bineğin üzerindeyken başını yıkadı, serinledi. Makam-ı İbrahim denilen taşta bulunan ayak izleri işte böyle bir zamanda o taşta meydana geldi. İbrahim Aleyhisselâm, gelinine:
      -”Kocan eve gelirse, benden selâm söyle! Ona evinin eşiğinin çok düzgün olduğunu söyle,” dedi. İsmail Aleyhisselâm, evine geldiğinde, babasının kokusunu aldı. Eşine sordu:
      -”Bize kimse geldi mi?” Eşi:
      -”Çok güzel, sevimli, nurânî yüzlü ve güzel kokulu bir yaşlı geldi, bana şöyle şöyle buyurdu. O bineğin üzerindeyken ben onun başına su döküp yıkadım, işte bunlarda onun ayak izleridir,” dedi. İsmail Aleyhisselâm çok sevindi. Hasretle taşa baktı. Eşine:
      -”O gelen babam İbrahim Aleyhisselâmdı. Evimin eşiği de sensin. Bana seni tutmamı (ve değerini bilmemi) emretti.” dedi. Bundan sonra uzun bir zaman geçti. Yine bir gün İbrahim Aleyhisselâm, Mekke’ye geldi. Zemzem kuyusuna yakın bir yerde ulu bir ağacın gölgesinde İsmail Aleyhisselâmı oturup ok yontarken gördü. İsmail Aleyhisselâm, öteden İbrahim Aleyhisselâm’ın gelmekte olduğunu görünce, bir evlâdın babasına gösterebileceği büyük bir saygı ile ayağa kalktı ve babasına koştu. İbrahim Aleyhisselâm onu büyük bir sevgiyle kucakladı, bağrına bastı. Sonra ismail Aleyhisselâm’a:
      -”Allah, bana iş emir buyurdu. O yapacağım işte bana yardım eder misin?” İsmail Aleyhisselâm:
      -”Onu yapmak üzere size yardım edecim,” dedi. İbrahim Aleyhisselâm:
      -”Rabbim, burada beyt (bir ev) yapmamı emretti,” dedi. Ve ikisi, beytüllahı yapmaya başladılar. Çalıştılar, beyüllâh’ın temelleri yükseltildi, ismail Aleyhisselâm, taş getiriyordu, ibrahim Aleyhisselâm da duvarı örüyordu. Ka’benin duvarı yükselince, makâm-ı İbrahim denilen taşı getirip onun üzerine çıkarak duvarı örmeye başladı. İbrahim Aleyhisselâm, Hazret-i İsmail ile beraber şöyle dua ediyorlardı: Ey Rabbimiz, bizden kabul buyur, hiç şüphesiz semî (işiten) sensin, alim (bilen) sensin. ibrahim Aleyhisselâm ve Hazret-i İsmail bu duayı okuyarak büyük bir aşk ve heyecan ile Kâbenin çevresinde dönüp onu tamamlıyorlardı Ka’benin binası bittiği zaman, ibrahim Aleyhisselâm’a:
      -”İnsanları hacca davet et,” denildi. İbrahim Aleyhisselâm:
      -”Nasıl davet edeyim? Ben dağların arasındayım, hâzır kimse yok, kimi çağırayım?” dedi. Allahü Teâlâ buyurdu:
      Bu rivayetin anlatımında bâzıları bir peygamberin şanına yakışmayacak rivayetlerde bulunmaktadırlar. Bu Hadîs-i Şerife mugayir olan şeylerin Isrâiliyyat olduğu anlaşılsın diye bu Hadîs-i Şerifin metnini buraya yazdım.
      -”Seslenmek senden, duyurmak ve senin sesini insanlara ulaştırmak bizdendir,” buyurdu. İsmail Aleyhisselâm, Ebû Kubeys dağına çıktı. Orada bu taşın (yani kendisine makamı İbrahim denilen taşın) üzerine çıktı. Bu taş tufan günlerinden Ebû Kubeys dağına düşmüştü, ibrahim Aleyhissselamm üzerine çıktığı bu taş yükseldi, hatta yeryüzündeki bütün taşlan geçti. Allah sanki bütün yeryüzünü dürdü ve bir sofra gibi toplayıp İbrahim Aleyhisselâm’m önüne koydu. İbrahim Aleyhisselâm o taşın üzerine çıktı ve şöyle seslendi:
      -”Ey insanlar! Rabbiniz sizin için bir bina (ev) yaptı. Ve Rabbiniz size orayı haccetmenizi emrediyor. Ey insanlar! Beytül-lahı ziyaret edin, haccedin,” dedi. İnsanlar, babalarının sulblerinde ve annelerinin rahimlerinde ona icabet ettiler. İbrahim Aleyhisselâm’a bir kere icabet eden bir kere hac yapar; on kere icabet eden on kere hacceder. Hadîs-i şerifte şöyle buyuruldu:
      Muhakkak ki, rukun (hacer-i esved) ve makam (ı İbrahim) cennet yakutlarından birer yakutdurlar. (Müşriklerin ellerinin dokunmasıyla) Allah onların nurunu aldı. Eğer onların nurları alınmasaydı, doğu ve batı arasını (bütün dünyâyı aydınlatırlardı). Burada geçen iki taştan (rukun ve makamdan) murad, Hacer-i Esved ile Makâm-ı İbrahim yani İbrahim Aleyhisselâm’ın beyti inşâ ederken üzerine çıktığı taştır.

    254. Kâbenin Temelleri Ne Zaman Atıldı?
      Alimler Kabe’yi kimin bina ettiğini ve ilk olarak kimin Kabe’nin temellerini attığı hakkında ihtilâf ettiler.
      1- Kâbenin ilk olarak temelini atan meleklerdir, denildi. Allahü Teâlâ hazretleri, meleklere:
      “Ben yeryüzünde halife kılacağım,“ Orada dedi. Melekler:
      bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek teşbih ediyor ve seni takdis ediyoruz” dediler. Bunun üzerine Allah, meleklere gadab etti. Melekler, Allah’ın gadabından Allah’a sığındılar. Allah’ın arşını ziyaret etmeye başladılar. Arşın çevresini yedi tavaf ile tavaf ettiler. Rablerini kendilerinden râzî kılmaya çalıştılar. Allah onlardan râzî oluncaya kadar çalıştılar. Allah, onlardan râzî oldu ve onlara:
      -”Benim için yeryüzünde bir beyt (Kabe) bina edin. Âdem oğullarından kendisine gadab ettiğim kişiler, sizin arşımı tavaf ettiğiniz gibi onlar da beytimi tavaf etsinler ve böyle ben de onlar¬dan râzî olayım,” buyurdu. Bunun üzerine melekler, beyti (Kâbeyi) bina ettiler.
      2- Allahü Teâlâ semâda “beyt-i mâmur” adında bir beyt bina etti. Meleklerin bu Kâbesine ismi verildi. Allahü Teâlâ me¬leklere, yeryüzünde beyti mâmurun hizasında, onun bir misli olan bir Kabe inşâ etmelerini emretti.
      3- Kâbeyi ilk bina eden Âdem Aleyhisselâm’dir. Bu yapı,Tufan Zamanında kavhnlmiistn Snnra Allahü temellerini İbrahim Aleyhisselâm’a gösterdi. İbrahim Aleyhis-selâm orada Kâbeyi yeniden inşâ etti.

    255. Adem ÖZTEKNECİ

      değerli abim,güzel bilgilendirmelerin için teşekkür ediyorum, mutlaka faydalanan vardır….allaha emanet…

    256. Aşûre Günü

      Muharrem’in 10’uncu günü Aşûre günüdür. Aşûre gününde çok büyük ve mühim hâdiseler meydana gelmiştir.

      Fakîh Ebu’l-Leys Semerkandî Hazretleri’nin beyânına göre Aşûre günü meydana gelen hâdiselerden bazıları şunlardır:

      Yerlerin ve göklerin yaratılması,
      Hz. Âdem (a.s.)’in tevbesinin kabul edilmesi,
      Hz. Musa (a.s.)’nın Firavn’ın şerrinden kurtulması ve Firavn’ın helak olması,
      Hz. İbrahim (a.s.)’in dünyaya gelmesi ve ateşten kurtulması,
      Hz. Eyyûb (a.s.)’un hastalıktan şifâ bulması,
      Hz. Yûnus (a.s.)’un balığın karnından kurtulması,
      Hz. Süleyman (a.s.)’a saltanat verilmesi,
      Hz. Nuh (a.s.)’un gemisinin karaya oturması,
      Hz. Hüseyin (r.a.)’in şehid edilmesi ve
      Kıyâmetin kopması da Aşûre günü olacaktır.

      Aşûre Günü ne yapılır?

      a – O gün, eve ufak-tefek erzak alınırsa, bir sene boyunca evde bereket olur.
      b – En az 10 müslümana birer selâm veya bir müslümana 10 selâm verilir. Fakir-fukarâ sevindirilir.
      c – O gün gusledenler, bir sene ufak-tefek hastalık görmezler.
      d – 10 defa şu duâ okunur:

      سُبْحَانَ اللهِ مِلاْءَ الْمِيزَانِ وَمُنْتَهَى الْعِلْمِ وَمَبْلَغَ الرِّضَى وَزِنَةَ الْعَرْشِ

      “Sübhânallâhi mil’el mîzân. Ve müntehel-ılmi ve mebleğar-rızâ ve zinetel-arş”
      e – Yine Aşûre gününe mahsus olmak üzere kuşluk vaktinde 2 rek’at namaz kılınır. Her rek’atte 1 Fâtiha-i şerîfe, 50 İhlâs-ı şerîf okunur.
      Namazdan sonra 100 defa:

      اَللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَآدَمَ وَنُوحٍ وَاِبْرَاهِيمَ وَمُوسَى وَعِيسَى وَمَا بَيْنَهُمْ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالْمُرْسَلِينَ صَلَوَاتُ اللهِ وَسَلاَمُهُ عَلَيْهِمْ اَجْمَعِينَ

      “Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammedin ve Âdeme ve Nûhın ve İbrâhîme ve Mûsâ ve Îsâ ve mâ beynehüm minen-nebiyyîne vel-mürselîn. Salevâtullâhi ve selâmühû aleyhim ecmaîn”
      f – Öğle ile ikindi arasında 4 rek’at namaz kılınır. Beher rek’atte 1 Fâtiha-i şerîfe, 50 İhlâs-ı şerîf okunur.
      Namazdan sonra:
      70 İstiğfâr-ı şerîf,
      70 Salevât-ı şerîfe,
      70 defa:

      لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللهِ الْعَلِىِّ الْعَظِيمِ

      “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil-aliyyil-azıym” okunur.
      Ümmet-i Muhammed (s.a.v.)’in hidâyeti ve halâsı için duâ edilir.

    257. Cenâb-ı Allah, Âdem Aleyhisselâm’ı yarattığında Cebrail Aleyhisselâm, üç hediye ile ona geldi.
      O hediyeler, ilim, haya ve akıl idi. Cebrail Aleyhisselâm, Haz-reti Âdeme:
      -”Ey Âdem! Bu üçünden dilediğini seç,” dedi. Âdem Aleyhis-’ selâm, bunların içinden aklı seçti.
      Cebrail Aleyhisselâm, ilim ve haya’ya eski yerlerine dönmelerini işaret etti. Onların ikisi de:
      -”Hayır! Biz âlem-i ervahta topluca bir aradaydık. Âlem-i eşbâhta da bazımızın bazımızdan ayrılmasına râzî olamayız. Biz yine akla tâbi oluruz nerede olursa olsun,” dediler.
      Cebrail Aleyhisselâm, onlara seslendi:
      -”(Âdemin vücûduna) yerleşiniz!”
      Akıl dimağa (beyine) yerleşti, ilim kalbe, haya da göze yerleşti.
      Mevlânâ Celâleddin (k.s.) buyurdular:
      Bütün hayvanlar, insan için feda, olunur. İnsan da üstün bir akıl için feda edilir. Akıl, akıllının aklı küllîsidir. Cüz-i akıl da akıldır; ama pek makbul değildir. Lütuf veya akıl sahibi olup erdemliğe nail ol, veya ahmak olup kahrı kabul et.

    258. Bir Meleğin Ömrü !
      Rivayet olundu: Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, semâ’ya yükselip Mi’râca çıktığı zaman, bir yerde melekler gördü. Şerefli bir yerde bazısı bazısının (ardına) doğru gidiyordu. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, Cebrail Aleyhisselâm’a sordu.
      -”Bu melekler, nereye gidiyorlar?” Cebrail Aleyhisselâm: -”Bilmiyorum! Ancak ben yaratıldığım günden beri onların böylece gittiklerini görüyorum. Onlardan daha önce gördüğümü bir daha hiç görmedim,“dedi.
      Sonra Efendimiz (s.a.v.) Hazretleriyle, Cebrail Aleyhisselâm, onlardan birine sordular:
      -”Ne zaman yaratıldın?” O, melek:
      -”Bilmiyorum! Sadece bildiğim, Allah Teâlâ Hazretleri, her dört bin senede bir, altı yıldız yaratır. Allah, beni yarattığı günden beri, dörtyüz bin yıldız yarattı,” dedi. Kudreti bu kadar büyük ve melekûtu bu kadar geniş olan Allah Subhânehû ve Teâlâ Haz­retleri, noksan sıfatlardan münezzehtir. Kendileriyle yeryüzünde olan melekler murad edilmiştir.

    259. Aşûrâ Günü Namaz
      Amma Âşûrâ günü varid olan namazla alakalı: Şeyh Abdülkadir (k.s.) Hazretlerİ’nin, İbnü Abbas (r.a.) Hazretlerinden rivayet ettiği uzunca bir hadîs-i şeriftir. Hadis-i şerîfin sonlarına doğru şöyle denilmektedir:
      -”Kim Aşûra günü dört rek’at namaz kılar, her rek’atında Fatiha sûresini bir kere ve Ihlâs sûresini elli kere okursa, Allah onun elli yıllık günahını bağışlar. Gelecekte Allah ona, mele-i a’Iâda (yüceler yücesinde) nurdan bin mimber yapacaktır.”
      Aşûra gecesini ihya etmek (ibâdet ile geçirmek) müstehabtır.
      “Kim Aşûra gecesini ihya ederse (ibâdetle) geçirirse, sanki mukarrabîn meleklerin ibadetiyle Allah’a ibâdet etmiş gibi sevâb alır.”

    260. Âdem Aleyhisselâmın İstiğfar Duası
      Ibnü Mes’ûd (r.a.) Hazretlerinden rivayet olundu: Allahü Teâlâ Hazretlerine en sevimli kelime, babamız Âdem Aleyhisselâm’ın hatâ (zelleye) düştüğü zaman, söylediği şu kelimelerdir:
      Allahım! Hamdinle seni teşbih ediyorum. Senin adın müba­rektir. Şerefin yücedir. Senden başka ilâh yoktur. Ben nefsime zulmettim. Beni bağışla. Senden başka günahları bağışlayan yoktur.“
      Ya Rabbi, beni Muhammed (s.a.v.) Hakkı için bağışla!
      Yine Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerinden rivayet olundu: Âdem Aleyhisselâm dua ederken:
      Ya Rabbi! Beni Muhammed (Mustafa) s.a.v. hazretlerinin hakkı için bağışla” dedi. Allah:
      Muhammed Mustafa’yı nereden biliyorsun,” dedi. O:
      Sen beni yaratıp içime ruh üflediğinde gözlerimi açtım. Arşın direklerinin üzerinde Lailaheillallah Muhammedenrasulullah Allah’dan başka ilah yoktur. Muhammed Allah’ın rasûlüdür” yazılıydı. Oradan muhlûkatinin en şereflisi ve en üstünü olduğunu anladım. Çünkü sen onun adını kendi adına yakınlaştırdın,” dedi. Allah:
      Evet!” dedi. Ve böylece Âdem Aleyhisselâm, Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerinin şefaatiyle bağışlandı.
      Âdem Aleyhisselâm, cennetten indirilme anında söylediği ilk sözler şunlar:
      Ya Rabbi! Sen vasıtasız olarak beni kudret elinle yaratmadın mı?” Allah:
      Evet”, dedi. Âdem Aleyhisselâm:
      Beni cennetine yerleştirmedin mi?” Allah:
      Evet,” dedi. Âdem Aleyhisselâm:
      Ya Rabbiî Senin gadabın rahmetini geçmedi mi?” Allah:
      Evet!” dedi. Adem Aleyhisselâm:
      Ya Rabbi! Eğer ben kendimi düzeltir, sana döner ve tevbe edersem, sen beni yine cennetine koyar mısın?” Allah:
      -”Evet” dedi.
      İşte bu kelimeler, insanî ahidlerdir. Ademî mîsâk ve sözleşmelerdir. Halifeden, Hak Teâlâ Hazretlerine yapılan Rabbânî münâcâtlardır. Böylece Âdem Aleyhisselâm, masiyyetinden dönmekle, zellesini (günahını) itiraf etmekle, hatâ ve unutkan­lığından dolayı özür dilemekle Allaha tevbe etti. (0 da) tevbesini kabul etti.” Yani Rabbi ona rahmet ve tevbesini kabul etmekle döndü.

    261. Hazreti Havva’nın Yaratılış Hikmeti
      Allahü Teâlâ Hazretleri, Hazreti Havva’yı (kadını) bazı hikmetleri gerektiren bir emirle yarattı.
      (Birincisi:) Onunla Âdem Aleyhisselâm’m yalnızlığını gidermek içindir. Çünkü Hazreti Havva, onun cinsindendi.
      (İkincisi:) Zürriyetinin devam etmesi içindir. Zaman geçtikçe ta kıyamet saatine kadar evladı devam etsin diyedir. Çünkü Âdem Aleyhisselâm’ın zürriyetinin bakâsı, (devam etmesi) peygamberlerin gönderilmesine, şeriatlerin teşri edilmesine ve hükümlerin indirilmesine sebebtir.
      (Üçüncüsü:) Hazreti Havva’nın yaratılmasının neticesi, Allahü Teâlâ Hazretlerinin marifetidir (Allahı tanımasıdır). Çünkü Allahü Teâlâ Hazretleri mahlûkatı marifeti, yani bilinmesi için yarattı.
      Evlilikte dinî, dünyevî ve uhrevî bir çok faydalar vardır. Allahü Teâlâ Hazretleri, kitabında zikrettiği bütün peygamberler evlenmişlerdir. Alimler buyurdular ki, Yahya Aleyhisselâm, evliliğin faziletine nail olmak ve peygamberlerin sünnetini ikâme etmek ve ayakta tutmak için evlendi. Lâkin cima etmedi. Çünkü bu azimettir. Onun için Allahü Teâlâ Hazretleri onu Derken melekler kendisine nida ettiler -o kalkmış mihrâbda namaz kılıyordu.
      “Haberin olsun, Allah sana Yahya’yı müjdeliyor; Allah’tan bir kelimeyi tasdik edecek, hem bir efendi, hem gayet zâhid ve bir peygamber, sâlihînden..Bu âyette Allahü Teâlâ Hazretleri, Yahya Aleyhisselâm’ nefsine hakim olan, iffetli diye övdü.
      Eşbâh’ta beyan edildi: İman ve nikâh’dan başka; Âdem Aleyhisselâm’ın zamanından beri meşru kılınmış ve günümüze kadar devam edip gelen ve cennette de devam edecek hiç bir ibâdet yoktur.
      Evli kişinin, bekâra karşı fazîleti, mücâhid’in evinde oturana olan üstünlüğü gibidir.
      Evli kişinin kılmış olduğu bir rek’at namaz, bekârın yetmiş rek’at namazından daha faziletlidir. Bütün bunlar, evliliğin, neslin devamına ve kişinin zinâ’dan korunmasına sebeb olduğu içindir.
      Evlilikle ilgili teşvik ve fazîletler, İkinci bin yılının birinci yüz yılından önceki zaman içindir. Zîrâ Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri şöyle buyurdular:
      “Ümmetimin üzerine, bin yüz seksen sene geçtikten sonra, evlenmemek, uzlet ve dağ başlarına çekilmek, gerçekten helal oldu.” Çünkü ikiyüz yılın insanları, harb ve kati (öldürme) ehliydiler. Bu durumda bir eniği (köpek yavrusunu) terbiye etmek, çocuk terbiye etmekten daha hayırlıdır. Kadınların yılan doğurmaları, çocuk doğurmalarından daha hayırlıdır.
      Sadî buyurduğu gibi:
      Kadınlar yüklendiklerinde çocuklara, doğum vakti olduğunda sanki birer yılan doğurmakta.
      Hicri bin yüz seksen tarihi; Milâdî takvimin, 09.06.1766 pazartesi gunune takâbül eder ki 236 sene önce (2002 itibarı ile) bu hüküm başlamış bulunuyor. Ihya’da geçen bir başka hadisi şerif de; “Hayruküm ba’del mieteyni hafîfül nâz. lâ ehle leh vela velede leh” buyurulmuştur. Manası “(Hicri bin) İkiyüz yılından sonra insanların en hayırlısı çoluk çocuğu olmayandır” demektir.

    262. Allah Tevbeleri Kabul Edendir
      “Muhakkak O! Allah Tevvâb’tir (Tevbeleri çok kabul edendir)”
      İbnü Abbas (r.a.) buyurdular: Âdem Aleyhisselâm ile Hazreti Havva kaçırmış oldukları cennet nimetleri için tam yüz sene ağladılar. Kırk gün yemediler, içmediler. Adem tam yüz sene Havva’ya yaklaşmadı.
      Şehr bin Havşeb buyurdu:
      Bana ulaştı ki, Âdem Aleyhisselâm, yeryüzüne indiğinde, üçyüz yıl kaldı. Allahü Teâlâ’dan haya ettiği (utandığı) için başını hiç kaldırmadı. Dediler ki: Yeryüzü ehlinin bütün göz yaşlan bir araya gelse, Davud Aleyhisselâm’ın zellesinden dolayı akıtmış olduğu göz yaşları kadar olamaz. Davud Aleyhisselâm ile bütün yeryüzü ehlinin göz yaşları bir araya toplansa, cennetten çıkarıldığı için ağlayan Âdem Aleyhisselâm’ın göz yaşları kadar olamaz.
      Küçük günahlardan bile daha küçük bir zelle işleyenin hali bu olunca, “İsyan Denizine dalanın hali nasıl olur? (Nasıl olmalıdır?) Tevbe, sabun’un yerindedir. Sabun zahirî kirleri giderdiği gibi, tevbe de bâtınî kirleri temizleyip giderir. Bir kul, günah ve kötülükten dönüp halini düzelttiği zaman, Allah’da onun şanını düzeltir. Geçmiş ve kaçırmış olduğu nimetleri ona geri verir.

    263. Yedi Kat Semâ
      Gök, yedidir.
      Birincisi’nin adı, Rakî‘dir. Yeşil zümrüddendir. İkincisi’nin adı “Erfelûn“dir. Beyaz gümüştendir. Üçüncüsü, “Kaydûm“dur. Kırımızı yakuttandır. Dördüncüsü, “Mâûn“dur. O da, beyaz incidendir. Beşincisi, “Dİbkâae“dir. O da kırmızı altındandır. Altıncısı, “Vefnaae“dir. O da sarı yakuttandır. Yedincisi, “Urûbâae“dir. O da parıldayan bir nurdandır.

    264. Hazreti Havva’nın Yaratılışı
      Hazreti Havva’nın yaratılışında ihtilâf edildi. Cennete girdikten sonra mı, önce mi yaratıldı? îbnü Abbas (r.a.) Hazretlerinden rivayet edilen bu hadis, birincisine (yani Havva annemizin cennete girmeden önce yaratıldığına) delâlet etmektedir: Allahü Teâlâ Hazretleri, meleklerden bir ordu gönderdi. Âdem Aleyhisselâm ile Hazreti Havva’yı altından yapılmış, yakut, inci ve zümrüd ile süslenmiş koltuklar üzerinde taşıdılar. Âdem Aleyhisselâm’in üzerinde yakut ve inciyle donatılmış taçlar ve elbiseler vardı. Melekler bu şekilde onları cennete götürdüler.
      İbni Mesûd (r.a.) Hazretlerinden rivayet edilen ise, ikincisine (yani Havva annemizin cennette yaratıldığına) delâlet eder: Allahü Teâlâ Hazretleri, cenneti yarattı. Âdem Aleyhisselâm’ı cennete yerleştirdi. Âdem Aleyhisselâm, cennette yalnız kaldı. Allahü Teâlâ Hazretleri, Âdem Aleyhisselâm’a uyku verdi. Sonra onun sol eğe kemiklerinden birini aldı. Onun yerine et koydu. Ondan Havva’yı yarattı.
      Havva İsmi
      İnsanlardan bazıları, şöyle denilmesi, yani “Hazreti Havva’nın Âdem Aleyhisselâm’in eğe kemiğinden yaratıldığını söylemek caiz değildir, diyorlar. Çünkü, (Havva’nın yaratılması için ondan alınan bir eğe kemiğiyle) onda noksanlık meydana gelmiş oluyor. Peygamberlerden noksanlık olduğunu söylemek ise caiz değildir.”
      Biz onlara cevaben deriz ki, Âdem Aleyhisselâm’dan meydana gelen bu noksanlık, suret bakımındandır. Manâ bakımında ise onu mükemmel kılmak içindir. Zîrâ onun eğe kemiğinden yaratılan Hazreti Havva ile Âdem Aleyhisselâm sükûnet buldu, yalnızığını ve üzüntüsünü giderdi.
      Âdem Aleyhisselâm, uykudan uyandığında Havva’yı başı ucunda oturur buldu. Hemen ona sordu:
      -”Sen kimsin?” 0:
      -”Ben bir kadınım” dedi. Âdem Aleyhisselâm sordu:
      -”Sen niçin yaratıldın?”
      -”Senin benden; benim de senden sükûnet (huzur ve saadet) bulmam için, yaratıldım“, dedi.
      Melekler, sordular:
      -”Ey Adem! Onun adı nedir?” Âdem Aleyhisselâm:
      -”Havva,” dedi. Melekler:
      -”Niçin (Havva)” dediler. Âdem Aleyhisselâm:
      -”Çünkü o bir “hayy” canlıdan” yaratıldı. Veya o bütün can­lıların (insanların) aslı olduğu için. Veya onun çenesinde, siyaha çalan bir kırmızılık (ben) olduğu için (Havva) ismini aldı. Denildi ki dudaklarında (siyaha çalan bir kırmızılık) vardı.
      Kadına “Mer’eh” denilmesinin sebebi, “mer’e” erkekten yaratıldığı içindir. Âdem Aleyhisselâm, Edemeden yani, yeryüzünün üstündeki bazı topraktan yaratıldığı için kendisine Adem denildiği gibi… Hazreti Havva, Âdem Aleyhisselâm’dan sonra, yedi sene ve yedi ay yaşadı. Bütün ömrü, dokuz yüz doksan yedi (997) seneydi.
      Bil ki, Allahü Teâlâ Hazretleri, birini anne olmadan babadan yarattı, o, Hazreti Havva’dır. Birini babasız olarak bir anneden yarattı. O, İsa Aleyhisselâm’dır. Diğer insanları bir anne ve bir babadan yarattı. Yani Âdem Aleyhisselâm’ın evladından yaratıldı. Diğerini de babasız ve annesiz yarattı, o da Âdem Aleyhis-selâmdır.
      Akıllan şaşırtacak şekilde yaratmış olduğu varlıklara ilahî sanatının hayret uyandıran sırlarını ortaya koyan Allah sübhânehü ve Teâlâ Hazretleri, noksan sıfatlardan münezzehtir. Onu tesbih ederim

    265. Şehitler
      1- Taûn’dan ölen şehiddir. Matûn, taun hastalığından ölen kişiye denir.
      2- (Tâûn’a) Sabreden kişi şehid olarak ölür. Sabreden ise, Allah’ın kendisi hakkında hükmünü bekleyen kişi demektir.
      3- Karın hastalığından ölen de şehiddir.
      4- İshal sahibi,
      5- İstiskâ, kamında su toplanan, kişiler karın hastalığından ölenin hükmüne girer, (şehiddirler).. Çünkü onun aklı, hep hazır ve zihni ölüm vaktine kadar kendisindedir.
      6- Sel’e tutulan kişi de bunlar gibidir. (O şehiddir. O da ölüme gittiğini bilmekte, aklı ve zihni yerindedir).
      7- Suda boğulan şehid’dir. Suda boğularak ölen kişi demektir.
      8- Yıkıntı altında kalan şehiddir. Alit (yıkıntı altında kalan) kelimesi ismi mefûl olduğu için, (dâl) harfinin fethası ile okunur. Üzerine ev, duvar veya herhangi bir şey yıkılan ve altında ölen kişi demektir.
      9- Allah yolunda öldürülenler şehiddirler.
      10- Zâtü’l-cenb (Akciğer zarı iltihabı) hastalığından ölenler şehiddirler.
      11 – Yangında (yanarak) ölenler şehididirler.
      12- Hamile iken çocuğuyla beraber ölen kadınlar.
      13- Doğum’da vefat eden kadınlar.
      Bunların ölümleri, ansızın ölen kişinin ölümüne benzemez. Bununla beraber şu manevî şehidierin ölüm şekilleri; zehir ile ölenin, bunayarak (deliliğe yakın bir hastalık ile) ölen, insanı kuşatan hummadan ölen, kulunç hastalığından ve taştan (böbrek ve dalağında taş toplanmakla) ve diğer hastalıklardan ölenlere benzemezler. Manevî şehidler, ölüme yaklaşırken akılları başla­rında başlarına gelen hadisenin bütün vahametini hissettikleri halde, diğer hastalıklardan ölen kişiler, elem ve acılarının şiddetinden akıllarını kaybederler. Dimağları gereken şekilde çalışmaz ve mizaçları bozulur.

    266. Hayırlı insan ve şerli insan.
      Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerine, soruldu: “Yâ Resûlellah! İnsanların hayırlısı kim-dir?”‘Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri:
      “Ömrü uzun ve ameli güzel olandır” buyurdular. Yine soruldu: şer” ve kötü insan, ömrü uzun, ameli kötü; insanların şerrinden korkup ve hayrı umulmayan kişidir,” buyurdular.
      Hasan Basrî Hazretleri, meclisinde oturanlara şöyle dedi:
      -”Ey şeyhler topluluğu (gün görmüş kimseleri) Ekin hakkında ne düşünürsünüz? Tam kemâle erdiği zaman ne yaparlar?“
      -”Biçilir” dediler. Hasan Basrî Hazretleri:
      -”Ey gençler topluluğu! Bazen de ekin olgunlaşmadan önce afetlere uğrar,” buyurdu:
      Bazıları şöyle buyurdular:
      Ölümden önce sen, kendin için bir hazırlık yap
      Çünkü yaşlılık ölüme hazırlıktır.
      Göç oldukça zordur, o halde çaba göster.
      Asıl durak yerinde durup dinlenmemek için.
      Yine Hasan Basri Hazretlerinden rivayet olundu: “Ey Ademoğlu! Bir senenin sıkıntısını bir güne getirip sığdırmaya kalkışma. Çünkü o günün sana getireceği şeyler, sıkıntı olarak zaten sana kâfidir (yeter). Eğer sen o yıl yaşarsan zaten Allah senin rızkını verir. Şayet yaşayamayacaksan, bu takdirde kendine ait olmayan birşeylerle uğraşır olacaksın.” Ebû Derdâ (r.a.) Hazretlerinden rivayet olundu: “Güneş doğduğunda muhakkak yanında iki melek vardır. 0 melekler, seslenirler ve onların seslerini insan ve cinler hariç bütün varlıklar işitirler. O melekler şöyle derler: “Ey insanlar! Rabbinize gelin. Az ve yeterli olan bir şey; çok ve insanı oyalayan
      şeylerden daha hayırlıdır. Güneş her battığında mutlaka yanında yine iki melek vardır. Melekler, nida ederler ve o meleklerin seslerini insan ve cinler hariç yeryüzünde bulunan bütün varlıklar işitirler. Melekler şöyle dua ederler:
      “Allahım, malını senin yolunda infak edenin yerine yenisini ver. Malını infak etmeyip, elinde tutanın da malını telef et“
      Mesnevî’de buyuruldu:
      Verilen her bir ekmek on ekmek getirir.
      Can dahi on cana bedel olur.

    267. Cennet Pınarları Kevser Havuzuna Dökülür
      Cennetteki bütün pınarların, döküldükleri yer ise, kevser havuzudur. Cennetin bu güzel pınarları, “Kevser” havuzuna akıp dökülürler. Kevser, Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerinin havuzudur. O bu gün cennettedir; kıyamet günü, Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri onun ümmetine su vermesi için, Kevser havuzu “Arâsâf’a İntikâl edecektir. Sonra cennete intikâl eder ve cennet ehline oradan su verilir. Yine cennette “Kafur” pınarından, “ZencebîT pınarından, “Selsebîl” pınarından ve mizacı “tasnîm”den olan “Rahîk” pınarından; melekler vasıtasıyla içerler. Ve Allahü Teâlâ Hazretleri, vasıtasız olarak “Tahûr şarabından onlara içirir. Allahü Teâlâ Hazretleri buyurdukları gibi.
      “Rableri onlara temiz bir içecek (tahûr şarab) içirmiştir.

    268. Lezzetli Yemekler Mubahtır
      Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, tatlı şeyleri ve balı severdi. Tatlı ve soğuk su içerdi. Mercimek ve zeytin, sâlihlerin yemeğidir. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri şöyle buyurdular:
      “Size mercimeği tavsiye ederim. O mübarek ve mukaddes bir nimettir. Mercimek, kalbi yumuşatır, göz yaşlarını çoğaltır. 0, mübarektir. Ona yetmiş peygamberin duası vardır. Sonuncusu, Meryem oğlu İsa’dır.”[1]
      Ömer bin Abdülazîz (r.h.) Hazretleri, bir gün ekmeği zeytin ile yerdi, bir gün mercimek ile yerdi ve bir gün de, et ile yerdi. Eğer mercimekte fazîlet olmasaydı, bu zatlar yemezdi. İbrahim Aleyhisselâm’ın şehrine vermiş olduğu ziyafet asla mercimekten hâlî olmazdı. Yani mutlaka mercimek yemeği çıkardı. Bedenlerin kurumasında mercirnek yeterlidir. Mercimek ibâdet için hafiftir. Et, buğday, soğan ve sarmısakta şehevî duygular (için gerekli şeyler) meydana geldiği gibi. mercimekte meydana gelmez. Onda ancak mübâh olan bir koku vardır. Mercimeğin pis kokusu yoktur.

    269. Yahudilerin Maymun Olmaları.
      Bu konuda kıssa: Onlar, Davud Aleyhisselâm’ın zamanında kendisine “Eyle” denilen bir şehirde yaşıyorlardı. Eyle Medine ile Şam arasında bir yerde ve Kizıldenizin sahilinde bir yerdeydi. Allah onlara cumartesi günü balık avlamayı yasak etti. Cumartesi günü olduğu zaman, denizde balık kalmaz, hepsi sahile gelirdi. Bu durum, ya bu kavmi böylece imtihan içindi, ya da denizde çok balık ve Yunus balığının olmasındandı. Her cumratesi günü bütün balıklar. Yunus balığını ziyaret etmek için toplanırdı. Başlarını ve kuyruklarını sudan çıkarır oynaşırlardı. Öyle ki, balıkların çokluğundan su bile görülmez olurdu. Cumartesi günü geçtiğinde, balıklar ayrılırdı. Her biri denizin bir tarafına dağılır, diğer zamanlarda olduğu gibi çok az balık bulunurdu. O balıklardan hiç bir eser görülmezdi. Sonra şeytan onlara vesvese verdi. “Siz sadece cumartesi günü balık tutmaktan nehiy olundunuz. (Halbuki o gün balık daha çok oluyor. Siz esas o gün tutun dedi) Bu şehirden bazı kişiler, balık tutmak niyetiyle denizin kenarında bazı havuzlar kazdılar. Oradan da suyu nehirlere döktüler. Cuma gecesi olduğunda, bu havuzun başına giderlerdi. Dalgalar, balıkları bu havuzlara atıyordu. Bu havuzlar, çok derin olduğu ve içinde çok az su bulunduğundan o havuzların içine düşen balıklar, çıkamıyordu. Böylece havuz, balıklar ile doluyordu. Pazar günü olduğundan da Yahudiler, gelir o balıklan avlarlardı. O balıkları tutarlar, yerler, tuzlarlar ve satarlardı. Bu şekilde malları çoğaldı. Zengin oldular. Bunu kırk sene veya yetmiş sene kadar yaptılar. Üzerlerine bir ceza inmedi. Amma onlar üzerlerine ilâhî bir azabın inmesinden de korkuyorlardı. Üzerlerine herhangi bir azab gelmeyince, birbirlerini müjdelediler ve günahlara karşı daha da cesur oldular. Onlar: Biz bu işi yıllardır yapıyoruz, üzerimize bir belâ ve azab inmediğine göre, cumartesi günü balık avlamak muhakkak ki bize helaldir. Yoksa şimdiye kadar üzerimize azab inerdi, dediler. Yetişen yeni kuşak (çocukları da) babalarının yolunda gitti. Bir iki kere yapmakla zarar gelmedi. Bunu bütün şehir ehli yapmaya başladı. Şehrin nüfûsu, yetmişbin kadardı. Cumartesi günü balık avlama konusunda şehir üçe bölündü.
      (Birinci) Sınıf, kendileri, balık tutmadıkları gibi, halkı da bu kötü hareketlerinden vaaz ve nasihatlarıyla alıkoymaya çalışıyordu.
      (İkinci) Sınıf, kendileri balık tutmuyordu ama, halkı da bu hareketlerinden alıkoymak için çalışmıyordu. Kimseye bir şey demiyorlardı.
      (Üçüncü) Sınıf, ise cumartesi günü çalışma emrini çiğnemiş¬ti. Hiç korkusuz ve vicdanları titremeden balık avlıyorlardı.
      Kendileri balık tutmadıkları gibi, insanları balık tutmaktan alıkoymaya çalışan ve insanlara nasihat edenlerin sayısı oniki (12) bin kadardı. Bu nasihat edenler şöyle diyordu:
      -”Ey kavmim! Siz Rabbinize isyan ettiniz. Peygamberinizin sünnetine muhalefet ettiniz üzerinize belâ gelmeden önce bu işi bırakın. Yahudiler, vaaz ve öğütlere kulak asmadılar. Onların nasihatlerini kabul etmediler. Allahü Teâlâ Hazretleri de Yahudileri, “mesh” (insandan maymuna çevirmekle) cezalandırdı. Ve şöyle buyurdu.
      Biz onlara (cumartesi emrini çiğneyenlere) dedik.“
      Kahr ile dedik. “Maymunlar olunuz,” kelimesinin cemiidir. horozlar kelimesinin, kelimesinin cemii olması gibi. Farçada maymuna puzine denir. Bu değiştirme emri, Yahudileri, kendilerini kötülük halinden iyilik haline değiştirme kudretlerinin olmayışındandır. Bu şu âyete işaret etmektedir: “Bizim herhangi bir şey için sözümüz, onu mu’rad ettiğimiz zaman sade ona şöyle dememizdir: Hemen oluverir. Biz bu istediğimizde onlar, beklemeksizin hemen bizim istediğimiz gibi oldular. “sefil maymunlar olun!“
      “Maymunlar olun. Bu kelime haberdir. Yani, maymunluk ile, aşağılık arasında olun. Aşağılıkla, rahmetten kovulmak demektir. Bu onların sadece nasihatleri kabul etmekten kaçınmalarındandır. Onları alıkoymaya çalışanlar: Vallahi sizinle aynı şehirde oturmayız, dediler. Şehri duvar ile ikiye böldüler. Bu şekilde şehir ikiye bölünmüş oldu. Davud Aleyhisselâm, onlara lanet etti. Yahudilerin günahlara isrâr etmeleri üzerine Allah onlara gadab etti.
      Bir gece hepsi maymun oldular. Onları nehyedenler. sabahladıklarında onların kapılarına geldiklerinde kapılarını kapalı gördüler. Evlerinde bir ses işitilmiyordu. Evlerinde duman yükselmiyordu. İki şehrin arasında bulunan duvara tırmandılar. Gençlerin maymun, yaşlıların hınzır (domuz) olduğunu gördüler. Kuyrukları vardı. Kuyruklarını sallayıp, insanlardan olan akrabalarını tanıyıp, yanına sokuldular. Amma insanlar, maymunlardan olan akrabalarını tanımadılar. Maymunlar gelip, insanlardan olan akrabalarının elbisesini kokluyor ve ağlıyorlardı. İnsanlar:
      “Biz sizi bundan nehyetmedik mi?“diyorlardı. Onlar da: “Evet!” manâsında başlarını sallıyorlardı. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Bu hadise onların, maymun olduktan sonra, akıl ve anlayışlarının kaldığına işaret etmektedir. Maymunların başlangıcı bunlar değildir. Onlardan önce de maymunlar vardı. Bunlar, amellerinin kötülüğünden dolayı bu kötü hale döndürüldüler. Maymuna dönüşen bu insanlar, üç gün sonra hepsi öldü. Onlardan kimse türemedi. Nesillleri çoğalmadı. Dünyadaki maymunlar daha önce de var olan maymunlardır.
      Biz bunu (yani, onları maymun yapma işini) kıldık.” Yani biz bu ümmeti insandan maymuna çevirip, azablandırdık.
      “Azab olarak,” Kendisinden ibret alacaklar için ibret dolu bir ceza olarak. Yani kendilerinden sonra gelecek olan nesilleri onların yaptıklarını menedecek ibretvârı bir ceza kıldık.
      “Öncekiler ve sonrakiler için,” Yani kendilerinden önce (kendi çağlarında) ve kendilerinden sonra yaşayan ümmet ve asırlara ibret kıldık. Çünkü onların insandan maymuna çevirilme hadiseleri daha önceki ilâhî kitablarda zikredildi. Bundan ibret alın. Sonra gelenlerden, bu gerçeğin ulaştığı kimseler ibret almalıdır. “elinin önündeki” tabiriyle istiare yoluyla geçmiş zamanlar murad edildi. “arkasındakiler” tabiriyle de, istiare yoluyla gelecek zamanlar tabir olundu.
      “Bir vaaz ü nasihat,” yani hatırlatıcı bir öğüt, “müttekîler için yani korunacaklara,” Bunlar, kavimlerinden olup da, sâlih olan ve ötekilerini de haddi aşmaktan menetmeye çalışanlar için bir öğüt ve hatırlatma kıldık.

    270. Her Yüz Senede Bir Müceddid Gelir
      Bil ki, Allahü Teâlâ Hazretleri, bu âlemin nizâmını halifeler ile muhafaza etmektedir. Hazineler, mühürlerle korunduğu gibi… Bu âlemin (gerçek) halifeleri, kutublardir. O kutublar. her asırda ancak bir tane olur.
      (Efendimiz s.a.v. Hazretleri, gerçek halife, kutub ve müceddidler için şöyle buyurdu:
      Muhakkak Âllahü Teâlâ Hazretleri, bu ümmet için her yüz senenin başında onların dinlerini yenileyen bir müceddid gönderir.)

      İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi cilt -1

    271. Sığırın Dile Gelmesi
      Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerinden rivayet olundu:
      Adamın biri, sığırını sürüyordu. Ona bindi. Ve sığıra vurdu. Sığır dile geldi:
      -”Biz bunun için yaratılmadık! Biz çift sürmek için yaratıldık,“dedi. Orada bulunan (Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerinin bu haberini işiten insanların bazıları: hiç sığır konuşur mu? Dediler. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri:
      -”Ben buna inanıyorum! Ebû Bekir ve Ömer de inanıyor,” dedi. ikisi orada yoktu.
      Sonra Efendimiz (s.a.v.) hazretleri devam ettiler:
      -”Çobanın biri bir koyun sürüsünün içindeyken, bir kurt sürüye saldırır ve bir koyunu kapıp götürür. Çoban kurdun peşine takılır ve koyunu kurtarır. Bunun üzerine kurt çobana dönerek:
      -”Başında hiçbir çobanın bulunmayacağı ve kurtların günü olacak o günde, onları (koyunları) kim benden kurtaracak,” der. Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerinin etrafinda bulunan bazı insanlar: hiç kurt konuşur mu? Dediler. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri:
      -”Ben buna inanıyorum! Ebû bekir ve Ömer de inanıyor,” dedi. İkisi orada yoktu.
      Yine bu şekilde Allahü Teâlâ, kıyamet günü kâfirlerin derilerini konuşturacaktır.
      Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerinin avuçlarında çakıl taşlan teşbih etti ve şehâdet kelimesini getirdiler.
      Zehirlenmiş olan koyunun pişmiş etleri konuşup kendisinin zehir olduğunu Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerine haber verdi.

    272. Cennet Ehli
      İkrime (r.h.) Hazretleri [ 1 ] buyurdular: Cennet ehli kadın ve erkeği 33 (otuzüç) yaşında olacaktır. Boyları, babaları Âdem Aleyhisselâm’ın boyu gibi 60 zira’ (48 m) olacaktır. Hepsi genç, kılsız, tüysüz ve sürmelidirler. Üzerlerinde yetmiş hülle vardır. Hüllelerin her biri bir saatte yetmiş renk ile renklenmektedir. Tükürmezler ve sümkürmezler ve bunların üzerinde olan eziyet­ler, cennet ehlinden sadır olmaz. Dünya ehli sürekli yaşlandığı ve zaif düştüğü gibi, cennet ehlinin ise her gün (biraz daha) güzellikleri ve hüsnü cemâlleri artmaktadır. Gençlikleri sona erip yaşlanmazlar ve elbiseleri de eksilmez.

    273. Kırklar
      Hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri buyurdular:
      “Yeryüzü kırklar’dan asla boş olmaz. Yeryüzünde Halilü’r-Rahmân Aleyhisselâm gibi (insanlığın iyiliğini düşünen) kırk kişi asla eksilmez. Onların sayesinde sizlere su (yağmur) verilmekte ve onların yüzü suyu hürmetine sizlere yardım olunmaktadır. Onlardan herhangi biri vefat ettiği zaman, Allah, onun yerine başkasını koyar.[1]
      Mesnevî’de buyuruldu:
      Eğer dua için temiz bir nefesin ve dilin yoksa, temiz gönüllü evliya ve dostlardan dua iste

    274. Mâlik bin Dinar Hazretleri kimdir !
      Mâlik bin Dinar Hazretleri, Büyük âlim ve velilerdendir. Künyesi Ebû Yahya’dır. Gençliğinde günahlarından tevbe edip, Hasan Basri Hazretlerinin talebesi olmuştur. Bir çok büyük tabiiynden ders aldı. Hattatlık yaparak geçimini sağlıyordu. Birinde gemiye bindiğinde gemiciler kendisinden para istedi. Parasının olmadığının farkına vardı. Parası olmadığı için gemiciler onu Ölesiye kadar dövdüler ve denize atacaklardı. Denizdeki balıkların her biri ağzından birer altın ile gemiye doğru fırladılar. Mâlik bin Dinar Hazretleri sadece iki altın alıp gemicilere verdi. Bu hadise üzerine kendisine Mâlik bin Dinar (Dinar sahibi) denildi. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. 748 (H. 131) tarihinde Basra’da vefat etti.
      H.z Allah şefeatlerine nail eylesin.

    275. Alem-i Emr
      Alem-i Emr, Alemleri anlatırken beyan edildiği gibi, “Alem-i Emr” Arş-ı Âlâ’dan sonra gelip, bütün âlemleri içine alan emir âlemidir. Alemi emir beş tabakadır. En son tabakası “daire-i ahfâ“dır. Kâinat dediğimiz “Alem-i Kebirin hududu da dâire-i Ahfa ile nihayet bulur. Bütün âlemler onun yanında bir hardel tanesi kadar bile değildir. Feyzi ilâhî`nin merkezidir.

    276. İsrâiloğullarının İnançsızlığı
      Bu kıssanın aslı şudur: Mûsâ Aleyhisselâm, Tur’dan kavmine döndüğünde: Onları buzağıya tapar halde gördü. Bunun üzerine kardeşi Harun Aleyhlsselâm’a ve Samiri’ye söylenmesi gerekenleri
      söyledi. Buzağıyı yakıp (külünü) denize savurdu. Isrâiloğulları taptıklarına pişman oldular.
      “Kasem olsun ki” dediler, “eğer bize merhamet etmez de rabbimiz, mağfiret buyurmazsa herhalde hüsranda kalanlardan olacağız dediler. Allahü Teâlâ Hazretleri, Mûsâ Aleyhisselâm’a, İsrail oğullarından bazı insanları, yanına alıp; buzağıya tapmalarından dolayı kendisinden özür dilemeleri için, Tur’a getirmelerini, emretti. Mûsâ Aleyhisselâm, kavminin seçkinlerinden yetmiş kişiyi seçti. Tura çıktıklarında, Mûsâ Aleyhis-selam’a:
      “Allah’dan, zatının kelâmını işitmemizi iste,” dediler. Mûsâ Aleyhisselâm, bunu Allah’dan istedi. Allah kabul etti. Dağa yaklaştıklarında, nurdan bir bulut direği üzerlerine vaki oldu, bütün dağı kapladı. Mûsâ Aleyhisselâm, o buluta yaklaştı ve içine girdi. Kavmine:
      -”Girin! Sizde girin,” buyurdu. Onlar da girdiler. Allahü Teâlâ Hazretleri, Mûsâ Aleyhisselâm ile konuştu. Ona emir ediyor ve nehiylerde bulunuyordu. Allahü Teâlâ, Mûsâ Aleyhisselâm ile bir kelime konuştuğunda, Mûsâ Aleyhisselâm’ın yüzünde bir nûr beliriyor ve şimşek gibi çakıyordu. O yetmiş kişiden hiçbiri Mûsâ Aleyhisselâm’m yüzüne bakamıyordu. Mûsâ Aleyhisselâm ile beraber Allahü Teâlâ’nın “yap” ve “yapma” deyişini işitiyorlardı. İsrail oğullarının seçkinleri, Allahü Teâlâ’nın kelâmını işittiler, ama yine Allah’a inanmadılar. Ve dediler ki:
      “Ey Mûsâ! Biz Allah’ı açıkça görmedikçe asla inanmayacağız. Konuştuğun Allahı görmek istiyoruz!” Bunun üzerine onları yıldırım çarptı. Hepsini yıldırım çarptı ve ölü bir halde yere düştüler. Bir gün ve bir gece bu halde kaldılar. İsrâiloğullarının bütün seçkinleri ölünce, Mûsâ Aleyhisselâm, ağlamaya başladı. Mûsâ Aleyhisselâm, ellerini semâya kaldırıp Tazarru’ ile dua etmeye başladı:
      -”Yâ İlâhî! Ben İsrâiloğullarından yetmiş kişi seçtim ki, tevbelerinin kabul edildiğine dair benim şahidlerim olsunlar diye. Şimdi ben İsrâiloğullarma dönünce onlara ne diyeceğim? Sen, bu seçkin insanları, bu gün helak ettin. Keşke bunları, buzağı ashabı (buzağıya tapanlar) ile beraber daha önce helak etmiş olsaydın. (Mûsâ Aleyhisselâm, dua etmeye devam etti:)
      “Rabbim” dedi; “dileseydin bunları ve beni daha evvel helak ederdin. Şimdi bizi içimizden o süfehâ’nın ettikleriyle helak mi edeceksin? O sırf senin fitnen; sen bununla dilediğini dalâlete bırakır, dilediğine hidâyet kılarsın. Sen bizim velîmizsin, artık bize mağfiret buyur, merhamet buyur; sen ki hayr’ul-gâfırîn’sin.
      “…. ve bize hem bu dünyada bir hasene yaz, hem âhirette. Biz sana cidden tevbe ile rücûa geldik.” Buyurdu ki:
      “Azabım! Onunla dilediğimi Mûsâb kılarım, rahmetim ise herşeye vâsidir. İleride onu, bilhassa onlar için yazacağım ki; korunurlar ve zekât verirler. Hem onlar ki, âyetlerimize imân ederler Mûsâ Aleyhisselâm, durmaksızın Rabbine yalvardı, yakardı. Allah, Mûsâ Aleyhisselâm’ın duasını kabul etti. Onları diriltti. Ruhlarını yeniden kendilerine verdi. Mûsâ Aleyhis¬selâm, İsrâiloğullarının buzağıyı mabud edinmelerinden dolayı tevbelerinin kabulünü istedi. Allah:
      -”Ancak onlar, kendi nefislerini öldürürlerse tevbelerini kabul ederim,” buyurdu.
      (Âlimler) buyurdular: Mûsâ Aleyhisselâm, Tur’a ilk gidişinde Rabbini görmeyi istediğinde ölmedi. Çünkü, Mûsâ Aleyhisselâm’ın o zaman yere düşmesi, sadece bir baygınlıktı. Baygınlık ise ölüm değildir. Lâkin bu bir bayılma olduğuna şu ayeti kerime delildir:
      -”Vaktâ ki Mûsâ mîkatımıza geldi ve rabbi onu kelâmıyla taltif buyurdu. (Mûsâ aleyhisselâm)
      “Yârab” dedi, “göster bana, bakayım sana.” Allahü Teala buyurdu :
      “Len terânî. (Beni katiyyen göremezsin) ve lâkin dağa bak… Eğer yerinde durursa, demek beni göreceksin“
      Derken rabbi dağa bir tecelli buyurunca, onuun ufrâ ediverdi. Mûsâ da baygın düştü. Sonra vaktâ ki ayıldı:
      “Sübhânsın.” Dedi; “sana tevbe ile döndüm ve ben mü’minlerin evveliyim. 7/143″ Bu âyette Mûsâ Aleyhisselâm kendisine gelmesini ayılıp kendine gelince,” kelimesiyle ifade edilmektedir. Bu kelâm, Mûsâ Aleyhisselâm’ın baygın düştüğüne delildir.
      İkinci kere Tur dağına Özür dilemek için çıktıklarında kavmi Allahü Teâlâ’yi görmek istediğinde öldüler. Bu, Mûsâ Aleyhisselâm’ın Allahü Teâlâ’yi görme isteğinin ona olan aşk, .şevk, muhabbet ve ona muhtaç olmasından; kavminin (İsrâiloğullarının seçkinlerinin) Allahü Teâlâ’yı görme istekleri ise, Allah’ın varlığına ve birliğine inanmamalarından ve yalanlama cüretinden ileri gelmesindendi. Onlar, gerçekten doğruyu bulmak için Allah’ı görmek istemediler. Onların görme istekleri, yanıltmak içindi. Onlar, Allahü Teâlâ’nın cisimlere benzediğini zannettiler. Onlar, cihetlerde (altı yönde) herhangi bir cismi gördükleri gibi Allahü Teâiâ’yı görmek istediler. Allahı herhangi bir mukabile koyarak görme, muhaldir. Allah cihetlerden münezzeh olduğu için, cisim gibi görülmez, (1/140)
      Bu âyeti kerime, Allah’ın görülmeyeceğine delil değildir. Hatta belki bu âyet-i kerime, Allah’ın görüleceğini (ru’yetullah’ı) isbât etmektedir. Bundan dolayı o yetmiş kişi Allahü Teâlâ’yı görmek istediklerinde, Mûsâ Aleyhisselâm, onları bundan menetmedi. Ve böylece onların, Allah’ı görmeleri için Allahü Teâlâ’ya dua etti.
      Allahü Teâlâda onları bundan nehyetmedi. Belki: “Ve lâkin dağa bak… Eğer yerinde durursa, elemek beni göreceksin. buyurdu. Bu tasavvur edilene taalluk etmektedir.
      Bazı âlimler ve hikmet sahibleri, Allahü Teâlâ’nın dünyada görülmemesinin (ve cennette mü’minler tarafından görülmesinin) sebeb ve hikmetlerindeki inceliği şöyle beyan ettiler.
      Birincisi: Çünkü dünya, düşmanlarının yurdu ve kâfirlerin cenneti olmasındandır.
      İkincisi: Eğer mü’min, Allah’ı görmüş olsaydı, kâfirler, mü’minlere şöyle derdi: “Eğer ben Allahı görmüş olsaydım, elbette ona ibâdet ederdim. Eğer mü’min ve kâfir bütün insanlar, Allahı görmüş olsalardı, birinin diğerinin üzerine bir meziyyeti olmazdı.
      Üçüncüsü: Gayba (görülmeyene) muhabbet, görülene muhabbet gibi değildir. (Görülmeyen daha çok aranır ve istenir).
      Dördüncüsü: Dünya maîşet yeridir. Eğer halk, Allahı görebil¬miş olsalardı, iş ve güçlerini bırakırlardı. İşler tatil olurdu.
      Beşincisi: Bu görme, basiret (kalb) gözüyle olurdu, baş gözüyle değil. Melekler, mü’minlerin kalblerinin saflığını görsünler diye.
      Altıncısı: Allahü Teâlâ’nın değerinin tam takdir edilmesi içindir. Zîrâ her görülen şey gerçekten azîz ve yücedir.
      Yedincisi: Allahü Teâlâ dünyada görülmemesi, kullara bir rahmettir. Çünkü insanlar, bu dünyada kıskanç olarak yaratıl¬mışlardır. Eğer Allah, bu dünyada görülebilseydi, mü’minin kalbi, başkası da görebilecek diye çatlardı. Tıpkı Mûsâ Aleyhisselâm’ın görmeyi istemesi üzerine, dağın kıskanarak, paramparça olması gibi.
      Âyet-i kerimede şuna işaret vardır: Allahü Teâlâ’yı aşikâre görmeyi istemek; Allahü Teâlâ’nın zâtına taarruz ettiği için gaflettir. Allah’ın zâtından gafil olmaktır. Sû-i edebi gerektirir. Edebsizliktir. Allah’ın hakkına hürmetsizliktir. Bu, uzaklık ve şekâavetin bulunduğuna işarettir. Allahü Teâlâ’nın azamet ve izzetinin, gadab ve kahretmesiyle onları, ızdirap, deprenme ve yıldırım aldı. Allah adaletini izhâr etti. Sonra Allah, sırra yol olması için onların üzerine, kovadan boşalırcasına rahmetini saçtı. Hizmet ve kulluk şekli üzerine Allah:
      “Sonra şükredesiniz diye sizi ölümünüzün ardından yeniden diriltmiştik,” buyurdu Allah, fazlü keremini izhâr etti. Bu vuslatın alâmetlerindendir. Saadetin delâleti, kurbet (yakınlık) lutuflanna yakın olarak, izzet mükâşefelerinden uzaklaşmaktır. Kim halini düzeltir de cehalet lisanı itlâk etmezse (mükâşefelere nail olduğunu, gizlemezse), belki eve kapısından gelmiştir ve onun suâl ve cevâbıyla edeblenmelidir.
      Mesnevide buyuruldu:
      Kemâl sahiblerinin önünde edebi terkedersen, vücûdun şehvet ateşine odun olur.
      Hakk’in nuru seni aydınlatmadığı için güzelliğini körlere arzedersin.
      Hakikat âleminde dilediğin gibi hükmedebilmen için, elbette nefs-i emmâreyi öldürmen lâzımdır.
      Kuşeyri (k.s.) Hazretleri buyurdular:
      Nefisleri öldürmek şekliyle yapılan tevbe bu ümmette neshedilmiş değildir (hükmü kaldırılmadı). Ancak şu var ki İsrâiloğulları, nefislerini (canlarını) aşikâr öldürürlerdi. Bu ümmet (ümmet-i merhume) ise nefsi emmârelerini gizli olarak öldürürler. Allah’a varmanın ilk yolu, bu güzel maksad için Allah’a adım atmak ve Allah için nefisten çıkmaktır, buyurdu.
      insanlar, İsrâiloğullarının İnançsızlığın tevbelerinin gerçekten çok zor olduğu düşüncesine kapıldılar. Bunun bir kere olduğunu düşündükleri gibi. Bu ümmetin havass ehli, her lahzada nefislerini öldürmektedirler. Denildiği gibi:
      “Ölen kişi, Ölümüyle istirahata kavuşmuş değildir. Gerçek ölüm hayatta olanların ölümüdür.” Mesnevide buyuruldu: Nefse galebe etmek için kuvvet ve tevfiki Hak isterim ki, kaf dağı gibi nefsi emmârenin vücûd binasını iğne ile yani kuvvet ve gayrı alet ile koparmaktır. Düşman saflarını yaran arslanlığı kolay bil. Asıl arslan nefsini kırandır.

    277. Efendimiz (S.A.V.)’İn Üzerinde Hutbe Okuduğu Kütük
      Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri başlangıçta Medine’de hutbe okurken yaslandığı bir hurma kütüğü vardı. Kendisine mimber yapıldığı zaman, hutbe okumak için mimbere çıktı. Bu kütük Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerinin ayrılığına dayanamadı. Bir devenin inleyişi gibi inledi. Onun sesini Mescidde bulunan bütün sahabeler işittiler. Efendimiz (s.a.v.) mimberden indi. 0 kütüğü kucakladı. Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerinin sevgisiyle o kütük sustu.
      Mesnevî’de buyuruldu:
      Bir kimsede Hakk’m sırrına itimâd yoksa, cansızın inlemesini tasdik etmez.

    278. Hârut Ve Mârut Hakkında Bir Rivayet
      Rivayete göre İdris Aleyhisselâm zamanında az amel ve çok günah işlemelerinden dolayı Ademoğlunu ayıpladılar. Bunun üzerine Allah, onlara şöyle buyurdu:
      -”Eğer ben sizleri dünyaya göndersem, siz de onların yaptık­ları gibi yapacak ve onların irtikab ettiklerini irtikâb edeceksiniz,” dedi. Melekler:
      -”Ya Rabbi seni noksan sıfatlardan tenzih ederizî Sana karşı isyan etmek bize yakışmaz,” dediler. Allahü Teâlâ:
      -”Öyleyse içinizde en hayırlı olanlarınızdan iki melek seçin. Onları yeryüzüne indireceğim,” dedi. Melekler de kendi aralarında Hârut ve Mârut`u seçtiler. Bu ikisi meleklerin en sâlihlerinden ve en çok ibâdet edenlerindendi. Bu iki melek, beşer yani insan terkibi (insanın sahib olduğu nefis ve diğer meziyetlere bezenmiş olarak) yeryüzüne indirildiler. Ve böylece yaptıklarını yaptılar. Bu rivayet akıldan uzak değildir. Çünkü meleklerin iniş sebepleri sadece isyan için değildir. Bu zahir olmaktadır. [1]Yoksa Cebrail ve diğer meleklerden de günah zahir olurdu. Görmüyor musun iki kavle göre, İblis meleklerden olduğu halde onun şehveti ve zürriyeti vardır. Çünkü İblis melekler divânından kovulduktan sonra bu durumlar kendisinden meydana geldi. Buna göre Hârut ve Mârut yeryüzüne indikten sonra onlar için şehvetin meydana gelmesi caizdir. Beşeriyet terkibi bunu gerektirir.
      Âhkâmü’l-Mercân’da şöyle buyuruldu: Muhakkak ki Allahü Teâlâ, meleklerin, cinlerin ve insanların arasında suret ve şekilleri birbirlerine zıt olacak şekilde yarattı. Allahü Teâlâ’nin bir meleği insan suretine çevirmesi, o meleğin zahiri ve bâtınî olarak melek olma şeklinden çıkmasıyla olur. Yine böylece eğer, şeytan insan oğlu şekline çevirilse, şeytan olmaktan çıkar.
      Hârût Ve Mârutun Cezası
      Rivayet olundu: İdris Aleyhisselâm o iki meleğe şefaat etmek isteyince, onlar dünya ve âhiret azabı arasında muhayyer bırakıl­dılar. Onlar da dünya azabını seçtiler. Çünkü dünya azabı, âhiret azabına göre çok kolaydır. Bunun üzerine onlar, Bâbil kuyusunda, saçlarından bağlı bir şekilde bağlandılar. Ta kıyamete kadar böyle kalacaklar.
      Mücâhid buyurdu: Ateşle dolu olan kuyuya konuldular. (Başka bir rivayete göre:) Onlar ayaklarından asılı olarak durmaktadırlar, denildi. Dilleriyle suyun arasında ancak dört parmak kadar bir mesafe vardır. Onlar orada susuzluk ile azablandırılmaktadırlar. (Bunlar gerçek değil; birer rivayettirler)”
      Şeyh Üftâde Efendi (k.s.) Hazretleri buyurdular:
      İç yağından yapılmış bir mumun kokusu çirkindir. Ondan melekler rahatsız olurlar. Hatta Hârut ve Mârut`un böyle bir koku ile azab gördükleri, söylenir. Baldan yapılmış bir mumun kokusu güzeldir. Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretlerinin “Vaikâf’ında bu böyledir.

    279. Karşı Taraf Müstahak Değilse, Lanet Sahibine Döner
      Sonra bilki, eğer kendisine lanet okunan kişi, lanete ehil değilse, yani laneti hakketmemiş ise o lanet, muhakkak ki, laneti okuyan kişiye döner. İsmiyle bir mü’mine lanet okumak, onu öldürmek gibidir. Kişi malından herhangi bir şeye lanet okursa, Allah o malın bereketini kaldırır. Allahü Teâlâ’nın mahlûkâtından hiçbir şeye lanet okunmaz. Ne câmidât, ne hayvan ve ne de insana hiçbir şeye lanet okunmaz. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri şöyle buyurdular: Allah dünyaya lanet etsin, dediği zaman, dünya, Allah, Rabbine âsî olanlara lanet etsin,[1] der. Kişiye gereken lanet okuma yerine, Allah’ın zikri ve tesbih ile meşgul olmaktır. Çünkü zikir ve tesbihte sevap vardır. Lanete müstehak olsa bile birine lanette sevap yoktur. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri buyurdular:
      “Cehennem ateşini gördüm. Buradakilerin çoğu kadınlardı. Çünkü kadınlar, fazlaca küfürde bulunurlar, Denildi ki:
      -Allah’a mı küfrederler. Resülüllah buyurdu:
      -Hayır! kocalarının iyiliğine nankörlük ederek küfranı nimette bulunurlar. Eğer sen bir ömür boyu bunlardan birine iyilikte bulunsan, sonra da senden bir şey görse, ‘senden hiçbir şey görmedim‘, der.”[2]
      Hazreti Ali (r.a.) buyurdular: ” Kim ilmi olmadan fetva verirse, yer ve gök melekleri ona lanet etsin.
      Ali El-Belhî’nin kızı kendisine, boğazdan çıktığı zamanki kusmadan sordu. 0 da Abdestin yenilenmesinin gerekli olduğuna dair fetva verdi. Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerini rüyâ’da gördü. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri ona:
      -”Hayır! Ya Ali, ağız dolusu kusarsa abdest alması gerekir?” buyurdu. Bunun üzerine Ali EI-Belhî Hazretleri:
      -”Ben anladım ki, fetvaları, Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerine arzetmek gerekir. Bundan sonra ebediyyen nefsimi, fetva vermekten alıkoydum,” buyurdular. Ravza’da da böyle buyurdu.

    280. Birbirlerine Bağlı Üç İlâhî Hüküm
      “Üç şey, üç âyette birlikte zikredilmiştir. Bunlardan herhangi biri yanındaki olmadan kabul olunmaz,” denilmektedir.
      1-Allah ve Rasûlüne itaat. Allahü Teâlâ buyurdu:
      “Ey o bütün imân edenleri Allah’a itaat edin, Peygamber’e de itaat edin, sizden olan ülül-emre de… Sonra, bir şeyde nizâa düştünüz mü; hemen onu Allah’a ve Resulüne arz ediniz; Allah’a ve âhiret günü’ne gerçekten inanır mü’minlerseniz… O hem hayırlı, hem de netice itibariyle daha güzeldir. 4/59″
      2-Allah’a şükür, anne ve babaya teşekkür’dür.
      “Gerçi insana ebeveynini de tavsiye ettik -anası onu zaaf zaaf üstüne taşıdı, süt kesimi de iki sene içinde- şükret diye bana ve anana-babana… Ki (neticede) banadır gelişi 31/14″
      3- Namaz ve zekâttır.
      “Hem namazı dürüst kılın ve zekâtı verin, rükû edenlerle birlikte siz de rükû edin!..2/43″
      Anne ve babaya iyilik, onlara iyilik ile muamele etmek, onlara karşı mütevâzi (ve saygılı) olmak, emirlerine uymak, sevdiklerini gidip görmek ve onların ölümlerinden sonra onlar için dua etmek, mağfiret istemek, istiğfar ve Kur’ân-ı Kerim okumak ve kendileri için sadakalar vermektir.
      Te’vîlât-i Necmiyye’den Tasavvufî Manalar
      Te’vîlât-ı Necmiyye’de buyuruldu:
      “Ebeveyne (anne ve babaya) iyilik” âyeti kerimesine’ göre kişinin, halka karşı en izzetli, şerefli ve saygı değer anne ve babasıdır. Çünkü onlar onun zahiri varlığına (dünyaya gelmesine) sebeb oldular. Lakin kişi, Rabbine karşı kulluk ahdini yerine getirdikten sonra anne ve babasına iyilik yapması gerekir. Zîrâ hakikatte ise. kişiyi var eden ve kişinin anne babasını var eden (yaratan) Allah’dır. Allah’ın kulluğuna karşı anne ve babanın iyiliği tercih edilmez. İkisi çekiştiği zaman, anne ve baba’ya iyilik Allah’a ibâdet ve Allah’ın emirlerine tercih edilmez. Allah’ın emirleri tercih edilir. Durum böyle olunca, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı anne ve babadan başka kimselere nasıl iltifat edilir. Başkasına uyarak nasıl Allah’a işyân edilir?

    281. Kalbi Yumuşatmanın Yolu
      Kalbleri katılaşmış olanlar, kalbelerini bir takım işler ile tedâvî etmeleri gerekir.
      Birincisi: Kendisinde mevcud olan kötü huyları kökünden koparmaktır. Bu da, ilim, vaaz ve zikir meclislerine gitmek, Allah korkusunu kalbine yerleştirmek. Allah’a rağbet etmek ve sâlihlerin (Peygamberlerin, âlimlerin, evliya ve şehidlerin) haberlerini (menkıbelerini) okumak ve dinlemekle olur. Bütün bunlar, kalbi yumuşatan, kurtaran ve kalbleri kararmaktan koruyan hususlardır.
      İkincisi: Ölümü anmaktır. Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerinin Lezzetleri yok edeni çokça zikredin yani ölümü anın” hadîs-i şerîfine uyarak, ölümü çok zikretmektir. Ölüm, lezzetleri kestiği gibi, cemaatleri birbirinden ayırır; kız ve erkek çocukları yetim bırakır.
      Üçüncüsü: Can çekişen ve ölmek üzere olan kişileri müşahede etmektir (yanlarında bulunmaktır). Muhakkak ki, ölmek üzere olan kişiye bakmak, onun sekerâtü’l-mevt (ölüm sarhoşluğu ile kendisini kaybettiği) anı müşahede etmek, nezi’ halini yani can verme durumunu görmek ve ölümden sonra suretini, (kabir ve mahşerdeki şeklini) düşünmek, nefisleri dünyanın lezzetlerinden keser, kalbleri, dünyanın sevinçlerinden uzaklaştırır, göz kapaklarını uyumaktan ve bedeni istirahat etmekten men eder (egeller), kişiyi amel etmek için uyandırır, kişiyi ziyadesiyle çalışmaya ve yorulmaya sevkeder ve böylece insanı ölüm gelmeden önce ölüme hazırlar. Çünkü o şiddetlilerin en şiddet-lisidir.

    282. Hikâye
      Velîlerden biri, İbnî Sina’ya şöyle buyurdu: -”Sen Ömrünü aklî ilimlerde harcadın! Hangi mertebeye ulaştın?” dedi.
      -”Ben, günün saatlerinden bir saat buldum ki, o saatte, demir, hamur haline gelmektedir.” O evliyâullah, ona:
      -”O saat gelince bana haber ver !” dedi. Denilen saat gelince, İbnî Sîna o velîye bildirdi. O saat gelince, İbnî Sina eline demiri aldı. Hamur gibi yoğurdu. Hamuru delip parmağını içine geçirdi. O istenilen saat geçince, İbnî Sina’nın eli öylece kaldı. Velî ona sordu:
      -”Sen şu an parmağını çıkarabilir misin?” dedi. İbni Sina:
      -”Hayırl Demirin hamur gibi olduğu saat geçti. Bir daha o saati beklemeliyim” dedi. O velî, İbnî Sina’nın parmağını eline aldı. İbni Sina’nın parmağını hemen çıkarttı verdi. O evliyâullah:
      -”Kişiye gereken, ömrünü, fânî ve geçici şeyler ile geçirme­melidir,” dedi.
      İbni Sina, vusul yolunda aklın istiklâlini iddia etmişti. Cehennemi boyladı. Yahudiler böylece, Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerine tabi olmaktan kaçındıkları ve onun Allah tarafından getirmiş olduğu Kur’ân-ı Kerim’e inanmadıkları için istiklâli iddia ettiler. Yanıldilar, zarar ettiler, hüsrana uğradılar. Ve böylece, cehalet ve küfür zulmetinde (karanlığında) kaldılar.
      Mesnevi de buyruldu:
      Ey can, senin gözlerin Fırat ve Ceyhun gibi akmaktadır.
      Onlar ki nefislerine zulmedip kendilerini öldürdüler.
      Bunlar için ağlama.

    283. Hikâye
      Hikâye olunur: Müslüman bir esir bir Aşûrâ günü kâfirlerin elinden kaçtı. Kâfirler, onu yakalamak için bineklerine binip arkasına düştüler. Müslüman esir, arkasında atlıları gördü. Yakalanacağını bildi. Ellerini göğe kaldırıp, dua etti:
      -”Allahım! Bu mübarek günün hürmetine, Senden beni bu kâfirlerin elinden kurtarmanı istiyorum,” dedi. Allahü Teâlâ Hazretleri, kâfirlerin gözlerini kör etti. Onu göremediler. Müslüman esir öylece onların elinden kurtuldu. O günü oruçla geçirdi. İftar vaktinde, kendisiyle iftarını açacak bir şey bulamadı. Aç ve susuz uyudu. Rüyasında, kendisine yedirdiler, içirdiler. Kalktığında, tok ve suya kanmıştı. Bu Müslüman bundan sonra yirmi sene yaşadı ve bu yirmi sene içinde açlık ve susuzluk hissetmedi. Efendimiz ( s.a.v.) Hazretleri buvurdular:
      “Onun yani Âşûrânın fazlını arayın. Çünkü, o mübarek bir gündür. Allah, onu günlerin arasından seçti. Kim bu gün oruçlu olursa, Allahü Teâlâ Hazretleri, bütün kullarının ibâdetinden ona bir nasib verir. Meleklerin, nebilerin, rasûllerin (peygamberlerin), şehidlerin ve sâlihlerin ibâdetinden bir nasib ona verir.” Bunlar oruçta olan fazilettir.

    284. İmam Azam Ebû Hanîfe Hazretleri
      İmam Azam Ebû Hanîfe Hazretleri; Tabiînden. İslâm âleminde, Ashab-i kiramdan sonra yetişen evliyanın ve âlimlerin en büyüklerindendir. Ehli sünnetin reîsi ve Hanefî mezhebinin kurucusudur. 699 (H. 80) senesinde Kûfe’de doğdu. Aslen İranlıdır. Dedesi Zûtta müslüman olup, Hazreti Ali’nin sohbetlerine katıldı. İyi bir tahsil gördü. Ashab-ı Kiramdan, Enes bin Mâlik, Abdullah bin Ebî Evfâ, Vasile bin Eskâ, Sehl bin Sâide ve Ebü’t-Tufey! Amir bin Vâsile’yi (r.a.) görerek onların sohbetlerinde bulunma şerefine nail oldu.
      Yirmi sekiz yıl hocası Hammâd bin Ebî Süleyman’ın derslerine devam etti. Bütün ömrünü okuma ve okutmaya verdi. Tasavvuf İlmini Cafer-i Sâdık hazretlerinden aldı. Takva1 ile amel eden bir velî ve âlimdi. Kırk sene yatsı abdesti ile sabah namazını kıldı.
      Abdestin bir adabını terkettiği için kırk yıllık namazını kaza etti. İlimde altmış binden fazla mesele çözdü. Elli beş kere hacca gitti. Binlerce talebeye icazet verdi. Bir çok kitap yazdı. Geçimini esnaflık ile sağlıyordu. Devletten bir görev ve maaş almadı. Halife Mansurun kendisine verdiği. Temyiz Mahkemesi Reisliğini kabul etmediği için zindana atıldı. İşkence ettikten sonra, ayaklarının altından kanlar akan ve halsiz düşen İmamı Azam Hazretlerini, zorla sırtı üstü yatırıp ağzına zehirli şerbeti dökerek, 767 (H. 150) senesinde Bağdat zindanlarında şehid ettiler.

    285. Adem Aleyhisselâm’ın İlmi
      Hz.Allah Âdem Aleyhisselâm’a bütün eşyanın isimlerini ilham edip kalbine koydu. Kalbinde olan eşyanın isimlerini dili konuşmaya başladı ve yanındakilere onları söyledi. Allahü Teâlâ Hazretleri, her dilde eşyanın bütün isimlerini öğretti. Allahü Teâlâ Hazretleri, yarattığı bütün cinslerin (şeylerin) isimlerini Öğretti. Allahü Teâlâ Hazretleri Âdem Aleyhisselâm’a (her şeyi gösterdi. Ona atı gösterip): Bunun adı attır. (O’na deveyi gösterip:) Bu devedir, buyurdu. Böylece bütün varlıkları gösterip bu şudur, adı budur, buyuruldu. (Sadece eşyanın isimlerini değil) o varlıkların hallerini, onların dinî ve dünyevî faydalarını öğretti. Allahü Teâlâ Hazretleri, Âdem Aleyhisselâm’a meleklerin isimlerini, zürriyetinin hepsinin isimle­rini (ta kıyamete kadar yeryüzüne gelecek olan bütün insanların kendi dillerindeki isimlerini), hayvanların isimlerini, nebatat ve câmidâtın isimlerini, her şeyi yapma sanatını, şehirlerin ve köylerin, kuşların ve ağaçların isimlerini, olacakların ve kıyamet gününe kadar yaratılacak olan şeylerin isimleri (bu gün bizim bildiğimiz ve bilmediğimiz bütün âlet ve edevatın isimlerini öğretti), yiyeceklerin ve içeceklerin isimlerini, cennetteki bütün nimetlerin isimlerini, her şeyin ismini hatta bütün çanak-çömlek ve çömlekciklerin isimlerini, kalkan, siper, kap kaçak ve hatta süt sağacak kabın bile adını öğretti.
      Keşfü’l-Künûz’da buyuruldu: İlim ehlinin büyük bir çoğunluğu, isimlerin, Allahü Teâlâ Hazretlerinden bir tevfikiyet (başarı vermesi) ile Âdem Aleyhisselâm’a öğretildiğinde ittifak ettiklerinin manâsı: Allahü Teâlâ Hazretleri, Âdem Âleyhisselâm için zarurî bir ilim yarattı; lafızların ve manâlarının bilinmesiyle. (Allahü Teâlâ, Âdem Aleyhisselâm’a şöyle buyurdu:) Bu lafızlar, şu manâların karşısına vazedilmiştir[1] (konulmuştur).
      Haber’de (geldi): Allahü Teâlâ, Âdem Aleyhisselâm’ı yarattığında, onun içine harflerin sırlarını koydu. Bunu hiç bir melek’in içine koymamıştı. Harfler, Âdem Aleyhisselâm’ın diliyle değişik lisân yani lügat halinde dışarıya çıktı. Allahü Teâlâ Hazretleri, harflere değişik suretler, şekiller (kelime ve cümleler) verdi, harflerden envâ-i çeşit şekillerde diller türedi.
      Yine haber de geldiğine göre, Allahü Teâlâ Hazretleri Âdem Aleyhisselâm’ı yarattığında, ona yediyüzbin dil (lügat) öğretti. Âdem Âleyhisselâm, kendisine yasak edilen ağaç’tan yediği zaman; Arabça hariç, diğer bütün diller kendisinden (soyulup) alındı. Allahü Teâlâ Hazretleri, Âdem Aleyhisselâm’ı peygam­berlikle seçtiği zaman, o dilleri yine kendisine verdi. Böylece Âdem Âleyhisselâm, bütün dilleri konuşur oldu. Âdem Aleyhisselâm’ın mucizelerinden biri de, ta kıyamete kadar evladının konuştuğu bütün dilleri bilmesidir. Arabîden, Farisî, Rumca, Yunanca, İbrânice ve Zenci dili ve diğer bütün dilleri biliyordu.
      Bazı müfessirler buyurdular: Allahü Teâlâ Hazretleri, Âdem Aleyhisselâm’a kazanç yollarından tam bin meslek öğretti. Sonra Âdem Aleyhisselâm’a şöyle buyurdu:
      -”Ey Âdem! Evlâdına söyle: Eğer siz dünyayı istiyorsanız; onu bu sanat ve meslekler ile taleb edin (isteyin ve elde etmeye çalışın). Dünyayı dine {alet ederek) veya şeriatın hükümlerinin karşılığında dünyayı elde etmeyin.”

    286. Hikâye
      Mâlik bin Dinar’dan rivayet olundu:
      Mâlik bin Dinar Hazretleri, bir gün, bir sabiye (küçük çocuğa) rastladı. Çocuk toprak ile oynuyordu. Bazen gülüyor ve bazen de ağlıyordu. Mâlik bin Dinar buyurdu:
      -”İçime o çocuğa selam vermek doğdu. Nefsim kibirlenip selâm vermekten vazgeçti. Ben nefsime şöyle seslendim: Ey nefsim! Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, küçük ve büyük herkese selâm verirdi. Sen de buna selam ver!
      Ve o çocuğa selam verdim.” Çocuk:
      -”Allah’ın rahmeti, bereketi ve selâmı senin üzerine olsun! Ey Mâlik bin Dinâr!“dedi. Sordum:
      -”Beni nereden tanıdın? Daha önce beni görmüşlüğün yoktu!” Çocuk:
      -”Melekût âleminde ruhum, senin ruhunla karşılaştı. Ölmeyen ve sürekli Hayy (diri) olan Allah bizleri tanıştırdı.” Ben ona sordum:
      -”Akıl ile nefsin arasındaki fark nedir?” Çocuk:
      -”Nefsin, seni bana selam vermekten alıkoyandır. Aklın ise seni selâm vermeye teşvik eden ve zorlayandır,” dedi. Yine sordum:
      -”Senin halin nedir? Niye bu toprak ile oynuyorsun?” O:
      -”Çünkü biz topraktan yaratıldık; yine ona döndürüleceğiz!” dedi. Yine sordum:
      -”Neden bazen gülüyor ve bazen de ağlıyorsun?” O:
      -”Evet! Rabbimin azabını hatırladığımda ağlıyorum; rahmetini hatırladığımda ise gülüyorum,” dedi. Ben sordum:
      -”Evlâdım! Senin ne günâhın var ki?” Çocuk:
      -”Ey Mâlik bin Dinar! Böyle söyleme! Görmüyor musun büyük odunları tutuşturmak için, önce küçük odunları tutuşturuyorlar!” dedi.
      Mesnevide buyuruldu:
      Bulut göz yaşı dökmedikçe çimen gülmez.
      Çocuk ağlamadıkça süt verilmez.
      Bir günlük çocuk bile ağlamazsa dadının şefkat gösterme­yeceğini bilir.
      Bil ki, o bütün dadıların Hakkı’da ağlamaksızın sütü kolayca vermez.

    287. Allah İçin, Sivri sinekle Arşı Yaratması Birdir
      Kuşeyrî (r.h.) Hazretleri, buyurdular: Halik zül-celâlin kudre­tine nisbetle, yaratma işi, havada uçuşan bir zerreden de daha önemsizdir. Çünkü Allahü Teâlâ Hazretleri katında, kudret açısından arşı yaratmakla sivrisineği yaratmak arasında bir fark yoktur. Allahü Teâlâ Hazretleri için, Arş’ın yaratılması zor gelmediği gibi, sivrisineğin yaratılması da (arşın yaratılmasından) daha kolay değildir. Zîrâ noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah subhânehû ve tekaddes hazretleri, kolaylık ve zorluğun ilhakından münezzehtir.
      (0 bir şeyin olmasını istediği zaman ona “ol” der o da oluverir. “O’nun emri, bir şeyi murad edince ona sade ol demektir, o, oluverir. [1]

    288. Yağmur Duasına Çıkarken
      Yağmur duasına çıkmadan önce mutlaka tevbe etmek, sadaka vermek ve oruç tutmak lâzımdır. Salih insanları vesile edinmek ve bu konuda şefaatçi kılmak lâzım. Yağmur duasına, susuz hayvanlar, yayılan sığır ve koyunlar, zaif çocuklar çıkarılır. Umulurki Allah, onların bereketine duaları kabul edip yağmur verir. Lâkin dua’yı Rabbinin kabul edeceğine yakînen inanılarak dua edilir. Çünkü duanın kabul edilmeyeceğine inanmak haşa, ya Allah’ın o duaları kabul etmede aciz olduğu veya onun fazlü kereminin olmaması veyahut da dua edilen Yüce Rabbin kendisine dua eden kuldan haşa habersiz olması manası taşır.
      Böyle şeylerin hiçbiri Allah hakkında düşünülemez. Allah, kerimdir, alîmdir, herşeyden hakkıyla haberdardır ve kadirdir. Her an herşeyi yaratmaya kaadirdir. Herşeye gücü yeter. Duaları kabul etmekten onu meneden hiçbir kuvvet yoktur. Allah, mü’minlere kendilerinden daha yakındır. Onların dualarını işitiyor. Allah, mü’minlerin Tazarru’ ve dualarını kabul ediyor. Bir dua umûmî oldukça kabule daha yakın olur. Bundan dolayı Müslümanların içinde, dualarının makbul olduğu ve icabete müstehak kişiler olmalıdır. Allahü Teâlâ Hazretleri bazılarının duasını kabul ettiğinde, o diğerlerinin dualarının reddedilmesinden daha kerimdir. Hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.v.) buyurdular:
      -”Günahsız dillerinizle Allah’a dua edin!” buyurdu. Sahabeler,
      -”Yâ Resûlellah! Günahsız bir dil nerede, (hepimizin bir günahı) var demişti. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri:
      -”Birbirinize dua edin. Çünkü sen, kardeşinin diliyle dua etmedin o’da senin dilinle dua etmedi,” buyurdu.
      Molla Fenârî Hazretleri “Tefsirü’l-Fâtiha” isimli kitabında şöyle buyurdu: Muhakkak istikâmet ve dua anında, taleb ve nidâ’ya teveccüh etme hali, icabette kuvvetli bir şarttır. Kim ki, ziyâde olarak nida ettiğini ve kalbinde başkasını hazır ve düşünürse o kişi, icabete nail olamazsa; kendisinden başkasını kınamışın. Çünkü o kişi, kâadir olan Allahü Teâlâ hazretlerinin icabeti için dua etmemiştir. O kafasında tasarladığı bazı düşünce ve sıfatlara yönelmiş ve dua esnasında bunlar, Allah’ın gayri kendisine galebe çalmıştır.
      Rivayet olundu: Firavun, ulûhiyet iddiasında bulunmadan önce, evinin (sarayının) kapısının üzerine:Bismillahirrahmanirrahim yazılmasını emretmişti. Mûsâ Aleyhısselâm’a iman etmediğinde, Mûsâ Aleyhisselâm:
      -”Yâ İlâhî! Ben Firavun’u davet ediyorum, o kabul etmiyor, ondan bir hayır görmüyorum,” dedi. Allahü Teâlâ:
      -”Sen, onun küfrüne bakarak, onu helak etmemi istiyorsun! Ben onun kapısının üzerine yazdığına bakıyorum” buyurdu. Kalbinin karanlığına besmeleyi altmış yıl yazan kişi. rahmete nail olma bakımından besmeleyi kapısının üzerine yazan kişiden daha evladır. Besmeleyi kapısının üzerine yazan kişinin hali bu olunca, besmeleyi kalbinin kapısına yazan kişinin hali ne olur? Hiç şüphesiz duası kabul olunur. İcabetin ilk şartı, mideyi temiz ve helal lokma ile islâh etmektir. Sonu ise ihlâs ve huzuru kalbtir. Yani sadece ve sadece ona yönelmektir.

    289. İslâm’da İnsana Secde Etmek Yoktur
      Selmân-ı Fârisî Hazretleri, Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerine secde etmek istediği zaman, Efendimiz (s.a.v.) Hazetlerinin:
      -”Mahlûk’a Allah’dan başkasına secde etmesi yakışmaz. Eğer ben bir kişinin bir kişiye secde etmesini emretseydim; elbette kadının kocasına secde etmesini emrederdim,buyurmalarıyla mahlûka secde etmenin hükmü nesh oldu (yürürlükten kalkı, haram oldu.) Bu ümmetin iyi dilek ve saygı belirtme hareketi selâm’dır. Lâkin selâm verirken eğilmek mekruhtur. Çünkü se­lam verirken eğilmek, Yahudilerin işlerine benzemektedir. Dürer’de olduğu gibi.
      Bu güzel söz, (yani meleklere Âdem Aleyhisselâma secde etme emri) Âdem Aleyhisselâm’ın meleklere eşyanın isimlerini haber vermesinden sonraydı.
      Denildi ki, Allahü Teâlâ Hazretleri, Âdem Aleyhisselâm’ı yarat­tığında, meleklere kendilerinin mi daha bilgili yoksa Âdem Aley-hisselâm mı meselesi müşkil geldi (çözemediler). Allahü Teâlâ Hazretleri, meleklere eşyanın isimlerini sordu, melekler bileme­diler. Âdem Aleyhisselâm’a sordu. O bildi. Âdem Aleyhisselâm, eşyanın isimlerini bilince melekler, onun kendilerinden daha âlim olduğunu kabul ettiler.
      Allahü Teâlâ Hazretlerinin lütfü ve keremindendir ki, melek­lere babamız Âdem Aleyhisselâm’a secde etmesini emretti; bize de kendisinden başkasına secde etmeyi yasakladı.
      “Güneşe ve aya secde etmeyin. Onları yaratan Allah’a secde edin.Mukarrabîn melekler, Âdem Aleyhisselâm’a secde etmeye emrolundular. Biz de Allahü Teâlâ Hazretlerine hizmet ve secde ile emrolunduk.

    290. Cennet Nehirleri
      Eğer sen: “Nehirler nasıl cennetlerin altından akar?” diye sorarsan, cevaben derim ki: “(Bu durum) Senin akar suların kenarında bittiğini gördüğün ağaçlar gibidir.“
      Mesrûk’tan[1] (rivayet edildiğine göre,) Cennetin nehirleri hendeksiz olarak akar. Hendek, yerin uzunluğuna yarılıp (su kanal ve yataklarının meydana gelmesine) denir. Bahçelerin en temizi ve manzara bakımından en hoş ve güzeli ağaçları gölge veren ve aralarında su nehirlerinin aktığı bahçelerdir. Çünkü akar su en büyük nimetlerdendir. Gerçekten bahçeler, ne kadar güzel olursa olsun, içinde sular akmadıkça neşeyi celbetmez. Eğer bahçelerde su akmazsa insana sevinç vermez ve ürünlerini de kaybeder. Susuz olan bir bahçe, ruhsuz bir heykel ve cansız bir suret gibidir. Allahü Teâlâ Hazretleri cennetleri zikrettiği zaman elbette onlara bağlı olarak, altlarında nehirlerin aktığını zikretti.
      Cennetteki nehirler: Şarap, süt, bal ve su (nehirleridir).
      Su nehrinden içtikleri zaman hayat bulurlar. Bundan sonra onlar asla ölmezler.
      Süt’ten içtikleri zaman ise, bedenlerinde terbiye hasıl olur. (1/82) Bedenlerinde düzelme ve arınma olur. Bundan sonra noksanlık olmaz (eksiklik diye bir şey hissetmezler).
      Bal nehrinden içtikleri zaman şifâ ve sıhhat bulurlar. Bundan sonra onlar hastalanmazlar.
      Şurup nehrinden içtikleri zaman, içlerinde bir neşe, huzur ve sevinç duyarlar. Bir daha üzülmezler.
      Mesnevi de buyuruldu: Sabrın, cennet ırmağı olur. Sevgin oradaki sütten pınarlar gibidir. İbâdet zevki, bal ırmağı, kullukta duyduğun şevk, şarap pınarlarıdır. Bu sebepler, o eserlere benzemez. Bunun nasıl böyle olduğunu kimse bilmez. [2]
      Cennet Nehirlerinin Kaynağı
      Rivayet olunduğuna göre, Arşın direklerine enine yazıldı.
      Su pınarı, mim’inden kaynamaktadır.
      Süt pınarı, “Allah” kelimesinin he harfinden kayna­maktadır.
      Şarap pınarı “Rahman” kelimesinin mim harfinden kaynamaktadır.
      Bal pınarı,”Rahim” kelimesinin mim harfinden kaynamaktadır. [3]

    291. Cenâb-ı Allah’ın, Yaratacağı insanı, Meleklere haber vermesinin hikmeti
      “Ve düşün ki, rabbin melâikeye,
      -”Ben yerde, muhakkak bir halife yapacağım” dediği vakit…” Bu âyet-i kerimenin dört faidesi vardır:
      Birincisi: İnsanlara, müşavereyi (danışmayı) öğretmektir. İnsanlar, bir işe girişmeden, onu en takvâlı (en bilginlerine) arzedip nasihatlerini almalıdır. Allahü Teâlâ Hazretleri, herşeyi bildiği ve hikmeti bütün eşyaya baliğ olduğu ve kimseyle müşavere etme ihtiyacı olmadığı halde meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” dedi.
      Mesnevî’de buyuruldu:
      “Meşveret (danışmak) ileriyi görenlerin işidir.
      Akıl aklın sırdaşıdır. Zîrâ peygamber’in sözüdür:
      “Danışılan kimse emin olmalıdır.”
      Şöyle denilmiştir: En akıllı kişi bile, akıl sahipleriyle müşavere etmekten müstağni değildir. Hayvanı en çok koşan kişi bile kamçıdan müstağni değildir. En verâlı (takvalı) kadın bile kocadan müstağni değildir.
      İkincisi: Yaratılacak olan insanın, şanının yüceliğine işarettir. Çünkü beşer, varlığıyla Allahü Teâlâ Hazretlerinin melekûtuna yerleşti. Ve Allahü Teâlâ Hazretleri onu yaratmadan önce ona halife adını (lakabını) verdi.
      Üçüncüsü: İnsanın açık olan fazîletini izhâr etmektedir. Melekler insandan fesatlıklar görerek;
      Orada fesad edecek ve kanlar dökecek bir mahlûk mu yaratacaksın; biz hamdinle tesbîh ve seni takdîs edip durur¬ken?!..” dediler.
      Allahü Teâlâ Hazretleri, onlara şöyle cevâb verdi:
      “Her halde, ben sizin bilemeyeceğiniz şeyler bilirim.” buyurarak insanın faziletini izhâr etti.
      Dördüncüsü: Muhakkak hikmet, çoğunlukla içinde iyiliğin fazla olduğu şeyi gerektirir. Eğer çok hayır, az şer için terkedilirse, çok şer işlenmiş olur. Meselâ, kangren olmuş bir uzvu (organı) kesmek, az bir serdir. Bütün bedeni kurtarmak çok büyük bir hayırdır. Eğer kangren olmuş olan organ kesilmezse onun hastalığı bütün bedene sirayet edecektir. Onu helâka götürür. İşte böyle büyük bir şerre yol açmış olur.
      “Dediler,”
      Bu cümle istinaftır. Sanki: “(Allah, ben halife yaratacağım) dediği zaman, melekler ne dediler,” denilmektedir.
      “Orada bozgunculuk yapacak, fesat çıkaracak kimseler mi?” Cinler fesat çıkardıkları gibi mi?

      ” Ve kan dökecek (birisini mi?)” Cânn’ın evladı kan döktüğü gibi, yeryüzünde zulmen kan dökecek birisini mi yaratacaksın. Kati (adam öldürme) yerine “kan dökmek“le tabir edilmesinin sebebi, kan dökmenin öldürmenin en çirkin çeşidi olmasındandır.
      Bazı arifler, Âdem Aleyhisselâm hakkında münazaa eden melekler, Ceberut ehlinden değillerdi ve semâ melekûtunun ehlinden de değillerdi. Onlar, üzerlerine nûr galib olan nur ve onları ihata eden mertebelerden dolayı, kâmil olan insanın şerefini ve onun Allahü Teâlâ Hazretleri’nin katındaki rütbesini biliyorlardı. Her ne kadar tam manası ile kavrayamasalar da… Yer melekleri, cinler ve üzerlerine zulmen galib olan şeytanlarla münazaa etti. Bu da hicabı mûcib olmaya başladı.
      “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” âyet-i kerimesinde arzın (yeryüzünün) zikredilmesi ve tahsisi vardır. Her ne kadar Âdem Aleyhisselâm hakikâtte bütün âlem¬lere de halife ise de… Burada aynı zamanda yeryüzünde yaşayan o meleklerin (ta’n ediciler) yerici ve karalamacı olduklarına imâ vardır.
      Çünkü zan, ancak makamın vitrininde olandan sadır olur. Semâvât ehli (göklerde yaşayan melekler) ulvî âlemin müdebbirâtıdırlar. (Âdem Aleyhisselâm’ın yaratılışı ile ilgili olarak) Yeryüzü meleklerinin söyledikleri ise; ancak onların üzerinde oldukları neş’et ile Âdem Aleyhisselâm’ın yeryüzündeki hilâfet makamına gibta ettikleri için böyle söylediler. Ve kendi mülk¬lerinin makamlarına olan gayretleri ve üzerinde oldukları (yapma¬ları gereken) teşbih ve takdis ile Allah’a ibâdet etmelerindendi. Her kab içindekini süzüp dışarıya verir. Amma niza’ (meleklerin Âdem Aleyhisselâm’ın yaratılışı hakkında konuşmaları) Hakîm olan Allah’ın fiili üzere cereyan etti. Nİzâ’ onun huzurunda ve onun işiyle oldu. Kemâli hikmetinden ve sanatının kuvvetinden dolayı bağışlandılar.
      Mesnevî’de buyuruldu:
      Zira bu sözleriniz gerçi layık değilsede rahmetim gadabım üzerine sebkat ve gâlibtir.
      Ey Melik, bu sebkattan senin vücûdunda işkâl ve şek çağrı¬sını vazederim.
      Bizim hikmetimizde, her nefis, yüz peder doğar yine yüz anne fenâ’ya düşer.
      Ananın ve babanın hilmi ve merhameti, hilim ve merhametimizin köpüğü gibidir.
      Futuhât-(ı Mekkiyede) şöyle buyuruldu: Hârût ve Mârut Âdem Aleyhisselâm hakkında münazaa eden meleklerden idiler. Bundan dolayı Allahü Teâlâ Hazretleri onları, fesatlıkları izhâr etmek ve kan dökmekle mübtelâ kıldı (imtihan etti). Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerinin şu hadîs-i şeriflerinin sırrını (iyi) anla:
      (1/94) “(Kardeşinin başına gelen bir hadiseden dolayı) Kardeşini ayıplamayı bırak, (bir müddet sonra) Allah ona afiyet verir de, seni (aynı duruma) mübtelâ kılar. (Gülme komşuna gelir başına demişlerdir.) Yine Âdem Aleyhisselâm’ı kan dökmekle yeren ve karalayan bu melekler, Allahü Teâlâ Hazretlerinin mücâhidlerine yardım etmesi için gönderdiği, Allah’ın dini ve şeriatının gayretiyle kan dökenlerdir. “Hallürr-Rümûz ve keşfü’l-Künûz” isimli kitabda da böyledir.
      “Halbu ki biz” yani halbu kî bizler.
      “Teşbih ediyoruz.” Yani senin şanına yakışmayan şeyleri sana mal etmekten seni tenzih ederiz.
      “Senin hamdinle, (seni överek)”,
      Bize in’âm etmiş (vermiş) olduğun değişik nimetlere hamd olmak üzere. O nimetlerin başında bu ibâdet için bize vermiş olduğun tevfikiyyet (başarı) gelir. Teşbih: Celâl sıfatının izhârıdır. Hamd: in’âm (nimetlendirme) sıfatının hatırlatılması içindir.
      “Ve biz takdis ediyoruz“
      Takdis etmekle takdis ediyoruz, “Seni, senin için” Yani sana layık yücelik ve izzetle (ve üstünlükle) seni vasfederiz. Sana yakışmayan sıfatlardan seni tenzih ederiz. Buradaki Lam, beyân (açıklama) içindir.
      “Allah sana güzellik (İyilik) versin” deyiminde olduğu gibi, mahzûf bir masdara taalluk etmektedir. Lam’ın zaid olup (tezyini kelâm için gelmesi de) caizdir. O zaman “Ve biz seni takdis ediyoruz” manasına gelir.
      Teysir Tefsirinde buyuruldu: “Teşbih“: Allah’a yaraşmayan (ve ona yakışmayan) sıfatları ondan uzak tutmaktır. Takdis ise, Allah’a yakışan sıfatları Onun hakkında söylemektir.
      Davudü’l-Kayserî (k.s.) Hazretleri buyurdular. “Teşbih”, “Takdis”den daha umûmidir. Çünkü teşbih, Cenâb-ı Hakkı noksan sıfatlardan, mümkinât ve hudûsten tenzih etmektir. Takdis İse, Allah’ı hudûsten tenzih etmektir. Ve varlıklar için lâzım olan kemâlâttan tenzih etmek içindir. Çünkü kemâlâtın varlıklara izafeti onu mutlak kullanmadan çıkarır. Onu noksanlıklara bağlar. Davud Kayserinin sözü bitti.
      Sanki şöyle denilmektedir: “Sen kendisinin şanı, asla fesat çıkarmak ve kan dökmek olmadığı halde, zürriyetinin şanı fesat çıkarmak ve kan dökmek olan birisini mi halife kılacaksın?” Burada onların (meleklerin) bu sözleri arzetmelerinin maksadı kendilerinin halifeliğe daha elverişli olduklarını ve Benî Âdemin (Adem oğlunun) kendileri üzerine tercih edildiği halde onlarda fesat çıkarmak ve kan dökmenin varlığını ifade etmektir. Bu durumda sanki şöyle denildi: Meleklerin bu itirazlarına karşılık Allahü Teâlâ Hazretlerine buyurdu:
      “Dedi“, Allah buyurdu.
      “Muhakkak ki Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.“
      Âdem Aleyhisselâmı halife seçmemdeki hikmet ve maslahatı ve zürriyetinden kimin itaatkâr ve kimin asî olacağını herhalde ben bilirim. Böylece fazilet (Âdem Aleyhisselâm’ın fazîleti) ve adalet zahir oldu. Benim hüküm ve takdirime itiraz etmeyin. Gayıb olan (sizde bilinmeyen) tedbirimin keşfedilmesini benden istemeyin. Her mahlûk, Halikın gaybına muttali’ olamaz. Zîrâ hiç bir teb’a melik’in sırrına vakıf olamaz.

    292. Şeytan Neden Secde’den Kaçındı?
      Rivayet olunduğuna göre, Hak Teâlâ Hazretleri tarafından, Şeytana:
      -”Âdem Aleyhisselâm’in kabrine secde et, senin tevbeni kabul edeyim, günahlarını bağışlayayım,” denildi. Şeytan:
      -”Ben Adem’in kalıbına, cesed ve bedenine secde etmedim: nasıl olur da onun mezar ve ölüsüne secde edeyim,” dedi.
      Yine haber’de geldiğine göre, Allahü Teâlâ Hazretleri, şeytanı her yüz bin senede bir ateşten çıkarır. Âdem Aleyhisselâm’ı da cennetten çıkarır ve ona secde etmesini emreder. Şeytan yine secde etmekten kaçınır. Âdem Aleyhisselâm’a secde etmeyen şeytanı yine ateşe döndürür.
      “Ve şeytan kâfirlerden (inkarcılardan) idi.”
      Yani Allahü Teâlâ Hazretlerinin ilminde kâfir idi. Veya ken­disinin Âdem Aleyhisselâm’dan üstün olduğuna itikad ettiğinden Âdem Aleyhisselâm’a secde etme emrini çirkin gördüğü için kâfirlerden oldu. Şeytan kendisinin Âdem Aleyhisselâm’dan üstün olduğuna inanıyordu. Bir kişinin kendisinden daha üstün olduğu bir şeye secdeyle emredilmesi ve onunla tevessül etmesi güzel olmazdı.
      Şu âyet-i kerime bunu anlatmaktadır: (Şeytan Âdem Aleyhis­selâm’a secde etmekle emir olunduğunda secde etmediğinde:)
      Allah: “Ey İblis! O benim kudretimle yarattığıma secde etmene ne engel oldu? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa yüksek derecelerde bulunanlardan mı oldun?” dedi.Bu soruya şeytan şöyle cevab verdi: İblis dedi ki: “Ben ondan hayırlıyım. Beni âteşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın. Şeytan sadece kendisine emredileni terketmekle şey­tan olmadı. Kendisini Âdem Aleyhisselâm’dan üstün ve daha hayırlı olduğunu iddia etmesiyle lanete uğradı. Ehli sünnet ve’l-cemaatin mezhebin de, şakî olan kişi gerçekten said olabilir. Saîd kişi de şakî olabilir. Kâfir kişi Müslüman olduğu zaman, Müslü­man olduğu âna kadar kâfir idi. İslâmı tasdik ve ikrar etmesiyle Müslüman olduğundan, Allahü Teâlâ Hazretleri onun geçmiş olan bütün günahlarını bağışlar. Müslüman kâfir olduğu zaman, bundan Allaha sığınırız, bu vakte kadar Müslüman sayılırdı. Ancak eskiden yapmış olduğu bütün ameli yanar, silinir.
      Sonra Allahü Teâlâ Hazretleri, şeytan için, “Ve şeytan kâfirlerden idi,” buyurdu. Halbu ki o zaman şeytandan başka kâfir yoktu. Ondan sonra kâfirlerin olacağı Allah’ın bilgisi dâhilinde olduğundan onun kâfirlerden olduğunu zikretti. Yani şeytan kendisinden sonra inkâr eden kâfirlerden idi, demektir. Bu Allahü Teâlâ Hazretlerinin Adem Aleyhisselâm ve eşi Hazreti Havva’ya yasak edilen ağaçtan yememelerini tenbih ederken
      buyurdukları: “(Eğer yasak edilen ağaçtan yerseniz) ikiniz de zalimlerden olursunuz,” kavli şerifine benzemektedir.
      Mesnevî’de Buyuruldu:
      (Âlimler) buyurdular: Melekler ( Adem a.s.), secde ettiklerinde, İblis İmtina etti. Âdem Aleyhisselâm’a yönelmedi ve hatta sırtını ona çevirdi. Bu şekilde secde eden meleklere doğru dikilip kaldı,
      Melekler secde halinde tam yüz sene kaldılar. (Başka bir rivayette) melekler, secde halinde beşyüz sene kaldı, denildi. Melekler secdeden başlarını kaldırdılar. Şeytan hâlâ orada ayaktaydı, onlara tariz etmekte ve secde etmekten imtina etmekten pişman da değildi. Melekler, şeytanı orada durup, kendileriyle beraber secde etmediğini görünce, Allahü Teâlâ Hazretlerinin rızası için ikinci kez secdeye kapandılar. Melekler bu şekilde iki secde yapmış oldular. Secde’nin biri Âdem Aleyhisselâm içindi: diğeri Allahü Teâlâ Hazretleri için. Şeytan, meleklerin yapmakta olduğu secdeleri gördü, onların yaptığı gibi yapmadı. İşte bu, şeytanın secde etmekten kaçınmasıdır. Şeytan Âdem Aleyhisselâm’a secde etmekten kaçınıp secde etmediğinden dolayı Allahü Teâlâ Hazretlerinin onun, sıfatını, halini, suretini, şeklini ve nimetini değiştirdi. Böylece şeytan bütün çirkinlerden daha çirkin oldu. Allahü Teâlâ buyurdular:
      “Her halde Allah bir kavme verdiğini onlar nefislerindekini bozmadıkça- bozmaz.. Bazıları, şeytan secde etmemekle; şeytanın cesedi, domuzların şekline, yüzü de maymun yüzüne dönüştü. Şeytanın nesli ve zürriyeti vardır. Neshedilenin nesli olmuyorsa da lâkin istediğinde, bir bakışla bakar ve onun bakma­sıyla nesli olur.

    293. Doğumun rahat olması için DUA
      Abdüllah ibni Abbâs hazretleri buyurdu ki, çocuğun rahat doğması için bir tas, tabak içine, veya kağıda “Bismillâhillezî lâ ilâhe illâ huv El-Halîm-ül Kerîm. Sübhâne Rabbil’ Arş-il’azîm Elhamdülillahi Rabbil’ âlemîn” ve sonra (Nâzi’ât) sûresinin son âyetini ve Ke-ennehüm’den i’tibâren (Ahkaf) sûresinin son âyetini islâm harfleri ile yazıp, eritip anasına içirmelidir.

    294. AYVA, PEKÇOK HASTALIĞA ŞİFADIR
      Meyvelerinden hazırlanan şurup ve kompostolar çocuk ishallerine karşı çok etkilidir.Ayva meyveleri kalbe kuvvet verir ve rahatlatır.Kalpteki sıkıntıyı, çarpıntıyı ve ağız kokusunu giderir.Harareti ve ishali keser.Hazımsızlığı giderir, mideyi ve bağırsağı kuvvetlendirir, ince bağırsak iltihabını giderir. Vücudun gelişmesine yardım eder. Ayva damar sertliğine, karaciğer tembelliğine iyi gelir, tansiyonu düşürür, safrayı düzene sokar. Yapraklarının çayı kalp ağrılarına iyi gelmekte, sakinleştirici özelliği bulunmaktadır.
      Ordu Üniversitesi Ziraat Fakültesi Bahçe Bitkileri Bölüm Başkanı Prof. Dr. Turan Karadeniz, ayva yemenin büyük yararları olduğunu belirti.
      Meyvesinde pektin, tanen, şeker, organik asit, A ve C vitamini ve mineral tuzlardan bol miktarda bulunduğunu, tohumlarında ise yüzde 14-18 oranında tutkal maddeler, yüzde 16-20 oranında yağ, tanen, renkli maddeler ve yüksek oranda protein, az miktarda amygdalin ve emülsin olduğunu belirten Prof. Dr. Karadeniz, ayvanın kalp, akciğer, boğaz, mide, böbrek, göz, bağırsak, ağız rahatsızlıkları ve adet kanamalarına oldukça faydalı olduğunu dile getirdi.
      Prof.Dr. Karadeniz, ayvanın yararlarını şöyle açıklıyor:
      “Meyvelerinden hazırlanan şurup ve kompostolar çocuk ishallerine karşı çok etkilidir. Ayva meyveleri kalbe kuvvet verir ve rahatlatır. Kalpteki sıkıntıyı, çarpıntıyı ve ağız kokusunu giderir. Harareti ve ishali keser. Hazımsızlığı giderir, mideyi ve bağırsağı kuvvetlendirir, ince bağırsak iltihabını giderir. Vücudun gelişmesine yardım eder. Ayva damar sertliğine, karaciğer tembelliğine iyi gelir, tansiyonu düşürür, safrayı düzene sokar. Yapraklarının çayı kalp ağrılarına iyi gelmekte, sakinleştirici özelliği bulunmaktadır.
      Meyvesinden yapılan reçel, sindirim sistemi rahatsızlıklarında tedavi edici olarak görev üstlenmekte, cinsel arzuyu kuvvetlendirmektedir. Tereyağında pişirilen ayva; nefes yolu hastalıklarına, müzmin öksürüğe, bronşite ve tüberküloz hastalığına iyi gelmektedir. Ayva çiçeği bal ile macun yapılıp yutulursa, baş ağrısını keser. Ayva çiçeği kaynatılıp içilirse, kalp çarpıntısını keser, kalbi kuvvetlendirir, annenin sütünü artırır. Ayva kokusu kalp ve dimağı kuvvetlendirir. Ayva hoşafı yaşlıların ayaklarının tutukluk yapmasını giderir. Ayva varise karşı iyidir, yorgunluğu, bitkinliği giderir.“
      Ayva hoşafının ağız yaralarına, akciğer veremine iyi geldiğini, gece uyurken ağızdan salya gelmesini önlediğini de belirten Prof.Dr. Karadeniz, şöyle devam ediyor:
      “Yaprağı kaynatılıp içilirse ishali keser. Ayva yaprağı kaynatılır, suyu ile gargara yapılır, pişmiş yaprakları ile de lapa yapılıp boğaza konursa boğaz ağrısını ve şişliğini giderir. Burun kanamasını önlemek için buruna ayva suyu çekilmelidir. Ayva suyu aşırı adet kanamasını önler, bağırsak kanamalarını keser, dizanteriye karşı çok faydalıdır. Doğumu kolaylaştırmak için ayva suyu ve ayva çekirdeği kaynatılıp içilmelidir.
      Ayva kabuğu veya ayva çekirdeği kaynatılıp içilirse, idrar yolu iltihaplarına iyi gelir. Ayva suyu iştah açar, böbrek ve sidik torbası iltihaplarını iyileştirir. Grip ve nezle olanlar bol bol yemelidirler. Ayva suyu vücudu terletmek için çok etkilidir. Ayva böbrek zafiyetine, mide zafiyetine, karaciğer zafiyetine, mide bulantısına, deniz tutmasına, mide gevşemesi ve mide düşmesine, çok faydalıdır. Pişirilmiş ayva iyi gelir.
      Ayva suyu vesveseye ve mide ülserine iyi gelmekte, dimağı kuvvetlendirmektedir. Göz beyazı, göz kapak ve kirpiklerinin iltihaplanmasında ayva yaprağı kaynatılıp soğutulduktan sonra gözler günde birkaç kez yıkanır. Ayva meyvesi üzerindeki tüyler kanayan yere konursa kanamayı durdurur. Beyaz akıntıya karşı ayva yaprağı kaynatılıp aç karnına içilmeli ve haricen yıkanılmalıdır. Ağız içi yaraları ve boğaz iltihapları için kurutulmuş ayvanın suda bekletilmesi ile elde edilen şurup gargara olarak kullanılırsa şifa verir“

    295. BUNLARI BİLİYORMUYDUNUZ !
      Akan kanı durdurmak !
      Deve’nin tüyü yakılır ve külü akmakta olan bir kanın üzerine konulursa ;hemen onu keser.( Kanın akması durur )
      Aşkı izale etmek.
      Deve’nin meme uçları,aşık olam kimsenin yenine baglanırsa ; onda olan aşkı ( ve kara sevdayı ) giderir…
      Cima kuvveti
      Devenin eti, yatak kuvvetini yani cimayı ziyadesiyle kuvvetlendirir.
      Acaiplikler Görmek İstersen
      Sen şaşılacak şeyler görmek istedigin zaman; bir testinin içini sıgırın iç yagıyla tamamen yagla ve sonra da o testiyi azgına kadar,topraga göm,Pirelerin hepsi oraya toplanır.
      Akrepleri kovmak
      Sıgırın iç yagını zırnık ile beraber yakılıp onların dumanıyla ev tütsülenirse; haşerat ve hususiyetle de akrep o evden kaçar.
      Sıgırın Şifa ve Hastalık Olan tarafı
      Peygamber Efendimiz ( s.a.v.) buyurdular ki;
      ‘’ Size sıgırın,süt ( ürünlerini ) ve yaglarını tavsiye ederim.Sıgır etini yemekten sizi sakındırırım.Çünkü sıgırın sütü ve yagı deva’dır ve işfa’dır. Ama sıgırın eti ise hastalıktır.’’
      Bu ( sıgırın süt ve yagının şifa ve etinin de hastalık olması ) Hicaz bölgesinin kuru ve sıgırın etinin de kuru; süt ve yagının da rutubet tabiatlı olmasındandır.Efendimiz (s.a.v.) hazretleri,sanki bunun ihtisasını gördü.
      Dişleri beyazlatmak
      İmam Demiri hazretleri buyurdu ; Toklu’nun taze cigeri yakılır ve onunla dişler ovalanırsa ; dişleri bembeyaz eder.
      Agaçların meyvelerinin çok olması için
      Toklu’nun boynuzu, herhangi bir agacın altına gömülürse; o agacın meyvesi çok olur.
      Kadının hamilelikten kesilmesi
      Kadın, dişi koyun yünü giyerse; hamilelikten kesilir.
      Karıncaları kovmak
      İçi bal ile dolu olan bir kap, beyaz keçi tüyü(nden imal edilmiş bir şey ) ile sarılırsa; ona karıncalar, yaklaşamaz.

    296. Evde Peynir Yapımı
      Evde Peynir Yapımı için Adım Adım tarif

      1. TARİF
      MALZEMELER
      * 5 litre tam yağlı veya yarım yağlı süt (tercihen tam yağlı)
      * 1/2 kg süzme veya normal yoğurt
      * 2 yemek kaşığı tuz
      * Peyniri koyup suyunu süzmek için yeteri büyüklükte, tüy bırakmayan bez torba
      HAZIRLANIŞI
      Süt, kaynama sıcaklığına ulaşıncaya kadar ocakta ısıtılır.
      Kaynama olayının ilk başlangıcında iken, yoğurt içine ilave edilir. Yoğurt sütün içinde eriyinceye, süt ile homojenize oluncaya kadar karıştırılır. Bu esnada ısıtılmaya devam edilecektir. Bu işlem yaklaşık 5-7 dakika sürmektedir.
      Sütün yavaş yavaş pııhtılaşmaya başladığı görülecektir. Pıhtılaşma olayının başladığı esnada, tuz ilave edilir. Isıtmaya ve karıştırmaya devam ederken, pııhtılaşma yavaş yavaş topaklaşmaya başlayacaktır. Bu süreç de yaklaşık 5 dakika sürmektedir.
      Bu sürecin sonunda, sütün tamamının peynire dönüştüğü, peynir topakları ile suyun ayrıştığı görülür. Bu ayrışma, su ve peynir fazlarının tamamen ayrışmasına kadar devam edecektir. Su hafif yeşilimsi bir renk alacaktır.
      Bu gözlemi tamamlayıp tencere ocaktan indirilir. Suyu süzülüp peynir topakları torbaya doldurulur. Torbanın ağzı sıkıca bağlanıp üzerine de temiz bir ağırlık konularak bekletilir. En az 12 saat, en iyisi de 24 saat baskı altında kalan peynir bu süre sonunda torbadan çıkarılıp isteğe göre dilimler halinde kesilir.
      Afiyet olsun!
      Tarifi Gönderen: Hüseyin BİLİR
      2. TARİF
      MALZEMELER
      * 4 litre süt
      * 1/2 fincan hakiki sirke
      * 1 çay kaşığı tuz
      HAZIRLANIŞI
      Süt 88 dereceye kadar ısıtılır. Diğer peynirler için bir termometre gerekebilir. Fakat burada kaynamaya başlayacak bir sıcaklığa kadar ısıtmak yeterlidir.
      Ateşten indirilip sirke ilave edilir ve soğuyuncaya kadar karıştırılır. Soğuyunca, kesik(çökelti) ile peynir altı suyunu ayırmak için kevgirden geçirilir.
      Kesik bir kap içerisine aktarılır. Üzerine tuz serpilip ve iyice karıştırılır. Az veya çok tuz kullanmak, zevkinize göre denemeyle ayarlanabilir. Daha ipeksi bir peynir yapısı istenirse, küçük bir miktar kaymak ilave edibilir.
      Afiyet olsun!

    297. Bu besinler beyni geliştiriyor!
      Beyin sadece glikoz ve oksijenle çalıştığından meyvelerde bulunan meyve şekeri kolayca glikoza dönüşür.

      Sabahları geç kahvaltı ediyor ya da kahvaltıyı ihmal ediyorsanız, o zaman mevsimlik meyve, meyve suyu ve bir bardak ılık su almayı alışkanlık hale getirin.

      Sabah bir tatlı kaşığı bal.

      Zencefil içerdiği maddelerle, beynin yeni fikirler üretmensini sağlar.

      Kimyon akla yeni fikirler getirir.

      Havuç hatırlama yeteneğimizi artırır; çünkü beyin metabolizmasını canlandıran enzimler içerir.

      Ananas ezberlemek için çok yararlı bir besindir.

      Avokado kısa süreli hafıza için tüketilebilir.

      Çilek stresin etkisini azaltır.

      Limon algılama yeteneğini artırır.

      Lahana, troin bezlerinin aktivitesini azaltır ve bu da sinirlenmeye iyi gelir.
      Soğan aşırı yıpranmaya, fiziki yorgunluğa karşı kanı sulandırır. Böylece beyin oksijeni daha kolay alır.

      Bir avuç siyah üzüm.

      Balık beyin hücrelerinin gelişimini sağlayan Omega-3 içerir. Haftada bir kez yenmesi tavsiye edilir.

      Yumurta İçindeki kolin maddesi, beyin hücrelerini yeniler, güçlendirir.

      Ay çekirdeği, bir avuç çekirdek yemek sinirleri yatıştırır. Ayrıca kasların gevşemesini sağlayan magnezyum sayesinde iyi bir uyku sağlar.

      Yulaf, vücuda yavaş yavaş ama iyi bir enerji sağlar. Her gün kahvaltıda yemeye dikkat edin.

      Barbunya, besinden alınan B1 vitamini eksik olursa, hafızanın normalden daha zayıf olmasına neden olur. Haftada 2-3 kez yenmelidir.

      Bezelye, Ergenlik döneminde yaşanan anksiyeteyi yok edecek B1 ve B3 vitaminlerini içerir. Haftada en az iki ya da üç tabak alınmalıdır.

      Su, beynin ideal şartlarda çalışması için su oranı yeterli olmalıdır. Günde 6-8 bardak su içilmelidir.

      Ceviz

      Fıstık

      Fesleğen

      Karabiber

    298. Gıdalarla ilgili Hadis-i Şerifler
      BAL ŞERBETİ
      Ebu Sa’idi’l-Hudri r.a. anlatıyor: “Bir adam Resülullah aleyhissalâtu vesselâm’a gelerek: “Kardeşim ishal oldu (ne yapayım?)” diye sordu. Aleyhissalatu vesselam: “Ona bal (şerbeti) içir!” ferman buyurdu.
      Adam içirdi. Bilahare aynı şahıs tekrar gelip: “Ben bal (şerbeti) içirdim. Ancak, bu onun ishalini artırmadan başka bir şeye yaramadı” dedi. (Adam bu gidip gelmeleri) üç kere tekrar etti. Sonunda Aleyhissalatu vesselam: “Allah doğru söyledi. Kardeşinin karnı yalan söyledi (hata etti)” buyurdu. Sonra bir kere daha içirdi. Bu sefer kardeşi iyileşti.”
      Buhari, Tıbb 4, 24; Müslim, Selam 91, (2217); Tirmizi, Tıbb 31, (2083).
      ÇÖREK OTU
      Ebu Hüreyre r.a. anlatıyor: “Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Ölüm dışında hiçbir hastalık yoktur ki çörek otunda onun için bir deva bulunmasın.“
      Buhari, Tıbb 7; Müslim, Selam 89, (2215); Tirmizi, Tıbb 5, (2042); 22, (2071).
      ACVE HURMASI
      Sa’d İbnu Ebi Vakkas r.a. anlatıyor: “Resülullah s.a.v. buyurdular ki: “Kim her sabah acve hurmasından yedi tane yerse o gün geceye kadar ona ne zehir ne de sihir zarar verir.“
      Buhari, Tıbb 52, 56, Et’ime 43; Müslim, Eşribe 154, (2047); Ebu Davud, Tıbb 12, (3875, 3876).
      Hz. Aişe r.a. anlatıyor: “Resülullah s.a.v. buyurdular ki: “(Medine’nin Necd cihetinde yer alan) Aliye acvesinde şifa vardır. O sabahın ilk vaktinde (yenirse) panzehirdir.”
      Müslim, Eşribe 156, (2048).
      MANTAR
      Said İbnu Zeyd r.a. anlatıyor: “Resülullah s.a.v. buyurdular ki: “Mantar kudret helvası cinsindendir. Suyu göze şifalıdır.“
      Buhari, Tıbb 20, Tefsir, Bakara 3; Müslim, Eşribe 157, (2049); Tirmizi, Tıbb 22, (2068).
      Tirmizi’de Ebu Hüreyre radıyallahu anh’tan gelen bir rivayete göre, Halk: “Mantar toprağın çiçek hastalığıdır” demiştir. Resülullah aleyhissalâtu vesselâm şöyle söylediler: “Mantar (Allah’ın Beni İsrail’e in’am ettiği kudret helvası denen) menn’dendir. Suyu göz için şifadır. Acve (denen hurma cinsi) cennettendir ve zehire karşı şifadır.” Ebu Hüreyre ilave eder: “Ben üç veya beş veya yedi mantar aldım, onları sıkıp suyunu bir şişeye koydum. Gözü hasta olan bir cariyeme tatbik ettim. İyileşti.”
      Tirmizi, Tıbb 22, (2068, 2069, 2070).
      KUST-U HİNDİ
      Ümmü Kays Bintu Mihsan radıyallahu anha anlatıyor: “Ben küçük bir oğlumla birlikte Resülullah s.a.v.’ın huzuruna girdim. (O sırada boğazındaki hastalığı sebebiyle çocuğa (i’lâk denen) tedavi uygulamıştım.
      “Çocuklarınızın boğaz hastalığını niye i’lak usulüyle (elle sıkarak) tedavi ediyorsunuz? Size şu ûd-u Hindi’yi (Kust-u Hindi) tavsiye ederim. Zira onda yedi türlü şifa vardır. Zatü’l-cenb’in ilacı ondadır. Boğaz hastalığına karşı burna damlatılır. Zatü’l-cenb’e karşı ağızdan verilir.”
      Zühri merhum der ki: “(Resulullah) bize (ilacın fayda vereceği) iki şeyi açıkladı, ama beşini açıklamadı.”
      Buhari, Tıbb 10, 21, 26; Müslim, Selam 139, (1214); Ebu Davud, Tıbb 13, (3877).
      SÜTLÜ ÇORBA
      Hz. Aişe radıyallahü anha anlatıyor: “Resülullah s.a.v. buyurdular ki: “Telbine (denen sütlü çorba) hastanın kalbini dinlendirir, hüznün bir kısmını götürür.“
      Buhari, Tıbb 8, Et’ime 24; Müslim, Selam 90, (2216).
      BAL – KAN ALDIRMA – DAĞLAMA
      İbn-i Abbas r.a. anlatıyor: “Resülullah s.a.v. buyurdular ki: “Şifa üç şeydedir:
      – Bal şerbeti.
      – Kan aldırma.
      – Ateşle dağlama.
      Ancak ümmetimi dağlamaktan menediyorum.“
      Bir rivayette: “Balda, hacamat olmada şifa vardır.” denmiştir.”
      Buhari, Tıbb 3.
      ALKOL
      Vail İbnu Hucr radıyallahu anh anlatıyor: “Târık İbnu Süveyd el-Cu’fi radıyallahu anh, Resülullah aleyhissalâtu vesselâm’a hamr (alkollüler) ile tedavi hususunda sordu. Aleyhissalatu vesselam onu bundan men etti ve:
      “Hayır! O, deva değil, derttir!” buyurdu.”
      Müslim, Eşribe 12, (1984); Ebu Davud, Tıbb 11, (3873); Tirmizi, Tıbb 8, (2047).
      HARAM İLAÇ VE ZEHİR
      Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resülullah s.a.v., zehir ve benzeri her çeşit habis ilaçtan yasakladı.“
      Ebu Davud, Tıbb 11, (3870); Tirmizi, Tıbb 7, (2046).
      HAYVANLARI İLAÇ YAPMAK
      Abdurrahman İbnu Osman et-Teymi r.a. anlatıyor: “Bir tabib gelerek Resülullah aleyhissalâtu vesselâm’a ilaç yapımında kurbağayı kullanmaktan sordu. Resülullah adamı kurbağayı öldürmekten nehyetti.”
      Ebu Davud, Tıbb 11, (3871); Nesai, Sayd 36, (7, 210).
      HACAMAT
      Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Mirac sırasında yanlarından geçtiğim her cemaat bana mutlaka “Ey Muhammed! Ümmetine hacamat olmalarını emret!” demiştir.”
      Hz. Ali radıyallahu anh anlatıyor: “(Bir gün) Cebrail Resülullah aleyhissalatu vesselam’a, Ahdaayn (boynun iki tarafındaki damar) hizasından ve kâhilden (iki omuzun arası) hacamat olma emrini getirdi.”

    299. Sulu yolma denilen usulde tavuk yenir mi?
      Sual: Kesilen tavuk karnı yarılıp iç organları çıkartılmadan, tüyünü kolay yolmak için kaynar suya atılsa bu tavuk necis ve haram olur mu?
      Cevap: Olur.
      (Fetava-i ibn-i Nüceym)
      Tavuk kesildikten sonra sıcak kazana atılmadan kuru bir şekilde yolunmalıdır. Ayrıca otomatik makinelerde besmelesiz kesilmemiş olmalıdır. İlla makinede kesilenlerin bıçaklarına besmele-i şerif yazılmalıdır. Allah adı söylenmeden kesilen hiç bir hayvan yenmez.
      Bir avcı dahi tetiği çekerken kasten besmele çekmese, av köpeğini gönderirken besmele çekmese, bir balıkçı oltasını veya ağını atarken bilerek besmele çekmese bu avlananlar/tutulanlar da yenmez. Unutmak ise her zaman özürdür.. Unutarak besmele çekmese yenir…

    300. ETTEN DOMUZ sütten kanser ÇIKTI – Bunun adı gıda terörü !
      İstanbul Yemek Sanayicileri Derneği (İYSAD) Başkanı Sadık Çelik’in BUGÜN gazetesine yaptığı “Dışarıda satılan yiyeceklerin denetimi zayıf. 30 milyon insan ne yediğini bilmiyor” açıklamalarının ardından gıdada yaşanan sorun laboratuvar sonuçlarıyla da ortaya kondu. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından 2009 yılında yetkilendirilen Uzman Özel GıdaKontrol Laboratuvarı Genel Müdürü Seyfettin Parıldar, sadece İstanbul’da faaliyet gösteren 60 binden fazla gıda işletmecisi olduğunu ve bunları denetlemekonusunda devletin yetersiz kaldığını söyledi.
      EŞEK VE DOMUZ ETİ VAR
      Özellikle et, süt, salça ve yoğurt gibi çok tüketilen ürünlerde taklit ve tağşişler (karıştırma) yapıldığına dikkati çekenParıldar şöylekonuştu: “Sucuk, salam ve sosis gibi ürünlerde bu çok sık oluyor. İçlerine bağırsak, akciğer, karaciğer karıştırıyorlar. At, eşek, domuz gibi hayvanların etleri de bazı ürünlere katılıyor.” Parıldar tüketicilere, kıyma alırken ambalajlı ürün almamalarını, kıymayı parça etten yaptırmalarını tavsiye etti. Raf ömrünü uzatmak için salçalara koruyucumadde katkısı yapıldığını, yoğurtlara domuzdan yapılan toz jelatin ilave edildiğini belirten Parıldar, özellikle koruyucu maddelerin sağlığa zararlı olduğunu vurguladı.
      Sütte büyük tehlike
      En büyük sıkıntılardan birinin de sütte yaşandığını kaydeden Parıldar “Sütlerde antibiyotik bulgusuna rastlıyoruz. Hayvanlar da rahatsızlandığında antibiyotik alıyor. Bu dönemde hayvanın sütünün boşa sağılması gerekiyor. Bu da antibiyotiklere karşı bağışıklık kazanmamızı sağlıyor. Ayrıca bazı ürünlerde de Aflatoksin M1’e rastlandı. Bu maddenin uzun süre alınması karaciğer kanseri, sarılık ve siroza yakalanma riskini artırıyor.”
      En basit test 80 lira
      Seyfettin Parıldar, Türkiye’de toplam 60 gıda laboratuvarı olduğunu, bunun 20’sinin İstanbul’da bulunduğunu söyledi. Vatandaşların şüphe duydukları gıda ürünlerini laboratuvarlara götürebileceklerini belirten Parıldar, “Bir sucukta domuz katkısı olup olmadığını test etmek 80-90 lira. Bir gıda ürününün tüm testlerini yapmak 400 liraya mal oluyor. Ancak biz, duyarlı vatandaşlarımıza indirim uyguluyoruz” dedi.
      Ucuz eti alan da satan da suçlu
      İstanbul Yemek Sanayicileri Derneği Başkanı Sadık Çelik, özellikle et ürünlerinde istismara gidildiğini kaydetti. Kırmızı etin kilosunun ortalama 25 lira olduğunu hatırlatan Çelik, “Bu durumda 10 liraya alınan sucuk, 5 liraya alınan sosis sağlıklı olmaz. Bunu sadece satan değil alan da suçludur” diye konuştu.

    301. YASİN suresinin Fazileti !

      * YASİN’i okuyunuz. Onda on bereket vardır:
      1- Aç, okursa doyar,
      2- Çıplak, okursa giyinir,
      3- Bekar, okursa evlenir,
      4- Korkusu olan, okursa emin olur, :
      5- Mahzun, okursa ferahlar,
      6- Misafir okursa seferde yardım görür,
      7- Kayıp (için okunursa) bulunur,
      8- Hasta okursa (veya hastaya okunursa) şifa bulur,
      9- Ölü üzerine okunursa azabı hafifler,
      10- Susayan okursa suya kavuşur. (Ramuz 79/4)

      * Her kim anne ve babasının veya bunlardan biri nin kabrini her Cuma ziyaret eder ve yanlarında YASİN okursa, her harfinin sayısınca ona mağrifet olunur. (Hak dini Kur’an dili)

      * YASİN-i ŞERİF’i gece okuyan, Yedi hatim sevabına nail olur.

      * YASİN-i ŞERİF’i gece okuyana, 20 hac sevabı verilir. (Künüzü’d Dekaik)

      * YASİN Suresini ölülerinize okuyunuz. (Tirmizi)

      * Her şeyin bir kalbi vardır. Kur’an’ın kalbi de YASİN’dir. Kim Yasin’i okursa, Cenabı Hak ona on defa Kur’an okumus kadar sevap ihsan eder. (Tirmizi)

      * Kim geceleyin YASİN okursa affedilmiş olarak sabaha çıkar. (Tirmizi)

      * YASİN’i Her gece okuyan, şehid olarak ölür(Elmanevi)

    302. Nasihatler
      Hz. Adem (A.S.) oğlu Şit (A.S.)´a şu beş nasihatte bulundu ve bu nasihatleri ilerde kendi oğullarına, vasiyet etmesini istedi. Nasihatler şunlardır:
      1 — Oğullarına, dünyaya güvenmemelerini söyle, çünkü, ben bakî olduğunu göz önüne alarak Cennet’e güvendim, fakat Allah (C.C) beni oradan çıkardı.
      2 — Oğullarına, kadınların arzusuna uyarak bir işe girişmemelerini söyle. Çünkü ben eşimin arzusuna uyarak yasaklanmış ağacın meyvesinden yediğim için sonra pişman oldum.
      3 — Oğullarına, girişecekleri her işin sonunu baştan düşünmelerini söyle, eğer ben giriştiğim davranışın sonunu düşünseydim, başıma bildiğiniz haller gelmezdi.
      4 — Herhangi bir işe girişirken içinize şüphe düşerse, ondan uzak durun, çünkü ben yasak ağacın meyvesini yerken içime şüphe düştü, buna rağmen vazgeçmediğim için sonra pişmanlığa düştüm.
      5 — Girişeceğiniz işlerde bilenlere danışın, eğer ben yasak ağaca yanaşmadan önce meleklere danışsaydım, başıma bu haller gelmezdi.»

    303. Fâtiha’nın Yedi Kapısı
      Fatiha bir kapıdan girişini resmin oluşturuyor, devrediyor, hissettiriyor, yaş(at)ıyor… Dört M’li bir giriş söz konusu: Önce müsaade kapısından geçiliyor, “besmele”. içeri girer girmez minnettarlık ifade ediliyor: “elhamdulillah”. Bir kaç adım sonra, merhametin kucağında bulur kendini insan: “errahmanirrahim!” en sonunda, mesuliyetle yaşadığımız farkedilir; “din gününün mâliki.”
      1.Bismillah: Kapının beri tarafındasın, evvelâ izin istemen gerek.. kapının ardında kim var? Kapının önündeki kim? İçeriye davet eden kim? İçeriye girecek kim? “besmele” bir müsaade isteme tavrıdır… Allah’ın adıyla, Rahman Rahîm O…. Kapıya dayanan, kapıyı çalan, önce kimliğini benimsetiyor kendine, kendini tanımlıyor, haddini biliyor.. “Ben bana ait değilim.” “Ben ben değilim!” tevazu’yu giyiniyor. Kendi adından vazgeçiyor. Başkası adına çalıyor kapıyı. Bir başkasının ismiyle, Allah’ın ismiyle eşikte duruyor.. kapıyı çalan, aciz ve fakir, kendi kendine yetmiyor; kendisi kendine ait değil… Kapı ise Allah’ın.. kapının önünde ve ardında O’nun hükmü geçiyor, O’nun mülkü uzanıyor.. Rahman ve Rahîm O: varlık kapısından içeri çağırdığına muhtaç değil; hatta kulun kendisine muhtaç olmasına bile muhtaç değil! kul kendine muhtaç olmasaydı, kapıya dayanmasaydı, kendisinde bir eksiklik, bir mutsuzluk, bir hoşnutsuzluk hali olmayacaktı. Kimse de hesap soramayacaktı… Hiç kimseye muhtaç olmayan Rahman’ın her şeye muhtaç olana açtığı kapıdır rahmet..
      2.Elhamdülillah: Herşeye muhtaç olanın hiç kimseye muhtaç olmayana söyleyeceği ancak teşekkürdür.. sonsuz bir minnettarlıktır duyacağı.. mahçuptur muhatap olmadıkları karşısında. Hiç ummadığı, hiç beklemediği, hiç hak etmediği iltifatlar görmektedir. Hamd O Allah’a dır ki o Rabbidir âlemlerin.. alemler sırf onu karşılamak için, sırf kendisini memnun etmek için terbiye edilmekte, çekip çevrilmektedir.. hiç yoktan var edilenin, kendisini hiç yokken var edene söyleyeceği tek şey, söylediği halde asla bitiremeyeceği, asla sonuna gelip doyamayacağı tek şey teşekkürdür…. Varedilen varlığının hiç bir cüzünü, hiçbir parçasını yanı sıra getirmiş değildir; yoktan varedilen yoktan var edene hiçbir sermaye katmış değilir, yok olanın, hiç ortada olmayanın yoktan var edene katkısı olmamıştır; yok olan ve yok olduğunun farkında olmayan, var edilme arzusunu bile dillendiremeyen kendisini yoktan var edene bir işaret olsun göndermiş değildir ki, O’na borcuna bir sınır koyalım….
      3.Errahmanirrahîm: Her şeye muhtaç olarak varlığa dahil olanın ilk gördüğü üzerindeki sebepsiz merhamettir.. hem kendisine acınmıştır; hiç yokken, yokluğunu bile farkedemediği unutulmuşluklardan çekip alınmıştır, hem de acıdıklarına acınmıştır; mutluluğunu bir anda yok edebilecek, huzurunu hemen dağıtabilecek kırılganlıkları olan nice sevdikleri de hesapsız ve sebepsiz mutlu edilmektedir. Hem merhamet görmektedir, hem merhamet göstermek istediklerine merhamet gösterilmektedir. Varlığın göğsünde çarpıp duran görünmez bir kalp gibidir rahmet… Rahmandır Allah; herkese her zaman şefkat etmektedir. Rahîmdir Allah, herkesin içinde her bir şeye özel olarak da şefkat etmektedir. Herkese birden şefkat etmesi, herkese ayrı ayrı şefkat etmesine engel değildir. Herkes O’nun rahmetine, bütün çiçeklerin hep birlikte güneşten beslenmesi gibi, hep birlikte muhatap olmaktadır; çünkü Rahmandır. Ama herkes, her bir çiçeğin güneşten kendine özel renkler devşirmesi gibi, kendini biricik eyleyen biçimler bürünmesi gibi, biricik ve bitanecik olarak rahmete muhatap olmaktadır; çünkü Rahîmdir.
      4.Mâlik-i yevmiddîn: Din günün sahibi o.. buradaki varlığın, başka ve ebedî bir varlığa yolculanman adınadır. “din günü” içindesin.. hesaba çekilebilir bir haldesin. Başına buyruk var değilsin. sorumluluk sahibisin… Bu varlık bir koza; sonsuzun kelebeklerine gebe.. adımın bir sırat üzerinde, ölçüleri sonsuza ayarlı, sonsuzca yansımaya ayarlı.. buradaki bir ayineye düşüyor her dem; yansıması sonsuzda; yüzün başka bir âlemin nazarına düşüyor… Burası burdan ibaret değil, sen buradasın ama burada kalmayacaksın. Buradasın, ama buraya razı olamazsın..
      5.Yalnız sana kulluk ederiz: Minnettarlığın en güzel ifadesi…
      6.Yalnız senden yardım dileriz: Merhametinin her şeye yettiğinin ifadesi.. başka kimsenin acımasına muhtaç değiliz.. sen yetersin bize, her birimize, hepimize..
      7.Sırat-ı müstakîme hidayet eyle bizi: Hesabımızı ancak böyle veririz.. üzerlerine gazab indirilmiş olanların kalarak değil. Sapmışların yoluna düşerek hiç değil..

    304. Musafaha Nedir?Nasıl Olmalıdır?
      Gerek erkek erkekle , gerekse kadın kadınnla , karşılaştıkları zaman selâmlaşmaları, hal-hatır sormaları, tokalaşmaları, kucaklaşmaları, birbirlerine güleryüz göstermeleri Musafaha demektir ve bu İslâmî kardeşliğin bir icabıdır.
      Bir hadiste Peygamberimiz musafahanın faziletini şöyle anlatırlar:
      “İki Müslüman karşılaşıp musafaha yaparlarsa, Cenâb-ı Hak, onlar ayrılmadan her ikisinin de günahını bağışlar. (1)
      “Peygamberimizin bu hususta nasıl hareket ettiğini de Hazret-i Ebû Zer ra;den öğreniyoruz. Müslümanlar kendisine sorarlar:
      “Resul-i Ekremle (a.s.m.) karşılaştığımz vakit sizinle musafaha yapar mıydı?“
      Bu sual üzerine Hz. Ebû Zer (r.a.) kendi başından geçen nurlu bir hatırayı şöyle anlatır:
      “Resul-i Ekrem Efendimizle (a.s.m.) karşılaşıp da musafaha etmediğimiz hiç vaki değildir. Her karşılaşmada musafaha ederdi. Beni bir gün evden çağırtmıştı. O gün evde yoktum. Eve geldiğimde haber verdiler. Hemen huzuruna vardım, divanın üzerinde oturuyorlardı. Beni görünce ayağa kalktı ve kucakladı. Bu manzara benim için çok, hem çok güzel bir şeydi.” (2)
      Karsılaşınca musafaha yapmak, kucaklaşmak Peygamberimizin hem sözlü, hem de fiilî bir sünnetidir. Peygamberimizin sünnet olan bu hareketini mutlaka erkekler tatbik edecek diye bir kaide yoktur. Bu sünneti mü;min erkekler yapabildikleri gibi, mü;min kadınlar da yaparlar yalnız burada dikkat edilmesi gereken husus, kadınlarin kendilerine nikâhı düşebilecek erkeklerle musafaha yapmamalarıdır, bu caiz değildir.haramdır.
      Karşılaşınca Peygamber Efendimizin üzerine salavat-ı şerife getirme meselesine gelince; bu mevzuda da yine bir hadis-i şerifin mealini okuyalım:
      “Birbirlerinii seven iki kul karşılaştıkları zaman Resulullaha (a.s.m.) salavat getirirse, ayrılmadan önce Allah c.c ;nın affına ermiş olurlar.” (3)
      Meallerini verdiğimiz bu hadisi şeriflerden, bizim de tabiî olarak tatbik ettiğimiz şu sıralama çıkıyor. İki Müslüman karşılaştıkları zaman önce “Esselâmü Aleyküm” “Ve aleykümüsselam” diyerek selâmlaşırlar, musafaha yaparlar ve “Allahümme salli âlâ seyyidinâ Muhammed” diyerek Peygamberimizin üzerine salavat getirirler. Bunlann hepsi de sünnettir. Hiçbir zaman bidat ve uydurma olamaz. Gerek erkekler, gerekse kadınlar kendi aralarında bu sünneti yaşamaya, yaşatmaya gayret ederler.
      Yalnız, kadınlar musafaha ve kucaklaşma sünnetini cadde ve sokak gibi yabancı erkeklerin görebileceği bir yerde yapmamaya dikkat ederlerse daha isabetli olur. Zaten takvaya riayet eden mümin kadınlar her vakit İslâmî edep ve erkâna riayet ederler.
      Erkeklerin karşılaştıklarında birbirlerinin yüzünü öpmesi İmam-ı Azam ve İmam-ı Muhammed rahımehüllahe göre mekruh ise de, İmam-ı Ebu Yusufa göre mekruh değildir.bu hususta imamı azam ve imamı muhammedin fetvası muteberdir.
      Bazı alimler bu hususta şöyle derler: Eğer yüzünü öptüğü bir kimse bir din alimi ve takva sahibi bir kimse ise, bunda bir mahzur yoktur. Çünkü, bunda dinin şerefini korumak vardır.
      Kadınların ise karşılaştıkları zaman ve ayrılacakları zaman birbirlerinin yanaklarını öpmeleri mekruhtur. (4)

    305. BAYEZİD BESTAMİ HZ. VE RAHİPLER KISSASI
      Beyazid-i Bistami Hazretleri kırk beş kez haccetmiş ve her gün bir hatme okumuş mübarek kişilerin safında yer alan kadri yüce bir zattır. Bir gün Arafat tepesinde oturuyordu.Nefsi ona şöyle fısıldadı: “Beyazid! Senin benzerin var mıdır? Kırk beş defa haccettin ve binlerce defa hatmetme bahtiyarlığına eriştin“. Bu ses onu üzdü, nefsin hala onu kendine doğru sürüklemek istediğini ve enaniyete doğru ittiğini anladı.

      Derhal toparlandı ve orada bulunan mahşeri kalabalığa dedi ki: “Kim benim kırk beş defa yapmış olduğum haccı bir ekmeğe satın alır?“
      Bir adam: “ben alırım” dedi ve ekmeği uzattı
      . Beyazid-i Bistami Hazretleri aldığı ekmeği orada bulunan bir köpeğin önüne attı. Ve sonra işini bitirip yol hazırlığı yaparak Rum diyarına doğru yüzünü çevirdi.
      Günlerce yol aldıktan sonra bir rahip ile karşılaştı. Rahip terbiyeli bir adama benziyordu. Hazretin elini tutup evine misafir olarak götürdü. Evinde ona bir oda ayırdı.
      Beyazid-i Bistami Hazretleri kendisine ayrılan bu odada ibadete başladı ve kalbini herşeyden çevirip Cenab-ı Hakk’a yöneltti. Rahip her gün onun yiyeceğini, içeceğini sabah-akşam getirir önüne kor, sonra dışarı çıkardı. Bu hal bir ay devam etti. Beyazid nefsine dönerek dedi ki:
      -”Ey nefis seni kırmak istiyorum, fakat sen uğursuzluğunla kırılmıyorsun…“
      Tam bu sırada rahip içeri girdi ve Beyazid’e:
      -”İsmin nedir?” diye sordu.
      O’da:
      -”Beyazid” diye cevap verdi.
      Rahip:
      -”Ne güzel adamsın… Keşke Mesih’in (İsa A.S.) kulu olsaydın !” dedi.
      Bu söz Beyazid’e ağır geldi ve evi terk etmek isterken rahip ona seslendi:
      -”Bizim burada kırk gününü tamamla, öyle git. Çünkü bizim büyük bir bayramımız var, onu görmeni arzu ediyorum. Aynı zamanda değerli bir vaizimiz var, senede bir defa bize hitap eder, birde onu dinlemeni diliyorum.”

      Beyazid-i Bistami Hazretleri, onun bu teklifini kabul etti ve kırk gün kalmaya razı oldu. Kırkıncı gün olunca rahip içeri girdi ve:
      -”Buyrun, ayağa kalkın, bayram günümüz geldi.”
      Beyazid ayağa kalktı; Fakat rahip ona dedi ki:
      -”Sen bu kıyafet ve halde nasıl bin kadar rahibin arasına girebilirsin? Doğrusu biraz endişeliyim.. Bu sebeple üzerindeki elbiseyi çıkar, şu üstlüğü giy, beline şu zinnarı bağla, İncil’i de boynuna as !” dedi

      Bu teklif ona çok ağır geldi. Fakat bunda bir hikmet ve esrar, İSLAM’ın da izzet ve şerefi gizlenmiştir, onun dediğini yapayım, diye düşündü. Hemen üzerindeki elbiseyi çıkardı, onun verdiği üstlüğü giydi, beline de zünnar’ı bağladı. İncil’i de boynuna astı ve rahiple birlikte bine yakın rahibin arasına katıldı. Hiç kimse onu yadırgamadı.

      Biraz ilerledikten sonra birdenbire kalabalık durdu. Rahiplerin en büyüğü ve saygıdeğeri olan zat geldi, yerine geçti. Herkes onun konuşmasını bekliyor, fakat o susuyordu. Rahipler bunun manasını anlayamadılar ve sordular:
      -”Ey büyüğümüz! Neden konuşmuyorsunuz? “

      -”Nasıl konuşabilirim ki, aranızda bir Muhammedi var! … ” diye cevap verdi. Halk ve rahipler galeyana geldi ve:

      -”Onu bize göster, parçalayalım!” Diye bağırdılar.
      Baş rahip onlara dedi ki :

      -”Hayır, yemin ederim ki söylemem, ancak bir şartla onu size tanıtabilirim. Ona dokunmayacağınıza söz veriniz!“
      Bunun üzerine rahipler ve halk Muhammedi olan adama dokunmayacaklarına yemin ettiler. Baş rahip başını kaldırdı ve şöyle seslendi :
      -”ALLAH için ey Muhammedi ! Ayağa kalk ve kendini göster.”

      Beyazid-i Bistami Hazretleri ayağa kalktı. Baş rahip :
      -”İşte bu zat, ona dikkatle bakın” dedi. Sonra Beyazid’e sordu:
      -”Adın ne ?”

      -”Beyazid“

      -”Tahsil gördün mü ?“

      -”Rabbimin öğrettiği kadar bir şeyler biliyorum.“

      -”O halde bana şu hususları cevaplandır:
      ” İkincisi olmayan biri, üçüncüsü olmayan dördü, altıncısı olmayan beşi, yedincisi olmayan altıyı, sekizincisi olmayan yediyi, dokuzuncusu olmayan sekizi, onuncusu olmayan dokuzu, onbirincisi olmayan onu, onikincisi olmayan onbiri, onüçüncüsü olmayan onikiyi…Söyle bunlar nelerdir?…”

      Beyazi (k.s.), baş rahibe :
      -”Beni iyi dinle, cevap veriyorum:İkincisi olmayan bir, eşi-ortağı,dengi ve benzeri bulunmayan ALLAH’tır C.C., Üçüncüsü olmayan iki, gece ve gündüzdür. Dördüncüsü olmayan üç, üç talaktır (kadını boşamak). Beşincisi olmayan dört, Tevrat, Zebur, İncil, Kur’ân-ı Kerimdir. Altıncısı olmayan beş, beş vakit namazdır. Yedincisi olmayan altı, göklerin ve yerlerin yaratıldığı altı gündür. Sekizincisi olmayan yedi, yedi kat göktür. Dokuzuncusu olmayan sekiz, kıyamet günü Arş’ı taşıyacak olan sekiz melektir. Onuncusu olmayan dokuz, kadının dokuz aylık gebelik müddetidir. On birincisi olmayan on, Hazreti Musa’nın AS Şuayb Peygamber’e AS on yıl çobanlık etmesidir. On ikincisi olmayan on bir Hz Yusuf Peygamberin AS onbir kardeşidir. On üçüncüsü olmayan on iki, on iki aydır.”

      Rahip tebessüm etti ve :
      -”Doğru söyledin. Şimdi de bana,havadan ne yaratıldı, havada ne muhafaza olundu ve kim hava ile helak edildi? Bunlardan haber ver..”

      ”İsa Peygamber AS havadan yaratıldı, havada muhafaza edildi. Süleyman AS Peygamberde havada muhafaza edildi. Ad kavmi de hava ile helâk edildi”diye cevap verdi.

      Rahip ona :
      -”Doğru söyledin,” dedi ve tekrar sordu:
      “Kim ateşten yaratıldı, kim ateşte korundu ve kim ateşte helâk oldu?”
      -İblis ateşten yaratıldı. İbrahim AS Peygamber ateşte korundu. Ebu Cehil ateş ile helâk oldu”diyerek gereken cevabı verdi.

      Rahip tekrar sordu:
      -”Taştan kim yaratıldı, taş içinde kim korundu ve taş ile kim helâk oldu?“

      -”Salih AS Peygamberin devesi taştan yaratıldı. Ashâb’ı Kehf taş içinde korundu ve Ebrehe’nin filleri taş ile helak edildi“diye cevap verince,

      Rahip:

      -”Doğru söyledin” dedi ve tekrar sordu:

      Âlimler, Cennette dört nehir vardır, biri baldan, biri sütten, biri sudan, birisi de şaraptandır. Ayrı olan bu dört nehir aynı kaynaktan akıyormuş diyorlar, bunu açıklar mısın? Dünyada bunun örneği var mıdır?
      Beyazid :
      -Evet vardır. İnsanın baş kısmından dört nehir akar: Kulak yağı acıdır. Gözyaşı tuzludur. Burun suyu ayrı bir tat taşır.Ağızdan gelen su tatlıdır” diye cevap verince,

      Rahip ona :
      -”Doğru söyledin” dedi ve sormaya devam etti
      -”Cennet ehli yer içer, fakat abdest bozmaz, su dökmez.Bunun dünyada benzeri varmıdır?..”

      Beyazid :
      -”Evet vardır, Ana rahmindeki cenin yer içer fakat dışkısı yoktur…”

      -”Doğru söyledin. Cennette TUBA ağacı vardır. Cennette hiçbir saray, hiçbir köşk yoktur ki bu ağacın bir dalına dokunmasın. Bunun dünyada bir örneği varmıdır?”
      -Evet, güneş sabahleyin doğunca böyle değill midir?”

      -”Doğru söyledin. Şimdi de bana şunları cevaplandır:
      Bir ağaç vardır, on iki dalı bulunuyor, her dalında otuz yaprak var ve her yaprakta beş çiçek yer almıştır; bunlardan ikisi güneşe,üçü karanlığa bakar;bu ağaç nedir?…”
      -”Ağaç yılı temsil eder. On iki dalı oniki ayı, her daldaki otuz yaprak otuz günü, her yapraktaki beş çiçek beş vakit namazı temsil eder.“

      -”Doğru söyledin. Bana şu kimseden haber ver ki; Hacca gitmiş, tavaf yapmış ve o makamlarda bulunmuştur; ama onun ne ruhu var, ne de hac kendisine vacibdir? “

      -”Nuh AS Peygamberin gemisidir.“

      -”Doğru söyledin. Peki gece gelince gündüz, gündüz girince gece nereye gidiyor?…

      -Bu sun’i bir zaman meselesidir. Güneşi doğup batması bunun ölçüsü oluyor. Geri kalanını ALLAH C.C. bilir.”

      -”Doğru söyledin.”

      Sorular bitince Beyazid-i Bistami Hazretleri dedi ki :
      -”Muhterem rahip! Birçok sorular sordun, cevaplandırmaya çalıştım. Müsaade ederseniz benim de birkaç sorum var. Ama bir tanesiyle yetinerek sormak istiyorum“

      -”Tabii, istediğin şeyi sorabilirsin!“

      Beyazid-i Bistami Hazretleri sordu:

      -”Cennetin anahtarı nedir? Sekiz Cennet kapısının üzerinde yazar?“

      Rahip sustu, cevap vermekten çekindi. Diğer rahipler bozuldular ve:
      -”Ey büyüğümüz, mağlup mu oluyorsun?” O da:
      -”Hayır, mağlup olmak istemiyorum” deyince,
      -”Öyle ise neden cevap vermiyorsun?” dediler.
      -”Şayet cevap verirsem, benim cevabıma katılır mısınız?” deyince, hepsi birden:
      -”İncil hakkı için, sana uyarız” diye söz verdiler. Rahip:
      -”Dinleyin, şimdi cevap veriyorum: ‘‘Cennetin anahtarı ve kapılarının üzerinde yazılı bulunan ibare, LAİLAHE İLLALLAH MUHAMMEDÜN RASULULLAH‘ dır”…
      Bunun üzerine diğer rahipler hep bir ağızdan Kelime-i Şehadet getirip Müslüman oldular. Beyazid-i Bistami Hazretleri de onların yanında bir müddet kalıp İSLAMİYETİ öğretti ve bu sır’da böylece çözülmüş oldu…

    306. Kabir Suali ertelenenler
      Mü‘minlerden,
      1- Cuma günü vefat edenler,
      2- Cuma gecesi ölenler,
      3- Recep ayında ölenler,
      4- Şa‘ban ayında ölenler,
      5- Ramazan-i Şerif ayında ölenler suale çekilmezler.
      Bunlarin sualleri, bayramdan sonra Allahü Teala hazretlerinin dilemesine kalmıştır.
      Allahü Teala hazretleri kerimdir, rahimdir. İkramını geri almaz. Bu kişiler İnşallah bayramdan sonra da sual görmezler.

    307. Çalışmak Peygamberlerin Mesleğidir.
      Çalışıp çabalayıp bir şeyler kazanmak, Peygamberlerin (a.s.) yoludur. Biz de onlara tabi olmak ve onların yolundan gitmekle emrolunduk. Nitekim Allahü teâlâ da şöyle buyuruyor: “İşte bunlar Allah’ın doğru yola eriştirdikleridir. O halde sen de onların yoluna uy.. “ı0.
      Bu âyetin izahı da şöyledir: İlk defa çalışıp çabalayan babamız Hz. Âdem (as) dır. Onun hakkında Allah şöyle buyuruyor: “Biz dedik: Ey Âdem, doğrusu bu senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi Cennetten çıkarmasın. Sonra bedbaht olursun.”11 Yani rızık elde etmek için yorulursun.
      Mücâhid (rh) (v. 104/722), bu âyetin tefsirinde şöyle diyor: “Ölünceye kadar, amel-i sâlih yapmadan zeytinyağı ile ekmek yeme.“
      Rivayete göre, Hz. Âdem (as) yeryüzüne indirildiği zaman, Cebrail (as) ona buğday getirdi ve ekmesini söyledi. Hz. Âdem, buğdayı ekti, suladı, biçti, harman etti ve ekmek yaptı. Bu işleri bitirdiğinde ikindi vakti idi. Cebrail (as) ona geldi ve dedi ki: Rabbim sana selâm ediyor ve diyor ki: “Bugün oruç tutarsan senin hatalarını affedeceğim ve evlâdlarına da şefaat edeceğim.” Hz. Âdem o gün oruç tuttu. Halbuki o, bu yiyeceğin Cennettekinin tadını verip vermediğini görmek için sabırsızlanıyor ve onu yemek istiyordu. Bunun için de oruçlu olanlar, ikindiden sonra yemek için daha istekli olurlar.
      Nuh (a.s) da marangoz idi. Kendi kazandığını yiyordu.
      İdris (a.s) terzi idi.
      İbrahim (a.s) da bezzaz, kumaş ticareti yapardı. Nitekim bir hadisde şöyle buyruluyor: “Elbise ticareti ile uğraşınız. Çünkü babanız İbrahim Halîlullah (a.s) bezzaz idi.”12
      Davud (a.s) da yalnız kendi eli ile kazandığını yiyordu.
      Davud (a.s) bazan kıyafet değiştirerek çıkar, kendisi ve memleketinin ahalisi hakkında bilgi toplardı. Bir gün genç bir delikanlı suretinde karşısına Cebrail (a.s) çıktı. Davud (a.s) ona da sordu: “Ey delikanlı Davud’u nasıl bilirsin?” O dedi ki: “Davud ne güzel bir kuldur.14 Ancak onun iyi olmayan bir hasleti var.” Davud (a.s) o nedir diye sorduğunda genç şöyle cevab verdi: “O beytülmaldan yiyor. Halbuki insanların hayırlısı, kendi kazancını yiyendir.” Davud (a.s) ağlayarak ve Allah’a yalvararak kendi köşküne döndü. Allah’a duâ ediyor ve şöyle diyordu: “Ey Allah’ım, beni beytülmaldan müstağni kılacak bir kazanç şeklini bana öğret.” Allah da ona zırh yapma sanatını öğretti. Onun için demiri öyle yumuşattı ki, elinde demir başkasının elindeki hamur gibi oldu. Nitekim Kur’an’da şöyle buyuruluyor: “Ona, sizi savaşta korumak için zırh sanatını öğrettik. Artık şükreder misiniz?“15 Davud (a.s) zırh yapar oniki bine satardı. Bundan hem kendisi yer, hem de tasadduk ederdi.
      Süleyman (a.s) hurma yapraklarından büyük küfe yapar ve bununla geçinirdi.1
      Zekeriyya (a.s) marangoz idi.
      İsa (a.s) annesinin eğerdiği yünün geliri ile geçinirdi. Bazan da başak toplar, bundan yerdi ki, bu da bir nevi kazançtır.
      Bizim Peygamberimiz Rasûlullah (s.a.v) ise, bir zamanlar çobanlık yapardı. Rasûlullah (s.a.v) bir gün ashabına dediler ki: “Ben Ukbe b. Mu’ayt’ın çobanı idim. Allah’ın gönderdiği bütün nebiler çobanlık yapmıştır.”17
      Sâib b. Şüreyk babasından şöyle rivayet ediyor: ” Rasûlullah (s.a.v) benim ortağım idi. Hayırlı bir ortaktı. Hoş geçinir, münakaşa etmezdi.”18 Ortaklığın ne üzerine olduğu sorulduğunda, deri üzerine olduğunu söylemiştir.
      İmam Muhammed’in müzaraa bahsinde zikrettiğine göre, Rasûlullah (s.a.v) Curf denilen yerde ziraat işi ile uğraştı.9 Bütün bunlar gösteriyor ki, kesb, yani bir şeyler kazanmak için çalışmak, Peygamberlerin yoludur.

    308. Dikkat!
      * Ruh sıkıntısı, gönül darlığı da, günâh işlemekten ve ibâdet azlığındandır…
      * İhlas ile edâ edilen ibâdetler, belâlara mânîdir, sâhibini korur.
      * İlâhî hükümlere uymak lâzımdır ki, insana bir şeyden zarar gelmesin.
      * Hâsılı bunlar, Hakk’a itâat, Tevbe-istiğfar ve Tesbih namazı ile ilaç yapmak içindir.
      * Devlet kanunlarına uymayan suçlu, cezâ görür de Mevlâ’nın kanununa uymayan cezâsız kalır mı?
      * Bizim bu âlemde bir tek işimiz var. O da: yavrularımızın kalplerine, Allah ve peygamber sevgisiyle îman ve İslâm nurunu yerleştirmektir.
      * Bizim yolumuz, îman, islâm ve ahlâk-ı Muhammedîyi aşılamaktan ibârettir. Bu yolu bulan kurtulur, iki cihanda aziz olur.
      *Hizmet eden, İsm-i Âzam Okumuş gibi selâmet bulur, iki âlemde mes’ut olur.
      Netice: “Biz iyi olursak, her şey iyi olur.”

    309. Bunları biliyormuydunuz ?

      Karıncalar hıyardan nefret eder. Evinizdeki çıkış yerlerine koyun.

      Pırıl pırıl buz için suyu kaynatıp dondurun

      Ayna parlaklığını alkolle silerek elde edin

      Sakız lekesini elbiseyi 1 saat buzluğa atarak temizleyin

      Beyazlık için çamaşırı 10 dakika limon dilimi konmuş sıcak suya sokun

      Saçınızı bir çay kaşığı sirkeyle ıslatıp yıkarsanız pırıl pırıl olur

      Limondan azami limon suyu almak için limonu bir saat sıcak suda bekletin

      Lahana kokusundan kurtulmak için kaynattığınız suya bir dilim ekmek atın

      Elinizdeki balık kokusunu elinizi elma sirkesi ile yıkayarak giderin

      Soğan soyarken sakız çiğneyin, gözünüz yaşarmaz.
      Patatesin çabuk haşlanması için bir patatesin yarısını soyarak kaynatın

      Yumurtayı tuzlu suda haşlarsanız çabuk pişer ve çatlamaz.

      Mürekkep lekesinin üzerine diş macunu koyup kurumaya bırakın , sonra
      yıkayın.

      Tatlı patatesi haşladıktan sonra soğuk suya atın çabuk soyulur

      Fare ve sıçanları uzaklaştırmak için bulunabilecekleri yerlere karabiber
      koyun, kaçarlar…

    310. “Yâ Rabbi, Receb ve Şâbân’ı bize mübârek (bereketli) kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır.”
      (Hadîs-i Şerif—Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid) –

    311. Gönlüne belalar geldikçe gülerek karşıla. Şükrü ve sabrı öğreniyorsun, korkma rıza makamı yakın sana… HZ MEVLANA

    312. Cin Nedir?

      “Cin, lâtif cisimler olup, muhtelif şekillerle şekillenen; cisimlerin içlerine (ve çevresine) havanın sızması gibi; hayvanların içlerine; nüfuz etmeye kadir olan bir mahlûktur.”

      (Ruhü’-l Beyan Tercümesi C:7 S: 516)

    313. Duada Elleri Tutma Şekli

      Dua’da faziletli ve sünnet olan dua ederken elleri bitiştirmektir.

      Musannif İsmail Hakkı Bursevî (k.s.) hazretleri Rumeli ulemasındandır. Rumelili Hıristiyanlar ile Müslümanların bir arada yaşadığı bir yerdir. Bilindiği üzere Hıristiyanlar dua ederlerken, ellerinin içlerinin tamamen birbirine birleştirir ve çenelerinin altına koyarak dua ederler. O dönemin Müslüman âlimleri Musannif hazretleri gibi, Hıristiyanlara benzememek için dua’da elleri açmanın daha faziletli olacağını beyan etmişlerdir.

      Yoksa dua’da elleri birbirine bitiştirmek ve avuçlarını açmak sünnettir.

      Kutub-i sitte’de bu konuda birçok hadis-i şerif mevcuttur.

      Hazret-i Âişe (r.a.) annemizden rivayet olundu.
      -“Efendimiz (s.a.v.) hazretleri her gece yatağına geldiği zaman, iki elini birleştirir sonra onların içine nefes eder.
      Ve onlara;
      1- Kulhuvellâhüehad,
      2- Kul eûzü birabbil-felak,
      3- Kul eûzü birabinnâs sûrelerini okur..
      Sonra onlarla gücü yettiği kadar mübarek cesedini meshederdi, iki eliyle başından ve yüzlerinden başlar ve cesedinin ön tarafından başlayarak meshederdi. Ve bunu üç kere yapardı…”

      Tefsir kitapları:
      Tefsir kitaplarının çoğu, dua ederken elleri birleştirmek gerektiğine bu hadis-i şerif-i kaynak gösterirler:

      Tasavvuf ve Mevize kitapları:
      İhya-u Ulumiddin’de buyurdu:

      “Efendimiz (s.a.v.) hazretleri dua ettikler zaman, iki avucunu birleştirir ve elinin içlerini yüzüne taraf tutardı.”

      (Ruhü’-l Beyan Tercümesi C:8 S:612-613)

    314. Alaca Bir Koç Süretinde Yaratılan Ölümün Hikâyesi

      Allahü Teâlâ hazretleri, ölümü bir koç suretinde yarattığında, ona:
      -“Bu heyetin (ve şeklin) üzerine meleklerin saflarının arasına git” (ve onların içine gir)” dedi.
      Ölümü (müşahhas olarak alaca koç şeklinde) gören meleklerden hepsi bayıldılar. Tam bin sene baygın olarak yerde kaldılar.
      Sonra melekler kendilerine geldiler ve Allâhü Teâlâ hazretlerine şöyle seslendiler:
      -“Ey Rabbimiz, Bu nedir?” diye sordular.
      Allâhü Teâlâ buyurdu:
      -“O ölümdür”
      Melekler:
      -“Ya Rabbi bu ölüm kimler içindir?” diye sordular.
      Allâhü Teâlâ buyurdu:
      -“Nefs (ruh) sahibi olan (herkes) içindir!”
      Melekler sordular:
      -“Ya Rabbi Dünyayı neden yarattın?”
      Allâhü Teâlâ buyurdu:
      -“Adem oğulları orada yerleşsin (ve orada iskan olmaları için)…”
      Melekler sordular:
      -“Ya Rabbi Kadınları niçin yarattın?”
      Allâhü Teâlâ buyurdu:
      -“Nesil olsun diye…”
      Melekler sordular:
      -“Bunun (ölümün) kendisine musallat olduğu kişi, kadınlarla ve dünya (malı ve ziyneti) ile meşgul olur mu?”
      Allâhü Teâlâ hazretleri buyurdu:
      -“Tûl-i emel (uzun yaşama düşüncesi) onlara ölümü unutturur. Hatta onlardan dünyayı alan (dünya malına sarılan) ve kadınların şehvetine sarılanlar olur…”

      (Ruhü’-l Beyan Tercümesi C:7 S: 474)

      Muhakkak ki insan, âhiret yolunda bir tüccardır. Onun sermayesi ömrüdür, Kârı, ömrünü taat ve ibadetlerde sarf etmesidir. Hüsran (ve zararı) ömründeki ma’siyetler ve kötülükleridir. Bu ticarette onun ortağı, nefsidir. Nefis, her ne kadar, hayır ve şerre elverişli ise de; lakin nefis, ma’siyetlere ve şehvetlere daha çok meyletmekte ve yönelmektedir. Akıllı insan, elbette nefsini, murakabe ve muhasebe etmelidir.

    315. Hz. Allah’ın yarattığı ilk şey

      Efendimiz Hazretleri buyurdular :

      -“Allâhü Teâlâ hazretlerinin ilk yarattığı şey, benim nûrum’dur.”

    316. Cahiliye devrinde kızların diri gömülme sebepleri

      Cahiliyet döneminde insanlar;

      1. Fakirlik korkusu,
      2. Onları evlendirmenin arlığından,
      3. Esir kalmaları korkusuyla kız çocuklarını diri, diri gömüyorlardı.

    317. “Kur’an-ı güzel okudum” demenin küfür olduğuna beyanı

      Zahiriddin el Mergınani(r.a) Hz.lerinden hikaye edilir.

      -“Kim, zamanımızdaki kurrâlara (Kur’ân-ı kerimi okuyanlara) okumaları esnasında; “sen Kur’ân-ı kerimi güzel okudun!” dese o kişi kâfir olur.”

      (Ruhü’-l Beyan Tercümesi C:7 S: 617)

    318. El-Latif:

      Belâ sıkıntı ve türlü şerlerden kurtulmak, sevgi, bereket, rızk ve hayır kapılarının açılması için 129 kere okunur.

      (Ruhü’-l Beyan Tercümesi C:7 S: 703)

      El-Habîr:

      Zihnin açılması, istediği şeyleri rüyada görmek ve bilmediklerinden haberdar olmak için 810 kere okunur.

    319. Ayva Yiyen Hamile Kadının Çocuklarının Güzel Olacağı

      -“Peygamberlerden bazısı Allâhü Teâlâ hazretlerine, ümmetinin çocuklarının çirkin doğmalarından şikâyet ettiler. Allâhü Teâlâ hazretleri o peygambere vahyetti:
      -“Onlara (ümmetine) emret! Hamile kadınlarının (hamileliklerinin) üçüncü ve dördüncü aylarında ayva yedirsinler!” buyurdu. Çünkü onda cenin tasviri vardır. Ayva çocuğun güzel olmasına sebep olur.

    320. Göz Açıp Kapayıncaya Kadar veya Daha Az bir Zamanda Beni Nefsimin Eline Bırakma

      -“Rabbim Göz açıp kırpıncaya kadar veya daha az bir zaman (diliminde de olsa bile) beni nefsimin elinde bırakma!” (H.Ş.)

      O nefis, muhakkak ki ubudiyet ve Salih ameller kademi ile (ayağıyla) Allâhü Teâlâ hazretlerine seyr (ü suluk) etmekle me’murdur.

    321. Dâvût (a.s)’ın Güzel Sesini Dinleyen Hayvanlar

      Dâvûd (a.s)’ın sesinin benzeri kimseye verilmedi.O Zebur’u okumaya başladığı zaman, vahşî hayvanlar, ona yaklaşır; hatta boyunlarından tutulacak kadar yakın olurlardı.
      Kuşlar onu dinlemek için gelip başının üzerinde gölge yaparlardı.
      Akarsu durur onu dinlerdi.
      Esen yel (rüzgâr) durur onun güzel sesine kulak verirdi.

    322. Tavuğun Etinin Necis Olması

      Tavuk kesildiği ve tüyleri yontulup temizlendiği zaman; karnı yarılmadan önce kaynar suyun içine konulursa, o su necis olur ve tavuk da necis olur. O cihetle ki o tavuğu yemeğe asla yol yoktur. O tavuk hiçbir surette artık temizlenmez. Ancak kedi ona tahammül eder. Çünkü o artık kedinin malıdır.

    323. Putlara İlk Tapan Kaabil’dir

      Kaabil, kardeşi Habil’i öldürdüğü zaman, Âdem (a.s) onu kovdu. O da evlâdı ve kendisine tabi olanlarla beraber Yemen’e yerleşti.
      Kaabil, Putlara tapan ilk kişidir.

    324. Karganın Gak Deme Sebebi ve Şeytana Benzeme Yönü

      Kara karganın gak gak diye bağırması kendisi için daima uzun ömür dilemesindendir.

      İblis gibi onun da Allahtan muradı, kıyamete kadar yaşamaktır.
      O hep yaşamak dileğiyle gak gak diye öter.

      İblis:
      “Bana ba’solunacakları güne kadar mühlet ver.”(Sureyi Araf :14)

      Eğer şeytan,uzun ömür isteme yerine,keşke:
      ’’Rabbimiz tevbe ettim’’ deseydi.

      (Ruhü’l Beyan Tercümesi C:3 S:118)

    325. Kırkların Her Zaman Var Olduğu

      Hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri buyurdular:

      “Yeryüzü kırklardan asla boş olmaz. Yeryüzünde Halilü’r-Rahman (a.s) gibi (insanlığın iyiliğini düşünen) kırk kişi asla eksilmez. Onların sayesinde sizlere su (yağmur) verilmekte ve onların yüzü suyu hürmetine sizlere yardım olunmaktadır. Onlardan herhangi biri vefat ettiği zaman, Allah, onun yerine başkasını koyar.”

      Mesnevide buyruldu:

      Eğer dua için temiz bir nefesin ve dilin yoksa temiz gönüllü evliya ve dostlardan dua iste.

      (Ruhü’-l Beyan Tercümesi C:1 S:553)

    326. Dilin Yaratılış Sebebi, Hz. Âdem İlk Sözü

      Muhakkak ki dil sadece ve sadece Allâhü Teâlâ hazretlerini zikretmek ve Allâhü Teâlâ hazretlerine dua etmek için yaratıldı.
      Yoksa:
      1- Dünya kelâmı,
      2- Gıybet,
      3- Bühtan,
      4- İftira.
      5- Yalan ve
      6- Benzeri şeyler için değil…

      -“Dil sadece ve sadece Zikir, şükür ve hamd için geldi. Gıybet, halkın dedikodusunu yapmak verilmedi. Ey hakkı tanıyan…”

      İnsanın ilk ve Son Sözü?

      Bizim babamız Âdem Aleyhisselâm’ın kendisine ilk telaffuz ettiği ve kendisiyle ilk kez konuştuğu sözü; esnediği zaman:

      “El-hamdu lillahi /Hamd Allah’ındır.” demesidir.

      İnsanoğlunun son duası (sözü de) bu olacaktır.

      (Ruhü’-l Beyan

    327. Namaz Hz. Allah’ın Ziyafetidir

      Bil ki, namaz ziyafet mesabesindedir.

      Allâhü Teâlâ hazretleri, bu ziyafeti tevhid ehli için, her gün beş kez hazırlamıştır.

      Nasıl ki, ziyafette türlü türlü yiyecekler ve içecekler sunulur, her birinin rengi ve tadı farklı olursa, aynı şekilde namaz için de durum böyledir.

      Çünkü namaz içerisinde de muhtelif rükünler ve fiiller vardır. Her bir fiilin ayrı bir lezzeti ve günahları ortadan kaldırması ve affedilmesi vardır.

      (Ruhü’-l Beyan Tercümesi C:2 S: 688)

    328. Hurma Ağacına Saygının Sebebi

      -“Halanız (olan) Hurma ağacına ikram edin (değer verin ve ona iyi bakın). Zira muhakkak ki Hurma ağacı, (babanız) Âdem (a.s)’ın toprağının fazlasından yaratıldı. Ağaçlardan hiçbir ağaç, İmran kızı Meryem’in altında İsa (a.s)’ı doğurduğu (Hurma ağacından) Allâhü Teâlâ hazretlerine daha kerim değildir…”

      – “Hamile kadınlara yaş hurma, doğuracak hamile kadınlara (daha yeni olgunlaşmış taze) hurma yedirin. Eğer yaş hurma olmazsa, kuru hurma yedirin.”

      (Ruhü’-l Beyan Tercümesi C:7 S: 666-6

    329. ŞEYTANIN TASALLUTUNA MİSALLER

      Abdülkadir Geylani (k.s.) Hazretleri anlatıyor:Henüz tasavvufa yeni süluk etmiştim.Bir akarsu kenarında ibadetle meşguldüm.Gök yüzünden bir nida geldi.

      – Ey Abdülkadir! Hazır ol sana tecelli edeceğim.”

      Bu ses gelir gelmez etrafımda ne kadar ağaç taş varsa hepsi secdeye vardır.Ben bu hal karşısında hayrette kaldım.Ve düşündüm ki,Hak Teala Hazretleri mekandan münezzehtir.Bu ses ise gök tarafından geliyor.O halde şeytanidir.Bu düşünce ile ondan yüz çevirdim ve def etmek istedim.

      Tekrar:

      -Ey Abdülkadir! Ben senin Yüce olan Rabbinim.”diye nida geldi.Her şey yine secdeye kapandı.Bunlara asla iltifat etmedim.Zikre devam ettim.”

      Bunun üzerine gökten siyah bir şey parça parça olarak yanıma düşüverdi.Meğer Şeytan-ı Layn imiş.Etrafımda olup secdeye kapanan ağaçlar ve taşlar onun avanesi, yardımcıları imiş.Ağaç ve taş şekline girerek beni sapıttırmaya gelmişlermiş.Hepsi dağılıp gittiler.Şeytan bana dedi ki:
      – Yürü var git!İlmin bereketleri ile şerrimden kurtuldun, diyerek yanımdan firar etti.

      Adamın biri evliyadan A’la Bin Ziyad’a gelir:
      -Dün gece rüyamda seni gördüm.Cennette sarılarak yürüyordun der.Bunun üzerine A’la Bin Ziyad öyle öfkelenir ki:

      -“İblis, benden başka dalga geçecek birini bulamamış mı?Gözünede senden daha alçak birini kestirememiş ki, elçi olarak seni görevlendiriyor dedi.

      CÜNEYD-İ BAĞDADİ HAZRETLERİYLE 20 YIL

      Şeytanı Aleyhillane hizmetçi bir derviş kıyafetinde Cüneydi Bağdad-i Hazretlerine geldi ve hizmetine girmeyi teklif etti.Tam 20 sene hizmet etti.20 sene sonra ayrılıp giderken:
      -“Beni tanıyor musun?” diye sordu.Hazreti Vüneyd:
      -“Tabi! Yanıma ilk girdiğin anda seni tanımıştım.Sen Ebu Mürre İblisin ta kendisisin.

      İblis hayret etti ve son atışını yapt:
      -“Senin derecene çıkmış birini görmedim”

      Deyince Cüneyd Hazretleri:
      -“ Defol! Mel’un Yanımdan ayrılmadan beni böbürlendirip dinimi mahvetmek mi istiyorsun) dedi.

      40 SENE NAFİLE ORUÇ

      40 sene üç ayların tamamında oruç tutan bir zat, bir gün bir alışveriş kuyruğunda bulunur.Dışardan gelen bir kişi, kuyruğa girmeden alış veriş yapmak ister ve bunda ısrar eder.O kadar ısrar eder ki, kuyrukta bulunanların sabrını taşırır.

      -“Neden acele ediyorsun?” diye sorarlar.O da der ki:
      -“ Bu gün nafile oruç tutmuştum.İftar yaklaştı.Onun için acele ediyorum” deyince kuyrukta bulunan ve 40 senedir nafile oruç tutup kimseye söylemeyen adam dayanamadı:
      -“ Be adam, ben kırk senedir nafile oruç tutuyorum gene de senin bu yaptığını yapmıyorum” deyince adam:
      -“Bende 40 senedir sana bunu bir türlü söyletemiyordum.Nihayet söylettim.Ben şeytanım diyerek oaradan uzaklaşır.

    330. Receb Ayında Oruç

      Ali bin Ebî Tâlib -kerremallâhu vecheh- Rasûlullâh -sallâllâ-hu aleyhi ve seli em-‘in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
      “Receb ayı büyük bir aydır O ayda bir gün oruç tutan kimse için, Allah Teâlâ bin sene oruç tutmuş gibi sevap yazar İki gün oruç tutana, iki bin sene oruç tutma sevabı yazar Üç gün oruç tutan kimse için Allah Teâlâ üç bin sene oruç tutmuş gibi sevap yazar Yedi gün oruç tutan kimseye Cehennem kapıları kapanır Sekiz gün oruç tutan kimseye, Cennetin sekiz kapısı açılır, istediği kapıdan içeriye girer Onbeş gün oruç tutan kimsenin günahları hasenata çevrilir Semâdan bir münâdî, «Geçmiş günahların afv olunmuştur Amelini yenile Kalan ömrün için ibâdetlerine devam et!» diye seslenir Her kim Recep ayında oruç tutmayı arttırır ise, Allah Teâlâ da ona ihsanını arttırır (Gunye 1/176) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurmuşlardır:
      “Receb’den bir gün oruç tutan kimse, otuz sene oruç tutmuş gibi sevaba nail olur” (Gunye, 1 /’ne)
      Mûsâ bin imrân, Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-‘dan şöyle dinlediğini rivayet ediyor:
      Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurmuşlardır ki:
      “Cennette Recep isminde bir nehir vardır Sütten beyaz, baldan daha tatlı Bir kimse, Receb ayında bir gün oruç tutsa, Allah Teâlâ bu nehirden ona içirir” (Gunye 1/178)
      “Receb Allah’ın ayı, Şaban benim ayım, Ramazan ümmetimin ayıdır” (Gunye 1/178)
      Receb Ayının Birinci Gününün Orucu ve Gecesinin Önemi

      Ebû Zerr -radıyallâhu anh-‘ın rivayet ettiği bir hadîs-i şerîfte, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
      “Bir kimse, Receb’in birinci gününü oruçlu geçirse, bir aylık oruç tutmuş gibi sevâb verilir Yedi gün oruç tutsa, yedi Cehennemin kapıları kapanır Sekiz gün oruç tutsa, sekiz Cennetin kapıları onun için açılır On gün oruç tutsa, Allah Teâlâ günahlarını hasenata çevirir On sekiz gün oruç tutsa, semâdan bir seslenici:
      «-Geçmiş günahların bağışlandı İyi amellerine devam et!» diye seslenir” buyurmuştur (Gunye, 1 /179)
      Selame bin Kays, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
      “Bir kimse, Receb’in ilk günü oruç tutsa, Allah Teâlâ, onun o orucunu altmış yıllık günahlarına keffâret kılar Onbeş gün oruç tutan kimsenin Allah Teâlâ kıyamet günü hesabını kolaylaştırır Receb ayını otuz gün oruçlu geçiren kimse için, Allah Teâlâ kendisinden razı olduğunu ve onun cezalandırılmayacağını yazar” (Gunye, 1/179)
      Ömer bin Abdilazîz’in -radıyallâhu anh-, Basra valisi olan Haccâc bin Ertad’a yazdığı mektupta ;
      “Senede dört geceye dikkat edip, ibâdetle geçirmen lâzımdır Allah Teâlâ o gecelerde rahmetini bol bol saçar Bu geceler: Receb’in birinci gecesi, Şaban’m on beşinci gecesi, Ramazan’in yirmi yedinci gecesi ve Ramazan bayramı gecesidir”
      diye yazdığı bildirilmiştir (Gunye, 1/179)
      Receb Ayının İlk Üç Günü Tutulacak Orucun Fazîleti
      Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyuruyorlar:
      “Receb-i şerîf’in birinci gününde oruç tutmak, üç senelik; ikinci günü sâim (oruçlu) olmak iki senelik, yine şehr-i mezkûrun (bu ayın) üçüncü günü oruçlu bulunmak, bir senelik günâh-ı sağîreye (küçük günahlara) keffâret olur Bunlardan sonra beher günü bir aylık sagîyr (küçük) günahın afv ve mağfiretine (bağışlanmasına) medar olur” (Kenzö’l-İrfan s: 27 Süyûtî’nin Câmiü’s-Sağîr’inden)
      d Receb Ayında Diğer Salih Ameller

      Abdullah bin Zübeyr -radıyallâhu anhümâ- şöyle demiştir:
      “Bir kimse, Allah Teâlâ’nın ayı olan Receb’de bir mümin kardeşini, gam ve üzüntüden kurtarsa, Allah ona Firdevs Cennetinde gözünün görebildiği kadar büyük bir saray ihsan eder Dikkat ediniz! Receb ayına hürmet ve ikram ediniz ki, Allah Teâlâ bin türlü kerametle size ikram ve ihsan etsin” (Gunye 1/178)
      Selâme bin Kays’dan rivayet edildiğine göre, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
      “Bir kimse, Receb ayında sadaka verse, Allah onu, yuvasından çıkan ve ölünceye kadar havada uçan karganın, yuvasından uzaklaştığı kadar Cehennem’den uzak eder” buyurmuştur
      Bazıları, karga beş yüz yıl yaşar, demişlerdir (Gunye, 1/178)
      Recep Ayında Kılınacak 30 Rek’at Namaz
      Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh- hazretleri şöyle anlatmıştır:
      Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Receb ayının hilâlini görünce, Selmân-ı Fârisî-radıyallâhu anh-‘e hitaben buyurdular ki:
      “-Ey Selmân, erkek ve kadın müminlerden biri, Receb’de otuz rekat namaz kılsa, her rekatında bir Fatiha, üç İhlâs ve üç Kâfirûn sûrelerini okusa, Allah Teâlâ onun günahlarını siler ve °na ayın tamamında oruç tutmuş gibi sevap verir O kimse gelecek yıla kadar namazlarını (bırakmadan) kılanlardan olur Her gün için Bedir şehidlerinden bir şehidin ameli miktarı ameli yükseltilir Recep ayında tuttuğu bir gün oruç için bir senelik ibâdet sevabı yazılır Derecesi bin kat yükseltilir Eğer Receb ayının tamamını oruçlu geçirir ve bu namazı da kılarsa, Allah onu Cehennemden kurtarır, Cennete nail eder ve orada Hakk’ın yakînından olur Bunu bana Cebrail -aleyhisselâm- bildirdi ve şöyle dedi:
      “-Yâ Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-! Bu namaz sizinle müşrikler ve münafıklar arasında bir alâmettir Çünkü münafıklar bu namazı kılmazlar”
      Selmân -radıyallâhu anh- der ki:
      «-Yâ Rasûlâllâh! Bu namazı nasıl ve ne zaman kılayım?» dediğimde, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
      -Ya Selman! Recebin başında on rekat kılarsın Her rekatta bir Fatiha, üç İhlâs ve üç Kâfirûn sûrelerini okursun Selâm verdiğinde ellerini kaldırıp ;
      Lâ ilahe illallâhu vahdehü lâşerîkeleh Lehülmülkü ve le-hül hamdü yuhyî ve yümîtü ve hüve hayyün la yemûtü, bi-yedihil hayr ve hüve alâ külli şey’in kadir
      Allâhümme lâ mania I imâ a’teyte velâ mu’tiye limâ me-na’te”der ve ellerini yüzüne sürersin
      Ayın ortasında on rekat daha kılar ve onun da her rekatında bir Fatiha, üç İhlâs ve üç Kâfirûn sûrelerini okursun Selâm verince iki elini semâya kaldırır ve:
      Lâ ilahe illallâhu vahdehû lâşerîkeleh Lehülmülkü ve le-hül hamdü yuhyî ve yümîtü ve hüve hayyün lâ yemûtü, bi-yedihil hayr ve hüve alâ külli şey’in kadîr
      İlahen vahiden ferden sameden vitren Ve lem yettehız sâhibeten velâ veledâ”deyip ellerini yüzüne sürersin
      Ayın sonunda da, on rekat kılar, her rekatta bir Fatiha, üç İhlâs ve üç Kâfirûn sûrelerini okur, selâm verdiğinde ellerini kaldırıp:
      “Lâ ilahe illallâhu vahdehû lâşerîkeleh Lehülmülkü ve lehül hamdü yuhyî ve yümîtü ve hüve hayyün lâ yemûtü, bi-yedihil hayr ve hüve alâ külli şey’in kadir
      Ve sallallâhu alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihittâ-hirîyne velâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm” diye duâ edersin
      Bu duanın sonunda dilediğini Allah -azze ve celle-‘den iste Duan kabul edilecektir Allah Teâlâ seninle Cehennem arasında yetmiş hendek hâsıl eder, her hendeğin arası, yer ile gök arası mesafe kadardır Ve kıldığın bu namazın her rekatı için, bir milyon rekat sevabı yazılır Ve Cehennemden afv beratı yazılır Sırattan geçmene yol verilir”
      Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh-:
      -Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-‘in hadîsindeki bu ziyâdeyi işitince duygulandım, secdeye kapandım, Allah’a şükür secdesi yaptım, demiştir” (Gunye 1 /180-181)

    331. Recep ayının 1’inci günü oruç tutanlara 3 senelik, 2’nci günü oruç tutanlara 2 senelik, 3’ncü günü oruç tutanlara ise 1 senelik nâfile oruç sevâbı verillir. Bu, hadîs-i şerîf ile sâbittir. Üç günden sonra her gününe birer ay oruç sevâbı verilir.

      Bu ay Cenâb-ı Hakk’a mahsus bir ay olduğu için yalnız Zât-ı İlâhi’yi bildiren İhlâs Sûresi’ni çok okumak lâzımdır. Bilhassa bu aya hürmet olarak, ayrıca günde 11 defa İhlâs-ı Şerif okumalı, tevhid, istiğfar ve salavât-ı şerifeyi ihmâl etmemelidir.

      Bu ayda 2 kandil vardır:

      1. İlk cuma gecesi “Regâib Kandili”,

      2. Yirmiyedinci gecesi “Mî’rac Kandili”dir.

      Bu ayin birinci gecesi bir tesbih namazı kılınır. Veya Receb-i Şerif’in ilk onu zarfında bir def’aya mahsus olmak üzere kılınan on rek’at namaz da kılınabilir.

      Recep ayında her gün, başında ve sonunda 7’şer Fâtiha okumak suretiyle 100 İhlâs-ı Şerif okumak da çok sevaptır. Bu ayda, mümkün olduğu kadar Hatm-i enbiyâ yapmalı ve oruç tutmalıdır. 13, 14, ve 15’inci günlerinde oruç tutanlar, bu sünnet-i seniyyeyi yerine getirdiklerinden, nice hastalıklardan sifa bulurlar

      Receb’in; 1’i ile 10’u arasında, 11’i ile 20’si arasında ve 21’i ile 30’u arasında olmak üzere sadece birer defa kılınacak 10’ar rek’at Hâcet namazı vardır. Bunların her üçünün de kılınış şekli aynıdır. Yalnızca namazların sonlarında okunacak duâlarda fark vardır. Bu namazlar, akşamdan sonra da, yatsıdan sonra da kılınabilir. Fakat, cuma ve pazartesi gecelerinde ve bilhassa teheccüd vaktinde kılınması efdaldir.

      Bu namaz, mü’min ile münâfığı ayırır. Bu 30 rek’at namazı kılanlar, hidâyete ererler. Münâfıklar bu namazı kılamazlar. Bu namazı kılanın kalbi ölmez. Bu 30 rek’at namaz Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz’in berberi, Selmân-ı Pâk (r.a.) hazretleri tarafından rivâyet edilmiştir.

      Kılınış şekli: Hâcet namazına şu niyetle başlanır: “Yâ Rabbî, beni, dünyayı teşrifleriyle nûra gark ettiğin Efendimiz hürmetine, sevgili ayın Receb-i şerif hürmetine, feyz-i ilâhine, afv-ı ilâhine, rızâ-i ilâhine nâil eyle. Âbid, zâhid kulların arasına kaydeyle. Dünya ve âhiret sıkıntılarından halâs eyle. Rızâ-i şerifin için, Allâhü Ekber.”

      Her rek’atte 1 Fâtiha, 3 Kulyâ eyyühe’l-kâfirûn, 3 İhlâs-ı şerif okuyup, 2 rek’atte bir selâm verilir. Böylece 10 rek’at tamamlanır.

      ` İlk on gün içinde kılınan namazdan sonra, 11 defa “Lâ ilâhe illallâhü vahdehû lâ şerîke leh. Lehü’l-mülkü ve lehü’l-hamdü yuhyî ve yümît. Ve hüve hayyün lâ yemûtü biyedihi’l-hayr. Ve hüve alâ külli şey’in kadîr” okunup duâ edilir.

      ` İkinci on gün içinde yani Receb’in 11’i ile 20’si arasında kılınan 10 rek’atten sonra, 11 defa: “İlâhen vâhıden ehaden sameden ferden vitren hayyen kayyûmen dâimen ebedâ” okunup duâ edilir.

      ` Üçüncü on gün içinde, yani Receb’in 21’i ile 30’u arasında kılınan 10 rek’atten sonra da 11 kere: “Allâhümme lâ mânia limâ â’tayte, velâ mû’tiye limâ menâ’te, velâ raadde limâ kadayte, velâ mübeddile limâ hakemte, velâ yenfeu ze’l-ceddi minke’l-ceddü. Sübhâne rabbiye’l-aliyyi’l-â’le’l-vehhâb. Sübhâne rabbiye’l-aliyyi’l-â’le’l-vehhâb. Sübhâne rabbiye’l-âliyyi’l-â’le’l-kerîmi’l-vehhâb. Yâ vehhâbü yâ vehhâbü yâ vehhâb” okuyup duâ edilir. (Duâ ve İbâdetler, Fazilet Neşriyat)

    332. Hurma ağacına bakınız. Başı dik olduğu için Allah ona meyvelerini nasıl taşıtıyor. Kabak, kavun, karpuz gibi bitkiler ise yüzünü ve dallarını yere koyduğu için Allah onların meyvelerinin yükünü toprağa taşıtıyor.

    333. Dünyada ve ahirette saadete kavuşmak, ancak Muhammed aleyhisselama inanıp uymakla olur. Cenâb-ı Hak, Muhammed aleyhisselama tâbi olmayı ve Ona uymayı çok sever.
      Hakiki üstünlük, Muhammed aleyhisselamın sünnetine tâbi olmak ve insanlık şerefi, meziyeti, Onun getirdiği dine uymaktadır. Nitekim İmran suresinin 31. âyetinde mealen;
      (Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki, eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da, sizi sevmesini istiyorsanız, bana tâbi olunuz! Allahü teâlâ bana tâbi olanları sever) buyuruldu.

      Muhammed aleyhisselama tâbi olmak için, iman etmek, İslamiyet’in bildirdiği hükümleri öğrenmek ve yapmak lazımdır. Muhammed aleyhisselama tâbi olabilmek için, Onu sevmek lazımdır. Bunun alameti de, Onun düşmanlarını düşman bilmek, Onu beğenmeyenleri sevmemektir. Muhabbete müdahene yani gevşeklik sığmaz. İki zıt şeyin muhabbeti bir kalbde, bir arada yerleşemez. İki zıddan birini sevmek, diğerine düşmanlığı icab eder.

      Bu dünya nimetleri geçicidir ve aldatıcıdır. Bugün senin ise, yarın başkasınındır. Ahirette ele girecekler ise sonsuzdur ve dünyada iken kazanılır. Bu birkaç günlük hayat, eğer dünya ve ahiretin efendisi olan Muhammed aleyhisselama tâbi olarak geçirilirse, saadet-i ebediyyeye, sonsuz kurtuluşa erilir. Ona tâbi olmadıkça, herşey, hiçtir ve her yapılan hayır, iyilik, burada kalır, ahirette ele bir şey geçmez.

      İmam-ı Gazali hazretleri, Elmünkızü-aniddalâl kitabında buyuruyor ki:
      “His uzuvlarımız, akıl ile anlaşılan şeyleri anlıyamıyacağı gibi, akıl da, Peygamberlik makamında anlaşılan şeyleri kavramaktan acizdir. İnanmaktan başka çaresi yoktur.

      Nakil yolu ile anlaşılan, yani Peygamberlerin söyledikleri şeyleri, akıl ile araştırmaya uğraşmak, düz yolda güç giden, yüklü bir arabayı, yokuşa çıkarmak için zorlamaya benzer. Yokuşa doğru at, kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, ya yıkılıp canı çıkar. Yahut, alışmış olduğu düz yola kavuşmak için sağa, sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyalar harab olur. Akıl da, yürüyemediği, anlıyamadığı ahiret bilgilerini çözmeye zorlanırsa, ya yıkılıp, insan aklını kaçırır veya bunları alışmış olduğu, dünya işlerine benzetmeye kalkışarak, yanılır, aldanır ve herkesi de aldatır.

      Akıl, his kuvveti ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmaya yarayan, bir alettir. Böyle şeylere bağlılıkları olmayan varlıklara eremiyeceğinden, şaşırıp kalır. O halde, Peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmaktan başka çare yoktur.
      Görülüyor ki, Peygamberlere tâbi olmak, aklın gösterdiği bir lüzumdur ve aklın istediği, beğendiği bir yoldur. Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmaya kalkışmak, akla aykırı bir iş olur.
      Gecenin koyu karanlığında bilinmeyen yerlerde, pervasızca yürümeye ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her an uçuruma, girdaba düşebilirler.”

      Netice olarak, ahirette azablardan kurtulmak, ancak Muhammed aleyhisselama inanıp tâbi olmaya bağlıdır. Onun gösterdiği yolda giden, Allahü teâlânın sevgisine kavuşur ve sadık kul olmak saadetine erer. Peygamberlerin büyükleri, Ona tâbi olmayı istemişlerdir.
      Bu sebeple Muhammed aleyhisselamın ümmeti, bütün insanların hayırlısı ve en iyileri olmuştur.
      Cennete herkesten önce girecek olanlar ve Cennettekilerin çoğu, Muhammed aleyhisselama inanıp, tâbi olanlardır. İbadet, Resulullah efendimizin sünnetine, yoluna tâbi olmak demektir ki buna İslamiyet denir. İslamiyet’e tâbi olmak için de, ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi iman etmek, Allahü teâlânın emirlerini yapmak ve haramlardan, bid’atlerden sakınmak lazımdır.
      Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşmak için, kalbin temiz olması gerekir. Kalb de, ancak Resulullah efendimize inanmak, Onu sevmek ve Ona tâbi olmakla temizlenir.

    334. Kul, namaz ile yüce makamlara ulaşır…

      Resulullah (Allah’ın salat ve selamı ona ve Ehl-i Beyt’in’e olsun) şöyle buyuruyor:

      “Mümin namaza başladığında, Allah Teala, namazı bitirinceye kadar lütuf ve merhamet ile ona bakar ve o ilahi merhamet gölgesinde yer alır; onun etrafını göğün ufuklarına kadar melekler sarar ve Yüce Allah bir meleği onun baş ucunda durup şöyle demekle görevlendirir: Ey namaz kılan! Eğer kimin sana baktığını ve kiminle raz-u niyaz ettiğini bilseydin, asla bu yerinden ayrılmazdın ve başka bir şeye ilgi göstermezdin.”

      Başka bir hadiste de şöyle yer almıştır:

      “Eğer namaz kılan Allah’ın azamet ve yüceliğinin ne derecede onu sardığını bilseydi, başını secdeden kaldırmak istemezdi.”

      Sekizinci İmamımız Rıza (a.s)namazın farz oluş hikmetini açıklarken şöyle buyurmuştur:

      “Namaz, kulun kendi Mevla ve yaratıcısını unutmayarak kendi haddini aşmaması için gece-gündüz Allah Teala’yı anmasını sağlar. Allah’ı hatırlamak ve O’nun huzurunda ibadet için kalkmak, insanin günaha düşmesine engel olur ve onu çeşitli fesatlara düşmekten kurtarır.”

      Yine Resulullah (Allah’ın salat ve selamı ona ve Ehl-i Beyt’in’e olsun) namaz hakkında soran birisine şöyle buyurmuştur:

      “Namaz dinin hükümlerindendir; Yüce Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak vesilesi ve peygamberlerin apaçık yollarındandır. Namaz kılan, melekler tarafından sevilir. Namaz; hidayet, iman, marifet ve rızkının bol olmasına vücudunun sıhhatine vesiledir. Namaz, şeytanı üzer ve kafirlere karşı da bir silahtır.
      Namaz, duanın icabet olmasına ve diğer amellerin kabul olmasına vesile olur; namaz müminin ahireti için bir azık, ölüm meleğine karşı şefaatçi, kabirde yoldaşı ve sergisi, nekir ve münkerin kabirdeki sorularına karşı cevabı, kıyamet günü namaz kılanın tacı, yüzünün nuru ve elbisesi, ateşe karşı korunağı Yüce Rabbine karşı delili ve bedeninin ateşte yanmaktan koruyucusu, sırattan geçiş izni, hurilerin mihri ve ebedi cennetin karşılığıdır.
      Kul, namaz ile yüce makamlara ulaşır; çünkü namaz, Allah’ı her eksiklikten tenzih etmek, O’nun tekliğine şahadet getirmek, O’na hamd etmek, tekbir getirmek O’nu övgüyle anmak, takdis etmek, zikir ve dua etmektir.

      Namaz, Yüce Allah’a karşı şükür etmektir. Allah’ın bize verdiği nimetleri saymak mümkün değildir; bu nimetler karşısında namaz küçük bir teşekkür mesabesindedir.

      Dördüncü Masum İmam Zeyn’ul Abidin (a.s)şöyle naklediyor:

      Büyükbabam Resulullah (s.a.a), çok ibadet eder ve namaz kılardı; namaz için ayakta durmaktan ayakları şişmişti. Kendisine, “Senin geçmiş ve gelecek tüm günahlarını Allah Teala, bağışlamış olmasına rağmen neden bu kadar kendini zorluğa düşürüyorsun?” denince, Resulullah, “Acaba ben şükür eden bir kul olmayayım mı?” diye cevap verdi.

      Allah ibadet ve kulluğa layıktır. Hz. Ali (a.s)kendi duasında şöyle diyor:

      “Allah’ım ben sana cehennemin azabının korkusundan veya cennete olan özentiden ibadet etmiyorum. Seni kulluk edilemeye ve ibadet olunmaya layık bulmuşum; sana ibadetim bu yüzdendir.

      Namaz kılmak erginlik çağına ulaşan akıl sahibi her insana, tüm şartlarda farzdır. Hatta savaş meydanında savaş halindeki bir kimsenin veya suda boğulmakta olan bir insanın bile namazı belirlenen kısa şekilde yerine getirmesi gerekir.

      Namazın dindeki manevi önemi yüzünden din önderleri namazı dinin direği olarak nitelendirmiş ve bilerek namaz kılmayanın, dinini tahrip ettiğini açıklamışlardır.

      İmam Cafer Sadık (a.s)’dan Yüce Allah’a en güzel yakınlaşmak vesilesi nedir diye sorulunca “Allah’ı tanımaktan sonra Allah’a yakın olmak için namazdan daha önemli bir şey olduğunu bilmiyorum” demiştir.

      Yine buyurmuşlar ki:

      “Hesap anında her şeyden önce, kul namaz yönünden hesaba çekilecek; eğer namazı kabul olursa, diğer amalleri de kabul olur; eğer namazı reddedilirse, diğer amelleri de reddedilir.”

      İmam Cafer Sadık (a.s) vefat zamanı yaklaşınca tüm akraba ve yakınlarını çağırarak onlara şöyle demiştir:

      “Bizim şefaatimiz, namaza önem vermeyen kimseye ulaşmaz.”

      Bazı ayetlerde namazı hakkınca kılanlardan manevi ticaretlerinde asla zarara uğramayanlar olarak söz edilmiş. Ve bir ayette de müminlerin, sadece namaz kılan zekat veren ve ahirete yakinleri olan kimseler oldukları açıklanmıştır.

      Taif Şehrinin halkı İslam’a girmeleri için bazı koşullar öne sürmüş ve bu koşullar arasında namazın kendilerine farz olmaması talebinde bulunmuşlardı; Peygamber onlara verdiği cevapta: “Ama namaz ile ilgili koşulunuza gelince, namazsız bir dinin hayrı yoktur” diye buyurmuştur.

      Namazı terk etmek büyük bir günahtır ve insanın dini yönden tamamen düşüşüne ve cehennem azabına duçar olmasına sebep olur.

      Allah Teala, Kuran-ı Kerim’de buyuruyor ki, Ahirette bazı suçlulara şöyle sorarlar:

      “Sizi cehenneme düşüren nedir? Onlar şöyle derler: ‘Biz namaz kılanlardan değildik…”

      Her Müslüman’ın Allah’a karşı olan vazifelerinde, hangi ibadeti nasıl yapabileceğine yönelik ilmi öğrenmeye çalışması farzdır. Bu ilmin insanı Allah’a yaklaştırıcı olması gerekmektedir. Bu itibarla insanı Allah’tan uzaklaştıran ilim fayda değil zarar getirir.

      “Allah’ım fayda getirmeyen ilimden… Sana sığınırım.” hadisinden anlaşılması gereken de budur.
      Bir hadiste konu çok daha net bir şekilde açılıyor:
      “Ya âlim ol ya da ilim öğrenmenin yolunda bulun veya ilmi dinlemeye râm ol, yâhut da bunları seven ol, sakın beşincisi olma, aksi takdirde helâk olursun.”

      Bu arada, “Kimin ilmi artar da zühdü artmazsa, onun sadece Allah’tan uzaklaşması artmış demektir.” hadisi de bize ilim–takvâ dengesini ikaz ediyor.
      Eğer ilim, insanı Allah’a ibadetten alıkoyarsa, bu şeyler nafile ibadetler bile olsa o ilim bereket getirmez.
      Zira her öğrenilen şey ilim değil, insanın ayağının kayması için birer vesile de olabilir.
      Kişi eğer nelerin ilim olup olmadığını öğrenmek isterse, öğrendiklerinin kendindeki etkilerine bakarak karar verebilir.

      İmam Malik (ra) gerçek ilmin kalplerde huzur meydana getirecek bir özelliği olduğunu şöyle ifade etmiştir:
      “İlim, her öğrenilen şeyin başkalarına aktarılması ve bolca rivayet edilmesi değil; o, Allah’ın kalblere koyduğu bir nurdur.
      ” Aklın ve ilmin değerini bir koz gibi kullanıp dinî değerleri bunlara feda eden bir anlayış ne kadar yanlışsa, müspet ilimlere uzak durup fayda getirmeyeceğini iddia etmek de o kadar yanlıştır.

      İlim; insanı gerçek değerlerine yükselttiği ve mutluluğa götürdüğü ölçüde faydalıdır. Kısaca, “Dinsiz ilim kör, ilimsiz din de topaldır.”

      Müslüman’a teşvik edilen sadece “bilmek” değil uygulamaktır Öğrenilen bilgi uygulanmazsa anlamı kalmıyor. Zaten bildiğiyle amel etmeyenler hakkında Cuma Sûresi 5. ayette ‘kitap yüklü merkepler’ tabiri kullanılıyor. Bu tanıma muhatap olmamak gerekiyor.

      Kişi bildiğinin azıyla amel etmeye başlarsa Allah’ın izniyle diğer bildiklerini de yaşamaya başlar ve ilmiyle âmil olan kişilerden olur. Aynı şekilde eğer bazı yaptığı işlerde ihlaslı davranırsa diğer yaptığı işlerde de ihlaslı olmayı Allah ona nasip edecektir.

      İmam-ı A’zam’a sormuşlar: ‘Bu ilmi nasıl elde ettin?’ Cevap vermiş: “Eşekler gibi sabır göstererek, köpekler gibi ilim adamlarına yaltaklanarak, kediler gibi tevazu göstererek, kargalar gibi sabaha kadar ilim yolunda seherleyerek…”

      İmam Şâfiî: “Hocam Vekî’ye hâfızamın zayıflığı hususunu şikâyette bulundum. Bana günahları terk etmem hususunda irşadda bulundu. Ve bana dedi ki: “Bu ilim nurdur. Allah’ın nuru da Allah’a isyan eden günahkârlara ulaşmaz!”

      Peygamber Efendimiz (sas) bir hadis-i şeriflerinden şöyle buyuruyor: “İnsanlar helak oldu, içlerinden ancak alimler kurtulabildi. Alimler de helak oldu; ancak içlerinden ilmi ile amel eden kimseler kurtuldu. Ve ilmiyle amel edenler de helak oldu; ancak onların içlerinden de sadece amelini ihlasla yapanlar kurtulabildi.
      Bu insanlar da büyük bir tehlike üzerindedir.

    335. Hıdırellez (Hıdrellez) Bayramı

      Hıdrellez, bütün Türk dünyasında bilinen mevsimlik bayramlarımızdan biridir.

      Hıdırellez Bayramı (Hıdrellez), Türk dünyasında kutlanan mevsimlik bayramlardan biridir. Ruz-ı Hızır (Hızır günü) olarak adlandırılan hıdrellez günü, Hızır ve İlyas’ın yer yüzünde buluştukları gün olduğu savıyla kutlanmaktadır.
      İslam coğrafyasına bakıldığında Hıdrellez gününün yoğunlukla Türkiye’de kutlanıldığı görülmektedir.
      Bir görüşe göre; Türkler’in Orta Asya’dan getirdikleri Nevruz Bayramının başkalaşmış ve İslamlaşmış şeklidir. Öyledir ki Nevruz Bayramı kutlaması Anadolu Türkleri arasında önemini kaybetmiştir. Buna rağmen Hıdrellez eskiden beri kutlanmaktadır.

      Etimolojisi
      Hıdrellez günü, Gregoryen takvimi (MİLADİ takvimi)’ne göre 6 Mayıs, eskiden kullanılan Rumi takvim olarak da bilinen Julyen takvimine göre 23 Nisan günü olmaktadır.
      Rumi takvime göre eskiden yıl ikiye ayrılmaktadır: 6 Mayıs’tan 8 Kasım’a kadar olan süre Hızır Günleri adıyla yaz mevsimini, 8 Kasım’dan 6 Mayıs’a kadar olan süre ise Kasım Günleri adıyla kış mevsimini oluşturmaktadır. Bu yüzden 6 Mayıs Günü kış mevsiminin bitip sıcak yaz günlerinin başladığı anlamına gelir ki, bu da kutlanıp bayram yapılacak bir olaydır.

      Kökeni
      Hızır ve Hıdırellezin kökeni hakkında çeşitli fikirler ortaya atılmıştır. Bunlardan bazıları Hıdrellezin Mezopotamya ile Anadolu kültürlerine ait olduğu; bazıları ise İslamiyet öncesi Orta Asya Türk kültür ve inançlarına ait olduğu yolundadır. Oysa ki Hıdrellez Bayramı’nı ve Hızır inancını tek bir kültüre mal etmek olanaksızdır. İlk çağlardan itibaren Mezopotamya, Anadolu, İran, Yunanistan ve hatta bütün Doğu Akdeniz ülkelerinde bahar ya da yazın gelişiyle ilgili bazı tanrılar adına çeşitli tören ve ayinlerin düzenlendiği görülmektedir.

      Hızır
      Hızır; hayat suyu (ab-ı hayat) içerek ölümsüzlüğe ulaşmış; özellikle de baharda insanlar arasında dolaşarak onlara yardım eden, bolluk-bereket ve sağlık dağıtan, Allah katında bir elçidir. Hızır’ın hüviyeti, yaşadığı yer ve zaman belli değildir. Hızır, baharın, baharla vücut bulan taze hayatın sembolüdür. Hızır inancının yaygın olduğu ülkemizde Hızır’a atfedilen özelliklerin bazıları:
      Hızır, zor durumda kalanların yardımına koşarak insanların dileklerini yerine getirir.
      Kalbi temiz, iyiliksever insanlara daima yardım eder.
      Uğradığı yerlere bolluk, bereket, zenginlik sunar.
      Dertlilere derman, hastalara şifa verir.
      Bitkilerin yeşermesini, hayvanların üremesini, insanların kuvvetlenmesini sağlar.
      İnsanların şanslarının açılmasına yardım eder.
      Uğur ve kısmet sembolüdür.
      Mucize ve keramet sahibidir.
      Hızır, bu nitelikleriyle mitoloji dünyasının, kendilerine üstün yetenekler atfedilen tanrılarını hatırlatmaktadır.
      Ülkemizde Hıdrellez Bayramı 6 Mayıs tarihinde kutlanır.

    336. – “لاَ اِلهَ اِلاَّ اللهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ، لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ يُحْيِى وَيُمِيتُ وَهُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ”

      „Lâ ilâhe illallâhü vahdehû lâ şerîke leh. Lehül-mülkü ve lehül-hamdü yuhyî ve yümît. Ve hüve hayyün lâ yemûtü biyedihil-hayr. Ve hüve alâ külli şey’in kadîr“

      Duasının çarşı ve pazara çıkarken sürekli okunması gerektiğini, okumaya devam edenlerin milyonlarca günahının mağfireti, amel defterlerine milyonlarca sevabın yazılması ve derecesinin yükselmesine vesile olacağını Peygamber efendimizin haber verdiğini , Sahihi Buhari ve diğer müfessir ve muhaddislerin bu hadise hayran olduklarını ve hatta ashaptan bazılarının bu ecre nail olabilmek maksadıyla çarşıya çıktıklarını biliyor muydunuz?

    337. ALLAH c.c. yolunda bir göz yaşı dökmenin
      nelere yol açtığını ve ne kadar sevap olduğunu biliyormuydunuz ? ? ?

      ALLAH’ı anarken, ALLAH korkusu ile
      gözünden yaş akana, kıyamette azap olmaz.
      [Hakim]

      ALLAH korkusu ile ağlayan göze, Cehennem ateşinin dokunması haramdır. [Nesai]

      Kıyamette herkes ağlayıp gözyaşı dökecektir.
      Ancak dünyada ALLAH korkusu ile,
      bir damlacık gözyaşı dökenler ağlamayacaktır.
      [İsfehani]

      ALLAH korkusu ile, gözünden yaş akan mümini,
      Hak teali ateşten koruduğu gibi, ateşi de onun nurundan korur.
      [İbni Mace]

      ALLAH için gözlerinden yaş akan müminin vücudunun,
      Cehennem ateşinde yanması haramdır.
      Bir damla gözyaşı ile yanağı ıslanan kimsenin yüzü,
      hiçbir zaman darlığa düşmez.

      Kıyamette her şey ölçülür, tartılır.
      Bunlardan ALLAH korkusu ile akan gözyaşı,
      ateş deryasını söndürecek güçtedir.
      [Beyheki]

      Vücudu ALLAH korkusu ile ürperen kimsenin günahları,
      ağaçtan yaprakların dökülmesi gibi dökülür.
      [Beyheki]

      ALLAHü Teâlâ, Hazret-i Musa’ya buyurdu ki:
      “Benden korkup ağlayip,yapılan ibadet,
      diğer ibadetlerden üstündür.”
      [Taberani]

      Cenab-ı Hak, yemin ile buyuruyor ki:
      “Dünyada benden korkarak ağlayanı,
      Cennette ebedi güldürürüm.”
      [Beyheki]

      Sağılan süt, tekrar memeye girmediği gibi,
      ALLAH korkusundan ağlayan da ateşe girmez.
      [Tirmizi]

      ALLAH’u Teâlâ’nın, himayesinden başka hiçbir
      himayenin bulunmadığı kıyamette,
      himayesine aldığı yedi kimseden biri de,
      yalnız iken ALLAH’ı anıp gözünden yaş akan kimsedir.
      [Buhari]

      İbni Ömer hazretleri buyurdu ki:
      (ALLAH korkusu ile bir damla gözyaşı akıtmak,
      binlerce altın sadaka vermekten daha kıymetlidir.)
      [İhya]

      RABBİM herkese,
      O’nun uğrunda ağlayan bir göz nasip eder inşaALLAH.(Amin)

    338. Dünya hayatımız sona erince

      Ne kadar yaşarsak yaşayalım, isterse bin sene sürsün bir gün bitecek ve içinde yaşadığımız dünya hayatına veda edeceğiz.

      Ayaklarımızın altında olan toprak, boyumuzu aşacak, öyle bir günle karşılaşacağız ki: gecesi bizim için olmayacak veya öyle bir gece ile buluşacağız ki gündüzü yok.

      Ne kadar güzel giyinirsek giyinelim, son giyineceğimiz elbisemiz kefen olacak. Ne kadar güzel evlerde oturursak oturalım, villalarda, köşklerde, saraylarda da otursak son evimiz kabir değil mi?

      Ölüm, kimseye acımaz, kimseye torpil yapmaz, makamı, mevkii ne olursa olsun kimseden korkmaz, serveti ne kadar çok da olsa önem vermez. Vade dolunca işini bitirir.

      Bu güne kadar hiç kimse, ölümü ne kendisinden, ne de başkasından uzaklaştırabilmiştir.

      Cihana hükmeden hükümdarlar bile, Azrail aleyhisselâm karşısında boyunlarını bükmek ve ruhlarını teslim etmek zorunda kalmışlardır.

      Var mı şu anda yeryüzünde yaşayan 150 yaşında insan?

      Evet bir gün gelecek, yumuşacık yatağımızın yerine kupkuru toprağa uzanacağız.

      Dünyanın aydınlığından uzaklaşıp kabrin karanlığına gireceğiz. İnsanlarla arkadaşlık yerine, böceklerle, akreplerle, yılanlarla arkadaş olacağız.

      Yapayanlız, hareket kabiliyetini kaybetmiş, istese de istemese de, beğense de beğenmese de kabrinde çok uzun (dünya hayatının birkaç katı) yatmak zorundadır.

      Dünyadaki evimizi, nasıl rahat edeceğimiz gibi mamur hale getiriyoruz, bütün eksiklerini tamamladıktan sonra taşınıyoruz.

      Elektrik yoksa, suları akmıyorsa, kapısı penceresi mükemmel değilse taşınmıyoruz, sıkıntı çekeriz diye taşınmadan önce kontrol ediyoruz.

      Aynen öyle kabrimizi de mamur hale getirdikten sonra kabrimize girelim. Yoksa çok sıkıntı çekeriz.

      Dünyadaki evde eğer rahat değilsek taşınabilme imkânımız vardır. Kabrimizi değiştirme şansımız yoktur.

      Kabrimizin dışının mamur olması, dünyanın en pahalı mermerinden yapılması, çok gösterişli ve şatafatlı olmasının bize bir yararı olamaz. İçinin rahat olması lazımdır.

      Kabrimizi mamur hale getirebilmek için de, ölümü çok hatırlamalı ve ölümden sonraki hayatımız için çalışmalıyız.

    339. Haberci gelmedi mi?
      * İnsan öleceği zamanı bilseydi, aklı başından giderdi. İyi ki ölüm vakti gizlendi. Eğer gaflet olmasaydı, hiç kimse bir işine bakmazdı. Gaflet ve uzun emel, kötü olduğu kadar aynı zamanda iki büyük nimettir. Eğer bu ikisi olmasaydı, müslüman sokakta yürüyemez hâle gelirdi.

      * İnsan genelde ahmak olarak yaratılmıştır. Eğer her şeyi inceden inceye düşünebilseydi, hiç kimse geçimi için çalışmazdı. Dünya, mamurluğunu, ahmakların gafletine borçludur.

      * Ne gariptir ki, ölüm senin peşinde, sen ise dünyalık peşindesin.

      * Zahitlik, kaba kumaş giymek değil, uzun emeli bırakmaktır.

      * Ölüm boyna asılı, dünya ise sırtınıza yüklenmiştir. İnsan, kılıç boynuna vurulacak gibi ölüme hazır olmalıdır.

      Azrail aleyhisselamla kardeş gibi görüşen Yakub aleyhisselam dedi ki:

      – Senden bir ricada bulunacağım. Ecelim yaklaşınca bana haber ver!

      – Sana birkaç haberci gelir.

      Bir müddet sonra Hz.Azrail yine gelir. Hz.Yakub sorar:

      – Ziyaretime mi geldin?

      – Canını almaya geldim.

      – Hani bana birkaç haberci gelecekti?

      – Sana haberci gelmedi mi? Saçların ağarmadı mı? Vücudun zayıflamadı mı? Dimdik duran belin bükülmedi mi?

      Bir terzi, büyük bir zata sordu:

      – Ölüm döşeğinde de tevbeler kabul edildiğine göre, tevbeyi bu zamana kadar geciktirmek uygun olur mu?

      – Ölüm döşeğinde iken de, yapılan tevbe kabul edilir; fakat tevbeyi geciktirmek uygun değildir.

      – Niçin uygun değildir?

      – Senin mesleğin ne?

      – Terziyim, elbise dikerim.

      – Terzilikte en kolay iş nedir?

      – Kumaşı makasla kesmektir.

      – Kaç yıldır terzisin?

      – Otuz yıldır.

      – Canın gargaraya gelince, kumaş kesebilir misin?

      – Can derdine düşen nasıl kumaşla uğraşsın? Kesemem elbette.

      – Otuz yıl kolaylıkla yaptığın işi, o zaman yapamazsan, ömründe hiç yapmadığın tevbeyi, can gargarada iken nasıl yapabilirsin? Bugün gücün yerinde iken tevbe eyle! O zaman yapman çok güç olur. Şimdi tevbe edersen, o zaman da tevbe etmek nasip olur.

      Terzi, ölüm döşeğini beklemeden hemen tevbe edip, salihlerden olur.
      BÜYÜKLERDEN NASÍHATLAR

    340. Günde 60 kere Allah’a isyan olur mu?

      * Bir namazda 12 tane farz var. Bir günde 60 farz eder. Bir müslüman, beş vakit namazını kılmazsa, günde tam 60 kere Allahü teâlâya karşı gelmiş oluyor. Bu insan nasıl kurtulacak?

      * İbadetlerin hepsini kendinde toplayan ve insanı Allahü teâlâya en çok yaklaştıran şey namazdır. Namaz kılmak, huzur-u ilahiye çıkmak demektir. Allahü teâlânın huzurunda olduğumuzu bilerek okumalıyız. Namazı ne olduğunu bilerek kılmalıyız.

      * Huzur-u ilahide toplanmak çok büyük nimettir. Huzur-u ilahi namazdır. Allahü teâlâ, namazdan sonra “İste kulum vereyim” diyor. Bu saat-i icâbedir. Hele Cuma günü öyle bir saat vardır ki, o anda yapılan dua red olmaz. Âlimler, Cuma günü (saat-i icabe) ikindi namazı vaktidir buyurmuşlar.

      * Allahü teâlâ İslam düşmanlarına azap etmekte niye acele etmiyor diye merak ediliyor. Buraya bir karınca gelse ve bize kafa tutsa biz onu muhatap kabul eder miyiz? Kâinata kıyasla derya yanında damla bile olmayan bu dünyada, yine dünyaya kıyasla deryada damla olmayan insanı da Allahü teâlâ muhatap kabul etmiyor. Namaz hariç… Kul Allahü ekber deyip de namaza durduğunda Allahü teâlâ onu muhatap kabul ediyor.

      * Namaz kılmamak üç türlüdür. Birincisi farz olduğunu bilmiyordur, ikincisi tembellikle kılmıyordur, üçüncüsü de ehemmiyet vermiyordur. Ehemmiyet vermeyen kâfir olur. Ehemmiyet vermemek, zerre kadar da olsa üzülmemek demektir.

      * Kıyamet günü hesap evvela imandan, sonra namazdandır. Tek vakit namazı kaçırmaktansa, bin kere ölmeyi tercih etmeli. Nerede ve ne şart altında olursa olsun mutlaka namaz kılmalı.

      * Haramdan kaçmanın sevabı, farzları yapmanın sevabından daha fazladır. Farzları yapmamanın günahı, haram işlemek günahından daha çoktur.

      Mesela, içki, kumar, zina gibi büyük günahlardan kaçmak, namaz, oruç, hac, zekat gibi farzları yapmaktan daha sevaptır. Namaz kılmamanın günahı ise, içki, kumar, zina gibi büyük günahlardan daha büyüktür. İçki içen sadece yasağı çiğniyor. Namaz kılmayan hem yasağı çiğniyor hem de emre isyan ediyor. Bu inceliği iyi anlamaya çalışmalı.

      * Kur’an-ı kerim şifadır. Fakat şifa, suyun geldiği boruya tâbidir. Pis borudan şifa gelmez.

      * Riya olmasın diye cemaatten kaçmak ayrı bir riyadır.

      * Kalbin tasfiyesi (temizlenmesi); İslamiyet’e uymakla, sünnetlere yapışmakla, bid’atlerden kaçmakla ve nefse tatlı gelen şeylerden sakınmakla olur.
      * Edebi gözetmeyen Allah’a kavuşamaz, yani Onun sevgili, veli kulu olamaz.
      * Ehl-i sünnet âlimlerinin eserlerini okumalı, kıymetli nasihatlerine, hikmetli sözlerine kulak vermeli! Allahü teâlâ, bahar yağmuru ile toprağa hayat verdiği gibi, ölü kalbleri hikmet nurları ile diriltir.
      * Yapacağın işi, daha önce bunu denemiş, tecrübeli kimselere danış! Çünkü onlar, kendilerine pahalıya mal olmuş doğru görüş ve bilgileri sana bedava verirler.
      * Hedef birliği çok önemli. Herkesin çektiği, hedefsizlik ve belirsizliktir. Hedef birliği, muhabbeti, sevgiyi artırır.

      * Yalandan çok sakın! Çünkü dinini bozar ve insanlar yanında mürüvvetini azaltır. Bununla değerini ve makamını kaybedersin.
      * Hikmet, bize lazım olmayan şeyin üzerinde durmamak ve gizli şeyleri araştırmamaktır.

      * Bir cemaat içinde, Allahü teâlâ en çok hizmet edeni sever.

    341. ZAMÂNIN DEĞERLENDİRİLMESİ İLE ALÂKALI BÜYÜKLERİN SÖZLERİ

      1. Hz. Ali (ra): “Dünya her an bizden uzaklaşmakta, âhiret yaklaşmaktadır. Bunlardan siz âhireti tercih edenlerden olun, dünyayı tercih edenlerden olmayın. Zîra bugün çalışma var hesap yok, yarın hesap var çalışma yok” buyurmuşlardır.

      2. İmâm-ı Rabbâni (hz): “Fırsatı ganîmet bilip boşa harcamamak gerekir. Merâsimlerle, âdetlere uyup zamanı boşa geçirmekle bir şey hâsıl olmaz. Zarar, ziyan ve hüsrandan başka bir şey de artırmaz.”

      3. İmâm-ı Rabbâni (hz): “Bir kimsenin iyi müslüman olduğu lüzumlu şeylerle meşgul olup faydasız şeylerden uzaklaşması ile belli olur. Zamanın boş şeylerle telef olmaması için insanın vakitleri muhafaza etmesi lazımdır. İnsan öyle yaşamalıdır ki yanında bulunanları da dağınıklıktan, başıboşluktan, mâlâyânîden kurtarıp toparlasın. Zîra zaman, nutuk çekecek, dedikodu yapacak zaman değildir.”

      4. Şâh-ı Nakşibend (hz): “Gecelerini uykuyla kısaltma, gündüzlerini günahla karartma.”

      5. Abdülkadir Geylanî (hz): “Dünya üç gündür: Dün, bugün, yarın… Dün geçti. Yarının geleceği belli değil. Öyle ise bugünün kıymetini bil.

      6. İmâm-ı Şârânî (hz): “Alelâde bir insan zamanı nasıl bitireceğini, akıllı bir insan ise zamanı nasıl kullanacağını düşünür.”

      7. İmâm-ı Gazâlî (hz): “Geçmiş zaman elden çıkmıştır, gelecek ise henüz gayıptadır. Öyle ise mevcut olan senin içinde bulunduğun şu andır.”

      8. Sehl bin Sâ’d (ra): “İnsanların müptela olduğu belâ ve musîbetlerin en büyüğü dünya ve âhiret işi ile meşgul olmayıp vaktini boşa harcamaktır.”

      9. Hacı Bayrâm-ı Veli (hz): “Boş gezenler zengin bile olsa, arkadaşları şeytan, kalpleri şeytanın konağı olur.”

      10. Muhammed Pârisâ (hz): “Yarın yarın diyenlere, bugün dünkü günün yarınıdır. Bugün ne yaptın ki, yarın ne yapacaksın? cevabını verirdi.”

      11. Yahya bin Hubeyr (ra): “Korunması için gayret göstermen gereken en kıymetli şey vakittir, fakat görüyorum ki en kolay kaybettiğin şey de odur.”

      12. Şakîki Belhi (hz)’ne: İnsanları hangi şey helak eder? Diye sorulmuştu. cevaben, “İnsanları iki şey helak eder: Biri, tevbe ederim diyerek günah işlemeleri, diğeri de zamanında yapması gereken tevbeyi sonra yaparım diye geciktirmeleri…” dedi.

      13. İbrahim Ethem (hz): “Vaktini nasıl geçiriyorsun maruz kaldığın iyilik ve kötülüğü nasıl karşılıyorsun?”sualine: Hayatta maruz kaldığım hadiseleri atlarıma binerek karşılarım dedi ve izah etti:
       Bir nimete mazhar olunca hemen şükür atına biner, onunla karşılarım.
       Bir musîbete mâruz kalırsam hemen sabır atına biner, onunla karşılarım.  Bir ibadete ve tâ’ate muvaffak olursam hemen ihlâs atına biner onunla karşılarım.
       Bir günaha maruz kalırsam hemen tevbe atına biner onunla karşılarım

      14. Bütün Allah dostları insanlığa “Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki bütün vaktini ona sarf ediyorsun?” sualini tevcih etmişlerdir.

      15. İbn-i Nefs: (Tıp sahasında keşifleri ve orijinal eserleriyle meşhur olup kan dolaşımını ilk defa keşfetmekle tanınan bir zâttır.) Zamanı kullanma mevzuunda öylesine titizlik göstermiştir ki, tükenen kalemlerini açmakla vakit kaybetmemek için yazmaya başlarken yanına birçok kalem koyup, tükeneni bırakıp yenisini almıştır.

      16. İslâm büyükleri: Zamanın kıymetini bilmeyip çarşı-pazarda gezinen kimseleri “girdâba doğru giden bir geminin içinde, tehlikeden habersiz oturup sohbet eden yolculara” benzetmişlerdir.  “Her işi vaktinde gör, her vakte bir iş düşür. Yarın deme, her yarın kendi yükünü taşır. Buyurmaktadırlar.”

      17. Süleyman Hilmi Tunahan (hz): “Şimdi sürat zamanıdır.” diyerek evvelce uzun seneler okutulan ilimleri birkaç seneye sığdırdığı bir gerçektir. Bir an önce hizmet edebilmek için zamanın sür’atle değerlendirilmesine işaret ederek “Zaman; tahsili uzatma zamanı değil, zaman, sür’at zamanıdır” demişlerdir. Kitap elinde talebelerinden birini görür. “Gel okuyalım evladım.” der. Talebe “Efendim rahatsızsınız, biraz istirahat buyursanız” dediğinde: “Biz değil yorgunluk, rahatsızlık; mezara gidiyor dahi olsak; okumak, okutmak ve hizmet denilince koşarız.” buyurmuşlardır.  “Vakti, nakdi, ömrü israf etmeyiniz.”  “Ya Rabbi az uyku ile bizi dinlendir.” niyazında bulunmuş,“Cenâb-ı Hak uykuyu bizden alsa da sabahlara kadar ders okusak” buyurmuşlardır.

      18. İmâm-ı Âzam (hz): “Felaketlerin en büyüğü vakti boşa geçirmektir.”

      19. İşi ve çalışmayı devamlı bir faaliyet ve eğlenceli bir meşgale haline getirdikleri takdirde, öğrenciler yaparak ve yaşayarak tecrübe kazanırlar. Kültür ve şahsiyet bakımından olgunlaşmaları varsa özel kâbiliyetlerinin gelişmesi ile ve liderlik vasıflarının ortaya çıkması ve gelişmesi bu yolla sağlanır. Unutmamalıdır ki: “Çalışanlar, kötülük düşünmeye vakit bulamazlar, çalışmayanlar ise kendilerini kötülükten kurtaramazlar.”

      20. Büyük nehirleri küçük akarsuların oluşturması misali, ömür nîmeti küçük zaman parçalarından, sayılı neferlerden meydâna gelir. Her batan güneş, her koparılan takvim yaprağı ömrümüzün bir sel gibi akıp gittiğinin, sermâyemizin tükendiğinin, bizlerin ise seyretmekten başka bir şey yapamadığımızın acı îkâzı…
      21. Ey insan! Zaman sensin, sen iyi olursan zaman da iyidir. Eğer sen kötü isen zaman da kötüdür. Zaman paraya benzer, lüzumsuz yere harcanmazsa daima yeter. Ömrün yarısı boşa harcanmakla tüketilir. Kalan yarısı da boşa harcandığına hayıflanmakla.

      22. Zaman, hayatın tâ kendisidir. Zamanı boşa geçirmek, aslında hayatı boşa geçirmektir. * Üç şey geri gelmez: Atılan ok, Söylenen söz, Geçen ömür.

      23. Zamansızlıktan şikayet edenlerin çoğu, zamanı iyi kullanmasını bilmeyenlerdir.

      24. İlim ve teknikle insan ne yaparsa yapsın, neyi bulursa bulsun, hangi aleti ortaya koyarsa koysun yine de zamanın, hayatın ve ölümün sırrını ilahi hakikatlerde arayacak ve orada bulmaya çalışacaktır.

      UĞRAŞ, DİDİN, DÜŞÜN, ARA, BUL, KOŞ, ATIL, ÇAĞIR, DURMAK ZAMANI GEÇTİ, ÇALIŞMAK ZAMANIDIR.

    342. Güzel ve iyi yüz, kötü bir huyla beraber olunca bil ki, kalp akçe bile etmez.

      Nice balık vardır ki su içinde her şeyden eminken boğazının hırsı yüzünden oltaya tutulmuştur.

      Güçlük kolaylıkla beraberdir, kendine gel, ümidi bırakma! Akıllı insan bilir ki, ölümün arkasında bile daha güçlü bir hayat beklemektedir.

      Alem, nimetlerle dolu bir bağ olsa, fare ve yılan, yine toprak yer.

      Gençlerin aynada gördüklerinden daha fazlasını ihtiyarlar bir tuğla parçasında görürler.

      Su, hiçbir vakit taştan korkmaz.

      İnce sözler keskin kılıca benzer. Kalkanın yoksa geri dur.

      Ağızdan çıkan söz bil ki, yaydan fırlayan ok gibidir. O Ok gittiği yerden geri dönmez. Seli başkan bağlamak gerek.

      Ağızdan çıkan söz bil ki, yaydan fırlayan ok gibidir. O Ok gittiği yerden geri dönmez. Seli başkan bağlamak gerek.

      Sabırlı kuş, bütün kuşlardan daha iyi uçar.

      Çıkacağım merdivene sabırı merdiven yaparım.

      Duygu akla esirdir. Fakat bil ki akıl da ruhun esiridir.

      Hz.Mevlana

    343. Kibir, bele bağlanan taş gibidir, onunla ne yüzülür ne de uçulur.

      Hacı Bayrâm-ı Veli Hz.

    344. Doğruluk, yaptığını Allah için yapmaktır; halk için yapmak ise riyadır.

      (Ebû’l Hasan Harkani Hz.)

    345. Tasavvufun tarifi:Tasavvuf, kalbin ve nefsin iyi ve kötü hallerini bilip,kötü hallerden temizlenmeyi ve iyi hallerle bezenip Allahü Tealaya yakın olmayı öğretir.Tasavvufun mevzuu, ma`rifetullahtır.Yani, Allahü Tealayı bilmektir.Tasavvufun kurucusu Hazreti Allah Celle celalühüdür.Tasavvuf, dinin ruhudur(özüdür)

      Tasavvufun Lüzumu:Tasavvufun lüzumuna dair, iki büyük zatın iki kıymetli sözünü buraya almakla iktifa ediyoruz:İmam-ı Azam Hazretleri buyuruyor:”(Tasavvufa intisabım olan son) İki sene olmasaydı, Numan helak olmuştu.”-Miftahul Kulup-Seyyid Şerif Cürcani Hazretleri buyuruyor:”Hace Alaeddin Attar`ın hizmetine yüz vurmayınca,Allahü Tealayı bilemedim” -Nefahat-

    346. Sahtesinde bulunan en açık vasıflar şunlardır:

      1- Sahte mürşid, en başta dinin emirlerine ve Resülüllah Efendimizin sünnetine uymaz.

      2- Her devirde görülen en açık misali kadın erkek münasebetlerindedir.Kadın cemaatle bir arada bulunur. Kadınlara elini öptürür.

      3- Sahte mürşidin, sohbetlerinde ve toplantılarında rüyaya çok geniş yer verilir.

      4- Hadis-i şeriflere ve ayeti kerimelere ulemanın verdiği manaların dışında manalar verilir. Sünnetler yanlış yorumlanır.

      5- Dinin yayılması için değil, kendi tarikatının yayılması için çalışılır.

      6- İnsanların hidayete ermeleri için çalışmaktan ziyade istikameti düzgün insanlarla uğraşır ve onlarla meşgul olur.

      7- Mekruhlara ehemmiyet vermez.

      8- Nafile ibadetleri insanların gözü önünde yapar.

      9- Zamanlı zamansız, yerli yersiz insanların gözü önünde ağlar.

    347. Dünya üzerinde öyle mübarek zâtlar var ki, Allah onları insanları karanlıktan aydınlığa çıkarsınlar diye hizmetine almıştır.

      Onlar insanlığın irşadı için, kurtuluşu için görevlendirilmiş velilerdir. Allah’tan başkası önünde eğilmezler ve O’nun rızasından başka bir şey de talep etmezler.

      Onların gayeleri sadece Alemlerin Rabbi Allah’tır. Sözleri O’nu zikirden ibarettir. Güneş gibidirler. İnsanlar için bir ışık, insanlık için bir aydınlık… Yol’dan, Yolumuz’dan haber verirler, rehberlikleri ile önümüzü aydınlatırlar. Hiç bir karşılık talep etmeden, beklemeden…

      O aydınlıktan faydalanabilmek için onları bilmek, tanımak, yaptıkları irşadı anlamak gerek. İrşad nedir, mürşid kimdir bilmek gerek.

      Dünya hayatının en şerefli ve en değerli işi, gönülleri Hakk’a uyarıp, duygu ve düşünceleri Allah ile buluşturmaktır. Çünkü şuur sahibi bütün varlıkların yaradılış gayesi Allah’ı tanımak ve O’na ibadet etmektir. (Zariyat, 56)

      Bu gayeden uzaklaşıldığı an, hayat manasını yitirmiş, imtihan kaybedilmiş, dünya hayatıyla birlikte ebedi hayat da hüsrana uğramış olur.

      Muhtelif ayet ve hadislerde işaret edildiği üzere, Allah’ın zikri bütünüyle yeryüzünden kalktığı zaman dünyanın da varlık sebebi ortadan kalkmış ve kıyamet vacip olmuş olur. Demek ki, dünyayı ayakta tutan şey Allah’ın zikridir. İşte insanın yüzünü Hakk’a çevirmekten ibaret olan irşadın değeri, bu yaradılış gayesinden kaynaklanmaktadır.

      Böylesine şerefli bir vazifeyi, Allah en seçkin kulları olan peygamberlerine ve onların vârislerine vermiştir. Şayet irşaddan daha değerli ve şerefli bir iş olsaydı, Cenab-ı Hak peygamberlerine o vazifeyi verirdi.

      “Men lem yezuk; vah bilmez yazık”
      Tatmayan bilemez.Vah yazık!

    348. : Kutb-i irşad ve kutb-i medar kime denir?

      İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:

      Kutb-i ebdal [Kutb-i medar], âlemde, dünyada her şeyin var olmasına ve varlıkta durabilmesi için feyz gelmesine, vasıta olan zattır. Her şeyin yaratılması, rızıkların gönderilmesi, dertlerin, belaların giderilmesi, hastaların iyi olması, bedenlerin afiyette olması, kutb-i ebdalin feyzleriyle olur.

      Kutb-i irşad ise, âlemin irşadı ve hidayeti için, feyzlerin gelmesine vasıta olur. İman etmek, hidayete kavuşmak, ibadet yapabilmek, günahlara tevbe etmek, kutb-i irşadın feyzleriyle olur. Kutb-i irşadla, bütün insanlara iman ve hidayet gelmektedir. Kalbi bozuk olanlara gelen feyzler, dalalet, kötülük haline döner. Şeker hastasına verilen tatlıların, onun kanında zehir haline dönmesine benzer. Yahut safrası bozuk olana, tatlının acı gelmesine benzer.

      Her zaman, kutb-i ebdal bulunur; çünkü âlem, onunla nizam bulur. Bunlardan biri ölünce, bunun yerine başkası tayin edilir.

      Kutb-i irşad ise, çok az bulunur. Asırlar sonra, böyle bir cevher gelir. Kararmış olan âlem, onun gelmesiyle aydınlanır. Onun irşadının nurları, bütün dünyaya yayılır. Yerden Arş’a kadar, herkese rüşd, hidayet, iman ve marifet, Onun yoluyla gelir. Herkes, ondan feyz alır. Arada o olmadan, kimse bu nimete kavuşamaz.

      O büyük zatı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse yahut o, bir kimseyi sever, onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır. Sevgisi ve ihlâsına göre, o deryadan kalbi feyz alır.

      Bunun gibi bir kimse, Allahü teâlâyı zikrederse ve bu zatı hiç düşünmezse, mesela onu tanımazsa, yine ondan feyz alır; fakat birinci feyz daha fazla olur. Bir kimse, o büyük zatı inkâr eder, beğenmezse yahut o büyük zat, bu kimseye incinmişse, bu kimse, Allahü teâlâyı zikretse de, rüşd ve hidayete kavuşamaz.

      Ona inanmaması veya onu incitmiş olması, feyz yolunu kapatır. O zat bu kimsenin zararını istemese de, hidayete kavuşamaz. Rüşd ve hidayet, var görünürse de yoktur. Faydası çok azdır. O zata inanan ve sevenler, onu düşünmeseler de ve Allahü teâlâyı zikretmeseler de, yalnız sevdikleri için, rüşd ve hidayet nuruna kavuşurlar. (Mektubat-ı Rabbani 1/260)

      Kutb-i irşad denilen Ehl-i sünnet âlimi, her zaman ve her yerde bulunmaz. Her köşedeki cahil tarikatçıları, şeyh sanmamalı, tuzaklarına düşerek sonsuz saadetten mahrum kalmamalıdır.[/b]

      Gavs ve kutub
      Gavs ve kutub ne demektir?

      Gavs, kelime olarak yardım eden demektir. Evliya arasında, kullara yardımla görevli olan zattır. Allahü teâlânın izniyle insanların imdadına yetişmesi sebebiyle gavs denmiştir.

      İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
      Gavs, kutb-i medardan üstündür. Kutb-i medar, birçok işlerinde, ondan yardım bekler. Ebdal denilen makamlara getirilecek Evliyayı seçmekte bunun rolü vardır. (1/256)

      Kutub, işlerin görülmesine veya insanların doğru yolu bulmasına vasıta kılınan büyük zattır. Dünya işleri ve madde âlemindeki olaylarla alâkalı olana, kutb-i medar veya kutb-i aktab [kutublar kutbu], din ve irşad işiyle görevli olana kutb-i irşad denir. Yine İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:

      Kutb-i ebdal yani kutb-i medar, âlemde, dünyada her şeyin var olması ve varlıkta durabilmesi için feyz gelmesine vasıta olur. Kutb-i irşad, âlemin irşadı ve hidayeti için feyzlerin gelmesine vasıta olur. Her şeyin yaratılması, rızkların gönderilmesi, dertlerin, belaların giderilmesi, hastaların iyi olması, bedenlerin afiyette olması, kutb-i medarın feyzleriyle olur.

      İman sahibi olmak, hidayete kavuşmak, ibadet yapabilmek, günahlara tevbe etmekse, kutb-i irşadın feyzleriyle olur. Her zamanda, her asırda kutb-i ebdalin bulunması lazımdır. Hiçbir zaman, bunsuz olamaz; çünkü âlem bununla nizam bulur. Bunlardan biri ölünce, bunun yerine başkası tayin edilir; fakat kutb-i irşadın her zaman bulunması lazım değildir. Öyle zamanlar olur ki, âlem imandan ve hidayetten büsbütün mahrum kalır.

      Resulullah efendimiz, o zamanın kutb-i irşadı idi. O zamanın kutb-i ebdali de, Hazret-i Ömer ve Veysel-i Karni hazretleriydi. Kutb-i irşadla, bütün insanlara iman ve hidayet gelir. Kalbi bozuk olanlara gelen feyzler, dalalet, kötülük haline döner. Şeker hastasına verilen kıymetli gıdaların, onun kanında zehir haline dönmesine benzer. Yahut safrası bozuk olana, tatlının acı gelmesine benzer. (Mearif-i ledüniye)

    349. Büyükleri anlamak ve kutb-i irşad.

      Başta Rasülüllah (s.a.v) olmak üzere, manevi büyüklerin dereceleri hakkında söz söylemek, onların üstünlüklerini anlamak çok zordur.Çünkü onların manevi halleri söze ve yazıya sığmaz.Onları az da olsa anlayabilmek için, onlara tabii olma ve onların sohbetlerine iyi niyetiyle devam etmek şarttır.Onlar madde ve mekanla alakası olmayan bir alemin habercisidirler.Anlattıkları, söz kalıplarıyla tam ifade edilemediği gibi kendilerinden de kelime diziyle bir şeyler anlatmak kolay değildir.

      Nitekim İmam-ı Rabbani (k.s.) Hazretleri bu büyük zatlardan asırlar içinde ancak bir tane gelen kutbu irşat hakkında buyuruyorlar ki:

      “…Kutbu irşad çok az bulunur.Asırlardan çok zaman uzun sonra böyle bir cevher dünyaya gelir.Kararmış olan alem onun gelmesiyle aydınlanır.Onun irşadının ve hidayetinin nurları bütün dünyaya yayılır.Yer küresinin ortasından ta arşa kadar herkese; rüşd hidayet iman ve marifet onun yoluyla gelir.Herkes ondan feyz alır.Arada o olmadan, kimse bu nimete kavuşamaz.Onun hidayetinin nurları bir okyanus gibi bütün dünyayı sarmıştır.

      O derya sanki buz tutmuştur.Hiç dalgalanmaz.(YANİ ŞÖHRETTEN UZAK OLUP, ONU HERKES TANIYAMAZ).O büyük zatı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse, yahut o, kimi sever ve onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır.Bu yoldan sevgisi ve ihlasına göre, o deryadan kalbi feyz alır.BİR KİMSE AllahÜ TEALAYI ZİKREDER VE BU ZATI HİÇ DÜŞÜNMEZ VE TANIMAZSA BİLE, YİNE ONDAN FEYZ ALIR
      (Mektubat-ı Şerife 1/260)

      Peygamberimiz a.s. ve onun varisleri Allahü Teala ve kulları arasında bir berzah mesabesindedirler.Allahü Tealanın kendilerine bahşetmiş olduğu ilahi nur ve feyz denizinde boğulmuş haldedirler.Nur denizinde yüzerler.Cismani yüzleriyle,Allahın kullarıyla meşgul olurken, manevi yüzleriyle de Allahü Tealaya bağlıdırlar.Zahirleri halk ,ile batinleri Hak iledir.Bu sebeple bu zatlara biat,Allahü Tealaya biat, onlara bağlanmak Allahü Tealaya bağlanmaktır.Onların yüzüne bakınca Allah-ü Teala hatırlanır.

    350. Üveysi İrşad:Bir mürşid-i kamil vefat ettikten sonra da istediği bir kimseyi irşad edebilir. Kendi ruhaniyetinden medet dileyen birine yardımlarda bulunur ve onu manen terbiye eder. Silsile-i Sadat-ı Nakşibendiyye içinde büyüklerin kabirlerine giderek irşad olmuş, nice manevi derece ve makamlar elde etmiş zatlar mevcuttur.

      Bunların en meşhuru Ebulhasen Harkani Hazretleridir ki, tam 12 sene Ebu Tayfurul Bestami Hazretlerinin kabri sadetlerine devam ederek onun ruhaniyetinden velilik hırkasını giymiş ve pek çok manevi bereketlerin sahibi olmuştur.

      Bu hadise tasavvuf kitaplarında aynen şöyle anlatılır:

      Bayezid-i Bestami Hazretleri, her sene bir defa, Dıhistan’da şehitlerin kabirlerinin bulunduğu Kumtepeyi ziyarete giderdi. Harkan’dan geçerken durur ve havayı koklardı. Talebeleri kendisine;

      -“Efendim, sizin bu şekilde havayı koklamanızdaki hikmet nedir? Biz herhangi bir şeyin kokusunu duymuyoruz.” diye sorduklarında, buyurdu ki;

      – “Evet öyledir. Fakat bu kasabadan öyle birinin kokusu geliyor ki, onun adı Ali, künyesi Ebul Hasen’dir. O, zamanın kutbu olacaktır.”
      Ebul Hasen Harkani (k.s.) Hazretleri Cenab-ı Bayezid’i manada gördüğünü ve irşada mahzar olduğunu söylemiştir.
      Oniki sene Harkan’dan Betam’a hocasının kabrini ziyaret için gitti. Bu ziyarete giderken, yolda Kur’an-ı Kerim’i hatm ederdi. Her gittiğinde ziyaretle ilgili vazifelerini yaptıktan sonra ;

      -“Ya Rabbi! Batezid’e ihsan ettiğin, ilmi ledün’den (sana ait ilimlerden) büyüklüğünün hakkı için, Ebü’l-Hasen kuluna da ihsan eyle!” diye yalvarırdı. Geri dönerken hiçbir zaman Hazreti Bayezid’in türbesine arkasını dönmezdi.

      Oniki sene sonra, Allahü Teala’nın lütfu ile Bayezid’in ruhaniyetinden istifade edip olgunlaştı. Allahü Teala’yı tanıtan kalb ilimlerinde ve diğer ilimlerde talebe yetiştirmeye başladı.
      Şah Nakşibend Hazretleri de kendinden evvel geçen evliyanın büyüklerinin kabirlerini birer birer ziyaret ederek ne gibi üstün hallere kavuştuğunu ifade etmiştir.
      İşte bu şekilde, cismen değil de manen terbiye olma haline tasavvufta “Üveysi” olarak irşad olma hali denir. Bu hal, ilk defa Veysel Karani Hazretlerine vaki olmuştur. Resülüllah Efendimizi bizzat görmemiş ancak, ruhaniyetinden istifade ederek irşad olmuştur.

    351. Hasan-ı Basrî (k.s.) hazretlerinin talebelerinden Habîb-i Acemî (k.s.) hazretleri, önceleri çok zengin birisi idi.
      Tefecilik yapar, faizle para verirdi.
      Bir gün evinde, tam yemek yiyeceği sırada kapıya bir dilenci geldi ve ‘Allah rızâsı için bir sadaka’ dedi.

      Habîb, onun yüzüne kapıyı kapattı, o fakiri mahzun bir halde geri çevirdi. Sofraya döndüğünde kabın içindeki yemeğin kana döndüğünü gördü!
      Bu hâdise karşısında dehşete düştü!
      Kendisini bir korku sardı!
      Yerinde duramaz hâle geldi!..

      Bir cuma günü, Hasan-ı Basrî hazretlerinin evinin yolunu tuttu.
      Yolda giderken, oyun oynayan çocuklar, Habîb-i Acemî’yi görünce, aralarında;

      – Kaçın, kaçın! Tefeci Habîb geliyor!
      Ayağından kalkan toz, bize de gelir ve biz de onun gibi bedbaht oluruz, diyerek kaçıştılar.

      Çocukların bu sözleri, ona çok ağır geldi.

      Hasan-ı Basrî hazretlerinin meclisine varıp elini öptü.
      Huzurunda tevbekâr oldu.
      O da Habîb’i talebeliğe kabul etti.

      Oradan ayrılıp evine dönerken, kendisine borcu olanlar onu görünce, alacaklarını talep eder korkusu ile kaçışmak istediler.
      Habîb-i Acemî bu vaziyeti anlayınca,

      – Kaçmayın, bugün asıl benim sizden kaçmam lâzım, dedi.
      Ve kimden ne alacağı varsa, hepsini bağışladığını îlan etti.

      Çocukların yanından geçerken, çocuklar bu sefer birbirlerine,

      – Kaçın, kaçın! Tevbekâr Habîb geliyor.
      Üzerine bizden toz bulaşmasın. Bulaşırsa, bizler Allâh’a âsî olmuş oluruz… diyerek kaçıştılar.
      Habîb, bu sözleri duyunca çok duygulandı. Yüreği sızlayarak,

      ‘Yâ Rabbbî! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun ki, bir tevbemle ismimi kötüler arasından çıkarıp iyiler arasına kaydeyledin’ diyerek Allâh’a iltica etti.

    352. 33. MEKTUP

      MEVZUU : Dünya sevgisine esir olan uygunsuz âlimleri zemmetmek ve zâhid gönüllü olup dünyadan kaçan âlimleri medhetmek beyantndadtr.

      ***

      NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Hacı Molla Muhammed Lahorî’ye yazmıştır.

      Ulemanın dünya sevgisi, ona karşı istekli olmaları güzel yüzlerinde siyah bir lekedir. Bu gibi âlimlerden her nekadar halka fayda olsa da, onların bilgisi, kendileri için menfaat getirmez. Her nekadar, İslâm dininin takviyesi, şeriatın teyidi bunlara bağlı ise de, bu duruma itibar yoktur. Şundan ki: Teyid ve takviye işi, bazı hallerde, fücur ve fütur ehlinden de geldiği vakidir. Nitekim, bu manada Seyyid’ül-enbiya Resulûllah S.A. şöyle buyurdu:

      — «Allah ü Taâlâ, gerçekten bu dini, facir bir kişinin eli ile de teyid eder.»

      Bu gibilerin durumu, Parstaşına benzer; demir veya bakır cinsinden ona ne yaklaşırsa., onun haline girer. Ama kendisi, yine olduğu gibi taştır. Yahut onlar, çakmakla taş gibidir. Bundan âlem faydalanır; ama onlardaki bu ateşten ne taşa fayda vardır, ne de ağaca..

      Hatta, şunu da söyleyebilirim:

      — Bu ilim, kendileri Hakkında dahi zararlıdır.

      Zira, bu manadaki hüccet, onlar için, tamamdır. Nitekim, Resulûllah S.A. efendimiz, şöyle buyurdu:

      — «Azab ciheti ile, insanların kıyamet günü en zorda olanı öyle bir âlimdir ki; Allah, kendisine ilminden fayda vermemiştir.»

      Bu ilim, o kimseye nasıl zararlı olmasın ki?. Zira ilim, Yüce Allah katında eşyanın en azizidir. Mevcudların da en şereflisidir. İşte o âlim, böyle değerli bir şeyi; mal, şöhret, dost gibi, bu düşük dünyanın geçici şeylerini toplamaya alet etti. Halbuki, Allah katında dünya zelil ve hakirdir. Allah katında, yaratümışlann en sevimsizidir. Durum böyle olunca: Allah katında aziz olan bir şeyi zelil etmek; zelil olan bir şeyi de aziz etmeye çalışmak kabahatların son ucudur. Hattâ, gerçek manada, Yüce Hakla muarazadır.

      Tedris ve fetva işleri, ancak şu şartlar altında faydalı olur: Allah rızası için halis, makam ve baş olma düşkünlüğü, mala ve yükselmeye karşı tamah şaibesinden temiz olursa.. Fetvanın ve tedrisin, anlatılan kötülüklerden temiz olmasının alâmeti şudur: Dünyaya karşı zahid gönüllü olmak ve onun geçici şeylerine gönül bağlamamak.

      Şu âlimler ki anlatılan belâya müptelâ olmuş, dünya mehabbetine esir düşmüşlerdir; işte bunlar, kötü âlimler olup insanların da şerlileri ve din hırsızlarıdır. Bu halleri ile onlar, kendilerini halkın iktida ettiği ve tüm halkın en faziletlileri sanırlar. Şu âyet-i kerime, onların durumunu anlatır:

      — «Onlar, kendilerini bir şey üzere sanırlar. Dikkat edin, onlar yalancılardır.

      Şeytan, bunları istilâ etmiştir; Allah’ı anmayı da unutturmuştur. Bunlar, Şeytan grubudur. Dikkatli olun, asıl kayba uğrayanlar, Şeytan grubunda olanlardır.» (58/18-19)

      ***

      Büyüklerden biri Şeytan’ı gördü. Aldırmak ve saptırmak işinden geçmiş; boş oturuyordu.

      Şeytan’a böyle boş oturmasının sebebini sorunca Lain şöyle anlattı:

      — Bu zamanda, kötü âlimler, işimde bana çok yardımda bulunuyorlar; azdırmak ve saptırmak işinde yerimi aldılar. O kadar ki, beni böyle eliboş bıraktılar.

      ***

      Şu bir hakikattir ki: Bu zamanda, şeriat işlerinde her ne gibi bir zaaf, savsaklama vaki olduysa.. İslâm dininin ve şeriatın revacında her ne gibi bir duraklama zuhur ettiyse., ancak kötü âlimlerin uğursuzluğu ve kötü niyetleri dolayısı ile oldu.

      Evet..

      Eğer âlimler, dünyadan gönül alıp, makam, baş olma sevgisinden, mal tamahı, üstün tutulma arzusu esaretinden kurtulan hürler sınıfına girmiş olsalardı; o zaman bunlar âhiret âlimleri olurlardı. Peygamberlerin dahi varisleri olurlardı. Bu gibi zatlar, halkın dahi en faziletlileri durumundadırlar. Yine bu zatlar:

      — «Kıyamet günü, bunların mürekkepleri, Allah yolunda şehid olanların kanları ile tartılacak ve bunların mürekkepleri ağır gelecektir.»

      — «Âlimin uykusu ibadettir.»

      Hadis-i şerifleri ile anlatılan zümredir. Bu manalar, onlar için bir hakikattir.

      Bunlar o zümredir ki: Ahiretin güzelliği ve hoşluğu onların gözleri önünde canlanmış; bütün kabahat ve şenaati ile âhiret kendilerine görünmüştür. Bunun için, âhirete beka nazarı ile bakmışlar; dünyayı zeval ve fena damgalı bulmuşlardır. Böyle olunca, şüphesiz, faniden kaçıp bakiye yönelmişlerdir.

      Ahiretin azametini müşahede etmek, Ezelî Celâl sahibi Yüce Zat’ı müşahedenin bir semeresidir. Dünyayı zelil görmek ve içindekileri düşük bilmek, ahiretin azametini müşahede etmenin bir neticesidir; gereğidir. Bu mana, şu hadis-i şerifle daha iyi anlaşılır:

      — «Dünya ve âhiret, iki kumadır; biri razı edilse öbürü darılır.»

      Üstte geçen hadis-i şerifin manasına göre: Dünya aziz ise., âhiret zelildir ve hakirdir; dünya hakir ise., âhiret azizdir. İzzetle zilleti birarada bulmak, zıdların cem’i kabilindendir ki, olmaz.

      Bir şiir:

      Şaşırtıcı bir güzellik var şunda; Din ve dünyanın birlik oluşunda..

      ***

      Evet..

      Tabiatlarının iktizası tüm şeylerden, nefislerinin esaretinden halâs olup kurtulan meşayihten bir topluluk; Hakka dayalı bir niyetle dünya ehli suretinde görünmüşlerdir. Bu zatları, zahirde dünyaya karşı istekli görürsün; ama hakikatta asla onların dünya ile kalbi bir ilgileri yoktur. Hatta onlar, her manada ondan fariğ olup bütünüyle halâs olmuşlardır. Şu âyet-i kerime onların şanında gelmiştir:

      — «öyle erlerdir ki, kendilerini ticaret ve alış veriş, Allah zikrinden alamaz.» (24/38)

      Onlar, ticaretin yani: Alış verişin içindedirler; ama Öyle bir şeyle kalben bağları yoktur.

      Bu manada, Bahaeddin Nakşıbend Hz. şöyle anlattı:

      — Mina pazarında bir tacir gördüm; elli bin dinara yakın bir ticaret işi yaptı. Ama, Sübhan Hak’tan bir lahza kalbi gaflete dalmadı.

    353. “Gizli verilen sadaka, Rabb’ın gadabını söndürür.”
      (Hadîs-i Şerif—Tirmizî) –

    354. “Allah (c.c.)’a beldelerin en sevimli yerleri mescidlerdir. Allah (c.c.)’a beldelerin en sevimsiz yerleri çarşı pazarlardır.”
      (Hadîs-i Şerif—Müslim) –

    355. İnsanlar dünya işlerinde hırs içinde ve tedbir peşisusunda akıl ve kuvvete göre pay alamazlar. Nice büyük insanlar vardır ki dünya onlara gülmez. Eğer kuvvet ve zorbalıkla dünya ele geçseydi, kartallar serçe kuşlarına rızık bırakmazlardı.
      Hz. Ali (r.a.) –

    356. Hz. ÜFTADE

      KUDDİSE SIRRUHU
      (1490-1580)
      Osmanlı pâdişâhlarından Kanûnî SultanSüleymân Hân zamânında, Bursa’da yaşayan büyük velîlerden. 1490 (H.895) senesinde Bursa’da doğdu. İsmi Muhammed olup, babası Manyaslı Mehmed Efendidir. Üftâde lakabıyla meşhûr oldu. Bursa’nın çeşitli câmilerinde müezzin ve imâm olarak vazife yaptı. 1581 (H.989) daBursa’da vefât etti.

      Muhammed Üftâde yeni doğduğunda, annesi bir rüyâ gördü. Çocuğu büyük bir süt deryâsında yüzüyordu. Telâşla uyanıp, rüyâyı kocasına anlattı. O da; “Oğlumuz büyüyünce, inşâallah çok büyük bir âlim ve velî olacak.” diye tâbir etti.

      Mehmed Efendi, daha küçük yaşta bulunan oğlu Muhammed Üftâde’yi, ipek satan bir tüccarın yanına çalışmaya verdi. Muhammed Üftâde, orada çalışmaya başladı. Fakat bir hafta içinde, ustası ve babası vefât edince, çocuk yaşta âilesinin geçim yükünü omuzuna aldı. Hem çalışıyor, annesinin ve kardeşlerinin kimseye muhtâc olmadan geçinmelerini sağlıyor, hem de boş zamanlarında Bursa’daki medreselere gidip gelerek, zâhirî ilimleri öğrenmeye gayret ediyordu. Seneler sonra, zâhirî ilimleri öğrenerek, Bursa Ulu Câmiinde müezzinlik yapmaya başladı. Sonra Doğan Bey Câmiine imâm oldu. Senelerce bu vazifeyi yaparak, insanların ibâdetlerini doğru yapmasına vesîle oldu. Muhammed Üftâde’nin, Ulu Câmii medheden bir beyti, câminin batı kapısı çevresinde hâlen yazılıdır. Arabî olan beyt şöyledir:

      “Yâ câmi’al-kebîr ve yâ mecma’alkibâr,
      Tûbâ limen yezûrüke fil-leyli vennehâr.”

      Mânâsı:

      Ey Ulu câmi! Ey büyüklerin toplandığı yer!

      Seni gece-gündüz ziyâret edenlere olsun müjdeler!

      Bir gün rüyâda Seyyid Emîr Buhârî hazretlerini gördü. “Bizim câmide vâz ve nasîhat eyle!” emri üzerine, sabahleyin Emîr Buhârî Câmiinde vâz ve nasîhate başladı.

      Muhammed Üftâde, uzun boylu, müşfik bakışlı, devamlı tebessüm hâlinde olan bir zâttı. Görünüşü ile etrâfındakilere güven ve îtimâd telkin eder, herkesin takdîrine mazhâr olurdu. Kur’ân-ı kerîm okurken, güzel sesinde sanki ağlıyormuş hâli müşâhede edilirdi. Kimsenin kalbini kırmaz, kalb kırarım korkusuyla kendine hakâret edenlere bile hiç karşılık vermezdi.Câmiye sabah herkesten önce gider, yatsı namazından sonra orada gece geç vakitlere kadar ibâdet ederdi. Bâzı geceler evine giderken, ıssız sokaklarda bir sarhoşa rastlasa, ona yardım ederek evine kadar götürürdü. Herkese yardım ettiği için, Bursalılar onu çok severdi.

      Vakitlerini hep ibâdet yaparak geçirenMuhammed Üftâde, tasavvuf büyüklerinin yolunda bulunmayı arzu ettiğinden, bir velînin yanında yetişmeyi çok isterdi. Bu sebeple, böyle bir velîyi hep arar dururdu. Bir gün Karacabeyli Hızır Dede isminde bir velînin Bursa’ya geldiğini ve Ulu Câminin yanında ikâmet ettiğini öğrendi. Huzûruna varıp, talebesi olmak istediğini bildirdi. O da kabûl ederek, Muhammed Üftâde’yi yetiştirmeye başladı. Muhammed Üftâde, hocasının verdiği her vazifeyi en güzel şekliyle yaparak hizmet ediyordu. Nefsini terbiye etmek için, nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapıyordu. Haramlardan şiddetle kaçıyor, şüpheli korkusuyla mübahların bile fazlasını terkediyordu. Bu şekilde hocası Hızır Dede’nin terbiyesinde sekiz yıl canla başla çalıştı. Onun vefâtından sonra da Şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin rûhâniyetinden istifâde ederek kalb gözü açıldı, kemâle gelip olgunlaştı. Her nefes alıp vermesinde Allahü teâlâya hamd eder, cenâb-ı Hakk’ı bir an olsun hatırından çıkarmazdı. Lüzumsuz hiç konuşmazdı. Konuştuğu zaman da hikmetler saçar, dinleyenlerin herbiri, kâbiliyeti kadar istifâde ederdi. Onun bu konuşmalarını talebesi Azîz Mahmûd Hüdâyî Vâkı’ât adlı eserinde topladı.

      Muhammed Üftâde, hocasından sonra talebeleri yetiştirmek üzere dergâhta ders vermeye başladı. Onların en iyi şekilde yetişmesi için gayret gösteriyor, hocasının kendisini yetiştirdiği gibi onları irşâd ediyordu.

      Muhammed Üftâde hazretlerini sevenlerden fakir bir kimse vardı. Her sene hac mevsiminde hacca gitmek ister, fakat gidecek parası olmadığı için de bu arzusuna nâil olamazdı. Üzüntüsünden hiç yüzü gülmez, gözleri hep hacca gidenlerin yolu üzerine takılır kalırdı. Hanımı, yüzü gülmeyen kocasının bu hâline çok üzülürdü. Yine bir sene parası olmadığı için hacca gidemeyen bu fakir, hanımına; “Eğer bu sene de hacca gidemezsem, seni üç talak ile boşadım.” dedi. Günler geçti. Kurban bayramı yaklaştı. Fakiri bir düşüncedir aldı. Hacca gidemezse, hanımı boş olacaktı. Bir yerden de borç bulup hacca gidememişti. Ne yapacağını şaşırdığı bir gün, aklına Muhammed Üftâde geldi. Hemen huzûruna gidip, ağlayarak durumunu anlattı. Muhammed Üftâde; “Bizim Eskici Mehmed Dede’ye git, bizim selâmımızı söyle. O seni hacca götürüp derdine dermân olur.” buyurdu. Fakir, sevinerek huzûrdan ayrıldı, süratle Mehmed Dede’nin dükkanına koştu. Mehmed Dede’ye hocasının selâmını söyleyip, derdini anlattı.Mehmed Dede; “Ey fakir! Gözlerini kapa. Aç demeden sakın açma!” dedi. Fakir gözlerini açtığında, kendilerini Mekke’de buldular. Mehmed Dede, Allahü teâlânın izniyle, fakiri bir anda kerâmet göstererek Hicaz’a götürmüştü. O gün, Arefe idi, hacılar Arafat’a çıkmışlardı. Fakir ve Mehmed Dede de ihram giyip Arafat’a çıktılar. Ertesi günü Kâbe-i muazzamayı tavaf ettiler. Ziyâret yerlerine gittikten sonra, Bursalı hacıları buldular. Onlar, hemşehrileri olanMehmed Dede’yi ve fakiri görünce sevindiler. Fakir, birkaç hediye alıp, bir kısmını götürmeleri için hemşehrisi olan hacılara emânet etti. Vedâlaşarak ayrıldılar. Aynı şekilde bir anda Mekke-i mükerremeden Bursa’ya geldiler. Fakir, getirdiği bâzı hediyelerle eve gelince, hanımı, birkaç gündür eve gelmeyen kocasını eve almak istemedi ve; “Sen beni boşamadın mı? Hangi yüzle bana hediye getirerek eve giriyorsun?” dedi. Kocası da; “Hanım ben hacdan geliyorum. İşte bu getirdiklerimi de Mekke’den aldım.” dediyse de, kadın; “Bir de yalan söylüyorsun. Üç-beş gün içinde hacca gidilip gelinir mi? Seni mahkemeye vereceğim.” dedi. Kâdıya giderek durumu anlattı ve; “Nikâhımızın feshedilmesini istiyorum. Çünkü nikâhsız yaşamayı dînimiz yasaklamaktadır. Bu sebeple haram işlemek istemiyorum.” dedi. O sırada Bursa kâdılığına Azîz Mahmûd Hüdâyî bakıyordu. Kâdı, hanımın kocasını mahkemeye çağırtarak onu da dinledi. Fakir, hacca gittiğini, Kâbe-i muazzamada tavâf edip, ziyâret edilecek yerleri gezdiğini, Bursalı hacılarla görüşüp, getirmeleri için emânet eşyâ verdiğini iddiâ etti. Bu sebeple boşanmanın vâki olmadığını söyledi. Fakir, Mehmed Dede’yi şâhid gösterdi. Mehmed Dede de; “Şeytan, Allahü teâlânın düşmanı olduğu hâlde, bir anda dünyânın bir ucundan bir ucuna gittiği kabûl edilir de, bir velînin bir andaKâbe’ye gitmesi niçin kabûl edilmez?” dedi. Kâdı hayret ederek, mahkemeyi diğer hacıların geleceği günlerden birine tehir etti. Aradan günler geçti. Bursalı hacılar hacdan döndüler. Mahkeme gününde de, şâhid olarak fakirin hac vazifesini yaptığını, hattâ emânet verdiği şeyleri getirdiklerini bildirdiler. Kâdı, şâhidlerin verdiği ifâde ile, dâvâcı hanımın nikâhı feshetme isteğini reddetti. Böylece, boşanma hâdisesi olmadı.

      Kâdı Azîz Mahmûd Hüdâyî Efendi, bu hâdisenin günlerce etkisinden kurtulamadı. Nihâyet Eskici Mehmed Dede’nin yanına gidip; “Beni talebeliğe kabûl buyurmanız için gelmiştim.” deyince, o da; “Nasîbiniz bizden değil, Üftâde’dendir. Onun huzûruna giderek mürâcaatınızı bildirin.” dedi. Kadı, evine gitti. Hizmetçisine atının hazırlanmasını emretti. Kendisi de sırmalı kaftanını ve sarığını giyerek, hazırlanan atına bindi. Yanına seyisini de alıp, Üftâde hazretlerine gitmek üzere yola çıktı. Bugünkü Molla Fenârî Câmiinin doğu tarafındaki sokağa geldiğinde, atının ayaklarının, bileklerine kadar kayalara saplandığını gördü. Bütün uğraşmalarına rağmen atı ileri süremedi. (Bu kayanın Üçkuzular semtinde olduğu da söylenmektedir.) Atından indi. Sırmalı kaftanıyla, Üftâde’nin dergâhına doğru yürüdü. Dergâha vardığında, eski bir hırka giyen ve bahçeyi çapalayan Üftâde hazretlerini gördü. Üftâde, gelenleri görünce doğruldu ve; “Ey Kâdı efendi! Herhâlde yanlış yere geldiniz. Burası yokluk kapısıdır, biz de, fakirlik kapısının kuluyuz. Hâlbuki sen varlık sâhibisin. Bu hâlde ikimiz bir araya gelip bağdaşamayız. Senin ilmin, malın, mülkün, şânın ve mâmur bir dünyân var. Bizim gibi kulların, Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyi yoktur.” buyurdu. Bu sözler, Kâdı Azîz Mahmûd Hüdâyî’ye o kadar tesir etti ki, gözlerinden iki sıra yaş döküldüğü hâlde; “Efendim! Her şeyimi mübârek kapınızın eşiğinde terk eyledim. Yeter ki, talebeniz olabilmekle ve hizmetinizi görmekle şerefleneyim. Her ne emrederseniz yapmaya hazırım.” dedi. Bu samîmî istek üzerine, Üftâde hazretleri tâne tâne buyurdu ki: “Ey Bursa kâdısı! Kâdılığı bırakacak, bu sırmalı kaftanınla Bursa sokaklarında ciğer satacaksın. Her gün de dergâha üç ciğer getireceksin!” Her şeyi bırakacağına, her emri yerine getireceğine söz veren Kâdı, derhâl kâdılığı bırakıp, ciğer satmaya başladı. Aldığı ciğerleri Bursa sokaklarında; “Ciğerci! Ciğerciiii!” diye bağırarak satıyordu. Bursalıların hayret dolu bakışlarına, kadınların ve çocukların alay etmelerine hiç aldırmıyordu. Onu görenler; “Bursa kâdısı Azîz Mahmûd Hüdâyî aklını oynatmış, tımarhânelik olmuş!” diyorlardı. Bu şekilde nefsini kırıp, rûhunu yükseltmek için her türlü alaya alınmaya katlanıyordu. Her akşam Üftâde’nin huzûruna geldiğinde, hocası; “Bugün ne yaptın, ciğerleri satabildin mi?” diye soruyor, o da, o günkü olup bitenleri anlatıyordu. Üftâde, bu şekilde yeni talebesinin nefsini kırıp terbiye ettikten sonra,Azîz Mahmûd Hüdâyî’yi, dergâhta helâ temizleme işinde çalışmak üzere vazifelendirdi. Onu husûsî sohbetleri ve teveccühleri ile yetiştirmek, evliyâlık makamlarında yükseltmek için uğraştı. Nefsini terbiyede, kısa zamanda diğer talebelerden çok ileri geçtiğini gördü. Üç sene sonra ona icâzet, diploma verdi. Yerine halîfesi, vekîli olduğunu bildirdi.

      Osmanlı Sultânı Üçüncü Murâd Hân ileÜftâde, bir gün sohbet ediyorlardı. Bir ara Üftâde, görünüşte lüzûmsuz bir takım el kol hareketleri yapmaya başladı. Mübârek yüzünün rengi, hâlden hâle giriyordu.Sonra eliyle bir yer sıvarmış gibi yaptı. Pâdişâh, âniden yapılan bu hareketlere önce bir mânâ veremedi. Sonra Üftâde’nin elinin siyahlaştığını görünce; “Efendi hazretleri! Niçin böyle hareketler yapmaya başladınız! Elinizin siyahlaşmasına sebep nedir?” diye sordu. O da; “Sultânım! Tebeanızdan bir balıkçı tayfası Karadeniz’in sularında balık tutuyordu. Tekneleri su alacak şekilde delindi. Bizden yardım istedikleri için biz de imdâdlarına yetişerek, teknelerini tâmir ettik. Bu sebeple elimiz karardı. Elhamdülillah müslümanların boğulmaktan kurtulmasına vesîle olduk.” buyurdu.

      Üftâde hazretleri bir gün talebeleriyle kıra gitti. Bir pınar başında oturup sohbete başladılar. Vakit ilerlemişti. Talebelerin bâzıları acıktıklarından; “Hocamız müsâade etse de bir yemek yesek.” diye gönüllerinden geçirdiler. Onların bu düşüncelerini anlayan Üftâde; “Yâ Rabbî! Bu talebelerime bir sini yemek ihsân eyle!” diyerek içinden duâ etti. O anda ortaya, getireni görünmeyen bir sini yemek kondu. Üftâde, talebelerine; “Haydi evlâtlarım, yemeklerimizi yiyelim.” buyurdu. Besmele çekilerek yemek yendikten sonra, sini âniden kayboldu. İleri gelen talebelerinden Kemâl Dede; “Sini, suyun içine girdi!” diyerek sininin peşinden suya girmeye başladı. Üftâde; “Suyun içine sakın girme!” diyene kadar, Kemâl Dede suyun içinde eli kılıçlı iki kişinin kendisine doğru hücûm ettiğini gördü. Hızla sudan çıkarak hocasının yanına koştu. Hâdiseyi görenler şaşırıp kaldılar.

      Bir günÜftâde hazretlerine bir kadın gelip; “Efendim! Bir oğlum vardı. Hiçbir suçu olmadığı hâlde iftirâcıların şikâyeti ile hapse attılar. Hakkımızı arayacak kimsemiz yok. Ne olur bir duâ buyurun da, oğlumun suçsuz olduğu anlaşılsın.” dedi. Bunu derken, kadının iki gözünden çeşme gibi yaş akıyordu. Kadının bu hâline dayanamayan Üftâde, ellerini açarak Allahü teâlâya duâ etti. Kadına dönerek; “Evinize gidebilirsiniz.” buyurdu. Kadın, merak içinde eve geldiğinde, oğlunun evde oturduğunu gördü. Oğlunun hasretiyle yanan kadın, evlâdına sarılıp gözlerinden öptü ve; “Yavrucuğum! Seni hapishâneden nasıl oldu da bıraktılar?” deyince, oğlu; “Ben de nasıl olduğunu bilemiyorum. Hapishânede otururken, bir anda bir el beni evimize koydu. Şaşırıp kaldım.” dedi. Kadın, bunun Üftâde hazretlerinin bir kerâmeti olduğunu anladı.

      Üftâde hazretleri, bir gün katırına binmiş evine giderken, önüne ihtiyâr bir zât çıkıp, borçlu olduğunu, yaşlılık sebebiyle çalışamadığını, bu sebeple de borcunu veremediğini bildirdi. Sonra da bir miktar para istedi. Üftâde, adamın hâline acıdı ve; “Kimseye söylemezsen borcunu vereyim.” buyurdu. Adam söz verince, Üftâde; “Şu taşı kaldır ve altındakileri al!” dedi. Adam taşı kaldırdı. Altındaki bir miktar parayı görünce, hayret ederek hepsini cebine doldurdu. Üftâde hazretlerine teşekkür ederek ayrıldı. Parayı saydığında, tam borcu kadar olduğunu gördü. Alacaklıya gidip borcunu verdikten sonra, tamâh ederek tekrar o taşın yanına geldi. Büyük bir heyecanla taşı kaldırdığında, hiçbir şey bulamadı. Bu işin, Üftâde’nin bir kerâmeti olduğunu anladı. Huzûruna giderek talebesi olup, sohbetiyle şereflendi.

      Bir gün Yalova’dan İstanbul’a bir gemi gidiyordu. İstanbul’a yaklaştıkları sırada, şiddetli bir rüzgâr esmeye, dalgalar gittikçe büyümeye, gemiye şiddetle vurmaya başladı. Dalgaların vuruşundan tahtalar gıcırdıyordu. Gemi, koca denizde bir o tarafa, bir bu tarafa yalpalıyor, devrilecek gibi oluyordu. Yolcular ne yapacaklarını şaşırdılar. Herkes geminin bir tarafına birikince, tehlike daha da büyüdü. Kaptan, yolcuları teskîn etmeye çalışıyor ve herkesin yerinde oturmasını tavsiye ediyordu. Herkes birbiriyle helâlleşiyor ve şimdiye kadar işlediği günahlarına tövbe ediyordu. Bâzıları da, kurtulmaları için adakta bulunuyordu. Yolcuların arasındaki bir genç, Fâtiha-i şerîfe ve İhlâs sûrelerini okuyarak, hâsıl olan sevâbı; Peygamber efendimizin, Eshâb-ı kirâmın, evliyânın, âlimlerin ve zamânın velîlerinden Üftâde hazretlerinin rûh-ı şerîflerine hediye etti. Sonra da; “Yâ hazret-i Üftâde! Himmetinizi, yardımınızı istirhâm ediyorum.” dedi. O anda, uzaklardan bir karaltı peydâ oldu. Yaklaştıkca, bunun bir insan olduğunu, suyun üzerinde süratle kendilerine doğru geldiğini gördüler. Onun yürüdüğü yerlerde dalgalar hemen sâkinleşiyordu. Nihâyet o zât geminin yanına geldi ve gemiyi eliyle bir mikdâr tuttuktan sonra, geminin önünden yürümeye başladı. Yürüdüğü yerlerde deniz durgunlaşıyordu. Bir müddet sonra gözden kayboldu. Kaptan, o kimsenin su üzerinde gittiği istikâmete göre, geminin dümenini ayarladı. Bir müddet sonra, selâmetle sâhile vardılar. Herkes bu hâdise karşısında şaşırıp kaldı. Sâdece o delikanlı şaşırmamıştı. Yolcular sâhile çıktıklarında, bir kimse karşılarına çıkıp onlara; “Ey yolcular! Üftâde hazretlerinin selâmı var. Sağ olduğum müddetçe, bu sırrı kimseye söylemesinler diye bana emretti.” dedi.

      Bir kış günü akşamı,Üftâde hazretleri talebelerini toplamış sohbet ediyordu. Bir ara; “Dostlarım! Canımız tâze üzüm istedi. Acaba bulmak mümkün müdür?” buyurdu.Talebeler içlerinden; “Bu kış günü, bu karda tâze üzüm olur mu?” diye düşünürlerken, Azîz Mahmûd Hüdâyî de kendi kendine; “Mâdemki bu sözü hocam söyledi, mutlakâ bunda bir hikmet vardır.” diye düşünerek ayağa kalktı ve; “Efendim! Müsâade ederseniz bendeniz getireyim.” dedi.Müsâade edilince sepeti aldığı gibi Bursa’nın Çekirge mevkiindeki bağa gitti.Bağ, karlar altında idi. Bir asma çubuğunun üzerinden karları temizlediğinde, salkım salkım üzümler gördü. Bunun hocası Üftâde’nin bir kerâmeti olduğunu anlayıp, üzümleri sepete koymaya başladı.Asmadaki üzümler bittiğinde, sepet de ağzına kadar dolmuştu. Sepeti omuzuna alarak dergâha doğru yürüdü. Hızlı hızlı yürürken, birden ayağı kaydı ve bir çukura düştü. Çukur derin olduğundan, çıkmak için çok uğraştıysa da başaramadı.Çâresiz kalınca hocası Üftâde’den yardım istemek hatırına geldi ve içinden; “İmdât! Yâ mübârek hocam!” der demez, çukurun başından bir ses; “Ey Mahmûd! Uzat elini de yukarı çekeyim.” dedi. Bu sesin sâhibine baktı, fakat tanıyamadı. Çukurun başındaki kimsenin kendisine gülümsediğini gördü. Utanarak elini uzattı. Yukarı çıktığında o kimseyi göremez oldu. Yine sepeti omuzuna alarak dergâha doğru süratle gitti. Hocasının huzûruna vardığında sohbet devâm ediyordu. Omuzunda üzüm dolu sepeti gören talebeler şaşırıp kaldılar. Üftâde hazretleri, yardım edeninHızır aleyhisselâm olduğunu söyledi. Talebeler hocaları Üftâde’nin, Allahü teâlânın katında yüksek bir velî olduğunu ve Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin hocalarına olan teslîmiyetini bir kere daha anladılar.

      Bir gün Üftâde, talebeleriyle kıra çıkmıştı. Talebeler hocalarına takdim etmek üzere, çiçeklerden demet yaparak huzûra getirdiler. Herkesin çiçeğini kabûl eden Üftâde, Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin getirdiği kırık saplı çiçeği görünce; “Evlâdım! Bütün arkadaşların demet demet çiçek getirdikleri hâlde, sen niçin sapı kırık bir çiçek getirdin?” diye sordu. Hüdâyî de; “Efendim, zât-ı âlinize ne takdim etsem azdır. Fakat hangi çiçeği koparmak için eğilsem, o çiçeğin; Allahü teâlâyı zikrettiğini gördüm. Ancak, bu gördüğünüz sapı kırık çiçeğin zikredemediğini görünce, onu size getirdim. Kusûrumu bağışlamanızı istirhâm ederim” dedi. Bu cevap, Üftâde hazretlerinin çok hoşuna gitti ve Azîz Mahmûd Hüdâyî’ye hayır duâlarda bulundu.

      Muhammed Üftâde hazretleri, 1581 (H.989) senesinde Bursa’da hastalandı. Talebelerini başına toplayıp, onlara son nasîhatlerini yaptıktan sonra, Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Sağlığında kendi yaptırdığı câminin bahçesine defnedildi. Mezarının üzerine türbe yapıldı. Sandukasının başucundaki levhada şu şiir yazılıdır:

      Bâğ-ı aşkın andelibi, hazret-i Üftâde’dir.
      Dertli âşıklar tabîbi, hazret-i Üftâde’dir.

      Vâsıl-ı kâmil odur, tevhîd-i Zâta şübhesiz,
      Gösteren râh-ı Hüdâyı hazret-i Üftâde’dir.

      Eyleyen rûhundan istimdâd erişir matlûba,
      Halleden her müşkilâtı, hazret-i Üftâde’dir.

      Sıdkile ol Hüdâî eşiğinde dâimâ,
      Bil hakîkat kutb-ül-aktâb hazret-i Üftâde’dir.

      Üftâde’nin; Hutbe Mecmûası ve Dîvân adlı iki eseri vardır.

      Üftâde hazretlerinin yazdığı ve halk arasında meşhûr olan bir şiiri:

      Hakka âşık olanlar,
      Zikrullahtan kaçar mı?
      Ârif olan cevheri,
      Boş yerlere saçar mı?

      Gelsin mârifet olan,
      Yoktur sözümde yalan,
      Emmâreye kul olan,
      Hayr ü şerri seçer mi?

      Gerçek bu söz yârenler,
      Gördüm demez görenler,
      Kerâmete erenler,
      Gizli sırrın açar mı?

      Üftâde yanıp tüter,
      Bülbüller gibi öter,
      Dervişlere taş atan,
      Îmân ile göçer mi?

      MESNEVÎ OKUT

      Üftâde hazretleri, dergâhta talebelere ders verdiği zamanlarda, bir gece rüyâsında Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’yi gördü. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî buyurdu ki: “Talebelere bizim Mesnevî’den de okutunuz!” O da; “Farsçayı bilemiyorum.” deyince, Mevlânâ hazretleri; “Sen başla bir kere, Allahü teâlâ yardım eder.” buyurdu. Ertesi sabah, hiç Fârisî bilmediği hâlde, kırk yıldır Farsça tahsîli görmüş gibi Mesnevî’den vâz ve nasîhat vermeye başladı.

      BURSA’DAN KÂBE’Yİ SEYRETTİ

      Bir ikindi vaktinde, MuhammedÜftâde’nin yanına yaşlı bir kimse geldi. “Efendim! Bu sene çocuklarımla birlikte hacca gitmiştik. Vazifelerimizi yaptıktan sonra, maddî gücüm olmadığı için onları getiremedim. Yanlarına bir mikdar para bıraktıktan sonra, kendim geldim. Eğer onları buraya getirmek mümkünse, getirmenizi istirhâm edecektim.” diye yalvardı. Üftâde de; “Sağlığımda kimseye söylemezseniz getirelim.” buyurdu. Hacı da söylemeyeceğine söz verince, Üftâde hazretleri adamın yönünü kıbleye doğru çevirdikten sonra; “Şimdi bakınız! Kâbe-i muazzamanın yanındaki namaz kılan şu kimseler hanımın ve çocukların değil mi?” buyurdu. Adam hayretle binlerce kilometre uzakta bulunan Kâbe’nin yanındaki çocuklarını gördü. Üftâde, namaz kılan çocuklara hitâb ederek; “Annenizle birlikte, Harem-i şerîfin dışındaki deveye binip acele geliniz!” buyurdu. Çocuklar, namazlarını bitirir bitirmez annelerini aldılar ve dışarı çıktılar. Dışarda bir devenin beklediğini gördüler. Üçü birden deveye binip Bursa’ya doğru sürdüler. Devenin her adımı, gözün görebildiği uzaklığı katediyordu. Kısa bir zaman sonra deve, çocuklarla birlikte yanlarına geldi. Üftâde, deveye bir şeyler söyleyince, birden kayboldu. O, hacıya da; “Bunu sakın kimseye söyleme!” diye tekrâr tenbih eyledi.

    357. Merkez Efendi.Hz.Leri ( 22.10.1462)- (12.11.1550)
      Osmanlılar zamânında İstanbul’da yetişen büyük velîlerden. İsmi Mûsâ olup, Merkez Muslihuddîn lakabıyla meşhûr oldu.Denizli’nin Sarhanlı köyünde, 1463 (H.868) senesinde doğdu. 1551 (H.959) senesinde İstanbul’da vefât etti.

      Mûsâ Efendi, küçük yaşlarda ilim öğrenmeğe başladı. Kuvvetli bir zekâsı ve ilim öğrenmeye aşırı bir hevesi vardı. Önce kendi memleketinde, sonra Bursa ve İstanbul’daki medreselerde tahsîl yaparak; tefsîr, hadîs, fıkıh ve tıb ilminde yetişti. Kâdı Beydâvî Tefsîri’nin büyük bir kısmını ezberledi. Medrese tahsîline devâm ettiği sıralarda tekkelere gidip, oralardaki âlimlerin sohbetlerine katılırdı. Onların feyz ve bereketlerine kavuştukça, rûhunda bir rahatlama, nefsinde bir ezilme olduğunu görerek sevinirdi. Otuz yaşına geldiğinde, medrese tahsîlini bitirdi. Çevresinde sayılan bir âlim oldu. İlimdeki yüksekliğini, zamânının âlimleri tasdîk ettiler. Nitekim, Şeyhulislâm Ebüssü’ûd Efendi’nin hürmet ve muhabbetini kazandı.
      Mûsâ Efendi, Koca Mustafa Paşa’daki bir tekkede şeyhlik yapan Sünbül Sinân hazretlerinin şöhretini işitti. Fakat bâzı kimselerin onun hakkında yaptıkları dedikodular sebebiyle, bir türlü gidip sohbetine katılamamıştı. Bir gün rüyâsında Sünbül Efendinin, kendi evine geldiğini gördü. SünbülEfendiyi içeri koymamak için hanımı ile kapının arkasına pek çok eşyâ dayadılar ve üzerine de oturdular. FakatSünbül Efendi kapıyı zorlayınca, kapı arkasına kadar açıldı ve arkasındakiler yere yuvarlandı. Bu sırada uyanan Mûsâ Efendi, yaptığı hatâyı anladı ve sabahleyin Sünbül Sinân hazretlerinin huzûruna gitmeye karar verdi. Sabahleyin Sünbül Sinân’ın câmiine gidip vâz ettiği kürsînin arkasına o görmeden oturdu. Sünbül Sinân, vâz esnâsında Tâhâ sûresinin bâzı âyet-i kerîmelerini tefsîre başladı.Tefsîrden sonra; “Ey cemâat! Bu tefsîrimi siz anladınız. Hattâ Mûsâ Efendi de anladı.” buyurdu.Sonra aynı âyet-i kerîmeleri daha yüksek mânâlar vererek tefsîr ettikten sonra tekrâr; “Ey cemâat! Bu tefsîrimi siz anlamadınız, Mûsâ Efendi de anlamadı.” buyurdu. Mûsâ Efendi, hakîkaten bu anlatılanlardan bir şey anlamamıştı. Sünbül Sinân hazretleri, o gün Tâhâ sûresini yedi türlü tefsîr etti. Mûsâ Efendinin kürsî arkasında olduğunu, zâhiren görmediği hâlde anlamıştı.
      Vâz bitti, namaz kılındı, herkes câmiden çıktı. Sâdece Sünbül Efendi kalınca, Mûsâ Efendi huzûruna varıp elini öptükten sonra af diledi. Sünbül Efendi de: “Ey Muslihuddîn Mûsâ Efendi! Biz seni genç ve kuvvetli bir kimse sanırdık. Meğer sen de hanımın da çok yaşlanmışsınız. Akşam bizi kapıdan içeri sokmamak için gösterdiğiniz gayrete ne dersiniz? Fakat neticede kapı açıldı ve ikiniz de yere yuvarlandınız!” buyurunca, Mûsâ Efendi iyice şaşırdı. Pek çok özürler dileyerek ağlamaya başladı, affının kabûlü ve talebeliğe alınması için istekte bulundu. Sünbül Efendi, onu kabûl ettiğini, dergâhta hizmete başlamasını söyledikten sonra; “Artık Allahü teâlânın zâtı ve sıfatları hakkında mârifet sâhibi olmak zamânıdır.” buyurdu.
      Bundan sonra Mûsâ Efendi hergün Sünbül Sinân’ın dergâhına gelip, ondan ders almağa ve hizmete başladı. Bir gün Sünbül Efendi, sohbet esnasında Mûsâ Efendiye; “Âlemi sen yaratsaydın, nasıl yaratırdın?” diye sordu. Mûsâ Efendi; “Bu mümkün değil! Ama mümkün olsaydı, her şeyi merkezinde bırakırdım. Âlem öyle bir tatlı nizâm içinde ki, buna bir şey ilâve etmek veya bir şeyi eksiltmek düşünülemez.” dedi. Sünbül Efendi bu cevap üzerine; “Âferin Mûsâ Efendi! Demek her şeyi merkezinde bırakırdın. Öyleyse bundan sonra ismin Merkez Muslihuddîn olsun.” dedi. Böylece Mûsâ Efendi, Merkez Efendi ismiyle meşhur oldu.

      Sünbül Efendinin sohbetleri ile pişerek, teveccühleri bereketiyle mânevî dereceleri katetti. Pek zekî olan Merkez Efendi, hocasının terbiyesi altında riyâzet ve mücâhedeler yaparak, yâni nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapmak sûretiyle, kısa zamanda tasavvufta yüksek derecelerin sâhibi oldu. Hocasının kendisine icâzet, diploma verdiği sıralarda, Aksaray’da Kovacı Dede dergâhına hoca tâyin edildi. Kısa sürede, dergâh talebelerle dolup taştı.Merkez Efendinin nâmı her tarafa yayıldı. MerkezEfendi, hocası Sünbül Sinân’ın kızı Rahime Hâtun ile evlenmek isteği olduğunu bildirince, Sünbül Efendi; “Bir deve yükü altın getirebilirseniz kızımızı veririz.” dedi. Merkez Efendi, bir devenin üzerine iki çuval toprak doldurdu. Devenin yularını çekerek Sünbül Efendinin kapısına getirdi. Çuvalları kapıda boşalttığında, çuvaldan toprak yerine çil çil altınlar döküldü. Sünbül Efendi ve çocukları, altınlara dönüp bakmadılar bile. Fakat hocası Merkez Efendiye; “Ey Mûsâ Efendi! Maksadımız altın değildi. Evdekilerin de derecenin yüksekliğini anlamalarıydı. İmtihânı kazandın.” buyurdu. Sünbül Efendi, çok sevdiği kızı Rahime Hâtun’u, yine çok sevdiği talebesi Merkez Efendiye nikâh etti ve evlendirdi.

      Düğünden birkaç gün sonra, Sünbül Efendi, kızı Rahime Hâtun’un evine gitti. Evde kızı yemek yapıyordu. Fakat ocakta, odun yerine parmaklarından çıkan alevle yemeğini pişiriyordu. Kızının bu hâlini hayretle gören Sünbül Efendi; “Rahimecik ne yapıyordun?” diye sorunca; “Talebelere çorba pişiriyordum” cevabını verdi.

      Yavuz Sultan Selîm Hânın kızı Şâh Sultan, zevci Sadr-ı âzam Lütfi Paşa ile Yanya’dan İstanbul’a gelirken, yolda eşkıyânın baskınına uğradı. Bu kötü durumdan nasıl kurtulacaklarını düşünürlerken, o anda Allahü teâlânın izni ile, zamânın evliyâsından Merkez Efendi karşılarına çıkıverdi. Önceden orada olmadığı hâlde, bir anda karşılarına dikilen Merkez Efendiyi gören haydutlar, şaşkına döndüler. Eşkıyâ reisi, Merkez Efendinin heybeti karşısında selâmeti kaçmakta buldu. Diğerleri de kaçıp orayı terkettiler. Eşkıyânın ortadan çekilmesiyle Merkez Efendi de bir anda kayboldu. Bu hâli hayretle seyreden Lütfi Paşa ve zevcesi Şâh Sultan, Merkez Efendiyi tanımışlardı. Şâh Sultan, Merkez Efendinin bu kerâmetinden dolayı, İstanbul’da Eyüb Bahariye’de onun adına bir câmi ve yanına medrese yaptırdı. Merkez Efendiyi buraya tâyin ettiler. Bir müddet orada talebe yetiştiren Merkez EfendiyeKânûnî Sultan Süleymân Hân, Topkapı surlarının dışında yaptırdığı tekkede vazîfe verdi. Burada da aynı hizmete devam eden Merkez Efendi, Kânûnî Sultan Süleymân Hânın annesinin isteği ve Sünbül Efendinin tenbihi üzerine Manisa’ya gitti. Vâlide Sultanın Manisa’da yaptırdığı imâretin yanındaki dergâhta hocalık yaptı. Tıb bilgisi kuvvetli olan Merkez Efendi, Manisa’da bulunduğu sırada kırk bir çeşit baharattan meydana gelen bir mâcun yaptı. Bu mâcunu hastalar yiyerek şifâ bulurdu. İlkbaharda yetişen çiçeklerden de istifâde edilerek yapılan bu mâcunu almak için, çevre kasabalardan gelirlerdi. Mesîr mâcunu diye şöhret bulan bu mâcun, şimdi de yapılmaktadır.

      Merkez Efendi, talebelerini iyi yetiştirmek için çok gayret gösterirdi. Onları hem zâhirî ilimlerde, hem de tasavvufta yükseltmek için, bâtın, kalb ilimlerini öğretirdi. Onların nefslerini terbiye için riyâzet ve mücâhedeler yaptırırdı. Çocuklara karşı çok şefkatliydi. Cebinde şeker, yemiş gibi şeyler bulundurur, çocukları gördüğü yerde dağıtarak onları sevindirirdi. Çocuklara buyururdu ki: “Benim için hayr duâ ediniz. Siz günâhsız, mâsumsunuz. Sizin duâlarınızı Cenâb-ı Hak da kabûl eder. Bu yüzü kara, sakalı ak ihtiyâr için duâ ediniz ki, kıyâmette yüzü ak olsun.” Çocuklar duâ edince de; “Yâ Rabbî! Bu mâsumların duâlarını red eyleme.” diye Allahü teâlâya yalvarırdı. Bütün hayvanlara karşı da çok merhametliydi. Merkebe suyunu verir, tavuklara yem atardı.

      Merkez Efendi, bülûğ çağına geldiği günden, ömrünün sonuna kadar, hiç cemâatsiz namaz kılmamıştır. Eğer öğle ve yatsı namazlarında cemâate yetişememiş ise, namazını kılmış olanlardan birkaç kimseye; “Hayâtımda hiç cemâatsiz farz namaz kılmadım. İmâm olayım da sizlerle namaz kılalım. Aynı namazı tekrar kılmanın zararı olmaz. Sonra kıldığınız nâfile olmuş olur.” buyururdu.Bir tarafa giderken, yolda bir çiftçiyi tarlasında çalışır görse, yanına varır ve; “Îmânı bilir misin? Namazın farzları hakkında mâlûmâtın var mı?” der, bilmiyorsa anlatır. “Mü’min ile kâfiri ayıran fark, namazdır” hadîs-i şerîfini naklederdi. Hayvanlara merhamet edilmesini, götürebilecekleri kadar yük yüklenmesini, aç bırakılmamalarını da tenbih ederdi. İşe başlarken; “Yâ Rabbî! Bütün müslümanlara faydalı olmak, çocuklarıma helâlinden rızk kazanmak için çalışıyorum.” diye niyet etmesini, böyle niyet ederse, her adımına sevap verileceğini ve günahlarının affolunacağını, yetiştirdiği mahsûlün herbir tânesinin boşa gitmeyeceğini, hepsinin fayda sağlayacağını ve mahsûlün uşrunu vermenin farz olduğunu anlatırdı. Bu şekilde, gördüğü insanlara mesleğiyle ilgili nasîhatler ederdi.

      İnsanlara vâz ve nasîhat verirken gözlerini kapayarak anlatırdı. Fakat orada olanları kalb gözü ile görürdü. Merkez Efendi Balıkesir’e gittiğinde, bir Cumâ günü namazdan sonra kürsiye çıkıp vâz etti. Halk, Merkez Efendiyi tanımadıkları için, pek iltifât etmediler. Vâzı dinlemeyip, teker teker câmiden çıkarak gittiler. Ve birbirlerine; “Halvetî yolunun büyüklerindenmiş.” diyorlardı. Herkes çıktıktan sonra, müezzin efendi elinde kapının anahtarı olduğu hâlde kürsînin yanına varıp, gözü kapalı olarak konuşan Merkez Efendiye; “Hoca efendi! Giderken câmiyi açık bırakma. Anahtarları buraya bırakıyorum. Çıkarken kitlemeyi unutma!” dedi. Merkez Efendi gözünü açmadan; “Müezzin efendi, sen de işine gidebilirsin. Bizim sohbetimizi siz dinlemiyorsunuz, fakat melâike-i kirâm dinlemektedirler.” buyurdu ve vâzına devâm etti. Biraz sonra câmiden gidenlerin hepsi geriye döndüler. O kadar çok insan toplandı ki, cemâati câmi almaz oldu.

      Merkez Efendi Manisa’da iken, Hocası Sünbül Sinân hazretleri 1529 (H. 936) da hastalandı. Vefâtından önce talebeleri; “Efendim! Sizden sonra kime tâbi olalım?” diye sordular. Onlara; “Taşradan ilk gelecek dostumuz yerimize geçecek.” buyurdu. Sünbül Sinân’ın vefâtından sonra, talebeler, merakla taşradan gelecek olan dostu beklediler. Bu sırada Manisa’da bulunan Merkez Efendinin gönlüne bir kor düşüp yollara düştü. Hocasının vefâtından on gün sonra İstanbul’a geldi. Sünbül Sinân’ın çok sevdiği talebelerinden Yâkub Germi-yanoğlu, Sünbül Efendinin yerine geçmiş, talebeleri okutmağa başlamıştı. Merkez Efendi, hocasının Koca Mustafa Paşa’daki dergâhına gitti. Dergâhta bulunan yeni talebeler Merkez Efendiyi tanımıyorlardı. Yâkûb Germiyanoğlu, Merkez Efendiyi kendi odasına dâvet etti. O gece Yâkûb Efendi, Sünbül Efendinin yerine kimin geçmesi lâzım geldiğini anlamak için istihâre namazı kılıp duâ etti. Rüyâsında, büyük bir meydana kalabalık bir meclis kurulmuş. Peygamber efendimiz de hazır bulunmaktaydı. Peygamber efendimizin karşılarında bir kürsî vardı. Kürsînin üzerinde de Merkez Efendi oturmakta ve “Tîn” sûresinin tefsîrini yapmaktaydı. Tefsîri yaparken, başındaki sarığın bâzan yeşil, bâzan siyah olduğunu gördü. Yanındakilere bunun mânâsını sorduğunda; “Yeşil renk, dînin zâhirî ilimlerinde, siyah renk de dînin bâtınî ilimlerinde kemâl mertebesindeki olgunluğa işârettir.” cevâbını verdiler. Ertesi gün Yâkûb Germiyanoğlu, talebeleri toplayarak rüyâsını olduğu gibi anlatınca, hepsi Merkez Efendiye tâbi olup, hocaları Sünbül Sinân hazretlerinin halîfesi kabûl ettiler. O günden sonra, talebeleri Merkez Efendi yetiştirmeğe başladı.

      Merkez Efendi bir gün dergâhın bahçesinde namaz kılarken, secdeye vardığı bir sırada, yerden bir ses işitti. Diyordu ki: “Ey Merkez Efendi! Yedi senedir yeryüzüne çıkmak için emrini bekliyorum. Beni bu hapishâneden kurtar. Zîrâ Allahü teâlâ, beni sıtma hastalığına şifâ olarak yarattı.” Merkez Efendi namazdan sonra talebelerine; “Burayı kazınız. Sıtmalılara şifâ olacak bir su çıkacak” buyurdu. Kazdılar, kırmızımtrak bir su çıktı. Kuyu hâline getirdiler. Niyet kuyusu ismi verilen bu kuyudan, sıtma hastaları su alır içerlerdi. Bu suyu içen hastalar, Allahü teâlânın izniyle şifâ bulurlardı.Merkez Efendi, senelerce o dergâhta talebelere ders vererek, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirdi. Zaman zaman İstanbul’un çeşitli câmilerinde halka vâz ve nasîhatlerde bulundu. Onun vâzında câmiler dolar taşar, oturulacak yer kalmazdı.

      Merkez Efendinin ömrü, hep ibâdet etmekle, insanlara hakkı, doğruyu anlatmakla, Ehl-i sünnet îtikâdını yaymakla, hayr ve hasenât yapmakta halka ön ayak olmakla, fakir ve zayıfları himâye etmekle geçti. 1551 (H.959) senesi Rebî’ul-âhir ayının on yedisine rastlıyan Perşembe günü, talebelerine son vasiyetini yaptıktan sonra, Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Cenâzesini Şeyhulislâm Ebüssü’ûd Efendi yıkadı. Cumâ günü Fâtih Câmiinde, misli görülmemiş bir kalabalık toplandı. Ebüssü’ûd Efendi cenâze namazını kıldırdı. “Dünyâda bu kimseyi riyâsız olarak görmüştük.” dedi. Sonra, kabrine götürülmek üzere omuzlarda taşınmağa başlandı. Herkes, bu âlim ve velîye hizmet edip, âhirette şefâatine kavuşmak aşkıyle tabutu taşımak için birbirleriyle yarışıyordu. Öyle ki, bâzan kalabalıktan sıkışan, güç durumlara düşenler bile oluyordu. Kalabalığın çok olması sebebiyle, uzun bir sürede, Topkapı surlarının dışında Kânûnî Sultan Süleymân Hânın vâlidesi nâmına yaptırdığı tekkedeki kabrine Ebüssü’ûd Efendinin bizzat kendi eliyle defnedildi.Merkez Efendinden sonra, yerine oğlu ve halîfesi Ahmed Efendi talebe yetiştirmeye devâm etti.

      ISMARLAMAYINCA GELMEZSİN
      Mısır defterdarlığından emekliye ayrılan Dehânîzâde’nin babası Kâtip Mehmed Çelebi anlattı: “Sünbül Sinân Efendi benim hocamdı. O vefât ettikten sonra üç sene, halîfesi olan Merkez Efendiye hiç gitmemiştim. Bir gece rüyâmda hocam Sünbül Efendiyi gördüm. Buyurdu ki: “Mehmed Efendi! Niçin gaflet edip Merkez Efendiye teslim olmazsın? O benden daha üstündür. Hemen var, eksik kalan eğitimini tamamla!” SabahleyinMerkez Efendinin huzûruna gittim. Beni görünce; “Ismarlamayınca gelmezsin. Fakat benden üstündür deyince gelirsin. Hâlbuki hocamızın benden üstündür demesinin sebebi, senin hakkımdaki kötü zannını bertaraf etmek içindir. Yoksa kıyâmet gününde yüksek hocamızın sancağı altında haşrolmayı ümîd ederiz.” dedi. Şaşırdım kaldım ve tövbe edip talebesi oldum.”
      Çilehane

      Türbenin hemen arkasında 15-20 basamaklı bir merdivenle inilen çilehane, bir 30 metrekarelik bir kuyu üzerine oturtulmuş küçük bir kapı ve benekli penceresinden başka birşeyi olmayan bir barakadır. Kırmızı balıkların yüzdüğü havuz çevresini dolanan dar bir yol barakayı kuşatır.

      Çilehane ön tarafında parmaklıkla çevrili 8 ince sütuna dayalı ahşap tavanlı bir şadırvan ve etrafında iki kilitli kuyu vardır. Bütün bu bölümlerin etrafı mezarlıktır. Mithat Paşa, Sabahattin-Rahmi ve H.Eyüboğlu kardeşler, Halil Nadaroğlu, Tahsin Öz, Tevfik Kut, Mükremin Halil Yinanç, Atatürk’ün hafızı Yaşar Okur burada medfundur.

      Külliyenin hamamı camiden 200 m uzaktadır. İç kapısının sağındaki bölmenin üzerinde Merkez Efendi’nin burada yıkandığı yazmaktadır.

      Cami avlu kapısından girmeden solda eskiden çocuk kütüphanesi olan Abdülbaki Paşa darülkurrası vardır. Burası küçük bahçesinde paşanın mezarı olan kubbeli taş yapıdır. Araba trafiğinin kütüphane tarafından kapatılmasıyla bu küçük meydanda tıp şenlikleri düzenlenmektedir. Kütaphanenin yan tarafındaki üç katlı ahşap bina metruktur, yanındaki yeni yapılar Kuran kursu ve talebe yurdudur.

      1) Şakâyik-ı Nu’mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.522
      2) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1109
      3) Kâmûs-ul-A’lâm; c.6, s.4265
      4) Tezkire-i Halvetiyye (Süleymâniye Kütüphânesi ) Sefînet-ül-Evliyâ; c.3, s.268
      6) Lemezât; s.236
      7) Hadîkat-ül-Cevâmi; c.1, s.257
      8) Tuhfet-ül-Mücâhidin; (Nûruosmâniye-2293); v.538 a
      9) İslâm ÂlimleriAnsiklopedisi; c.14, s.197

    358. AZÎZ MAHMÛD HÜDÂYÎ HAZRETLERİ
      (1541-1628)

      Osmanlı devri İstanbul velîlerinin büyüklerindendir. Asıl adı Mahmûd’dur. “Hüdâyî” ismi ve “Azîz” sıfatı kendisine sonradan verilmiştir. Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’nin neslinden olup, “seyyid”dir. Bunu ilâhîlerinin birinde:

      Ceddim ü pîrim sultan
      Sensin yâ Resûlallâh

      diyerek kendisi de ifâde eder.
      Koçhisar’da doğmuş, çocukluğu Sivrihisar’da geçmiştir.
      O, bir asra yakın ömür sürmüş ve sekiz pâdişâh devrini idrâk etmiş bir gönül sultanıdır. Asrında, gerek eserleri, gerekse sohbet, irşâd, vaaz ve nasîhatleri ile ümmet için bir feyiz kaynağı olmuştur.
      İlim, tasavvuf ve edebiyat sahalarında parlak bir hüviyete sahip bulunan Hüdâyî Hazretleri, mâneviyat rehberleri arasında müstesnâ bir mevkii hâizdir. O, kuruluş yıllarında Şeyh Edebali Hazretleri’nin yapmış olduğu kıymetli irşâd, hizmet ve faâliyeti, aynı aşk, vecd ve heyecanla yürütebilen nâdir bir mânevî şahsiyettir. Allâh rızâsı istikâmetinde ihlâs, samîmiyyet ve gayret üzere hareket eden Hüdâyî Hazretleri, sahip olduğu zâhirî ve bâtınî liyâkat sebebiyle de hem pâdişâhların hem de bütün teb’anın sevdiği bir Hakk dostu olarak tebârüz etmiştir.
      Osmanlı’nın yükselişten yavaş yavaş duraklamaya doğru seyir takip eden bir devrinde yaşayan Hüdâyî Hazretleri, bir yandan sultanlarını âdil, gayretli ve mâneviyat bakımından zinde olmaları için büyük himmetler sarfetmiş, bir yandan da birtakım kargaşadan bunalan devlet ricâlinin ve halkın gönül yaralarını âdetâ hâzık bir hekim gibi sarmasını bilmiştir. Bundan dolayı hemen herkes, onun sohbet, irşâd ve hizmet sofrasına koşarak ferahlamış; dergâhı, bir seâdet ve gönül mekânı olmuştur.
      Gerçekten onun devri, seâdetle felâketin birbirini takip ettiği çileli bir zamana rastlamaktadır. Zîrâ siyâsî bakımdan gittikçe artan ve ictimâî bünyeyi de son derece sarsan çalkantılar, bu devirde görülmeye başlamıştır. Askerdeki disiplin ve nizamın sarsılıp bozulmasının fecî bir surette II. Genç Osman’ı katletme derecesine ulaştığı ve IV. Murâd’ın tahtının önünde sadrazamı Hâfızlarının tahta bile bulaşmış olduğu düşünülürse, o günlerin siyâsî ahvâli daha iyi anlaşılır.
      İşte böyle çalkantılı bir devirde İslâm tasavvufunun tesellî edici nefhasıyla Hakk’ın ve hakîkatin sesine çağıran Hüdâyî Hazretleri, dergâhına diğerlerine nazaran çok farklı bir hüviyet kazandırmıştır. Öyle ki, devlet idâresinde azl ve nefyedilen kimselerin ve cemiyette zuhûr eden anarşinin önünden kaçanların yegâne sığındıkları yer, onun dergâh-ı şerîfi olmuştur. Nitekim Halil Paşa, Dilâver Paşa ve Ali Paşa gibi zevât, başları her dara düştükçe bu dergâha sığınmışlardır. Bu yönüyle Hüdâyî Hazretleri’nin dergâh-ı şerîfi, kimsenin zarar ve ziyânının erişemeyeceği, günümüz tâbiriyle bir nevî dokunulmazlığı olan emîn bir mekân hüviyetine bürünmüştür. Denilebilir ki, o zamanlar Osmanlı mülkünde bu mekândan başka hiçbir dergâh, bu kadar nâil-i hürmet ve ihtirâm değildi.
      Burada Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin böyle bir makama hâiz oluşu ve sahip bulunduğu müstesnâ liyâkati elde edişinin nasıl tahakkuk ettiği üzerinde hâssaten ve dikkatle durmak gerekir. Zîrâ onu bu kemâle ulaştıran metod, aynı yolda yürüyenlere müstesnâ bir nümûne-i imtisâldir.
      Hüdâyî Hazretleri, talebelik yıllarında ciddî bir ilim tahsîli yanında tasavvufî bir alâka ile gönül âlemini de az-çok yoğurmuştu. Gayret ve çalışkanlığı sebebiyle de medresede kendisiyle husûsî bir şekilde ilgilenen hocası Nâzırzâde’nin muîdi olmuştu. Sonraki yıllarda hocası Nâzırzâde ile birlikte muhtelif kadılık vazîfelerinde bulundu. Son olarak da Bursa’ya tâyin edildiler. Hocası başkadı, kendisi de Ferhâdiye medresesinde müderrisliğin yanında Câmi-i Atîk mahkemesinde kadı nâibi oldu.
      Onun kâmil mânâda tasavvufa sülûk edip mârifetullâha nâil olması da işte bu zamana rastlar. Şöyle ki:
      Her türlü ilmî liyâkat ve makamına rağmen Hüdâyî Hazretleri, o zamanlar Bursa kadılığı vazîfesini yürüten Kadı Mahmûd Efendi adında sayısız kadıdan sadece biriydi. Birgün karşısına o güne kadar hiç rastlamadığı türden pek farklı bir dâvâ çıktı. İki gözünden sel gibi yaşlar akıtan bir kadıncağız, kocasından şikâyetle mahkemeye mürâcaat etmişti. Kendisini dinleyen Kadı Mahmûd’a şunları söyledi:
      “-Kadı Efendi! Kocam her sene hacca gitmeye niyet eder, fakat bir türlü fakirlikten dolayı gidemez. Bu sene de hacca gideceğim diye tutturdu. Hattâ: “-Eğer bu sene hacca gidemezsem seni boşayacağım!” dedi. Daha sonra kurban bayramına yakın ortalıktan kayboluverdi. Beş altı gün sonra da ortaya çıkıp hacca gidip geldiğini söyledi. Hiç böyle birşey olur mu? Kadı Efendi! Artık bu yalancı adamdan boşanmak istiyorum!..”
      Kadı Mahmûd Efendi, yapılan şikâyetin tahkîki için kadının kocasını çağırttı ve ona hanımının söylediklerinin doğru olup olmadığını sordu. Adam cevaben:
      “-Kadı Efendi! Hanımımın söyledikleri de doğrudur, benim söylediklerim de. Bilesiniz ki ben gerçekten hacca gidip gelmiş bulunmaktayım. Hattâ o mübârek beldelerde bazı Bursalı hacılarla da görüştüm ve kendilerine getirmeleri için birtakım hediyeler emânet ettim..” dedi.
      Kadı Mahmûd Efendi, şaşırdı:
      “-Bu nasıl olur efendi?!.” diye sordu.
      Adamcağız da anlatmaya başladı:
      “-Efendim, her sene olduğu gibi bu sene de hacca gidemeyince, büyük bir üzüntüyle Eskici Mehmed Dede’ye gittim. O da, benim elimi tutarak gözümü yummamı istedi. Gözümü açtığımda ise Kâbe’deydim!..” dedi.
      Böyle bir mânevî hâdiseye ilk defa şâhid olan Kadı Efendi, bunun mümkün olamayacağını söyleyerek adamın ifâdelerini kabul etmedi.
      Bunun üzerine hâlâ mukaddes topraklardaki rûhâniyet ve mâneviyat iklîminin taze hissiyâtı içinde olan adamcağız, saf, fakat mânidar bir cevapla haykırdı:
      “-Kadı efendi! Allâh Teâlâ’nın düşmanı olan şeytan bir anda bütün dünyâyı dolaşıyor da, Allâh dostu olan has bir kul niçin bir anda Kâbe’ye gidemesin?” dedi.
      Kadı Mahmûd Efendi de, bu cevabı gâyet mânidar bularak kararı Bursalı hacıların dönüşüne tehir etti. Bursalı hacılar döndüğünde de yaptığı tahkîkat neticesinde mes’eleyi olduğu gibi öğrendi ve büyük bir hayret ve şaşkınlık içerisinde dâvâyı iptal etmek zorunda kaldı.
      Fakat, yüreğine muammalı bir kor düşmüş, zihni karmakarışık olmuştu. Rûh ve irâde çağlayanı, sarhoş bir halde akmaya başladı. Ne yapacağını düşünürken gönlüne damlayan bir ilhâmla derhal Eskici Mehmed Dede’ye koştu. Hakîkat ve esrâr deryâsına dalabilmek için ona intisâb etmek istedi. Ancak Eskici Dede:
      “-Kadı Efendi! Nasîbiniz benden değil, zamanın mürşid-i kâmili Muhammed Üftâde Hazretlerindendir.” dedi.
      Bu defa Kadı Mahmûd, aynı niyet ve sâikle Üftâde Hazretleri’nin dergâhına yöneldi. Fakat hikmet-i ilâhî olarak dergâha yaklaştığında atının ayakları kayalara saplandı. O da, atından indi ve yürüyerek dergâha vardı. Pîr’in önünde el bağlayıp onun talebesi olmak istedi.
      Meşhûr Bursa kadısı Mahmûd Efendi’yi şaşaalı kaftanlar içinde gören Hazret-i Pîr, gelişen ahvâlden mânen haberdardı. Ancak Kadı Efendi’nin niyet ve samîmiyet derecesini iyice ölçmek istercesine talebeliğe hemen kabul etmedi:
      “-Gidin Kadı Efendi! Sizin şöhrete boğulmuş, mal ve makâm debdebesi içinde şaşaalı bir hayâtınız var. Bu kapı ise, yokluk kapısıdır. Zaten atınız bile buraya gelmek istemediğinden kayalara saplanmadı mı?” dedi ve dergâhın kapısına doğru yürüdü.
      Bir yandan şeyhin mânevî câzibesi, diğer yandan da gördüğü açık kerâmetler karşısında hayret vâdîlerinde dolaşan Kadı Mahmûd Efendi, hakîkati idrak etmişti. Kararı kesindi. Zîrâ nefs engelini aşıp vâsıl-ı ilâllâh olabilmesi için vakit geçirmeden artık böyle bir kapıya teslim olması zarûrî idi. Hemen şeyhin arkasından koşup boyun büktü ve:
      “-Efendim! İrâdesiz ve şaşkın bir vaziyetteyim. Adetâ dipsiz bir uçuruma düşer gibiyim. Ne olur bana himmet ve yardım elinizi uzatınız. Bu bîçâreyi talebeniz olmakla şereflendiriniz!” dedi.
      Bunun üzerine tebessüm eden Üftâde Hazretleri, talebelik için kadılık ve müderrisliği bırakması, elindeki bütün mal ve mülkü fakirlere dağıtması ve nefsini terbiye edebilmek için sıkı bir riyâzâta girmesi gibi üç büyük şart koştu. Çünkü nefsini tanıyıp terbiye etmesi zarûriydi. Kadı Mahmûd Efendi’nin can ü gönülden teslim olması ile de onu mürîdlerinin arasına dâhil eyledi1.
      Sonra da Kadı Mahmûd’un kalbindeki kesâfetin temizlenmesi için, yâni kadılık makamının kendisine verdiği gurur, kibir ve ucûbu imhâ etmek için sırtındaki kaftanıyla Bursa sokaklarında ciğer satmasını emir buyurdu. Ayrıca dergâhın helâ temizleyiciliği vazîfesini yapmasını istedi.
      Üftâde Hazretleri’nin huzûruna tam bir teslîmiyyet ve hâlisiyyet içinde gelen Kadı Mahmûd Efendi, üstadının emirlerine can ü gönülden tâbî oldu. Nefsâniyetini besleyen bütün dünyevî alâkalardan el çekti. Kendisini samîmiyetle mürşidinin talimatlarına râm ederek kısa zamanda büyük mesâfeler aldı. Öyle ki, O’nu sırtındaki süslü kaftanıyla ciğer satarken gören ahâlînin:
      “-Bizim kadı efendi, delirmiş gâlibâ!”
      “-Kadılığı bırakmış ama, kaftanını bırakamamış zavallı!.” şeklindeki sözlerine dahî aldırmadan üstadının verdiği vazîfeleri şevkle îfâya çalıştı.
      Böylece yüce bir olgunluğa hızlı bir şekilde yol almaya başladı. Şeyhinin gözünde ve gönlünde gittikçe kadr u kıymet sahibi oldu.
      Nefsindeki son varlık emâresini bertaraf etmesi ise, pek meşhurdur:
      Bir gün Kadı Mahmûd, helâ temizlemekle meşgulken, dışardan kulağına kadar gelen bir nidâ duydu:
      “-Ey âhâli! Duyduk-duymadık demeyin; şehrimize yeni kadı geliyor!..”
      O an gönlünü zayıf bulan nefsi, birden büyük bir vesvese fırtınası kopardı:
      “-Demek yerime yeni bir kadı geliyor!. Âh bîçâre Mahmûd, sen böylesine şerefli bir mesleği bıraktın da, tuttun helâ temizleyiciliği yapıyorsun! Söyle bakalım, bunca yıldır ne kazandın!” dedi.
      Nefsinin bu tehlikeli serkeşliği karşısında hemen toparlanan Kadı Mahmûd Efendi, büyük bir iç ürperişiyle hocasını hatırladı. Zîrâ ona kendisine şart koşulan emirleri yerine getireceğine dâir söz vermişti. Derhal tevbe ve istiğfâr ile nefsinin son derece tehlikeli vesvesesine şiddetli bir şekilde müdâhale ve mukâbele etti:
      “-Ey Mahmûd! Sen, nefsini ayaklar altına alacağına dâir üstâdına söz vermedin miydi? Nerede şimdi sözün? Söyle bu hâlin nedir?..”
      Ancak Kadı Mahmûd, bu hâle o kadar üzülmüştü ki, nefsinin iğfâline karşı birtakım azarlarla tavır koymak, gönlündeki pişmanlık ve teessürü teskîn etmedi. Hiç düşünmeden elindeki süpürgeyi bir tarafa fırlattı ve nefsine cezâ olarak helâ taşlarını sakalıyla temizlemeye karar verdi. Tam bu esnâda Üftâde Hazretleri kapıda göründü. Kadı Mahmûd’a mütebessim bir çehre, yumuşak bir ses ve latîf bir edâyla, hitab etti:
      “-Evlâdım Mahmûd! Bilirsin ki sakal mübârek bir sünnet-i seniyyedir.” dedi ve yerleri sakalıyla temizlemesine mânî oldu.
      Sonra şöyle buyurdu:
      “-Evlâdım Mahmûd! Seyr u sülûk yolunda verdiğim hizmetlerin gâyesi, işte bu mertebeyi geçebilmen içindi. Muvaffak kılan Allâh’a hamdolsun! Gayri bundan böyle vazîfen benim abdest suyumu hazırlayıp döküvermendir!..”
      Kadı Mahmûd, bu vazîfeyi de kemâl-i gayretle îfâya çalıştı. Hiç aksatmadan her sabah abdest suyunu hazırladı ve hocasına abdest aldırdı.
      Bir kış günüydü. Kadı Mahmûd, biraz gecikerek kalkmıştı. Bu sebeple hocasının suyunu ısıtmaya vakit bulamadı. Büyük bir üzüntüye gark oldu ve gözlerinden yaşlar damladı. Gayr-i irâdî bir şekilde su testisini göğsünün üzerine bastırarak “Allâh” lafzını söylemekten başka bir şey yapamadı. O esnâda hocası kapıda göründü. Kendisinden abdest suyunu getirip dökmesini istedi. O da çaresiz ve irâdesiz bir şekilde bu emre baş kesti ve büyük bir endişe içinde suyu hocasının ellerine dökmeye başladı. Su, mübârek ellerine değer değmez Üftâde Hazretleri, yavaşça başını kaldırdı ve talebesinin kaygılı hâline nazar ederek tebessümle:
      “-Su biraz fazla ısınmış evlâdım!” dedi.
      Buna pek şaşıran Kadı Mahmûd Efendi, hafif bir sesle:
      “-Nasıl olur efendim? Suyu ısıtmamıştım ki!..” dedi.
      Üftâde Hazretleri de:
      “-Evlâdım! Farkında değilsin; bu su, odun ateşiyle değil, gönül ateşiyle ısınmış!..” cevabını verdi.
      Zîrâ Hüdâyi Hazretleri, girdiği sıkı bir riyâzâtla nefsinin terbiyesi yolunda helâllerden istifâdeyi bile asgarîye indirmiş ve gönlünü tamamen Hakk’a râm ederek rûhunu kuvvetlendirmeye muvaffak olmuştu. Neticede bu güzel hâlin bereketlerine nâil olmuş, ayrıca dirilerden çok ölülerle görüşüp konuşur bir hâle gelmişti. Bir defasında dergâhın yolu üzerinde daha evvel vefât etmiş bulunan bir müezzine rastlayıp ona selâm verdikten sonra bunu üstâdına arzetti. Hazret-i Üftâde de:
      “-Evlâdım! Yapmış olduğun riyâzât sayesinde ruhunu iyice kemâle erdirip kuvvetlendirmişsin. Biz dahî riyâzâtımız zamanında aynı hâl içinde idik.” buyurdular.
      Birgün Üftâde Hazretleri, mürîdleri ile beraber bir kır sohbetine çıkmıştı. Emri üzerine bütün dervişler, kırın en güzel yerlerini dolaşarak hocalarına birer demet çiçek getirdiler. Ancak Kadı Mahmûd Efendi’nin elinde sapı kırılmış solgun bir çiçek vardı sadece. Diğerlerinin neş’eyle elindekileri hocalarına takdîminden sonra Kadı Mahmûd, boynunu bükerek bu kırık ve solmuş çiçeği Üftâde Hazretleri’ne takdim etti.
      Üftâde Hazretleri, diğer mürîdânın meraklı bakışları arasında sordu:
      “-Evlâdım Mahmûd! Herkes demet demet çiçek getirdikleri halde, sen niçin sapı kırık solgun bir çiçek getirdin?..”
      Kadı Mahmûd, edeble başını önüne indirerek cevap verdi:
      “-Efendim! Size ne takdim etsem, azdır.! Ancak hangi çiçeğe koparmak için elimi uzattıysam onu “Allâh Allâh” diyerek Rabbi’ni tesbîh eder bir halde buldum. Gönlüm onların bu zikirlerine mânî olmaya râzı olmadı. Çaresiz ben de elimdeki şu tesbîhine devam edemeyen çiçeği getirmek zorunda kaldım!..”
      Bu güzel ve mânâ dolu cevaba son derece memnûn olan Üftâde Hazretleri’nin dilinden o anda:
      “-Hüdâyî, Hüdâyî.. Evlâdım! Bundan sonra ismin Hüdâyî olsun!.. Ey Hüdâyî! Bu kır gezisinden yalnız sen nasîblenmişsin..” ifâdeleri döküldü.
      Böylece Kadı Mahmûd, Hüdâyî oldu. Zîrâ o, artık kâinâttaki esrâr-ı ilâhiyyeye ve kudret akışlarına âşinâ olmuştu. Âdetâ kâinât, kendisine sırlarını açan canlı bir kitap hâline gelmişti.
      Bundan böyle Hüdâyî diye anılan Kadı Mahmûd Efendi, hâiz bulunduğu üstün ve müstesnâ mânevî mertebesi dolayısıyla hürmeten ismine “Azîz” sıfatı da ilâve edilerek Azîz Mahmûd Hüdâyî diye yâd olundu.

      ***

      Ancak üç sene gibi kısa bir zamanda Üftâde Hazretleri’nin baş talebesi durumuna gelmiş bulunan Hüdâyî Hazretleri’nin bu yükselişi dolayısıyla eski dervişândan bazılarında hoşnudsuzluk görülmeye başlamıştı. Bunun farkına varan Üftâde Hazretleri, onların gönül âlemlerini tashîh için şu güzel usûle başvurdu:
      Bir kış akşamıydı. Üftâde Hazretleri, talebelerine mâneviyat dolu bir sohbet yaptıktan sonra sofranın hazırlanmasını emir buyurdu.
      Ardından talebelerinin sofraya getirdikleri nîmetlere nazar ederek mânidar bir şekilde:
      “-Evlâdlarım! Acabâ asmasından daha yeni kopmuş taze üzüm bulmak mümkün müdür?” dedi.
      Bütün dervişler, bu suâle şaşırarak birbirlerinin yüzlerine baktılar. Hattâ bir kısmı:
      “Bu kış mevsiminde taze üzüm olmaz ki!” diye düşündü.
      Ancak üstâdına büyük bir teslîmiyyetle bağlı olan ve birçok merhaleyi geçmiş bulunan Mahmûd Hüdâyî Hazretleri, bu talebde bir hikmet olduğunu düşünerek edeble:
      “-Hocam! Müsâadeniz olursa, arzunuzu yerine getireyim!” dedi.
      Verilen izin üzerine de hemen bağa gitti. Bütün asmalar kar altındaydı. Birini seçip karlarını temizlediğinde salkım salkım taze ve olgun üzümlerle karşılaştı. Bunun üstadının bir kerâmeti olduğunu düşünerek elindeki sepeti doldurdu ve doğruca dergâhın yolunu tuttu. Yolda zikrullâh ile meşgul bir vaziyette gelirken her taraf kar içinde olması sebebiyle farkedemediği bir kuyunun içine düştü. Kuyu derin olduğu için bir türlü de içinden çıkamadı. Çaresiz bir halde idi ki, yukarıdan bir ses duydu:
      “-Evlâdım! Uzat elini!”
      Baktı; nûr yüzlü bir zâttı. Elini uzattı ve kuyudan çıktı. Hazret-i Hüdâyî, kendisini kurtaran bu zâta, henüz kim olduğunu soracaktı ki, o bir anda ortalıktan kayboldu.
      Nihâyet elinde taze üzüm sepeti ile dergâha varan Hüdâyî Hazretleri, başından geçenleri üstâdına nakletti. Üftâde Hazretleri de, onu kuyudan kurtaran kimsenin Hızır -aleyhisselâm- olduğunu beyândan sonra diğer dervişlere:
      “-Evlâdımız Hüdâyî’nin kemâli tamam olmuştur. O hilâfeti çoktan hak etmişti zaten.” dediler.
      Bundan sonra Üftâde Hazretleri, onu halîfesi olarak Sivrihisar’a gönderdi. Bir müddet orada hizmet eden Hüdâyî Hazretleri, bilâhare mânevî bir işâretle Bursa’ya döndü. Son demlerini yaşayan üstâdı Üftâde Hazretleri’ne büyük bir gönül iştiyâkı içinde hizmet etti. Bu hizmetten gâyet memnun kalan Hazret-i Üftâde birgün:
      “-Oğlum! Pâdişâhlar rikâbında yürüsün!” diye duâda bulundu1.
      Hüdâyî Hazretleri, üstâdı Üftâde’nin vefatından sonra Şeyhülislâm Hoca Sâdeddin Efendi’nin delâletiyle İstanbul’a yerleşti.
      O’nun Üsküdar’da kurduğu dergâh, kısa zamanda her tabakadan insana hitab eden mâneviyat ve irfân mektebi hâline geldi. Cihan sultanlarının teveccüh ve alâkasını celb etti. Onları da dergâhın dervişleri arasına kattı. Husûsiyle III. Murâd Han, I. Ahmed Han, II. Genç Osman Han ve IV. Murâd Han, Hüdâyî Hazretleri’nin yakın irşâdına mazhar oldular. Hüdâyî Hazretleri, bunlardan IV. Murâd Han’ın kılıç kuşanma merâsiminde bizzat bulunmuş ve âdet olduğu üzere Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin türbe-i seâdetlerinde Hazret-i Ömer’in kılıcını yeni pâdişâha bizzat kuşandırmıştır
      Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin İstanbul’a geldiği yıllarda Osmanlı tahtında III. Murâd Han bulunmaktaydı. Bu pâdişâh, başlangıçta gerek Devlet-i Aliyye’nin geniş sınırlarına ve ihtişâmına, gerekse yaşının gençliğine ve zindeliğine aldanarak aşırı bir güven ve rahatlık içinde hareket ediyordu. Bu sebeple birtakım noksanlıklar da hâliyle yaşanıyordu. İşte bunu farkeden Hüdâyî Hazretleri, hiç kimsenin cür’et dahî edemeyeceği bir vazîfeyi, yâni sultanı irşâd vazîfesini zarûreten üstlendi. III. Murâd Han’a onu Hakk ve hakîkate yönlendirici mektuplar yazdı. Bu mektupların, mâhiyetlerine göre, gerektiğinde yumuşak, gerektiğinde sert bir üslûbu hâiz olması, Hazret-i Hüdâyî’nin bu irşâd vazîfesinde ne kadar salâhiyet, tasarruf, nüfûz ve te’sîre mâlik olduğunu göstermesi bakımından câlib-i dikkattir. Zîrâ celâdeti sebebiyle III. Murâd’a bu îkâzların, yüksek seviyede bir mânevî tasarrufu bulunmayanlar tarafından yapılması mümkün değildi. Muhtelif zamanlara âid mektublardan bazı bölümler şöyledir:
      “-Sultanım! Şerîat gemisine binip takvâ yelkenlerini açarak hakîkat denizinde Hakk’a muhabbet rüzgârıyla itidal ve istikamet üzre yol al! Zâhirin ve bâtının şartlarını, yâni şerîat ahkâmı ile tarîkat ve hakîkat esaslarını tam olarak yerine getir! Adâlet dedikleri, işte budur.!”
      “-Seâdetli Pâdişâhım! Sizin saltanatınız zamanında olan kuvvet, kudret ve şevket hiçbir zaman olmamıştır… Ancak biliniz ki, Allâh ve Rasûlü’nün biricik arzusu, zulmün kaldırılıp adâletin ikâmesidir. Bid’atlerin atılıp sünnetlerin icrâsıdır.”
      “-Sultanım! Allâh’ın kulları sizden şefkat ve merhamet bekler. Eğer halka şefkat ve merhametle muâmelede bulunmazsanız ihânet etmiş olursunuz! Bu durumda onlar, kırık gönüllerle nefret içerisinde sizden yüz çevirirler. Yapageldikleri hayır-duâyı da keserler…”
      “-Sultanım! Sakarya suyunu geçip odun tedârikini murâd etmişsiniz. Halk bundan çok memnun olmuştur. Zîrâ ihtiyaç çoktur. Merhûm dedeniz Sultan Süleyman Han, Kâğıthâne suyunu getirip halka bununla ziyâfet çekmişti. Siz de odun getirerek fukarâyı sevindirdiniz.”
      “-Sultanım! Bizim işimiz ashâb-ı gurur ve gaflet olanları nasîhat ve vaaz ile îkâz ve irşâd eylemektir. Takvâ yoluna girip amel-i sâlih işlemeye teşviktir. Böylece ıslâh edici sâlihlerden olmak, Cenâb-ı Allâh’dan murâdımızdır. Müfsid ve müstedriclerden olmaktan Allâh’a sığınırız.”
      Bu şekilde kıymetli nasîhat ve irşâdlarıyla başta sultan olmak üzere bütün devlet ricâli arasında te’sîr ve nüfûzu artan Hüdâyî Hazretleri, Ferhad Paşa ile Tebriz seferine de katılmış ve orduya manevî kumandanlık yapmıştır.

      ***

      Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin Sultan I. Ahmed ile münâsebet halkasının ilkini teşkil eden rü’yâ tâbiri hâdisesi pek meşhûrdur. Bu tâbirle birlikte Hüdâyî Hazretleri’ne alâka ve hürmeti son derece artan I. Ahmed Han, Hazret-i Pîr’in ilâhîlerine nazîre yazacak kadar onda fânîleşmiştir.
      Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm-‘ın rü’yâ tâbiri ilminden son derece nasîbdar olan Hüdâyî -kuddise sirruh-‘un, bu yönüyle cihan sultanlarını istikâmetlendirmesi ve yapmış olduğu tâbirlerdeki isabeti, onun bu husustaki liyâkat ve salâhiyetinin bir nişânesidir.
      Birgün Sultan Ahmed Han, çok sevdiği üstâdı Hüdâyî Hazretleri’ne kıymetli bir hediye göndermişti. Fakat Hazret-i Hüdâyî kabûl etmedi. Bunun üzerine Sultan Ahmed, hediyeyi uhdesinden çıkarmış bulunduğu için onu devrin şeyhlerinden Abdülmecîd Sivâsî Hazretleri’ne gönderdi. Abdülmecîd Sivâsî Hazretleri’nin hediyeyi kabul etmesi münâsebetiyle de bir ziyâret esnâsında:
      “-Efendi Hazretleri! Ben bu hediyeyi daha evvel Hüdâyî Hazretleri’ne göndermiştim. Kabul buyurmamıştı. Fakat siz kabul buyurdunuz!” dedi.
      İfâdelerdeki nükteyi anlayan Sivâsî Hazretleri de şu mânidar cevabı verdi:
      “-Sultanım! Hazret-i Hüdâyî bir ankâdır ki, lâşeye tenezzül etmez!”
      Bu cevaptan memnun olan Sultan, aradan birkaç gün geçtikten sonra Hüdâyî Hazretleri’ne uğradı. Ona da:
      “-Efendim! Sizin kabul etmemiş olduğunuz o hediyeyi Abdülmecîd Efendi kabul buyurdu.” dedi.
      Hazret-i Hüdâyî de mütebessim bir çehre ile:
      “-Sultanım! Abdülmecîd Efendi bir deryâdır. Koca deryâya bir damlacık mâsivâ kiri düşmesi, onun sâfiyetine zarar vermez!” buyurdu.
      Bu menkıbe, iki büyük Allâh dostunun birbirlerine olan muhabbet ve tazimlerini, husûsiyle Hüdâyî Hazretleri’nin kemâlini göstermektedir. Zîrâ mânevî münâsebetlerde irşâd vazîfesi dolayısıyla, pâdişâhla yakınlık kuran Hüdâyî Hazretleri, maddî münâsebetlerde ise son derece müstağnî idi. Zîrâ dünyâya meyl ü muhabbeti artırıp mânevîyatı zedeleyebilecek bir tehlike arzeden maddî ikrâmlar, onun asıl vazîfesi olan irşâd faâliyetine mânî olabilirdi. Ancak bazı durumlarda pâdişâh ihsânının reddedilmemesinin de bir ikrâm olduğu an’anesine riâyet etmişse de, aldıklarını dergâh inşâsında, mürîdâna hizmette ve kurduğu vakıf hizmetlerinde kullanmıştır. Bazı hallerde de kendisine takdîm edilen hediyeleri geri göndermiştir.
      I. Ahmed Han’dan sonra II. Genç Osman ile de irtibâtını devam ettiren Hüdâyî Hazretleri, bu yeni ve heyecan dolu genç pâdişâhı da istikametlendirmek husûsunda büyük gayretler sarfetti. II. Genç Osman ki, Devlet-i Aliyye’nin duraklama devrine girdiğini görerek bu gidişata dur diyebilmek için yeni hamleler tasarlayan ideal sahibi bir pâdişâhdı. Bu arada hacca gitmeye niyetlendi. O zamana kadar pâdişâhlardan hiçbiri, o devirlerde hacca gidiş-geliş takriben bir yıl sürmesi dolayısıyla devlet nizâmı bozulmasın diye şeyhülislâmların müsâade vermemeleri üzerine hacca gitmemiş, hepsi de vekil göndermek suretiyle bu farîzayı îfâ etmişlerdi.
      Buradaki nükteyi çok iyi bilen Hüdâyî Hazretleri, Sultan Genç Osman’ın hacca niyetlenip kadîm an’aneyi bozmasını doğru bulmayarak onu îkâz etti, hacca gitmekten vazgeçirmeye çalıştı. Ancak Sultan, gençliği ve tecrübesizliği sebebiyle bu arzusundan vazgeçmedi ve Hüdâyî Hazretleri’nin ısrarlı îkâzlarına rağmen teslîmiyyette zaaf göstererek bu niyetini gerçekleştirme yolunda teşebbüse geçti. Neticede bu teşebbüs, yeniçeriler arasında ciddî bir rahatsızlığa yol açtı. Birtakım fitnecilerin de müdâhil olmasıyla Sultan’ın Hicaz’a gitmesinden maksadın oralardan toparlayacağı bir ordu ile yeniçerileri bertaraf edeceği şeklinde anlaşıldı. Sultan’ın bu hamlesini akâmete uğratmak isteyen zorbabaşılar, derhal hâdiseyi körükleyerek taraftarlarını harekete geçirdiler ve târihte “hâile”, yâni dram diye anılagelmekte olan mâlum çirkin cinâyeti işlediler.
      Bu hâdise, Hüdâyî Hazretleri’nin mânevî îkâzındaki sır dolu ısrarın ehemmiyetini hazin bir şekilde sergilemiştir.
      Devlet ricâlinden diğer bazıları ise, ortalığı saran anarşiden korunabilmek için Hüdâyî Hazretleri’nin dergâhına sığınmışlar, böylece kendilerini azîm bir tehlikeden muhâfaza edebilmişlerdir. Zîrâ Hüdâyî Hazretleri’nin dergâhına gerek devlet, gerekse ehl-i şekâvet herhangi bir müdâhalede bulunamazdı. Bugünkü tâbirle dergâhın âdetâ dokunulmazlığı vardı. Dolayısıyla buraya sığınanlar, öldürülmek istenen kimseler bile olsa, kılına dahî zarar gelmez, haklı iseler Hazret-i Pîr’in delâletiyle Halil Paşa gibi iâde-i itibara mazhar olurlardı.

      ***

      II. Genç Osman’ın şehâdeti üzerine tahta geçen IV. Murâd Han, henüz ondört yaşında idi. Eyüp’te yapılan kılıç kuşanma merâsimine evvelce beyân ettiğimiz üzere devrin en mûteber şeyhi sıfatıyla Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri çağırıldı ve Hazret-i Pîr, hayır-duâ ile yeni sultana kılıç kuşandırdı.
      IV. Murâd Han, tahta geçtiğinde çok küçük yaşlarda olduğundan ipler vâlidesinin ve birtakım devlet ricâlinin elindeydi. Zaman zaman bu durumdan bunalan IV. Murâd Han, tebdîl-i kıyafetle Hüdâyî Hazretleri’nin dergâhına giderek gönlünü zindeleştirir, ileriki günlere hazırlanırdı. Bu ziyâretleri samîmî bir dervişin edeb ölçüleri içinde gerçekleştiren IV. Murâd Han, birgün yanına lalasını da almıştı. Dergâhın kapısına varıp tokmağı hafifçe çaldıklarında içerden bir dervişin:
      “-Kimdir?” suâline lala, alışkın olduğu üzre derhal:
      “-Yedi iklîm pâdişâhı es-Sultân ibnü’s-Sultân Murâd Han-ı Râbi’ Efendimiz teşrîf eylediler. Hemen Şeyh Hazretlerine bildirile!..” deyiverdi.
      Derviş de:
      “-Bu kapı saltanat kapısı değil!” cevabını vererek kapıyı açmadı.
      Lalasının hâline tebessüm eden IV. Murâd Han:
      “-Lala! Bu kapı kulluk ve gönül kapısıdır.” dedi ve tokmağı tekrar tıklattı. İçerden gelen aynı suâle büyük bir edeble:
      “-Şeyh Hazretleri’ne Murâd kulunuz geldi deyiniz!” ifâdesiyle mukâbele etti.
      Bunun üzerine kapı açıldı ve içeri alındılar.
      O sıralar hayli yaşlanmış bulunan Hüdâyî Hazretleri, her türlü liyâkatle kemâle erebilmesi için IV. Murâd Han’a müstesnâ bir alâka göstermekteydi.
      İşte bu alâka ve muhtelif irşâdlarının bir bereketidir ki IV. Murâd Han, gün geçtikçe madden ve mânen tekâmül, tecrübe ve seviye kazandı. Büyük dâvâları omuzlayabilecek bir kıvama geldi. Vakti gelince de yaptığı ciddî hamlelerle ordudaki ve ahâlî arasındaki disiplini sağlayarak daha o gün yıkılma tehkilesiyle karşı karşıya bulunan devleti büyük bir bâdireden kurtardı.

      ***

      İşte Hüdâyî Hazretleri’nin en büyük kerâmetleri, cihan sultanlarını bu şekilde yönlendirebilmesi olmuştur. Bununla birlikte onun, erbâbın gönül hissiyâtını besleyici birçok kerâmetleri de bulunmaktadır.
      Hüdâyî Hazretleri’nin pek meşhûr olan kerâmetlerinden biri de, gâyet fırtınalı bir havada hiçbir kayıkçının denize açılamadığı bir zamanda kendi kayığına atlayıp birkaç müridiyle Üsküdar’dan sâlim bir şekilde karşıya geçmesidir. Allâh Teâlâ’nın izniyle kayığın takip ettiği yol, gâyet süt liman olmuş ve dört bir yanda şâha kalkmış dalgalar bu Allâh dostunun kayığına hiçbir zarar vermemişti.
      Hâlen Üsküdar ile Sarayburnu arasındaki bu yola “Hüdâyî Yolu” denir. Bilen kayıkçılar, şiddetli fırtınalarda bu yolu takip ederler. Bu durum, Hüdâyî Hazretleri’nin günümüze kadar uzanan bâriz bir kerâmetidir. Nitekim bugün bile lodoslu havalarda Boğaz vapur seferlerinin sadece Üsküdar-Eminönü hattında yapılabilmesi, oldukça düşündürücüdür.
      Osmanlı Devleti’nin son günlerine kadar Boğaz’da deniz seferi yapan kaptanlar; yolcularını, Üsküdar’dan geçerken Azîz Mahmûd Hüdâyî -kuddise sirruh- dergâhına, Beşiktaş önünden geçerken Yahyâ Efendi dergâhına, Beykoz’dan geçerken de Hazret-i Yûşâ -aleyhisselâm- tarafına doğru tevcîh ederek “Fâtiha”ya dâvet ederlerdi.
      Bir zamanlar halkın, İstanbul’da medfûn olan büyük velîlere karşı edebi işte böyleydi!
      Aziz Mahmud Hüdayi hazretleri buyurdu ki: “Ey oğul! Bir mecliste bulunduğun zaman az konuş. Sana sorulmayan şeye cevap verme. Bir şey sorulursa cevâbını bilmiyorsan, bilmiyorum de. Bilmediğine, bilmem demek ilmin yarısıdır. Eğer cevâbını biliyorsan, kısa cevap ver. Sözü uzatma. Mecliste bulunanlara imtihân için bir şey sorma. Onlarla münâzara ve münâkaşa etme. Kendini beğenerek en başa, yukarıya oturma. Edebe çok riâyet eyle. Edepsizlik her zaman ve her yerde yasak ve sevimsizdir. Her yerin kendine mahsus bir edebi vardır. Arkadaşlarına cömertlik et ve iyi muâmelede bulun. Dünyâ sevgisini gönülden çıkar. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak yolunda senin önüne ve yoluna bir şey engel olursa onu terk eyle. Ey oğul! Dünyâ ve dünyâ nîmeti hayaldir. Gök kubbesi altında hiçbir şey aynı hal üzere kalmaz, hep değişir. Onun için dünyâ malına, makâmına ve dünyâ hayâtına güvenme. Biz bu dünyâda misâfiriz, yolcuyuz. Sonunda ayrılıp gideceğiz. Sıkıntın varsa üzülme. Bir an sonra ne olacağımız belli değil.”
      Kaynak:Hüdayi vakfı.

    359. YÛŞÂ ALEYHİSSELAM.

      HZ.Yûşâ(a.s.)’ın kabri. (İstanbul Beykoz Yûşâ tepesi)
      Yuşâ.Tepesinde gömülü olan zatın Yuşâ Peygamber (m. ö. 1082-972) olduğuna inanılmaktadır. Yuşâ Peygamber bir rivayate göre Musa Peygamber ile birlikte Mecmeul-Bayreyn’e (Boğaziçi) gelmiş ve vefat ederek bu tepeye gömülmüştür. Çeşitli tefsirlerde Yuşâ'(a.s) Mûsa(a.s)mın vefatından sonra peygamber olarak görevlendirildiği, Hıristiyanların ve Yahudilerin ona Yeşû dedikleri nakledilir.

      Yuşâ as.Mûsâ aleyhisselâmın yeğenidir. Yûsuf aleyhisselâmın soyundandır.
      İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden Mûsâ aleyhisselâmdan sonra gönderilmiş olup Mûsâ aleyhisselâmın yeğeni veya vekiliydi. İsmi Yûşâ Binnûn olup, Hıristiyanlar Yeşû diyorlar. Yûsuf aleyhisselâmın neslinden gelen Nûn’un oğludur. Annesinin ismi Meryemdir.Mûsâ aleyhisselâmın kızkardeşidir. Yûşâ aleyhisselâm Mûsâ aleyhisselâma bildirilen dinin esaslarını insanlara tebliğ etti. Mısır’da doğan Yûşâ aleyhisselâm, Mûsâ aleyhisselâmın husûsi talebesi, hâlis hizmet görücüsü ve en yakın dostlarındandı. Mûsâ aleyhisselâm Firavun’un zulmü üzerine Allahü teâlânın emriyle kendine inanan ve tâbi olanlarla birlikte Mısır’dan Tih sahrasına hicret ederken Yûşâ aleyhisselâm da onunla beraber bulundu. Mûsâ aleyhisselâmın Hızır aleyhisselâmla görüşmek üzere çıktığı yolculukta onunla berâber bulundu. Mûsâ aleyhisselâm Hızır aleyhisselâmla karşılaşınca Yûşâ aleyhisselâm geriye döndü. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâmın kavmine Arz-ı Mev’ûdu (Filistin ve Şam bölgesini) ihsân edeceğini bildirdi. Fakat isrâiloğulları o beldelerde zâlim ve zorba bir kavim olan Amâlikalıların bulunduğunu ileri sürerek gitmek istemediler. Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma vahyedip: ”Ey Mûsâ! Ben burayı sizin için memleket ve yerleşme yeri olarak yazdım; takdir ettim. Oraya git ve düşmanlardan kim varsa onlarla harp et. Zirâ onlara karşı sizin yardımcınız benim. Kavminden her koldan bir temsilci (nâib) seç al. Onlar vefâkar ve itâatkar olsunlar.” buyurdu. Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm her bir koldan iyi haber toplayan, sözünde sâdık ve vefâkar birer temsilci seçti. Bunları Eriha şehri ve ahâlisi hakkında bilgi toplamak için gönderdi. Aralarında Yûşâ bin Nûn’un da bulunduğu haber toplamakla vâzifeli kimseler Eriha’ya gittiler. O belde ahâlisinin iri cüsseli, çok kuvvetli ve kalabalık olduğunu görünce korktular. Geriye dönüp kavimlerine gördüklerini anlatarak onların harbe gitmelerine mâni oldular. Mûsâ aleyhisselâmın kavmi, gelen temsilcilerin anlattıklarını dinleyip harp etmekten vaz geçtiler. İçlerine korku düşüp, feryâda başladılar: ”Keşke Mısır’da ölseydik. Yâhut burada ölsek de, Allah bizi o zâlimlerin memleketine sokmasa, yoksa hanımlarımız, çocuklarımız ve mallarımız ganimet olarak kalacak.” dediler. Temsilciler içinde bulunan, Allahü teâlânın kendilerinden ”İsmet ve tevfik” ile haber verdiği Yûşâ bin Nûn ile Kâlib bin Yuknâ ise kavimlerine gelip, Eriha beldesi ahâlisinin kötü hallerinden bahsetmediler. Diğer kabilelerden o belde ahâlisi hakkındaki haberleri duyanlara ise korkulacak birşey olmadığını, Allahü teâlânın yardım ve inâyetiyle Eriha’nın fethedileceğini bildirip, Mûsâ aleyhisselâma yardımcı olmaya çalıştılar. Onlara dediler.

      Ey İsrâiloğulları! Cebbarların (zâlimlerin) şehrinin kapısından hemen girin (onların vücutlarının büyüklüğünden korkmayın. Biz onları gidip gördük ve öğrendik. Onların bedenleri büyük ve kuvvetli fakat kalpleri zayıftır. Sizinle harp etmeye rûhi menfânetleri yoktur.) Bir defâ kapıdan girdiniz mi ( Allahü teâlânın vâd ettiği yardımın size gelmesiyle) elbette siz gâliblerden olursunuz. Siz gerçekten inanan, Allahü teâlânın vâdini tasdik eden kimseler iseniz, (Allahü teâlânın kudretine, size yardım edeceği hakkındaki vâdine, Mûsâ aleyhisselâmın peygamber olduğuna inanıyor, imân ediyorsanız, düşmanların boy ve cüsselerine bakarak aldanmayınız. Onlardan korkmayınız. Size ilâhi yardımın geleceği husûsunda ve bütün her hâlinizde) Allahü teâlâya tevekkül ediniz. ( O’na itimad ediniz. Yanlız o’na güveniniz ve cihâddan geri durmayınız.) (Mâide sûresi: 23). Fakat İsrâiloğulları onların söylediklerine inanmadılar ve Mûsâ aleyhisselâmın nasihatlerine uymadılar. Yûşâ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ aleyhisselâmı taş ve sopalarla öldürmek istediler. İsrâiloğulları Yûşâ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ’yı taşlayıp, Mûsâ aleyhisselâma karşı gelerek Allahü teâlâya isyân edince Mûsâ aleyhisselâm üzüldü. Allahü teâlâ isrâiloğullarını kırk sene müddetle Arz-ı Mev’ûd denilen bölgeye girmelerini haram kıldığını bildirdi. ”Biz harbe gitmeyiz” diyerek isyân eden kimseler kırk sene müddetle Tih sahrasında şaşkın bir hâlde dolaştılar. Kırk sene içinde öldüler. Kırk senenin sonuna doğru Hârûn aleyhisselâm vefât etti. Mûsâ aleyhisselâm vefât ederken yerine Yûşâ aleyhisselâmı halife bıraktı. Allahü teâlâ Yûşâ aleyhisselâmı da İsrâiloğullarına peygamber olarak vazifelendirdi. Bu sırada Mûsâ aleyhisselâma karşı çıkıp; ”Biz harbe gitmeyiz” diyen kimseler ölmüş, onların yerlerine oğulları ve torunları çoğalmıştı. Allahü teâlâ Yûşâ aleyhisselâma isrâiloğullarını toplayıp Tıh sahrasından çıkarmasını ve Arz-ı Mev’ûd denilen bölgeye gidip cebbârlarla (zâlimlerle) harp etmesini emretti. Yûşâ aleyhisselâm İsrâiloğullarını toplayarak Eriha şehrini kuşattı. Kuşatma altı ay sürdü. Nihâyet bir cumâ günü akşam üzeri mûcizeler göstererek şehri fethetti. Yûşâ aleyhisselâm ve o’na inananlar Eriha’yı fethettikten sonra İlyâ (Eyliyâ) şehrini de aldılar. Bu şehrin Yûşâ aleyhisselâm tarafından fethedildiğini duyan çevre şehirlerin hükümdarlarından beşi bir araya gelip İsrâiloğullarıyla topluca savaşa girdiler. Sonunda hepsi de yenilerek hezimete uğradılar.
      Yûşâ aleyhisselâm Eriha ve İlyâ şehirlerini ve civârını fethettikten sonra Belka şehri üzerine yürüdü. Belka şehrini de fethedip, Belâk adındaki hükümdarını ve İsm-i A’zam duâsını bildiği halde Yûşâ aleyhisselâmın ordusuna karşı bedduâ etmeye teşebbüs eden, fakat ibret için dili göğsü üzerine sarkık kalan Bel’âm bin Bâûrâ’yı öldürdü. böylece Belka şehride fethedilmiş oldu. Eriha, İlyâ ve Belka şehirlerinin fethedilmesinden sonra Arz-ı Mev’ûd diye bilinen Filistin ve Şam diyarı da peyderpey İsrâiloğullarının eline geçti. Fetihler yedi sene devâm edip Kudüs şehri de Yûşâ aleyhisselâm ve ona inananlar tarafından fethedildi. Bu bölgedeki diğer şehirleri de fetheden Yûşâ aleyhisselâm batıda beş şehre gidip orayıda düşmanlardan aldı. Daha sonra Şam diyârına giderek orada yerleşmiş otuz bir hükümdarlığın beldelerini zaptetti. Putperest ve Allahü teâlâya isyân eden hükümdarları öldürtüp memleketlerini İsrâiloğulları arasında taksim etti. İsrâiloğullarını Arz-ı Mev’ûd’a yerleştiren Yûşâ aleyhisselâm, onlara Mûsâ aleyhisselâma nâzil olan Tevrât’ı okudu ve hükümlerini açıkladı. Onların Allahü teâlâya imân ve ibâdet üzere kalmalarına çalıştı. Yûşâ aleyhisselâm, Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra yirmi yedi yıl insanlara Allahü teâlânın emirlerini bildirdi. Ömrünün sonuna doğru hastalandı. Yerine Kâlin bin Yuknâ’yı halife tâyin etti. Yüz yirmi yedi yaşında vefât etti.Yûşâ aleyhisselâmın. Kabrinin tesbit edilmesi Kânûni dönemine dayanmaktadır.Beşiktaşta metfun olan Yahya efendi hz leri mânevi keşifle kabrin yerini tesbit etmiştir.Kendisine boğazların mânevi kumandanı denmektedir.Ve istanbul topraklarında bulunan tek Peygamber ünvanına sahiptir.Yûşâ aleyhisselâm karayağız, orta boylu, güzel yüzlü, iri gözlü, yassı göğüslü bir görünüşe sahipti.Boyunun onyedi metre olduğu rivayet edilmektedir. Yüzünün güzelliği Yûsuf aleyhisselâma çok benzerdi. Cesûr, kahraman, yiğit, harp taktik ve tekniğinde mahâret sâhibiydi. Mûsâ aleyhisselâma gönderilen Tevrât’ın hükümleriyle amel edip, insanlara tebliğ etmekle vazifelendirilmişti. Tefsir âlimleri Mâide sûresi 23. âyetinde bildirilen Allahü teâlâya imân edip, o’ndan korkanlardan iki kimseden birisinin ve Kehf sûresi 60- 65. âyetlerinde bildirilen Mûsâ aleyhisselâmın Hızır aleyhisselâmla görüşmek üzere yolculuk ettiği sırada yanında bulunan gencin Yûşâ aleyhisselâm olduğunu bildirmişlerdir.İstanbula gelişide bu döneme dayanmaktadır.
      Mucizeleri:
      1- Yûşâ aleyhisselâm, Eriha’yı fethetmek üzere İsrâiloğullarını topladı. Yolculuk esnâsında Şeria (Ürdün) Nehrinin suları çok olduğu için geçemediler. Nehrin üzerinde köprü de yoktu. Yûşâ aleyhisselâm duâ edince Şeria Nehrinden bir yol açıldı. İsrâiloğulları o yoldan geçtikten sonra sular tekrar eskisi gibi akmaya devâm etti.
      2- Bir şehrin fethi esnâsında kuşatma uzun sürmüştü. Bütün çalışmalara rağmen surlarda gedik açılmamıştı. Yûşâ aleyhisselâm duâ etti. Allahü teâlânın kudretiyle yer sarsılıp kalenin surları yıkıldı. Yûşâ aleyhisselâm ve ona inananlar şehre girip fethettiler.
      3-Yûşâ aleyhisselâm Kudüs şehrini fethetmek için muhâsara etti. Bir cumâ günü akşam üzeri güneş batarken, güneşin bir müddet daha batmaması için Allahü teâlâya yalvardı: ”Ey Allah’ım! Güneşi geri al!” diye duâ etti. Allahü teâlânın emri ve takdiri ile batmak üzere olan güneş yükseldi. Bir müddet daha gündüz devâm edip Kudüs fethedildikten sonra battı.
      Ahmed bin Hanbel’in Müsned’inde bildirdiği hadis-i şerifte; ”Güneş hiçbir kimse için batmaktan alıkonulmaz. Ancak Beyt-i Mukaddesi fethetmek için gittiği gecelerden birinde Yûşâ aleyhisselâm için batmaktan alıkonuldu.” buyuruldu
      Kaynak: Peygamberler Tarihi.

    360. Mehmed Emin Tokadî Hz.Leri
      Adı Mehmed Emin b.Hasan b.Ö­mer Nakkaş Tokadî’dir. Lakabı, Cemaleddin, Künyesi Ebü’l-Emâne ve Ebu Mansur’dur. Aziz Mahmud Emevî dervişlerinden bir zatın oğludur. Hicri 1075 (m.1664) yılında Tokat’ta doğdu. 1158 (m.1745) yılında İstanbul’da vefat etti. Kabri, Unkapanı’na inen cadde ile Zeyrek Yokuşu’nun kesiştiği tepe üze­rinde, Soğukkuyu Piri Paşa Medresesi kabristanındadır. Kendisini vesile ederek, kabri başında yapılan duâ müstecaptır. Tanıyıp sevenler, kabrini ziyaret ederek kendisinden Duâ almakta ve muradlarına ka­vuşmaktadırlar. Mehmed Emin Efendi Hazretleri, ilim tahsiline memleketinde başlayıp, bir müddet sonra 1698 yılında İstanbul’a geldi. Şeyhülislam Mirzazâde Mehmed Efendi’den uzun süre dersler alıp, çok iyi bir duruma geldi.

      Mekke’ye giderek Ahmed Yekdest Cüryanî Hazretleri’nden Tasavvuf ilmini öğrenip, tasavvufta talebe yetiştirecek duruma geldi. İkinci kere Hicaz seferinde Hadis âlimlerinden Ahmed Nahlî’den hadis ilmini öğrenip icazet aldı. Ayrıca İstanbul’a ilk geldiğinde, ilim tahsili sırasında hat (yazı yazma) sanatını Yedikuleli hattat Abdullah Efendi’den öğrendi. Değişik hat çeşitlerinde marifet sahibiydi. Mehmed Emin Tokadı Hazretleri, İstanbul’a ilk geldiğinde, birkaç ay Piri Paşa Medresesi’nde kaldı. Bu sırada Maşruznâmeci Ali Efendi adında bir zatın oğluna ders vermeye başladı. Daha sonra Ali Efendi’nin evinde kalmaya başla­dı.
      Bu sırada Şehzâdebaşı Camii’nde de talebelere dersler verdi. Tüm bunlar kısa sürede tanınmasına vesile oldu. Ali Efendi’nin 1702 yılında Edirne’ye tayini üzerine, onunla birlikte Edirne’ye gitti. Bu sırada Ali Efendi’nin oğlu vefat etti. Bunun üzerine Edirne’yi bırakıp hacca gitmeye karar verdi. Karar verdiği günün sabahı, Edirne’de, Saraçhane yakınındaki çalıştığı dairesine gitmek üzere evden çıkmıştı. Yolu meş­hur Kadiri Şeyhi Kasabzâde Muhammed Efendi Hazretleri’nin dergâhına uğra­dı. Oraya yaklaşınca, Muhammed Efendi’nin oğlu Abdülkadir Efendi’nin, dergâhın önünde beklediğini gördü. Abdülkadir Efendi yanına yaklaşıp: “Babam sizi dergâhta bekliyor.
      Buyursun, bir kahve içelim diyor” dedi. Bu davet üzerine Kasabzâde Muhammed Efendi’nin huzuruna varıp elini öptü. Oda: “Safa geldiniz Hacı Emin Efendi” dedi ve elinden tutup odasına götürdü. Oturup sohbete başladıkları sırada Mehmed Emin Efendi: “Elhamdülillah, bizi hacc-ı şerif ile müjdelediniz” deyince, Muhammed Efendi Hazretleri: “Evet, siz bu gece hacca gitmeye niyet ettiniz. Biz de tebrik ettik” deyip sohbete başladı. Sohbet sırasında Mehmed Emin Efendi’ye, fıtraten yüksek bir kabiliyete sahip olduğunu ve çok büyük nimetlere kavuşacağını müjdeledi. Mekke’ye vardığında, evliyanın büyüklerinden, İmam-ı Rabbani Hazretleri’nin üçüncü oğlu Muhammed Ma’sum Farukî Hazretleri’nin yetiştirdiği yedi bin evliyadan biri olan Ahmed Yekdest Cüryanî Hazretleri’nin huzuruna gitmesini, kendisinin de selam ve hürmetlerini arzederek, onun talebesi olmasını tavsiye etti. Mehmed Emin Efendi, bu zatın yanından ayrıldıktan sonra, Başruznameci Ali Efendi’ye de giderek hacca gideceğini söyledi. Ali Efendi memnun olup, ona yolda harcaması için bir miktar para verdi. Mehmed Emin Efendi, bundan sonra birkaç gün içinde bütün dostlarıyla vedalaşıp İstanbul’a gilmek üzere yola çıktı. İstanbul’da hacıları götürecek gemiye bindi ve on gün sonra Mısır-Kahire’ye vardı. Oradan da bir kafile ile Mekke’ye hareket etti.
      Mehmed Emin Tokadî Hazretleri’nin hayatının önemli bir bölümü bu yolculuğu ile başlamış oldu. Ahmed Yekdest Hazretleri ile tanışmak ve tale­beleri arasına girmek onun için çok önemli bir hadise idi. Onun yanında tam üç yıl kadar kaldı. Manevî sülukünu tamamladı ve kendisinden hilafet aldı. Ahmed Yekdest Hazretleri ile görüşmesini şöyle anlatır: “Mekke’ye varınca, ilk gün Kâbe’yi tavaf ve ziyaretle geçti. Ertesi gün sabah namazını Harem-i Şerifte kıldıktan sonra dışarı çıkacağım sırada, Harem-i Şerifin bir köşesinde, otuza yakın kimsenin halka halinde oturduklarını gördüm. “Niçin böyle halka olmuşlar acaba? Ders için hocalarını mı bekliyor­lar?” diyerek yanlarına yaklaşıp oturdum. Hepsinin başlarını eğip edeple otur­duklarını gördüm.
      Ben de oturup başımı eğerek bekledim. Bir ara başımı kaldı­rıp baktığımda, halkanın ortasında duran bir zatı karşımda gördüm. Dikkatle bana bakıyordu. Bakışlarından ve heybetinden ürperip başımı eğip gözlerimi yumdum.
      Bir müddet de öyle durduktan sonra, yine dikkatle bana baktığını gördüm. Sonra o zat ellerini kaldırıp dua etti. Duadan sonra Fatiha okundu ve herkes kalkıp dağılmaya başladı. Ben de kalkıp giderken o mübarek zat bana yaklaştı. Yanıma gelip selam verdi ve: “Hoş geldin Emin Efendi” dedi. Halimi hatırımı sordu. Sonra beni yanına alıp, Harem-i Şerifin yakınında bulunan evine götürdü. İçeri girip oturduktan biraz sonra hizmetçisi sofrayı kurdu. Sofrada sıcak bir ekmek ve fincan içinde içecek bir şey vardı. O mübarek zat ellerini ekmeğe uzatınca, bir elinin bileğinden kesik olduğunu gördüm. Hemen Edirne’deki Şeyh Muhammed Efendi’nin tavsiyesi aklıma geldi. Bahsettiğinin bu mübarek zat olduğunu hatırladım. Fa­kat o anda selamını söylemeyi unutmuşum. Yemekten sonra yolculuğumdan, gezip dolaştığım yerlerden sorup cevap aldıktan sonra: “Edirne’de size emanet edilen şeyi unuttunuz” buyurdu. Hemen Edir­ne’deki Muhammed Efendi’nin selamını hatırladım ve söyledim. O da muhab­bet ve sürür içinde selamı aldı. Artık beni talebeliğe kabul edip, ders vermeye başladı ve ü Teala’nın ismini zikretmemi söyledi ve sonra da şu beyti okudu:

      Otuz kırk yıl geçince eylemiş tahkik-i Hâkânî.

      Ki birdem Hakk’ı zikretmek değer mülk-i Süleymânı.

      Bundan sonra dille anlatılamaz hallere ve nimetlere kavuştum. Farsça bildiğim için, çoğu zaman Farsça kelimelerle konuşurdu. Benden iki yıl önce huzuruna gelen Tatar Ahmed Efendi adında bir zat ona hizmet ediyordu. Ben huzuruna kavuşunca, Tatar Ahmed Efendi’yi, Medine’de bulunan ve orada in­sanlara rehberlik yapan talebesi Abdürrahim Buhari’nin yanına gönderdi. Son­ra benim İstanbul’a döneceğim sırada Tatar Ahmed Efendi’yi tekrar Mekke’ye çağırıp, icazet vererek Anadolu’ya insanları irşad için gönderdi. 1702 yılı hac mevsiminden, 1705 yılı hac mevsimine kadar, üç yıl bo­yunca, Ahmed Yekdest Cüryanî Hazretleri’nin hizmetinde, derslerinde ve soh­betlerinde bulundum. Daha sonra 1705 yılında, hacıların dönüşü sırasında, ho­camın izni üzerine İstanbul’a döndüm.”
      Mehmed Emin Tokadı Hazretleri, İstanbul’a döndükten sonra, hocasının talebelerinden Muhammed Kumul Efendi’nin evine yerleşti ve İstanbul’da beş yıl daha kaldı. Bu sırada Nakşibendiyye, Kadiriyye, Şazeliyye ve Şettariyye kollarında yetişmiş bulunuyordu. Bir ara Muhammed Kumul Efendi ile önce Habeşistan’a, daha sonra Kudüs’e gitti. Oradan Mekke ve Medine’ye gittiler. Bu sırada hocası Ahmed Yekdest Hazretleri vefat edeli dört yıl olmuştu. Mehmed Emin Tokadı Hazretleri’nin bu seyahati tam altı yıl sürmüştü. Bu sırada Kudüs’te Ahmed Nahlî’den hadis ilmine dair icazet aldı. Medine’de Abdürrahim Buhari ve Beşir Ağa ile sohbetlerde bulundu. Daha başka birçok büyük zevatla bir araya geldi. 1717 yılında tekrar İstanbul’a döndü. İstanbul’da, Muhammed Kumul Efendi’nin evinde üç yıl daha kaldı. Bir aralık Filyokuşu’nda da oturdu.
      Yine bir süre Eyüp Sultan’da, Ebu Eyyüb Halid Hazretleri’nin türbesinde türbedarlık yaptı. Bundan sonra kendisine Ravza-i Mutahhare’de Rasulüllah Efendimizin türbesinde türbedarlık verildi. Bu göreve getirildiğinde, kavuştuğu nimete şük­rederek: “İki cihan sultanının türbesinde bekçi ve hizmetçi oldun.
      Onun yüksek kapısının süpürgecisini, Mevla mahrum eylemez, zarara uğratmaz. Cihanın sultanı olan Rasulüllah’ın hizmetçisini kimse incitmez. Ey Emin! Sana müjde­ler olsun! Rasulüllah Efendimiz’in kapısında zahiren ve bâtınen hizmetçi ol­makla şereflendin” manasında bir şiir söyledi. Talebelerinden Seyyid Yahya Efendi anlatıyor: “Bursa’da medfun bulunan İsmail Hakkı Hazretleri vefatına yakın bir zamanda, talebelerinden Ivaz Mehmed Paşa’yı, Yeğen Mehmed Paşa’yı ve Ha­cı Ahmed Paşa’yı tasavvufta yetiştirilmeleri ricasıyla Tokadı Hazretleri’ne göndermişti. O da onlarla ilgilendi ve bunlardan Yeğen Mehmed Paşa, çeşitli görevlerde bulunduktan sonra 1737 yılında Avusturya seferini yapmakla gö­revlendirildi.
      Yeğen Mehmed Paşa bu sırada I. Mahmud Han’ın vezir-i azamı idi. Yeğen Mehmed Paşa, Emin Tokadî Hazretleri’nin seferden dönünceye kadar kendi evinde kalmasını istedi. Hazret bunu kabule yanaşmadı. Ağlayarak ricada bulununca, paşaya: “Bizi eve davet etmenizi kim tavsiye etti?” dedi. O da: “İşlerin çokluğu sebebiyle benim aklıma böyle bir şey gelmemişti. Fakat Dârü’s-Seâde Ağası (İstanbul Valisi) Beşir Ağa biraderiniz hatırlattı” dedi. Emin Tokadî Hazretleri, ordunun zaferle dönmesi için çok dua etti. Talebesi Seyyid Yahya Efendi anlatıyor: “Bir sabah huzuruna gittiğimde, hastalanmış gördüm. Benden ilaç istedi, temin ettim. İlacı kullandı. Sonra birlikte talebelerinden Kafesdâr Abdülbâkî Efendi’nin evine gittik.
      Bu talebesi, Mehmed Emin Efendi’nin neşeli halini gö­rünce bana: “Hamdolsun İslam askeri mansur ve muzaffer olmuştur. İnşallah birkaç güne kadar fetih haberi gelir” dedi. Dört gün sonra Tatarlar İstanbul’a fetih ha­berini ulaştırdılar. Seferden dönen Yeğen Mehmed Paşa doğruca Mehmed E­min Tokadî Efendi’nin huzuruna geldi. Ağlayarak ayaklarına kapandı. Her ikisi de bir müddet birlikte ağladılar. Paşa seferde olan bitenleri Emin Efendi Hazretleri’ne anlattı. Koynundan iki atlas kese altın çıkarıp, seferde iken fakirlere vermek üzere adadığını bildirdi. Mehmed Emin Efendi, paşanın tutumundan memnun kaldı. Bir defa Kâbe’de Rukn-i Yemânî’de yaslanmış halde iken, bir kere Mısır’da ve bir kere de İstanbul’da Fatih Camii civarında Hızır Aleyhisselam ile görüşmüştür. Uzun bir nasihati içinde yer alan kendi hal tercümesi ile ilgili birkaç cümlesini teberrüken aktarıyoruz: “Bir hakir, günahkâr, aslen Tokat’ta doğdum.
      Elli yıla yakın bir zaman­dan beri İstanbul’da yerleşmiş durumdayım. İtikadda mezhebim Ehl-i Sünnet vel Cemaat olan Ebu Mansur Maturidî’nin mezhebidir. Amelde mezhebim, İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri’nin mezhebidir. Meşhur bilinen ismim Muhammed Emin, künyem Ebü’l-Mansur, Ebü’l-Eman’dır. Babam Tokat sakinlerinden Hasan b.Ömer’dir. Sevdiklerime ve dostlarıma son diyeceklerim şunlardır: Bu kusurlu kulu hatırlarından çıkarma­yıp, Kur’an-ı Kerim okuyup, ruhuma hediyeden, hayır duadan unutmayalar, malımın en temizinden, helalinden yüz kuruşu teçhiz ve tekfinime ve yirmi iki kuruş ıskatıma sarf edeler. Varislerime, aile fertlerime vasiyetim şudur: Dostların sözlerine razı olup, mahkemeye gitmeyeler. Birbirine rıza gösterip mücadele ve muhasama etmeyeler. Herkes biliyor ki, dünya fani, ahiret bakidir. ü Teala’yı çok anıp zikredeler. Çünkü bütün saadetlerin başı budur. Herkese gönül hoşluğu ile kıyamete kadar hakkımı helal ettim. Kimsede hakkım yoktur…” Mehmed Emin Tokadî Hazretleri’nin Arapça, Türkçe ve Farsça eserleri vardır. Eserlerinden bir kısmı şunlardır:

      İrşâdü’s-Sâlikîn,

      Risâletü’l-Etvar,

      Şerh-i Kasîre-i Askalânî,

      Tuhfetü’l-Tullâb,

      Hülâsa-i Tarikat.

      Yüce sırrın
      O evliyalar bahçesinin her yaprağında ayrı güzellikler bulunan yüz yapraklı gülüdür. O hidayet yolunun rehberi, o evliyaların hocasıdır. İstanbul’da Ashab-ı Kiram’dan sonra medfun bulunan üç büyük evliyadan biridir. 1664 senesinde Tokat’ta doğmuş ve 83 yaşındayken İstanbul’da vefat etmiştir. Unkapanına inen cadde ile Zeyrek yokuşunun kesistiği tepe üzerinde Soğukkuyu Piri Paşa Medresesi kabristanına defnedilmiştir.

      Mekke’de İmam-ı Rabbani Hz.’nin oğlunun talebesine (Ahmet Yekdes Cüryani Hz.) talebe olmuştur. 3 sene sonunda hocası artık İstanbul’a gitmesini istemiştir. Kendisinden son bir arzusunun olup olmadığını sormuştur. Mehmet Emin Tokadi Hz.’de hocasından dua istemiştir:

      “Benim vefatımdan sonra kabrime gelip bir fatiha okuyanın vücudu cehennem ateşinde yanmasın.”

      Bu dua isteği karşısında hocasına şu hadiseyi hatırlatmıştır :
      “Birgün Resulallah Efendimiz (s.a.v.) ‘in yanına Cebrail (a.s.) gelir. ‘Ya Resulallah Ebu bekir’in (r.a.) 1 saatlik ibadeti 70 senelik ibadet hükmüne geçer’ dedi. Resulallah Efendimiz (s.a.v.) hemen Ebu bekir (r.a.) Efendimizi çağırdı. Geldiklerinde ‘Evde ne yapıyordun?’ diye sordu. Ebu Bekir Sıddık (r.a.) şöyle cevap verdi. ‘Ey Allah’ın Rasulu. Hatırıma şöyle şu gelmişti. Hakk Teala cenntei ve cehennemi yarattı. Her ikisinide dolduracağını takdir etti. Ya Resul Allah bende evde Hakk Teala’dan vücudumu cehennemi dolduracak kadar büyük yapmasını diledim.'”

      Hocası kendisine şunları söyledi :” Vasiyet etki vefatından sonra kabrini kolay bulunacak bir yere yapmasınlar. Virane bir yere defnetsinler. Kimse bilmesin. Ancak, nasibi olanlar gelip bulsun, dua etsinler.

    361. Aşkın İle Aşıklar

      1

      Aşkın ile aşıklar

      Yansın ya Rasûlallah

      İçip aşkın şerabın

      Kansın ya Rasûlallah

      2

      Şol seni seven kişi

      Verir yoluna başı

      İki cihan güneşi

      Sensin ya Rasûlallah

      3

      Şol seni sevenlere

      Kıl şefaat onlara

      Mümin olan tenlere

      Cansın Ya Resulallah

      4

      Aşık oldum dildare

      Bülbül oldum gülzare

      Seni sevmeyen nare

      Yansın Ya Resulallah

      5

      Şol seni seven sübhan

      Oldu kamuya sultan

      Canım yoluna kurban

      Olsun Ya Resulallah

      6

      Aşık Yunus’un canı

      İlm ü şefaat kânı

      Alemlerin sultanı

      Sensin ya Rasûlallah!

      Ay Doğdu Üzerimize

      1
      Ay doğdu üzerimize
      Veda tepesinden.
      Şükür gerekti bizlere
      Allah’a davetinden.

      2
      Sen güneşsin, sen aysın
      Sen nur üstüne nursun.
      Sen Süreyya ışığısın
      Ey sevgili, ey Resül!

      Ey bizden seçilen elçi
      Yüce bir davetle geldin.
      3
      Sen bu şehre şeref verdin
      Ey sevgili, hoş geldin.
      Ey Resül, sana söz verdik
      Doğruluktan ayrılmayız.

      Sen ey esenlik yıldızı
      Senin sevginle doluyuz.

    362. Ölmemeye Çaremi Var

      Gururlanma insanoğlu
      Ölmemeye çaremi var
      Hazen görmüş bir gül gibi
      Salmamaya çarenmi var

      Hayat denen dolap döner
      Bütün mahluk olan biner
      Yağı biten kandil söner
      Sönmemeye çaremi var

      Hiç aldanma mala mülke
      Gitmez isen doğru yola
      Tatlı canın azraile
      Vermemeye çaremi var

      Hiç güvenme can dostuna
      Uçuşurlar mal kastına
      Çıkıp teneşür üstüne
      Yatmamaya çaremi var

      Düşünmezsin hiç ölmeyi
      Terk etmezsin hiç gülmeyi
      Yakası yok ak gömleği
      Giymemeye çaremi var

      Nerde ecdad nerde ata
      Hak’ka karşı yapma hata
      Taput denen ağaç ata
      Binmemeye çaremi var

      Daim yürür Hak izinde
      Hak’kı söyler her sözünde
      Dört kişinin omuzunda
      Gitmemeye çaremi var

      Kalkacaktır gözden perde
      Göreceksin yarin, nerde
      Ev kazılmış kara yerde
      Yatmamaya çaremi var

      Münker nekir gelecektir
      Rabbin kimdir diyecektir
      Mümin cevap verecektir
      Vermemeye çaremi var

    363. HOCA AHMED YESEVİ

      HOCA HASAN ENDAKİ

      Hoca Yusuf Hazretlerinin ikinci halifesi. . Künyesi Ebû Muhammed, ismi Hasan bin Hüseyin. . Buhara’ya 3 fersah mesafede Endâk kasabasından. . Devrinde zamanın kutbu.. Müritlerini terbiye etmekte son derece hususî ve tesirli bir usule sahip.. Sünnet yolunda riyazetleriyle safâ derecesine ulaşmıştı. 90 yıl yaşadı.

      Hoca Yusuf Hazretlerinden nisbet ve tarikat bağı aldıkları zaman üzerlerine öyle bir hal geldi ki, dünya, iş ve ev alâkası di­ye hiç bif şeye gönüllerinde ve hattâ şuurlarında yer kalmadı. Dipsiz bir istiğrak kuyusunda kayboldular. Bu vaziyeti gören Yusuf Hemedânî Hazretleri kendisine nasihatte bulundu :

      — Siz fakirsiniz, iş görmeğe mecbursunuz. Kaldı ki, evli ve çoluk – çocuk sahibisiniz. Sizin için dünya vazifelerinizi ihmal etmemek, hem şeriat, hem de akıl bakımından şarttır.

      Hoca Hasan, bütün gücünü dudaklarında toplayarak cevap verdi:

      — Benim hâlim öyle ki, başka hiç bir işe mecalim kalmamıştır.

      Yusuf Hemedânî Hazretleri bu cevaba öfkelendiler ve Hasan’ı payladılar.

      Gece, Yusuf Hemedânî rüyasında Allah’ı görüyor. Allah ona utan diyor :

      Hoca Yusuf Hemedânî’nin üçüncü halifesi. . Türkistan’ın Yesi şehrinden. . Kabri de orada. . Türkistan halkı ona Ata Yesevî derlerdi. «Ata» baba mânasına gelirse de Türkler şeyhlerini ulularını bu kelimeyle anarlardı. Yusuf Hemedânî Hazretlerin­den feyizlerini tamamlayıncaya kadar Baba Arslan isimli bir şey­he hizmet ettiler ve şeyhin hayatı boyunca kendisinden ayrılma­dılar. Şeyh vefat edince de yine onun işaretiyle Buhara’ya gidip Yusuf Hemedânî’ye bağlandılar ve onun terbiyesinde irşâd ma­kamına erdiler, ilk iki halifenin vefatından sonra irşâd makamı­na geçtiler ve Buhara taraflarında halkı hakka davetle meşgul ol­dular. Bir müddet sonra gaipten gelen işaretle Türkistan’a gitmek icap edince dördüncü halife, fakat nisbeti yürütmekte üstün ku­tup Abdülhalik Gucdevânî Hazretlerine yerlerini bırakıp Yesi yolunu tuttular.

      Ahmed Yesevî, Türk velîlerinin kol basışıdır ve Türkistan büyüklerinden çoğunun nisbeti kendisinedir. Kendi öz sülâlesin­den pek çok velî gelmiştir.

      Dört Halife bıraktı.

    364. Namaz Kılmayanın Cezası

      Ulu Allâh (C.C.) cehennemliklerden haber vererek söyle buyuruyor:
      “Sizi cehenneme sürükleyen sebeb nedir? Derler ki, «Biz namaz kilanlardan degildik, yoksullara yemek vermezdik, batila dalanlar ile birlikte biz de dalardik.”

      (Müdessir Sûre-i Celilesi; 42-45)

      Ahmed Ibni Hambel’in (R.A.) rivayet ettigine göre
      Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      «— Kul ile küfür arasinda namazi terketmek vardir.»
      Müslim’in rivayetine göre “Kulla sirk arasinda yahut kulla küfür arasinda namazi kilmamak vardir.” Buyurmustur.
      Ebû Dâvûd ve Neseî’nin rivayeti de söyledir:

      «— Kul iLe küfür arasinda sadece namaz kilmamak vardir.»

      Ayni hadisi Tirmizî söyle rivayet ediyor: «— Küfür ile iman arasinda namaz kilmamak vardir.» Ibni MAce’nin rivayeti de söyledir: «— Kul ILe küfür arasinda namaz kilmamak vardir.» Bu hadis sahihtir, nitekim Tirmizî ile baskalari onu rivayet etmistir.
      Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      «— Onlar ile aramizdaki sözlesmenin temeli namazdir, namaz kilmayan kâfir olur.»
      Taberanî’nin zararsiz bir isnatla rivayetine göre:
      Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      “Kim kasden namaz kilmazsa açikça kâfir olur.”
      TirmizInin diger bir rivayetine göre hadis söyledir:

      «— Kul ile sirk arasinda sadece namaz kilmamak vardir. Namaz kilmayan Allah’a sirk kosmus olur.»

      Yine Tirmizfnin rivayet ettigine göre
      Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      “Isiâmin özü, dinin temeli üçtür, Islâm bunlara dayanir. Bunlardan her hangi birine yüz çeviren kimse, o yüzden kâfir olur; kani helâldir.”

      1 — Allah’dan baska ilâh yoktur» diye sehadet getirmek.

      2 — Farz namazlar

      3 — Razaman orucu.

      Tirmizî’nin diger senedi güzel bir rivayetinde ifade edildigine göre:

      “Bu temellerden birine yüz çeviren Allah (C.C)’i inkâr etmis gibidir. Onun hic bîr içtimaî tasarrufu ve adalet dagitimi ile ilgili görevi geçerli degildir. Kani ve malînin dokunulmazligi kalkmis olur.» seklindedir.

      Taberanî ve diger bazi hadis kaynaklarin zararsiz iki isnatla rivayet ettiklerine göre, Ubade Ibni Samit (R.A.) der ki; «Dostum Muhammed ((s.a.v.).) bana yedi sey tavsiye etti:
      1 — Kesilseniz, yakiisaniz., asilsaniz bile Allah (C.C)’a sakin ortak kosmayin.

      2 — Mazeretsiz olarak sakin namazi terketmeyin. Kasden ve mazeretsiz olarak namaz kilmayanlar Islâm dininden çikmis olur.

      3 — Allah (C.C)’a karsi gelmeye kalkismayiniz, çünki bu tutum Allah (C.C)’in gazabini kazanmaya yol açar.

      4 — Içki içmeyiniz, çünki o bütün kötülüklerin basidir.

      5 — Esinizden, malinizdan ayri düsmenizi isteseler bile ana – babaniza karsi gelmeyiniz. 6 — Bütün ordu kirilip da tek basiniza bile kalsaniz, cepheden kaçmayiniz.

      7 — Evhalkiniza ve yakinlariniza iyilik ediniz. Yediginizden onlara da pay ayiriniz. Onlara el kaldirmayiniz, onlara Allah (C.C) korkusunu telkin ediniz.»

      Tirmizî der ki. Peygamber´imizin ((s.a.v.).) sahâbieri namazdan baska hiç bir ibddeti terketmenin küfre yol açacagini ileri sürmezlerdi.»

      «Kulla küfür ve imanin arasinda namaz vardir. Kul namazi terketti mi müsrik oldu demektir.» Hadisi sahih’de Bezzar’in rivayet ettigine göre
      Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      “Namazi kilmayanin Islâm’dan payi yoktur. Abdesti olmayanin da namazi kabul edilmez.”

      Taberaniye göre
      Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      “Emânete hiyanet edenin imani yoktur. Temiz olmayanin namazi kabul edilmez. Namâz kilmayanin dini yoktur. Basin vücûd da yeri ne ise namazin dindeki yeri de odur.”

      Bezzar’a ve diger bir koç hadis kaynagina göre Ibni Abbas der ki: “göz bebegim saglam olarak yerinde durdugu halde gözüm görmez olunca. Bana «bir kac günlügüne namaz kilmamak kaydiyle seni tedavi ederiz» dediler.

      Ben de dedim ki: “Hayir, olmaz. Çünki Peygamber (S.A.V)´imiz bana:

      «Namaz kilmayan kendisine karsi gazapli olarak Allah (C.C)’in karsisina çikar” buyurdu,
      Taberani’nin zararsiz bir senetle Mütebekatda rivayet ettigine göre. Rasûlallah’a ((s.a.v.).) bir adam gelerek:

      Ya Rasûlellah bana bir amel ögret ki onu isledigim zaman cennete gireyim dedi.

      «— Eziyette görsen, yakinsan da hiç bir seyi Allah (C.C)’a serik kosma, anana babana itaat et. Velev ki seni malindan ve her seyinden etsinler. Namazi kasden terk etme. Cünki kasden namazi terk eden kimseden Allah (C.C)’in zimmeti beri olur.» buyurdular.

      Diger senedi sahih, fakat minkatt bir rivayette söyle denilmistir.

      Öldürülsen de, yakilsan da Allah (C.C)’a hiç bir seyi serik ko(s.a.v.)akin, annene babana âsi olma. Velev ki sona ailenden ve malindan olmayi emretsinler, sakin kasden farz namazi birakma, zira kasden farz bir namazi terk eden kimseden Allah (C.C)’in zimmeti beri olur. Sakin sarabi içme, cünki onu içmek her kötülügün basidir. Günah istemekten sakin, zira günah sayesinde Allah (C.C)’in gazabi hak edilir. Harp safindan kaçma velev ki insanlar helak olsun, onlar helâk olsa da sen yerinde dur. Varligindan âilece harca teed-düben sopani ontardan eksik etme. Allah (C.C) hususunda onlari korkut.»
      Ibni Hibban’tn (R.A.) rivayet ettigine göre,
      Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      “Kapali havalarda sabah namazini erken kiliniz. Çünki namaz ki­mayanlar kafir otur.»

      Taberani’nin Peygamber (S.A.V)´imizin azatlisi Ümeyme’den rivayet ettigine göre Ümeyme söyle demistir: «Rasûlellah ((s.a.v.).) in bo(s.a.v.)u döküyordum. Bu arada bir adam gelerek. «Bana vasiyette butun» dedi.

      O da: «Parcalansan da, ateste yakilsan da Allah (C.C)’a hiç bir seyi serik kosma, annene, babana âsi olma, velev ki sana aileden ve dünyadan olmani emretsinler. Sakin sarabi içme, cünki o her kötülügün anahtaridir. Sakin kasden namazi birakma, bu yapmandan Allah (C.C)’in ve Rasulü’nün zimmeti beri olur…» buyurdu.

      Ebû Naim’e göre
      Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      “Mazeretsiz olarak ve kasden namaz kilmayanin adini Allah (C.C) cehenneme gireceklerden biri olarak cehennemin kapisina yazar.”

      Taberanî ve Beyhakî’ye göre
      Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      «— Namaz kilmayan kimse, ailesinin ve malinin dagilmasina yol açar»

      Hâkimin Hz. Ali (r.a)’den rivayetine göre
      Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      “Vallahi ey Kureysliler! Ya namazinizi kilar, zekâtinizi verirsiniz. Yahut dinin emirleri geregince boynunuzu vurmak üzere üzerinize birini gönderirim.»

      Ahmed Ibni Hambel’e göre
      Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      “Allah (C.C)Islâm’da dört seyi farz kilmistir: Hepsini birarada yerine getirmeyenin üçünü islemis olmasi kendisine hic bir fayda saglamaz: 1) Namaz, 2) Zekât, 3) Ramazan orucu, 4) Beytullâh’i ziyaret etmek.»

      Isfahani’ye göre
      Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      «— Hic bir mazereti olmaksizin ve kasden namaz kilmayanin Allah (C.C)
      bütün iyi amellerini siler, tevbe edip yeniden Allah (C.C)’a dönünceye kadar onun
      île hic bir ilgisi kalmaz.»
      (Burada ayni mealde bir kaç hadis atlanmistir.) Peygamber (s.a.v.)´imizin zamanindan beri gelen bütün ilim adamlarinin ortak görüsüne göre mazeretsiz olarak vakti cikincaya kadar bir namazi kilmayan kimse, kafir olur.

      Eyüp der ki: Namazi terketmek küfürdür. Bunda ihtilâf yoktur

      Ulu Allah (CC.) buyuruyor ki:

      «— Sonra onlarin arkalarindan namazi savsaklayan ve nefislerinin azgin arzularina uyan bir nesil geldi. Onlan ileride cehennemin en derin yerini boylayacaklardir.

      Fakat tevbe edip iyi amel isleyenler müstesna, onlar en ufak bir haksizliga ugramaksizin cennete girerler.»

      (Meryem Sure-i Celilesi: 59-60)

      Ibni Mes’ud (R.A) der ki: «Âyette gecen «savsakladilar» ifâdesi, «namazi bütün bütüne terkettiler» demek degil. «Onu vaktinde kilmadilar» demektir.

      «Tabiin» tabakasinin imami olan Said Ibni Museyyeb (R.A.) ayni konuda der ki, «âyetteki «savsakladilar» deyimi, ikindi olmadan ögle namazini, aksam olmadan ikindi namazini, yatsi olmadan aksam namazini, sabah olmadan yatsi namazini, günes dogmadan da sabah namazini kilmamayi huy haline getirenler hakkindadir.
      Iste bu huyunda israr ederek tevbe etmeden ölenleri. Allah (C.C)’in cehennemin derin ve azabi siddetli kuyusuna atacagini simdiden bildirmektedir.»

      Allah (C.C.) buyuruyor ki:

      “Ey mü’minler, mallariniz ve çoluk – çocugunuz sizî Allah’i anmaktan alakoymasin. Bunu yapanlar, zararlilarin ta kendileridir.»

      (Münafikun Sûre-i Celilesi: 9)
      Bir gurup tefsir âlimine göre âyetteki «Allah’i anmak» deyiminden maksat bes vakit namazdir .» Buna göre ticaretle, sanatla veya çoluk – çocukla oyalanarak namazini kilmayanlar zararli çikarlar.

      Onun icin
      Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      “Kiyamet Günü amelleri arasindan kul, ilk önce namazindan hesaba çekilir. Eger bu hesabi düzgün geçerse kurtulmus ve basariya ulasmis olur. Eger bu husûsdaki suâlde eksikleri çikarsa aldanmis ve zararli çikmis olur.»

      Ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:

      “Kildiklari namazin önemini kavramadan namaz kilanlarin vay haline.”

      (Maun Sûre-i Celilesi: 4—5)
      Peygamber (S.A.V)’imiz âyette gecen «Kildiktan namazin önemini kavramayanlar» ifâdesi ile, namazi vaktinde kilmayanlarin kasdedildigini bildirmektedir.

      Ahmed ibni Hambel, Taberanî ve Ibni Hibban’a göre Peygamber’imiz ((s.a.v.).) bir gün namazdan bahsederken söyle buyuruyor:

      “Kim namaza devam ederse o kendisine Kiyamet gününde Nur kilavuz ve kurtarici olur. Buna karsilik namazina önem vermeyenlere ne Nur, ne kilavuz ve ne de kurtarici olur. Böyfe bir kimsenin. Kiyamet Günü, arkadaslari Karun, Firavun, Haman ve Übeyy Ibni Half olur.”
      Alimlerden biri der ki; “Namaza önem vermeyenlerin Kiyamet Günü bu kimselere arkadas olmalarinin hikmeti sudur: Eger adam, varligi yüzünden namazi savsaklarsa Karun’a benzemis olur, o yüzden Mahser’de ona yoldas olur.
      Eger saltanati yüzünden namazi savsaklarsa Firavun’a benzemis olur, o yüzden Mahser’de ona yoldas olur. Eger vezirligi yüzünden namazi savsaklarsa Hamam gibi olmus olur, o yüzden Mahser’de ona yoldas olur. Eger ticarete düskünlügü yüzünden namazi savsaklarsa Mekke kâfirlerinin tüccari Ubeyy Ibni Half gibi olmus olur. bu yüzden Mahser’de onun yoldasi olur.” Ebû Ya’lanin güzel bir senetle rivayetine göre Musab ibni Sa’d (R.A.) der ki, «Bir gün babama: «Babacigim! Ulu Allah (C.C)’in: «Namazlarinda hatâya düsen, kildiklari namaza önem vermeyen namaz kilicilarin vay haline!» mealindeki âyeti hakkinda görüsün nedir? Hangimiz kilarken yanlislik yapmaz, hangimiz namazda iken içinden baska seyler geçirmez» dedim.

      Bana dedi ki: «âyetin maksadi senin sandigin gibi degil, namazi vaktinde kilmamaktir.»

      Âyette geçen «Veyl»`in kelime mânâsi, agir azâbdir. Fakat bir görüse göre cehennemdeki bir vadinin adidir ki; oradan dünya daglari geçirilse erir, o kadar isi derecesi yüksektir, burasi namazi savsaklayanlarin, onu vaktinde kilmayanlarin yeridir, yalniz yaptiklarina pisman olup tevbe edenler hariç.

      Hakim’e göre
      Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      «Özürsüz olarak iki namazi bir vakitte birlestiren kimse, büyük bir günaha girmis olur.»

      Basta Buhari ile Müslim olmak üzere diger dört hadis kaynagina göre Peygamber´imiz (s.a.v.)

      «ikindi namazini kaçiran kimse yuvasini dagitmis ve malini mülkünü yitirmis gibi olur.» buyuruyor.
      Neseî´ye göre Peygamber´imiz (s.a.v.) ikindi namazini kasdederek:

      «Namazlar için de öyle biri var ki, onu kaçiran yuvasini dagitmis ve malini – mülkünü yitirmis gibi olur.» buyuruyor.
      Müslim ve Nesâî’ye göre Peygamber´imiz (s.a.v.) ikindi namazini kasdederek:

      «Bu namaz sizden öncekilere sunuldu, onu savsakladilar. Simdi ona önem vererek devam edenlerinizin mükâfati iki kattir. Yildiz doguncaya hava kararincaya kadar. Ondan sonra namaz kilinmaz» buyurmustur.

      Ahmed Ibni Hambel. Buhari ve Neseî’ye göre Peygamber’imiz (s.a.v.):

      «ikindi namazini kilmayanin iyi ameli silinir.» buyuruyor.

      Ahmed Ibni Hambel ile Ibni Ebû Seybe’ye göre Peggamber’imiz (s.a.v.) «Hiç bir mazereti olmaksizin ikindi namazini kilmayip kaçiranlarin bütün iyi amelleri silinir.» buyuruyor.

      Abdürrezzak’a göre Peygamber (s.a.v.)’imiz

      «içinizden birinin yuvasinin dagilmasi, malinin mülkünün elden çikmasi, onun hesabina ikindi namazinin vaktini kaçirmaktan daha hafif bir zarardir» buyuruyor.

      Taberanî ile Ahmet Ibni Hambel’e göre Peygamber (s.a.v.)’imiz

      «Mazeretsiz olarak ikindi namazini kilmayip günesin batisina kavusanlar, yuvasini dagitmis, malini mülkünü elden kaçirmis gibidirler» buyuruyor.

      Imam-i Sâfi ile Beyhakî’ye göre Peygamber (s.a.v.)’imiz

      «Her hangi bir vakit namazi kilmaksizin vaktini geçirenler yuvasi dagilmis, malini mülkünü elden kaçirmis gibidirler.» buyuruyor
      Buhâri’ye göre Semûre ibni Cündep (R.A.) der ki, Peygamber’imiz ((s.a.v.).) sahâbilere sik sik: «rüya göreniniz var mi?» diye sorar ve anlatilan rüyalari Allah (C.C)’in diledigince yorumlardi. Bir sabah bize söyle dedi:

      «— Bu gece bana iki kisi gelerek beni yataktan kaldirdilar ve «yürü gidelim dediler. On’ar ile birlikte yürüdüm. Yolda iki kisiye rastladik. Biri sirtüstü yerde yatiyordu, digeri basina tasla dikilmis elindeki kayayi arkadasrnin basina vuruyor, basini yariyordu.

      Yuvarlanan kayayi alip geri gelinceye kadar arkadasinin basindaki tas yarasi kapaniyordu. O da ayni isi yeni bastan tekrar yapiyordu.
      Onlara «Subhanallah, bu ne istir» dedim, Yürü gidelim» dediler.

      Az ilerde yine iki kisiye rastladik. Biri basinin üstüne dikilmis, yerde yatiyordu. Öbürü basinca dikilmis, elinde demirden bir cengel var, demir çengeli arkadasinin yanaklarinin birine batiriyor, yari cenesini, burnunun bir deligini ve kaslari ortasindan alnini yariyordu. Derken öbür yanagina dönerek ayni sekilde basinin diger yansini darmadagan ediyor, bu araca dagitilmis olan ilk yanagin yaralari kapanip eski heline dönüyor ve bu is durmadan tekrar ediliyor.

      Yammdakilere «Subhanallah, bu ne istir» dedim, bana «yürü, gidelim» dediler.
      Yürümeye devam ettik, az ilerde karsimiza tandira benzer bir ates kuyusu çikti. Içinde — Zannederim gürultü patirdi vardi buyurdu. — Içine bakinca çirilciplak erkek ve kadinlar gördük, dalga dalga dipten yükselen alevler vücudlarini sariyordu.

      Alevler dalgalaninca onlarin aci feryedlari da yükseliyordu. Yanimdakilere «bunlar nedir» diye sordum, «yürü, gidelim» dediler.

      Yürümeye devam ederek bir nehrin yanina vardik. (Peygamber (S.A.V)’imizin nehri; «Kan gibi kirmizi» diye tarif ettigini saniyorum) Orada iki kisi ile karsilastik. Biri nehirde yüzüyordu, öbürü, iri bir tas yigini yaninda ve kenarda duruyordu.
      Yüzen adam, kenara yaklasir yaklasmaz kenardaki adam yanindaki taslarden birini üzerine firlatarak onu geri döndürüyordu ve her dönüp geldikçe agzina tasi basiyordu.

      Yanimdakilere «bu nedir» dedim. «Yürü, gidelim» dediler.

      Yürümeye devem ederek görünüsü tiksinti uyandiran bir adam ile karsilastik. onun kadar çirkin ve tiksindirici görünüslü birini görmüs olamazsin. Adamin önünde bir atas yaniyordu, ates zayifladikça adam onu güclendiriyor ve durmadan etrafinda dolaniyordu.
      Yammdakilere «bu nedir» dedim. «Yürü, gideiim» dediler.

      Yürümeye devam ederek yüksek otlar ile kapli bir bahçe ile karsilastik. Bahçenin bahar çiçekleri vardi, ortasinda bazi göge degecek gibi uzun boylu bir adam vardi, edamin etrafini o ana kadar görmedigim kadar kalabalik sayida çocuklar çevrelemisti.
      Yanimdokilere “bunlar nedir” dedim. “Yürü, gidetim” dediler.

      Yürümeye devam ederek ulu bir agacin yanina vardik. O kadar ve muhtesem bir agaç ki, o ana kadar hic görmemistim. Yanimdakiler «bu agaca tirman» dediler. Hep birlikte agaca tirmana tirmana bir sehre ulastik, binalarinin tuglalari altin ve gümüsten idi. Sehrin kapisma dayanip açilmasini istedik, kapi açildi ve içeri girdik. Bizi vücudlarinin yarisi gördügün en güzel, diger yarisi gördügün en çirkin bir takim kimseler karsiladi. Yanimdakiler onlara: «haydi kosun, su nehre dalin» dediler. Bir de baktim ki, nehir ters dönmüs suyu halis bembeyaz olmus akiyor. Bizi karsilayanlar nehre dalip çikarak yanimiza döndüler, vücudlarindaki çirkinlik kaybolmus, tepeden tirnaga en güzel bir görüntü kazanmislardi».

      Yanimdakiler: «Burasi Adn Cennetidir, surasi da senin konagin» dediler. Bu arada gözlerimi yukari kaldirinca bakislarim beyaz bulut gibi bir kösk ile karsi karsiya geldi. Yammdakiler «iste konagin orasi» dediler. «Allah (C.C)’in bereketi üzerinize olsun, birakin beni de içine gireyim» dedim, «simdi olmaz, nasil olsa oraya gireceksin» dediler. Onlara «Bu geceden beri sasirtici seyler görüyorum, bu gördüklerim nedir» diye sordum, «sana anlatacagiz» deyip söyle söze girdiler.

      Ilk karsilastigin, basina tas ile vurulan adam Kur’an’i Kerim´i bildigi halde uygulamayan ve farz namazi kilmaksizin uyuyan kimse idi.

      Çenesi, burnu ve gözü demir cengele takilarak yirtilan adam, sabah evinden disariya adim attigi andan itibaren durmadan yalan konusup saga sola yayan kimse idi.

      Tandir gibi bir kuyuya kapatilmis çiplak vücudlu kadin ve erkekler de zina edip erkek ve kadinlardi.

      Kenara yaklasir yaklasmez üzerine tas atilan ve durmadan nehirde yüzer halde karsilastigin adam faiz yiyen kimse idi. Atesin yaninda gördügün o durmadan ates tutusturup çevresinde dolasan, çirkin görüntülü adam da cehennemin bekcibasisi idi.

      Bahçedeki uzun boylu adam Hz. Ibrahim (A.S.) çevresindeki cocuklar da Islâm fitrati üzere ölen insan yavrulari idi.
      (Bu sirada schabelerden biri: «Yâ Rasûlallah (S.A.V), müsriklerin çocuklari da dahil mi diye sorar. Peygcmber’imiz ((s.a.v.).) de ona: «Müsriklerin çocuklari da dahil» diye cevap verir.)

      Vücudlannin yansi güzel ve diger yansi çirkin olarak gördügün kimseler ise hem iyi, hem kötü amelleri olan kimselerdi ki. Allah (C.C) onlarin kötü amellerini bagislayivermisti.

      (Bezzar’in rivayetine göre hadis söyle sona ermektedir):
      Arkasindan Peygamber (S.A.V)´imiz baslarina tas ile vurulup yarilan ve yarilir yarilmaz yaralari iyileserek ayni tas darbelerine yeni bastan hedef olan bir gurup ile karsilasti. «Ya Cebrail, bunlar kimdir» diye sordu. Cebrail de ona: «Bunlar baslari namaz ile hos olmayan kimselerdir» diye cevab verdi.
      Hatib Ve Ibni Neccar’a (rahimehullah) göre Peygamber’imiz ((s.a.v.).)

      «Islâmin
      alâmeti farikasi namazdir. Bütün varliklarini vererek namaz kilanlar, vakitlerine, sünnetlerine ve ölçülerine titizlikle önem verenler, gerçekten mü’mindirler» buyuruyor.

      Ibni Mâce’ye göre
      Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      «— Ulu Allah (C.C.) söyle buyurdu: «Ümmetine bes vakit namaz farz kildim ve bu namazlari her zaman vaktinde kilanlari cennete koyacagima dair söz verdim. Fakat bes vakit namazi savsaklayanlara verilmis hiç bir sözüm yoktur.» Ahmed Ibni Hambel ile Hakim’e göre
      Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      «— Namazi üzerine gerekli bir borç bilip yerine getirenler, cennete girerler.»

      Tirmizî. Neseî ve Ibni Mâce’ye göre
      Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      “Kiyamet Günü kul, ilk önce namazdan hesaba çekilir. Eger bu hesabi iyi geçerse kurtulmus ve basariya ulasmis olur.
      Bu konuda iyi hesap vermeyenler aldanmis ve zararlidir. Eger kulun farz namazlarindan eksik çikarsa ulu Allah (C.C); «Bakin bakalim, kulumun eksik farzlarim tamamlayacak nafile ibadeti var mi» diye buyurur. Arkasindan ayni sekilde, kulun diger amellerle ilgili hesabi yapilir.”

      Nesei´ye göre
      Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      «— Kiyamet Günü kul ilk önce namazdan hesaba çekilir. Ilk görülecek insanlararasi dava: kan davasidir.»

      Ahmed Ibni Hambel. Ebû Dâvud. Neseî. Ibni Mâce ve Hakim’e göre
      Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      “Kiyamet Günü kul, ilk önce namazdan hesaba çekilir. Eger kul namaz borcunu tam olarak yerine getirmis ise hesaplasmasinin sonucu tam olarak kaydedilir. Eger namaz borcunu eksiksiz olarak yerine getirmis degilse. Ulu Allah (C.C) meleklere «bakin bakalim, kulumun nafile ibadeti varsa farz borcunu karsilayan» diye buyurur. Arkasindan ayni sekilde zekâtin hesabina geçilir, sonra da ayni usul ile diger amellerin hesabi yapilir.”

      Taberânî’ye göre Peygamber`imiz (s.a.v.):

      “Kiyamet Günü kulun ilk hesâb konusu ve ilk gözden geçirilecek amel hanesi namazdir. Bu konudaki hesablasma iyi geçerse kul kurtulur, bozuk geçtigi takdirde ise aldanmis ve hüsrana ugramis olur.” buyuruyor.
      Ibni Asâkir’e göre
      Peygamberimiz (s.a.v.):

      «Kul ilk önce namazindan hesaba çekilir. Bu hesab iyi geçerse, diger amelleri ile ilgili olan hesablasma da kolay geçer. Bu hesabda aksaklik çikarsa diger ameller ile ilgili hesablasma da ogirlastirilir. Sonra Ulu Allah (C.C) meleklerine: «Bakin bakalim, kulumun defterinde nafile ibâdet var mi?» diye emreder. Varsa onunla farz borcu karsilanir. Arkasindan diger farzlar da ayni sekilde hesablasma konusu yapilir» buyuruyor.

      Ahmed Ibni Hambel, Ebû Dâvud. Neseî ve Hakîm’e göre
      Peygamberimiz (s.a.v.):

      «Kiyamet Günü insanlar, amelleri arasindan ilk önce namazdan hesaba çekilirler. Ulu Allah (C.C) meleklerine: — Zaten her seyi bilir ya — «Kulumun namazina bakin bakalim, tamam mi, yoksa eksigi var mi» diye buyurur.
      Eger tamam ise, tamam oldugu kayda geçer. Eger kulun namaz konusunda eksigi varsa Ulu Allah (C.C) meleklerine «bakin bakalim, kulumun nafile ibâdeti var mi? Eger varsa nafilesinden alarak farz borcunu karsilayin» diye buyurur. Arkasindan ayni biçimde diger ameller ele alinir» buyurur.

      Tayalisî, Taberanî ve Ziya’ya göre
      Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      «— Allah katindan Cebrail bana geldi ve söyle dedi: Yâ Muhammed. Ulu Allah buyuruyor ki:

      «—Ben senin ümmetine bes vakit namaz farz kildim. Bu bes vakitlik namazi abdesti ile, vakit titizligi ile, rükû’u ile ve secdesi ile eksiksiz olarak yerine getirenleri cennete koymayi taahhüt ediyorum. Fakat namazda eksigi olarak katima gelenlere karsi hiç bir taahhüdüm yoktur, onlari dilersem azaba çarptirir, istersem kendilerine merhamet ile muamele ederim.»

      Beyhakî’ye göre
      Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      «— Namaz ile ilgili olarak terazi vardir, denk tartan mükâfatini tastamam alir.»
      Deylemî (rahimehullâh) der ki, «Namaz, seytanin yüzünü karartir. Sadaka, belini büker. Allah (C.C) ugruna sevismek ve ilim yolunda kaynasmak, onun kökünü kazir. Bunlari yaparsaniz, dogunun batiya uzakligi gibi seytan sizden uzaklasir.» Tirmizî. Ibni Hibban ve Hâkim’e göre
      Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      «— Allah (C.C)’dan korkunuz, bes vakit namazinizi kiliniz. Ramazan ayinda
      orucunuzu tutunuz, malinizin zekâtini veriniz, âmirlerinize itaat ediniz ki,
      Rabb’inizin cennetine giresiniz.»
      Buharî. Müslim. Ebû Dâvud. Neseî ve Ahmed Ibni Hambel’e göre
      Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      «— Allah (C.C) katinda en sevimli amel, vaktinde kilinan namazdir. Ondan sonra
      sirasiyle ana – babaya iyilik etmek ve Allah (C.C) yolunda cihad gelir.»

      Beyhakî’ye göre Hz. Ömer (R.A.) der ki; «Bir gün adamin biri Peygamber (s.a.v.)’imize gelerek: «Ya Rasûlallah, Islâmda Allah (C.C) katinda en sevimli amel nedir» diye sordu. Peygamber (s.a.v.)’imiz adama su cevabi verdi:

      «— Vaktinde kilinan namazdir. Namaz kilmayanin dini yoktur, namaz dinîn diregidir,»
      Bu yüzdendir ki. Hz. ömer (r.a)’in sirtina hançer saplandigi zaman ezan okununca ona «namaza» diye haber verirler. O da «Namaz ne güzel seydir. Namazi terkedenin islâm ile hiç bir ilgisi yoktur» diye cevap verir ve yarasindan kan aka aka namazi kilar.

      Zehebî’nin rivayetine göre
      Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      — Kul namazini vakti girer girmez kilinca, bu namaz, nur saçar halde göge dogru yücelerek Ars’a varir ve orada Kiyamet Gününe kadar sahibi için istigfar ederek:

      «Beni nasil titizlikle gözetiinse Allah (C.C) da seni gözetsin» der.
      Buna karsilik kut namazinin vaktini kaçirarak kilarsa bu namaz karanliga bürünerek göge dogru yükselir, varacagi yere» ulasinca eski bir paçavra gibi dürülerek sahibinin yüzüne firlatilir.»

      Ebû Davud’a göre
      Peygamberimiz (s.a.v.):

      «Allah (C.C), üc kimsenin namazini kabul etmez.» diye buyurduktan sonra onlardan biri olarak vakti geçtikten sonra namaz kilanlari saymistir.
      Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      «— Namaza karsi titiz davrananlara Allah (C.C) su bes ikramda bulunur:

      1 — Geçim darligini üzerinden kaldirir.

      2 — Kabir azabindan kurtulur.

      3 — Amel defteri sag taraftan verilir.

      4 — Sirat’i simsek gibi geçer.

      5 — Hesaba çekilmeden cennete girer.»

      Namazi savsaklayanlara da Allah (C.C) besi dünyada, üçü ölürken, üçü kabirde ve üçü kabirden yeniden çikarken olmak üzere onbes çesit ceza verir.

      Dünyadakiler sunlardir:

      1 — Ömrünün bereketi kaldirilir.

      2 — Yüzünden «iyiler» simasi silinir,

      3 — Allah (C.C) hiç bir amelinin mükâfatini vermez,

      4 — Duasi göge yücelmez,

      5 — Iyilerin dualarinda payi bulunmaz.

      ölürken çekilen cezalar sunlardir:

      1 — Boynu bükük ölür.

      2 — Aç olarak can verir.

      3 — Bütün dünya denizleri girtlagina akitilsa kanmayacak sekilde susuzluk çeke çeke ölür.

      Kabirde basina gelenler sunlardir:

      1 — Kaburgalari birbirine geçecek sekilde sikisir.

      2 — Kabrinde üzerine ates yakilir ve sabah – aksam bu atesin karalar üzerinde daglanir.

      3 — Kabirde üzerine «Sucâul Akra» adinda gözleri ates ve tirnaklan demirden bir yilan salinir, her tirnaginin uzunlugu bir günlük yol kadar olur. Kulak zarini titreten gök gürültüsü gibi bir ses ile dile gelerek ölüye der kî:

      «— Ben Sucâul Akra’im. Rabb’im bana sabah namazini günesin dogusuna kadar, ögle namazini ikindiye kadar, ikindi namazini aksama kadar, aksam namazini yatsiya kadar, yatsi namazini tan yeri agarana kadar geciktirerek savsaklamana karsilik seni her biri için ayri ayri dögmemi emretti.»

      Yilanin her darbesi ile adam yetmi(s.a.v.)in boyu daha yere gömülür. Kiyamet Gününe kadar kabir azabi çekmeye devam eder.

      Yeniden dirilip mezardan çiktiginda Kiyamet duraginda basina gelenler sunlardir:

      «— Agir hesablasma, 2 — Rabb’in gazabi. 3 — Cehenneme girmek.»
      (Diger bir rivayete göre hadisin son kismi söyledir:}
      «— O Kiyamet Günü, alninda üç satir yazi ile Mahser’e gelir: Birinci satirda:

      «Ey Allah hakkini zayi eden», ikinci satirda: «Ey hassatan Allah (C.C)’in gazabini hakkeden kimse», üçüncü satirda: «Dünyada Allah (C.C)’in hakkini nasil zayi ettinse bu gün sen de O’nun rahmetinden umud kes» diye yazilidir.»
      (Namazi savsaklayanlara verilecek cezalarin toplami bu hadiste belirtildigi gibi on bese ulasmiyor, on dört oluyor. Anlasilan hadisi rivayet eden. on besinciyi unutmustur.)

      Ibni Abbas’in (R. Anhuma) rivayet ettigine göre
      Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      «— Kiyamet Günü, adamin bîri getirilerek Allah (C.C)’in huzuruna dikilir ve Allah (C.C) onun cehenneme götürülmesini emreder. Adam: «Ya Rabb’i, beni ne yüzden cehenneme yolluyorsun» deyince Ulu Allah (C.C) ona: «Namazi vaktinde kilmadigin ve adima yalan yere yemin ettigin için» diye buyurur.»
      Bazilari der ki Peygamber’imiz ((s.a.v.).) bir gün sahebîlerine:

      «Allah’im, aramizdan hic kimseyi —mahrum kötü— eyleme. diye dua ediniz»

      buyurduktan sonra onlara «mahrum kötü» kimdir, bilir misiniz?» diye sorar.
      Sahabiler »kimdir, ya Rasûlallah?» derler. Peygamber ((s.a.v.).)´imiz. «Namaz kilmayan» diye cevap verir.

      Söylendigine göre Kiyamet Günü ilk önce namaz kilmayanlarin yüzleri kararir. Cehennemde yilanlar ile dolu «Lemlem» adinda bir vadi vardir. Her bir yilan deve boynu kalinliginda ve bir aylik yol uzunlugundadir. Bu yilanlar namaz kilmayani isirinca zehirleri vücudunda yetmis yil boyunca kaynar, sonunda etleri çürüyerek dökülür.

      Rivayet edildigine göre Israilogullarindan bir kadin bir gün Hz.Musa (A.S)’ya gelerek: «Ey Allah’in Rasûl’ü, büyük bir günah isledim, fakat tevbe ettim. Benim için Allah’a yalvar da tevbemi kabul ederek günahimi bagislasin» der. Hz. Musa (A.S) kadina «isledigin günah nedir» der.

      Kadin Hz. Musa (A.S)’ya «Yâ Nebi Allâh, zina ettim, gayri mesru bir çocugum oldu, sonra da onu öldürdüm» diye cevap verir. Bunun üzerine hiddetlenen Hz. Musa (A.S) kadina: «Defol, ey fahise! Yoksa senin ugursuzlugun yüzünden gökten ates yagip bizi yakacak» der. Ve kadin, kalbi kirilarak yanindan çikar.

      Hemen o sirada Cebrail (A.S.) inerek Hz. Musa (A.S)’ya der ki. «Allah sana: «Yâ- Musa, günahina tevbe eden kadini niye kovdun, ondan daha fenasini bulamadin mi» diyor. Hz. Musa (A.S), Cebrail (A.S)’e «Ondan daha fenasi kimdir» diye sorar. Cebrail (A.S),de «Hiç bir mazereti olmadigi halde bile bile namaz kilmayan kimse.» diye cevap verir.
      Yine söylendigine göre eskilerden biri ölen bir kiz kardesini topraga verirken para kesesini mezara düsürür. Mezarliktan ayrilincaya kadar farkina varmaz.
      Farkina varinca mezarliga döner, el-ayak çekilince kardesinin mezarini açar. Fakat içerde ates tutustugunu görür.

      Tekrar kabri örterek aglaya oglaya annesine kosar. «Anacigim, bana kiz kardesim ve onun davranislari hakkinda bilgi ver» der. Kadin «Niye soruyorsun, oglum» der. Adam: «Anacigim, mezarinda ates yandigini gördüm de ondan soruyorum» der.

      Bu defa annesi de aglamaya baslayarak «Oglum, kiz kardesin namazi savsaklar, vaktinde kilmazdi» diye cevap verdi.

      Namazi vaktinde kilmayanin hali bu olunca hiç namaz kilmayanin akibetini var kendin düsün.

      Allah (C.C)’dan dileriz ki, bize namaza karsi titiz davranmak, onu vaktinde ve eksiksiz kilmak üzere yardimci olsun. O cömert, kerim, esirgeyici ve merhamet edicidir.

    365. Allah’dan Başkasını Dost Edinmek

      Ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:
      “Zâlimlere meyletmeyiniz ki, cehennemi boyLamayasiniz. Zaten Allah’dan baska yardimcilariniz yoktur. Sonra O’ndan yardim göremezsiniz.”

      (Hûd Sûre-i Celilesi. 113)
      Bir tefsir âlimi yukardaki âyet hakkinda sunlari yaziyor, «Bütün dil âlimleri âyette gecen «rükün» kelimesinin azlikcokluk farki söz konusu olmaksizin kayitsiz sartsiz olarak «meyil ve siginma» mânâsina geldiginde görüsbirligi içindedirler.

      Abdurrahman Zeyd. «Buradaki Ruk’un» yardakçilik etmektir. Bu da zâlimlerin küfrüne karsi ses çikarmamaktir» der.

      Ikrime {R.A.) ise onlara meyil göstermeyin yasaginin «Onlar ile hiç bir sekilde isbirligi yapmayiniz» demek oldugunu belirtir.

      Anlasiliyor ki âyetle umumî olarak müsriklerle fasik müslümanlara meyil etmek yasaklanmistir. Nisabûrî tefsirinde der ki, «muhakkikler bu âyette yasaklanan “meyil gösterme” nin «zalimlerin tutumundan memnun olma, onlarin yolunu baskalarina karsi övmek ve güzel göstermek ve onlarin her hangi bir haksiz davranisina ortak olmak» demek oldugunu belirtiyorlar. Bu görüsü ileri sürenlere göre, her hangi bir zarari önlemek üzere veya geçici de olsa belirli bir yarar saglamak amaci ile zâlim yetkililere basvurmak âyette yasak onan «meyil göstermek» mefhûmuna girmez.

      Nisabûrî diyor ki «Bence bu görüs, yasama ve ruhsat yoludur, zâlimlerin hepsi ile uzak kalmak iktiza eder, Allah (C.C) kuluna kâfi degilmidir? Ben de derim ki Nisaburi [r.a.) dogru söylemistir, zâlimlere meyletme maddesini kökünden kesmek evlâdir. Bu husus bu zamanlardaki kötülükten nehiy, iyilige emir mümkün olamiyor. Halbuki zâlimlere meyletmede nice aldanma ve aldatmalar vardir. Bazi bakimlardan davranislari zulüm sifatini kazananlara belli belirsiz meyil göstermek, insani bu sekilde cehennemin atesine yakalanmaya sürüklüyorsa zulüm ve haksizligin içine batmis, kimseler son derece meyletmek, onlarin çevresine katilmaya, yardakçilari olmaya can atmak, onlarla semimi ahbapliklar kurup kötülüklerinde davranis ortakligina girismek, verdikleri nisan ve rütbeleri takinmaktan iftihar duymak, onlarin geçici saltanatinin parlakligina kamasan gözlerle bakmak, aslinda basak tanesinden daha dayaniksiz ve sivrisinek kanadindan daha güçsüz olduklari halde geçici olarak ellerinde bulunan ihtisama imrenmek, eger bütün bunlar, böylesine yürekten taraftar olmaktan ileri gelmiyorsa, bunlar hakkinda ne demeli, istenen de…
      Peygamber’imiz ((s.a.v.).) buyuruyor ki:

      «— insan dostunun dinindendir. Buna göre herkes kimleri dost edindigine iyi baksin.»
      Rivayet olunur ki Peygamber’imiz ((s.a.v.).) söyle buyurmustur:
      «— Iyi bir sohbet arkadasi misk saticisi gibidir, sana misk vermese bile üzerine kokusu bulasir. Kötü bir sohbet arkadasi körük çekene benzer, tutusturdugu ates seni yakmasa bile üzerine dumani bulasir.»
      Ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:
      «— Allah’dan baskalarini dost edinenler, agdan yuva yapan örümcek gibidirler. Oysa ki, eger bilseler, hiç süphesiz örümcek yuvasi yuvalarin en çürügüdür»
      (Ankebût Sûre-i Celilesl – 41)

      Peygamber’imiz ((s.a.v.).) buyuruyor ki:

      «— Bir zengine zenginliginden- dolayi saygi gösteren kimse dininin üçte birini kaybetmistir.» Peygamber’imiz ((s.a.v.).) buyuruyor ki:
      «— Fâsik övüldügü zaman Allah (C.C) gadaba gelir ve bu yüzden Ars titrer.»

      Ulu Allah (C.C) buyuruyor ki:

      “O gün biz herkesi teker teker imami ile çagirinz. Kitabi sagdan verilenler yok mu? Onlar kitablarini okurlar ve en ufak bir haksizliga ugratilmadiklarini görürler»
      (I(s.a.v.)ûre-i Celilesi – 71)
      Herkesin imâmi çagrildigi bildirilen yer. «Arasat» meydanidir. Tefsir âlimleri âyette «herkesin teker teker birlikte çagirilacagini» belirttigi “imam”`in ne mânaya geldigi hakkinda farkli görüsler ileri sürüyorlar.

      Ibni Abbas (R.A.) ile ona katilanlarin görüsüne göre âyetteki “imâm”, içinde herkesin amelleri yazili bulunan defterdir. Buna göre âyetten maksadin herkes defteri ile birlikte hesaplasmaya çagrilacagini belirtmektir. Kur’an’in su âyeti de bu görüsü desteklemektedir.

      Ulu Allah (C.C) söyle buyuruyor:
      «— Amel defterî sagindan verilenlere getince onlar, «îste defterim, alin okuyun onu» derler. Buna karsilik defteri soldan verilenlere gelince onlar da «keske defterim bana verilmeseydi!» derler.»

      (Hakka Sûre-i Celilesi. 19—25)
      Ibni Zeyd (r.a.) der ki imâm gökten indirilen kitaptir. Buna göre insanlar. «Ey Incil Ümmeti». «Ey Tevrat Ümmeti» ve «Ey Kur’an Ümmeti» diye huzura çagirilacaklardir.

      Mücahid ve Katade’ye (r.a.) göre “imâm” ümmetlerin peygamberleri demektir. Buna göre «Ibrahim (A.S)’e bagli olanlari getirin.» «Musa (A.S)’ya uyanlari getirin», «Isa (A.S)’ya uyanlari getirin» ve «Muhammed (s.a.v.)’e uyanlari getirin» denilecektir.

      Hz. Ali (r.a) buyurur ki; «Bu âyetteki “imâm”, insan topluluklarinin her devirdeki imâmi demektir. Buna göre her asrin halki, emirlerini uygulayip yasaklarindan kaçindiklari önderle huzura, cagrilacakiardir.

      ibni Ömer’in. rivayet ettigi sahih bir hadise göre Peygamberimiz ((s.a.v.).) söyle buyurmustur.
      “Allah (C.C) Kiyamet günü bizden önce ve sonraki bütün insanlari bir araya topladigi zaman her gaddar namina bir sancak dikilerek» «bu adam falan falan kimselere haksizlik eden kisidir» diye ilân edilir.»

      Ebû Hureyre (R.A.) tarafindan rivayet edildigine göre. Peygamber’imiz ((s.a.v.).) yukardaki âyetin açiklamasi hakkinda söyle buyuruyor:

      «— Onlardan biri çagirilarak defteri sagdan verilir, boyu atmi(s.a.v.)im olacak sekilde uzatilir, yüzü bembeyazdir. Basina parlak inciden bir tac konur. Adam hemen arkadaslarinin yanina kosar, uzaktan onu görünce hep birlikte «Allah’im! 8u adami bizim yanimiza getir, onu hakkimizda ugurlu eyle, diye dua ederler. Adam yanlarina varinca onlara «müjdeler olsun, hepiniz ayri ayri benim gibi olacaksiniz» der.»

      Kâfire sira gelince yüzü kararir, boyu Hz. Adem (A.S) suretine göre altmi(s.a.v.)in olacak sekilde uzatilir. Onun basina da kâfirliginin alâmeti olacak bir tac giydirilir. Arkadaslari onu görünce hep birlikte «Allah’im! bunun serrinden sana siginiriz, onu bizden irak eyle, onu yerin dibine batir» derler. Fakat adam onlara gelerek «Kahrolasicalar, hepiniz bu kiliga gireceksiniz» der.

      Ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:
      «— Yeryüzü siddetli sarsinti ile sarsildigi zaman. Yeryüzü bütün agirliklarini disariya çikardigi ve insan «buna ne oluyor» dedigi zaman. O gün yeryüzü bütün haberini söyler. Çünki Rabb’i ona öyle vahyetmlstir. O gün insanlar, kendilerine amalleri gösterilmek üzere bölük bölük çikarlar. Kim zerre agirliginca iyilik yaparsa onu görür, kim zerre kadar kötülük islerse onu görür . ( Zilzâl Sûre-i Celilesi, 1—8)
      Ibni Abbas (R.A.) yukardaki sûrenin «yeryüzü bütün agirliklarini çikardigi zaman» mealindeki âyeti açiklarken «yâni yeryüzü en derin tabakasindan sarsilcrak içindeki bütün ölüleri ve gömülü hazineleri disariya bikarir» demektedir.
      Ebû Hureyre’nin (R.A.) rivayet olunduguna göre Peygamberimiz ((s.a.v.).) söyle demistir:

      “O gün yer haberlerini söyler» âyetini okuduk da onun söyleyecegi haberler nelerdir, biliyor musunuz? dedi. Sahâbiler «Allah (C.C)ve Rasûl’ü bilir» dediler.

      Bunun üzerine Peygamber ((s.a.v.).)´imiz buyurdu ki: «yeryüzünün haberlerini söylemesi her köle ve cariyenin üzerinde isledigi her amel hakkinda sahitlik etmesidir.»
      Taberanî’ye göre Peygamber’imiz ((s.a.v.).) buyuruyor ki:

      «— Yerden korunun. Çünki o sizin ananizdir, ayrica onun üzerinde, iyilik olsun, kötülük olsun her kim ne islerse onu haber verecektir.»

    366. Kursı – Arş – Mukarreb Melekler – Rızıklar ve Tevekkül

      Ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:

      «— Allah’in Kürsi’si gökleri ve yeri kaplar.» (Bakara Sûre-i Celilesi: 255)
      Bazi tefsir âlimlerine göre «Kürsî» Allah (C.C.)´in ilminden mecazdir. Bazilarina göre O’nun mülkü kasdedilmektedir. Bir kisim âlimlerin yorumuna göre ise burada bildigimiz gök cisimleri kasdedilmektedir.

      Hz. Ali’den (K.V.) rivayet edildigine göre:

      “Kursi» parlak incidendir ve uzunlugunu Allah (C.C.)’dan baska hic kimse bilmez.”

      Bir hadiste: «Göklerle yedi kat yer Kürsi ile birlikte sahrada hir halka gibidir» buyurulmustur.
      Ibni Mâce’nin naklettigine göre. Peygamber’imiz ((s.a.v.).) söyle buyuruyor:

      «— Gökler, Kürsî boslugundadir, Kürsi de Ars’in önündedir.»

      Ikrime (R.A.) nin rivayet ettigine göre söyle demistir:

      “Günes Kürsî nurunun yetmisde biri kadardir. Ars da. Perdelerin, yani hicaplarin yetmisde biri kadardir.”

      Yine Peygamber ((s.a.v.).)’imizden nakledildigine göre:

      Kürsî’yi tasiyan meleklerle Ars’i tasiyan melekler arasinda yetmis tane karaniik hicap ve yetmis tane aydinhk hicap vardir. Her hicap arasinda besyüz yillik mesafe vardir.

      Eger böyle olmasaydi. Kürsî’yi tasiyan melekler, onlarin nurundan yanarlardi.
      Ars, Kürsî’den daha yüksekte tamamen isiktan ibaret bir cisimdir ve Kürsi´den ayri bir yapidadir.

      Hasan-ül Basrî bu görüse katilmaz. Ars’in kirmizi yakuttan, yesil bir cevherden, ak inciden ve safi isiktan oldugunu ileri süren çesitli görüsler verdir.

      En dogrusu bu konuda kesin konusmaktan kacinarak ve susmeyi tercih etmektir. Felek (astronom.) âlimleri (Ars’a «Dokuzuncu Felek» «En üst Felek» ve «Felekler, Felegi» , «Atlas Felek» yâni «Yildizsiz Felek» gibi çesitli isimler verirler.
      Çünki klâsik hey’et âlimlerine göre bütün Felekler «Burçlar Felegi» adini alan sekizinci Felekte sabittirler.

      Seriat âlimlerine göre «Ars» ve «Kursi» mahlükatin üst siniridir. Tavanidir, onun disinda hiçbir sey yoktur. Bu sinir, ayni zamanda kullarin bilgi hududunu cizmektedir. Bu sinirin ötesini ne idrak etmeye imkân vardir ve ne de bunun ötesine tasan bir arastirmaya girismek yerindedir.

      Ulu Allah (C.C.) söyle buyuruyor:

      “Eger onlar sara yüz çevirirler ise de ki, «Bana kendinden baska ilâh bulunmayan Allah yeter. Ben sirf O’na dayaniyorum. O, ulu Ars’in sahibidir.” (Tevbe Sûre-i Celilesî – 129)

      <
      Görüldügü gibi Allah (C.C.), Ars'i «ulu» ´luk ile sifatllandirmistir. Cünki varliklarin en büyügüdür.
      Öte yandan yukardaki âyette emredilen "tevekkültü" (sirf Allah (C.C.)'a dayanip güvenmeyi) Peygamber'imiz ((s.a.v.).) hayatinda gerçeklestirmistir. Bu yüzden gerek Tevrat'ta ve gerekse diger ilâhî kaynakli kitaplarda Peygamber ((s.a.v.).)'imiz "Mütevekkil" (tevekkül eden. sirf Allah (C.C.)'a dayanip güvenen) diye anilmaktadir. Neden? Çünki tevekkül; Allah (C.C.)'i tek bilip O'nu tanimanin tabiî bir neticesidir. Peygamber'imiz ((s.a.v.).) de Allah (C.C.)'i tek bilenlerin efendisi ve O'nu taniyanlarin {ariflerin) basidir.

      Zaman zaman sanildigi gibi, tevekkül tedbirlere ve neticeye götüren sebeplere sarilmaya engel degildir. Tersine böyle olmak emredilmistir.

      Nitekim bir tasrali arap Peygamber´imize ((s.a.v.).) «Devemi baglayayim mi, yoksa onu Allah (C.C.)'a tevekkül ederek salivereyim mi» diye sorar. Peygamber ((s.a.v.).)'imiz tasrali arab'a «Deveni bagla, sonra tevekkül et» diye buyurur. Peygamberimiz ((s.a.v.).) söyle buyuruyor:

      «— Eger Allah (C.C)'a tam mânâsi ile tevekkül etseydîniz, O. sabahleyin
      yola ac çikarak yuvaya tok dönen kuslarin rizkini nasil veriyorsa sizinkini de öyle verirdi.»

      Peygamber ((s.a.v.).)´imiz burada «Kuslarin sabahleyin yola çiktiklarini» belirterek tevekkülun netice saglayici sebeplere yapismakla birlikte olmasi gerektigine isaret buyurmustur. HIKÂYE
      Ibrahim Ibni Edhem ile Sekik'ül-Belhi (rahmetullâhi aleyhim) Mekke'de karsilasirlar. Ibrahim, Sekik'e: «Seni bu duruma getirmeye sebep ne oLdu» diye sorar. Sakik söyle cevap verir. «Günlerden bir gun çöle varmistim.

      Kiraç bir yerde yatan, kanatlari kirik bir kus gördüm. Kendi kendime «Surada oturayim ve bu kusun rizkinin nereden geldigini gözetleyim» dedim. Kusun karsisinda yere çöktüm. O sirada gagasi arasinda çekirge tasiyan baska bir kus belirdi, kirik kanadli kusun yanma konarak gagasi arasindaki çekirgeyi onun gagasina birakti.

      Bu durumu görünce içimden «Bu kusu öbürüne vasita kilan, ulu Allah (C.C.)´a nerede olursam olayim benim rizkimi da saglamaya kadirdir» diyerek kazanç pesinden kosmaya son verdim ve kendimi tamamen ibadete adadim.»

      Ibrahim Ibni Edhem. O'na: «Peki neden sen o kirik kanadli kusa yiyecek tasiyan saglam kus olup daha yüksek dereceli olmak istemiyorsun? Sen Peygamber (S.A.V)'imizin «Yüksek el (verenin eli) alçak elden (alanin elinden) deha hayirlidir» diye buyurdugunu duymadin mi?

      Mü'minin alâmeti, iki dereceli olan her seyde, daha üstün olan derecenin pesinden kosmaktir. Böylelikle ancak iyilerin menziline ulasabilir. Bu cevabi alan Sekîk. Ibrahim Ibni Edhem'in elini tutarak öptü ve «Yâ Ebû Ishak (Ibrahim Ibni Edhem'i lekabi) sen bizim üstadimizsin» dedi.

      Fakat insan bir neceye ulesmak üzere sebeplere el attigi zaman gözünü bunlara dikip onlara takilmamali, tersine her zaman bakislarinin hedefi ve emeginin amaci Allah (C.C) olmalidir. Bu-husûsda, dilenciyi örnek almali.

      Bilindigi gibi, dilenciler dilenirken bir kab kullanirlar. Fakat kab onun araci oldugu için dilenirken gözlerini kaba degil, onlara bir sey verecek olan insanlara dikerler.

      Peygamberimiz ((s.a.v.).) buyuruyor ki:

      «— insanlarin en zengini olmak isteyen kimse, Allah (C.C.)'in katinda bulunan varliga elindeki varliktan daha cok güvenmelidir.»
      Uzun müddet Ibrahim Ibni Edhem'in (R.A.) hizmetinde bulunan Huzeyfet-ül Merasî'ye bir gün «Onun yaninda bulundugun süre içinde karsilastigin en sasirtici olay nedir» diye sorarlar.

      Huzeyfe su cevabi verir: «Mekke'ye giderken yolda günlerce aç kaldik, sonunda Kûfe'ye vardik, yikik bir camiye siginmistik.
      Bu sirada Ibrahim îbni Edhem, yüzüme bakarak bana «Yâ Huzeyfe, seni acikmis görüyorum, öyle mi?» diye sordu. Ben de ona «Durum seyhimin gördügü gibidir» cevabini verdim.
      Bunun üzerine «Bana kâgit, kalem getir» dedi, istediklerini ona getirdim. Besmele'nin arkasindan «Her durumda hedef sensin, her mânâda yönelis sanadir» diye yazarak su manzumeyi kâgida döktü:

      «Ben hamdeden'im, ben sükreden'im, ben zikreden'im

      Ben açi'm, ben kayibim ve ben çiplak'im!

      Alti durum saydim, ben bunlarin ilk yarisini üzerime almistim

      Ya Rabb'i, diger yarisindan da sen kefil ol.

      Senden baskasini övmek, benim için cehennem alevlerine dalmaktir.

      O halde zavaili kullarini cehenneme düsmekten koru!»
      Manzumeyi bitirince yazili kâgit parçasini elime uzatti ve bana: «Disari çik ve sakin Allah (C.C.)'dan baskasina gönül baglama, bu kâgit parçasini da ilk karsilastigin kimseye ver» dedi.

      Disari çiktim, ilk karsilastigim insan katirina binmis biri idi, kâgit parçasmi adama uzattim. Adam onu elimden aldi, yaziyi okuyunca aglamaya basladi, «Bu yazinin sahibi ne yapti» diye sordu. «Falan camidedir» diye cevap verdim. Bunun üzerine adam bana içinde alti yüz dinar bulunan bir kese altin verdi ve geçip gitti. Arkasindan birine daha rastlayinca ona «Su katirin sirtinda giden adam kim?» diye sordum, karsimdaki bana «O bir hiristiyandir» diye cevap verdi.

      Dönüp Ibrahim'in yanina vardim, olup bitenleri anlattim, bana «O keseye sakin dokunma, çünkü o adam simdi gelir» dedi. Biraz sonra keseyi bana veren hiristiyan. Ibrahim'in dedigi gibi, içeri girdi. Ibrahim'in basucunda diz çöktü, onu öpmeye basladi ve arkasindan Islâmi kabul etti.» Faide, Ibni Abbas (R.A.) söyle demistir:

      «Cenabi Allah (C.C), Ars'i tasiycn meiekleri yaratinca onlara «Ars'imi tasiyin» diye buyurdu, tasiyamadilar. Bunun üzerine ulu Allah (C.C.) her birinin yanina bütün göklerdeki kadar melek verdi ve hepsine «Ars'imi tasiyin» diye buyurdu, yine tasiyamadilar.

      Bu sefer her bir melegin yanina göklerdeki bütün melekler ile yerdeki bütün canlilarin sayisi kadar melek kattiktan sonra «Ars'imi tasiyin» diye buyurdu, yine de tasiyamadilar.
      Bunun üzerine ulu Allah (C.C.) onlara «Lâ havle vela kuvvete illâ billahi (bütün kimildama ve kuvvet tezahürleri ancak Allah (C.C.)'in yardimi iledir) deyin." diye buyurdu, melekler bunu söyleyince Ars'i tasiyabildiler.

      Fakat rüzgârin sirtinda meleklerin ayaklari, yedinci kat yere kadar batti. Tabanlari hiç bir yere dayanamadigi için Ars'a tutunmak zorunda kaldilar.

      Bu arada içlerinden biri düserde yuvarlanir ve nereye düstügünü bilmez korkusu ile durmadan ayni cümleleri tekrar ediyorlardi.

      Onlar Ars'i tasiyor Ars da on'ari tasiyordu amma hepsini Allah (C.C.)´in gücü tasiyordu.

      Rivayete göre:

      «— Her sabah ve her aksam yediser (kere "hasbi yellahu lailahe illâ huve, aleyhi tevekkeltü ve huve Rabbül Arsil aziz" (kendisinden baska ilâh bulunmayan Allah (C.C.) bana yeter, ben yalniz O'nun destegine güveniyorum, O ulu Ars'tn sahibidir) diyen kimsenin Alla (C.C), egri dogru ne dilegi varsa yerine getirmesi üzerine almistir.»

      Baska bir rivayete göre, hadisin son kismi söyledir:

      «Allah (C.C.), gerek dünya ile ilgili gerek Âhiret ile ilgili ne dilegi varsa yerine getirmeyi üzerine alir.»

    367. Gökler ve Çeşitli Cinsler

      Rivayete göre; Allah’in (C.C.) ilk yarattigi varlik «cevher» dir. Allah (C.C.) cevhere heybet nazari ile bakinca Allah (C.C.) Korkusu ile eridi ve titredi, arkasindan su oldu. Sonra Allah (C.C.) suya rahmet nazari ile bakinca yarisi dondu. Allah (C.C.) bu donmus sudan «Ars»i yaratti.

      Ars da sarsilmaya baslayinca Allah (C.C.) üzerine «Lâ ilâhe îllallah, Muhammedürrasûllah» (Allah (C.C.)’dan baska ilâh yoktur. Muhammed Allah’in rasul’udür)» cümlesini yazdi, O zaman sükûnet buldu.

      Geriye kalan suyu, Allah (C.C.) Kiyamet Günü’ne kadar kendi hâline sarsilmaya ve kaynasmaya birakti. Nitekim ulu Allah (C.C.) «O’nun Ars’i su üzerinde idî» buyuruyor.

      Arkasindan su calkanmaya ve köpürmeye basladi, ondan dumanlar çikti ve birbiri üzerine yigilarak yükseldi. Dumanin köpügü vardi, Allah (C.C.) bu köpükten “kat” halinde yer gökleri yaratti.

      Bu sathada yer ve gök tabakalari yapisikti. Ulu Allah (C.C.) aralarinda rüzgâr yaratti ve böylece yer katlari ile gök katlari birbirinden ayrildi.

      Nitekim ulu Allah (C.C.) bu durumu bildirerek: «Sonra semaya dogruldu ki; o bîr duman halinde idi.» buyurur.
      Hikmet ehli söyle der: “Allah (C.C.) gögü neden dumandan yaratti da Buhardan yaratmadi? Cünki duman düzleri birbirleriyle baglantili halde yaratilmistir. Sonuncusu yerinde sabittir. Oysa ki, buhar dengesiz bir yapiya sahiptir, dönücüdür.
      Bu da ulu Allah (C.C.)’in ilminin kemâlini ve hikmetini gösterir.”

      Daha sonra Allah (C.C.) suya rahmet nazari ile bakti, su dondu. Nitekim bu; husus Peygamber`imizin ((s.a.v.).) hedisi ile sabittir.

      Faide, gerek gök ile yeryüzü arasinda ve gerekse bütün gök katlari erasinda besyüz yillik mesefe vardir. Her gök katinin yüksekligi de yine bes yuz yilikk uzaklik tutar.

      Söylendigine göre gögün birinci kati sütten beyazdir. Onu yesil gösteren «Kaf» daginin
      yesilliginin yansimasidir. Birinci kat gögün adi «Rakia» ´dir.

      Ikinci kat gökyüzü nûr gibi parildayan demirdendir, adi «Reydum» veya «Maun» ´dur.

      Üçüncü kat gök bakirdandir, adi. «Meleküt» veya «Hayruyun» ´dur.

      Dördüncü kat gök beyaz gümüstendir, parlakligi gözleri kamastiracak güçtedir, adi «2ahire» ´dir. Besinci kat gök kirmizi altindandir, adi «Muzeyne» veya «Muzhire» ´dir.

      Altinci kat gök nûr pariltili bir cevherdendir, adi «Halise» ´dir.

      Yedinci kat gök kirmizi yakuttandir, adi «Labiye» veya «Damia» ´dir.

      «Beyt-ül Mâmur» gögün bu yedinci katindadir. Beyt-ül Mâmur’un biri kirmizi yakuttan, öbürü yesil zeberced’den, biri beyaz gümüsten ve öteki kirmizi altindan olmak üzere dört diregi vardir. Yine söylendigine göre akikten oian Beyt-ül Mâmur’a her gün yetmis bin melek girer ve Kiyamet Gününe kadar bu meleklerden hiçbiri geri dönmez.

      Güvenilir görüse göre, yeryüzü gökten daha üstündür. Çünki peygamberler burada yaratilmis ve burada gömülmüstür. Yerin en makbul kati da en üst katidir. Çünki varliklar bu kattan yararlanmaktadirlar.

      Ibni Abbâs’dcn (R.A.) rivayet edildigine göre göklerin en üstün kati çatisi üzerinde «Ars-ür Rahman» ´in bulundugu gök katidir. Bu katin ismi Ars’a yakinlIgindcn dolayi «Kürsî» dir. Bir de bütün faydalanilan yildizlar, yedi gezegen hariç, bu kattadirlar. Yedi gezegen yildiz ise gögün yedi katina dagilmis veziyettedir.

      Bunlardan «Zuhal» yedinci kat göktedir ve persembe gününe tekabül eder.

      «Merih» besinci kat göktedir ve sali gününe tekabül eder.

      «Günes» dördüncü kat göktedir ve pazar gününe tekebül eder.

      «Zühre» üçüncü kat göktedir ve Cum’a gününe tekabül eder.

      «Utarit» ikinci kat göktedir ve çarsamba gününe tekabül eder.

      «Ay» , birinci kat göktedir ve Pazartesi gününe tekabül eder.

      Lâtif bir nükte:

      Ulu Allah (C.C.)’in sasirtici bir hilkat cilvesi olarak hiç birininin digerine benzememesine ragmen yedi kat gögün hepsi de dumandan yaratilmistir. Öteyandan Allah (C.C.) gökten indirdigi su sayesinde çesitli rengi ve degisik tadi olan türlü türlü bitki ve meyveler ortaya çikarmistir.

      Nitekim Ulu Allah (C.C.) «Meyva ve bitkileri yiyecek olarak birbirinden farkli üstünlükte yarattik» diye buyuruyor.

      Yine ulu Allah (C.C.), ademogullarini da çesit çesit tabakalarda yaratmistir. Kiminin rengi beyaz, kimininki ise siyahtir. Kimi bilgili, kimi câhildir. Oysa ki, hepsinin kökü ayni yâni Âdemdir. Her yarattigi seyde «Kemâl» ´in isbat eden Allah (C.C.)’i noksan sifatlardan tenzih ederim!

    368. Hallaç Mansur

      Hüseyin Mansur… Bağdat… Mansur bir gün tanıdığı bir hallacın dükkanına uğrar. Mansur bir müddet sohbetten sonra, hallac arkadaşından rica da bulunur, arkadaşı kırmaz dükkanı ona emanet eder nasılsa kısa bir müddet içinde geri dönerim diye ayrılır. Ayrılır da iş pek rast gitmez, dönmek de dönemez bayağı gecikir. Darlanmasından dolayı biraz sitem ile Mansur’a:
      – Hüseyin, senin işini halledeyim derken, kendi işimdende geri kaldım, müşterilere ne diyeceğim şimdi der?
      Mansur, gülümser, bunlar için mi üzülüyorsun der gibi parmağını henüz atılmamış pamuklara doğru uzatınca pamuklar tel tel olup bir tarafa, süprüntüsü, işe yaramazı bir tarafa ayrılır. Arkadaş hayret içinde kalır ve bunu kısa zamanda işitmeyen kalmaz. Ve Hallaç diye anılmaya başlar.

      … Ve dünyayı ayağa kaldıran malum sada:
      -” Enelhak!” Hak benim!
      Büyük bir sarsıntı. Hayret. Dehşet. İsyan ve itham:
      – Küfür.
      – Mansur, Hak O’dur de, Hak benim deme.
      – Bundan böyle onunla kimse konuşmasın..

      Zindanda… İdam fermanı… Halk akın akın ona koşmakta. Gene ölçüye sığmayan sözler.

      Halife, iki defa iki büyük zatı gönderir:
      – Sözünden dön, tövbe et, özür dile…
      Hallaç.
      – Sözü kim söylediyse, özürü de dilesin.

      Zindan… Her yerde Mansur’u aradılar. Yok. Ertesi gece ne zindan ne Mansur. Üçüncü gece herşey yerli yerinde… Sordular ve Mansur cevapladı:
      – İlk gece beni aradınız, bulamadınız, ondaydım… Ertesi gece ne ben vardım ne de zindan, O buradaydı… Ve her şeyin yeri yerinde olduğu gece, yerli yerine gelmesi gereken gece. Ta ki, O’nun kanunu korunsun, emri yerine gelsin.

      Her gün bin rekat namaz… Soru:
      – Hem “Hak benim” diyorsun, hem bu kadar namaz kılıyorsun, söyle namazı kimin için kılyorsun?
      Cevap:
      – Birbirimizin kadrini yine biz biliriz. Peki sizi zindandan kurtarayım mı?
      – Nasıl olur?
      Elini kaldırır, parmak uçlarıyla işaret ettiği noktalarda kapılar, kapıların açıldığı yollarda da emin gizli yollar açılır, mahpusların ayaklarındaki zinzirler çözülür.
      Sorarlar:
      – Ya sen kendini niçin kurtarmıyorsun?
      – Biz Allah’ın esiriyiz, kurtulmak istemeyiz.. Hakkın bize suçlaması vardır, bizi suçlandıran haktır, bize düşen cezamızı beklemektir.

      Mahşeri bir gün… Herkes orada… Mansur getiriliyor ve hala aynı nida:
      – ” Enelhak!” Hak benim!
      Bir derviş yaklşır ve sorar:
      – Aşk nedir?
      – Bugün ve yarın görürsün!
      O gün asıldı ve bir gün sonra yakıldı.

      Darağacında…. Mansura soruluyor:
      – Tasavvuf nedir?
      – En aşağı derecesi bende gözüken bu hal.
      – Ya ileri derecesi?
      – Onu görmeye yol gerek, o da sizde yok.

      Taşlar… Kan… Kanlar içindeki Mansur… Ses yok.. Tebessüm… O esnada bir dost taş yerine bir gül atar. Bir inilti… Bir inilti ki; yürekler titrer ve sorarlar:
      – Taş yağmuru altında inlemedin de bir güle karşı ne diye böyle inledin?
      – Taş atanlar, halden anlamazlarki attıkları taşlar bizi incitsin. Ama ya halden anlayanlar, değil taş gül atsalar dahi o gül incitir, inletir.

      Son sözleri:
      – Allahım; bana senin için bu işkenceyi reva görenlerden rahmetini esirgeme! Senin aşkın uğruna bana bu işkenceyi yapan ve canımdan ayıran bu kullarını affet affet. Aşkın hürmetine affet…

      Gece, küllerinin Dicle’ye döküldüğü günün gecesi… Bir derviş Dicle’ye ulaşmak için yürüyor…
      Mansur’un vasiyeti aklında:
      – Cesedimi yaktıktan sonra küllerim Dicle’ye dökülecek. Korkarım Dicle taşar, Bağdat’ı yutar. İstemem Bağdat’a bir şey olmasın… O gece hırkamı nehrin kenarına getir ve sulara at..

      Derviş acele acele yürüyor. Dizle kabarıyor kabarıyor.. Sular tam Bağdatı almak üzereyken, hırka sulara kavuşuyor….

      Öldürüldüğü gece talebelerinden İbrahim Hatekoğlu rüyasında Allah’a soruyor:
      – Allahım, ne sırdır ki, kulun Hüseyin Mansur’u bu hale getirdin?
      Cevap:
      – Kendi sırrımı ona açtım, o, herkese gösterdi. Ben, ona bahşettim; o halkı kendi nefsine davet etti.

    369. Adem ÖZTEKNECİ

      selamünaleyküm.,
      saygıdeğer tövbekar abi.. yazılarını takip ediyorum,güzel bilgileri bizlerle paylaştığın için teşekkürler….
      saygılarımla admin….

    370. Su orucu nedir?

      Su orucu yılda en az bir kere, 21 gün (gün sayısı değişebiliyor) yapılan bir sağlık kürü. Ancak ikinci ve üçüncü yıldan itibaren gün sayısı 17 ve 15′e daha sonra ideal kilonuza ulaştığınızda ise sadece 10 gün yaptığınızda gerekli arınmayı sağlayan bir yöntem. Her saat başı su içilmek suretiyle uygulanıyor. Vücudunuzu her türlü kimyasal atıklardan, genetiğiyle oynanmış yiyeceklerin zararlarından, kanserojen etkisi taşıyan ve vücutta blokaj oluşturan zararlı maddelerden arındırıyor. Mutlaka doktor kontrolünde yapılması gerekiyor. Ülkemizde su orucunu bilen ve uygulayan kişi Özbekistanlı Aidin Salih. Ukrayna’nın Lugansk şehrindeki tıp kolejini bitiren Salih, daha sonra Taşkent Devlet Üniversitesi Biyoloji Fakültesi’nden mezun olmuş. Salih’in tıp doktoru unvanı yok ama aldığı eğitim doğrultusunda kendini su orucu alanında geliştirmiş.

      Nasıl yapılıyor?

      Su orucu saat başlarında su içilerek yapılan bir kür, ancak belli aşamaları var. Nasıl yapılacağı da kişiye göre değişebiliyor. Münir Arıkan, aşağıdaki yöntemi Aidin Salih’in denetiminde uygulamış.

      1. gün; sadece pişmemiş ham sebze ve meyve yiyorsunuz. Akşamında 1 kaşık İngiliz tuzunu bir bardak suda eritip içiyorsunuz. Bu, bağırsaklarınızı temizliyor. Su orucunda bağırsak temizliğinin önemi büyük. Çünkü, bağırsak iç çeperindeki zifte benzer birikimler, batın (gövdenin, göğüs ve pelvis bölgeleri arasındaki kısmı) bölgesinde kirlenme, kısmi zehirlenme ve toksit birikintisi oluşumu ile enfeksiyona davetiye çıkartıyor, vücut hararetini artırıyor. Beslenme, bağırsak iç çeperi kanalıyla oluyor. Oradaki kılcal-emici uçlar, yediğimiz besinleri emmese, yediğimiz hiçbir şeyden en ufak bir besin ve kalori değerini vücudumuza alamayız. Bağırsak temizliği ile bunu daha sağlıklı bir yapıya kavuşturuyorsunuz. İngiliz tuzu, müshil etkisi yaparak bağırsakları temizliyor. Eczanelerde satılan lavman seti ile de bağırsak temizliği yapılabiliyor.

      2. gün sabah 2 limonu sıkıyorsunuz. 1 litre suya 2-3 kaşık kaliteli bal karıştırıyorsunuz. 2. günden itibaren her sabah kalkar kalkmaz yarım çay bardağı bu limonatadan içiyorsunuz. 1 saat sonra her saat başı bir bardak su içiyorsunuz. Günlük 2-3 litre su içiliyor.

      Her 4. günde; lavman seti ile veya İngiliz tuzu ile bağırsak temizliği yapıyorsunuz.

      Sadece oruç tutmak yeterli değil elbette, sabah ve akşam 2 km yürümek gerekiyor.

      Şifa orucu süresinde hızlı kilo verildiği için vücut metabolizma hızı yavaşlıyor. Yaklaşık olarak metabolizma hızı 1/3′e düşüyor. Yani su orucundan önce metabolizmanız günde 2 bin 400 kalori yakabiliyorken diyetten çıkarken bu rakam 700′lere iniyor. Bu sebeple, oruç esnasında ve sonrasında muhakkak surette, metabolizma hızını artıracak etkin spor faaliyetleri, ona uygun ve kesinlikle taviz vermeden uygulanan bir beslenme düzeni ve ilave metabolizma hızı artırıcı destekler -eczane veya diyetisyenlerden alınabilir- almak gerekiyor. Bunu yapmazsanız, verdiğiniz kiloları yeniden alıyorsunuz. En azından günlük spor ve yürüyüş bile yeterli oluyor ama sürekli yapılması ve bırakılmaması kaydıyla.

      Su orucunun tek sakıncası var; eğer beyin olarak tam hazır değilseniz sıkıntılı bir süreç yaşayabilirsiniz. Dolayısıyla iyice ikna olmadan ve tam inanmadan yapılmaması lazım. İlk 3 gün ufak-tefek baş ve ayak ağrısı olabiliyor. Bu durumda zeytinyağı ile vücut masajı yaptırabilirsiniz. s.ozarslan@zaman.com.tr

      ***

      Münir Arıkan’ın su orucu sonrasında yaşadığı deneyimler

      Alerjik astımdan kurtuldum. Kullandığım ilaçlara veda ettim. Her gün 2-3 ilaç ve geceleri sprey artık yok.

      12 yıldır dokunamadığım böbrek ameliyat yerim iyileşti ve yumruk bile atılsa acımıyor. Bu bölgede oluşan fıtık sorunum da geçti.

      Sinüzitim ve baş ağrılarım geçti.

      Yürüyüş ve koşu performansım yüzde 25 arttı.

      Yüzme ve nefes performansım yüzde 50 arttı.

      Midem küçüldü. Su orucu reflüsü olanlara çok iyi geliyor.

      Kanım sulandı ve temizlendi. Oruç sonrasında test yaptırdım. Tek böbreğim olduğu için, kandaki toksin miktarı fazla çıkıyor ve kan zaman zaman zehirleniyordu.

      Derimin gözenekleri açıldı, toksinlerden arındı.

      Kendimi daha dingin ve canlı hissediyorum.

      14-18 gibi seyreden tansiyonum, şifa orucu sayesinde 7-11 gibi mükemmel bir değere geldi.

      Su orucu sonrasında sağlık durumumu 25 günde 2 chek-up ile kontrol ettirdim. Bütün sonuçlar çok iyi çıktı. Şifa orucu sonrasında yapılan tıbbi tahlil ve kontroller, yaptığımız işin ne derece önemli ve gerekli olduğunu ispat ediyor. Ayrıca ‘kaslar erir, kalbin tekler’ gibi sözler de doğru değil. Çünkü EKG vb. kalp testleri mükemmel çıkıyor. Vücudun 8 ayrı bölgesi için yapılan kas testleri de mükemmel çıktı. Çünkü kalpten ve kaslardan değil, göbekten kilo veriyorsunuz. Günlük bel çevresini ölçerek ve tartılarak her gün 1 kilo verdiğinizi ve göbek bölgesinden inceldiğinizi kendiniz de görebileceksiniz.

    371. Şifa kaynağı Hacamat

      Alternatif tıpta geniş bir yere sahip olan ve binlerce yıldır bir tedavi yöntemi olarak kullanılan ‘Hacamat’ hastalara şifa dağıtıyor.

      Hacamat, İslam ülkelerinde yaygın olmasının yanısıra, Almanya, Avustralya, Kanada, Malezya ve Çin gibi ülkelerde de kullanılan alternatif tıpta büyük bir öneme sahip.

      Yabancı ülkelerde kullanılmasına ve bilim adamları tarafından da hacamatın şifa özelliği taşıdığı ispatlanmasına rağmen, ülkemizde yasak olması ise akıllarda soru işaretleri bırakıyor. Sağlık Bakanlığı tarafından bunun için uygun zeminlerin oluşturulması bekleniyor.

      Hacamat genellikle kulak arkası ve sırta yapılıyor. Tedavinin ilk aşaması tıraş. Tıraşın ardından işlem başlıyor. Devreye, ateş, bardak ve neşter giriyor. Hacamat tedavisinin Medine’de kullanımıyla ilgili Dr. Mehmet Kocabaş’ın söyledikleri ise hacamatın önemini ortaya koymuş durumda. Kocabaş, “hacamat” yani kan alma hadisesinin Medine’de çok popüler olduğunu, en aliminden en cahiline kadar her hastanın genellikle “hacamat” yöntemiyle tedavi edildiğini söylüyor. Hacamat, kan aldırmak sureti ile yapılan tedavi yöntemi olarak biliniyor. Şırınga ile alınan kan vücudumuzun en temiz kanı. Hacamat tedavisi ile alınan kan ise vücudumuzda hareket etmeyip çeşitli hastalıklara sebep olan kanın alınması ile yapılan bir tedavi yöntemi. Tıbbı Nebevi’de kan aldırma işlemi, alınan kanın bir başka hastaya verilmesi ile değil, tamamen sağlık amaçlı olarak yapılmaktadır. Kan vücuttan çıktığında yerine plazma adı verilen bir vücut sıvısı geçerek, kanın sulanmasını sağlar. Akışkanlık özelliği artan kanın aynı zamanda çevredeki, beyin ve karaciğerdeki dolaşımının da düzelmiş olduğu tıbben bilinmektedir.
      MEDİNE HACAMATTA ÖNCÜ ÜLKE

      Hacamat tedavisinin en yaygın olduğu yer Medine’dir. Burada ‘hacamat’ yöntemiyle tedavi uygulayan birçok merkez bulunuyor. Medineliler herhangi bir rahatsızlık durumunda bu merkezlere hacamat yaptırarak şifa buluyorlar. Bu tedavi merkezlerinin sahipleri arasında Türk olanlar da var. Türkiye’de bu tedavi yöntemi Sağlık Bakanlığı tarafından tanınmadığı için ehil olmayan kişiler tarafından sağlıksız ortamlarda yapıldığı iddia edilip yasaklanmıştır.
      HACAMATLA TEDAVİ ŞEKLİ

      Önce, bardak vb’den oluşan kupa kan alınacak yere vuruluyor, bu bölge havasız bırakılıp uyuşturuluyor. Aynı yer neşterle 2 veya 3 milim çiziliyor. Sonra kupa neşterlenen yere tekrar vuruluyor. Kılcal damarlardan kan gelmeye başlıyor. Bu, genellikle üç defa tekrarlanıyor. Tedavi 20-25 dakika sürüyor. Ortalama 300-350 gram kadar kan çıkarılıyor. Bu kan vücutta hiçbir özellik taşımayan ve hastalıkların doğmasına sebep olan kandır.
      HACAMATIN ŞİFA OLDUĞU BİRÇOK HASTALIK VAR

      “Hacamat her hastalığa faydalıdır, uyanık olun hacamat olun.” (Hadis-i Şerif)

      Kafadan hacamat olmak, delilik, cüzzam, gece körlüğü, alaca, başağrısı, diş, göz, kulak gibi hastalıklara ve daha birçok hastalığa şifadır. “Kafadan hacamat olmak her hastalığın ilacıdır” (Hadis-i Şerif)

      Hacamatın 70 hastalığa şifa olduğu rivayet ediliyor.

      Kanser olup ameliyat olması gereken bazı kişilerde, hacamattan sonra kanser kütlesinin yok olduğu vakalar görülmüştür.

      Hacamatın faydası tam olarak akılla bilinebilecek bir şey değildir, daha ziyade nakille bilinir.
      Hacamatın faydalı olduğu yaşlar, 2 ile 60 arasıdır. Ancak küçük yaşlarda hacamat pek tavsiye edilmemektedir.

      Hacamatın hijyen şartlara titizlikle riayet edilerek yapılması da önemli. Hacamatta gerek ortamın ve gerekse kullanılan araçların önemli olduğu, uygulamanın ehil kişiler tarafından yapılmasının da zorunlu olduğu hatırlatılıyor.

      Hacamat konusunda hadis-i şerifler

      Hz. Muhammed (s.a.v) hadis-i şeriflerinde, hacamatın önemi hakkında şunları buyurmuş:
      – “Damardan veya deriden kan aldırmak, tedavi olduğunuz şeylerin en faydalılarındandır.”
      – “Sefer ediniz şifa bulunuz, oruç tutunuz şifa bulunuz, hacamat olunuz şifa bulunuz.”
      – “Miraç’tan inerken hangi melek cemaatine rastlasam, ‘Ey Muhammed (sav)! Ümmetine hacamat olmalarını emret!’ dediler.”
      – “Peygamber Efendimiz (sav) Hayber’de zehirli koyun buduyla zehirlenildiği zaman, Cebrail Aleyhisselâm kendisine hemen kafasının arkasından hacamat yaptırmasını söylemiştir.”

      Hacamat için tavsiyeler

      – Hacamatta derinin altındaki uyuşuk kan alınıyor.
      – Damardan kan vermek de faydalıdır, ancak Efendimiz (sav) ve sahabelerin uygulaması, hacamattır.
      – Büyük alimler 3 ayda bir hacamat olurlardı.
      – Hacamat 1’inden 14’üne kadar mekruh olur (faydasız).
      – Hacamat yapılmadan önce kiraz yenilmemelidir. (Mümkünse bir ay evvelden itibaren)
      – Hacamat açken yapılmalı ve hacamattan evvel en az 8 saat bir şey yenilmemelidir.
      – Ayın 17. günü Salı gününe denk gelirse hacamat olunabilir. Bu da çok faydalıdır. (Alimler yapılabileceğini uygun görmüşler)
      – Hacamat esnasında Ayet-el Kûrsi’nin okunması, hacamatın faydasını iki katına çıkarır. (7 kere okunması gerektiğini tavsiye edenler de vardır.)
      – Şeytanın vesveselerine karşı kalbin arkasından yapılan hacamat çok faydalıdır.
      – 50 senelik kökleşmiş büyünün, hacamatla kaldırıldığı rivayeti vardır.
      – Çift uzuvlarda hacamat faydalıdır. (İki diz, iki ayak gibi…)
      – Kansızlık, şeker ve kan hastalıklarından birisi bulunan kişiler doktorun izniyle ve usta bir hacamatçıya en uygun yerden en fazla 1 kere hacamat olmalı…
      – Bir insan bünyesine, dayanıklılığına ve vücudunun kan oranının azlığına ya da çokluğuna göre 1 yerinden 8 yerine kadar aynı anda hacamat olabilir.
      – Bir kere hacamat olan bir kişinin bir daha hacamat olması için en az 1 ay, ortalama 3 ay geçmesi gerekiyor.
      – Hacamattan sonra tuzlu, süt ürünleri ve hayvani şeyler yememeli, 1 gün önce 3 gün sonrasına kadar cimâ yapılmamalıdır.
      – Hacamat; gününe ve şartlarına uyulmazsa şifa değil, hastalığa sebep olur…
      – Hacamatçı işinin ehli olmalı ve hacamat yapılacak yerleri çok iyi bilmelidir. Hangi hastalık için nereden hacamat olunacağını hacamatçı bilmeyebilir. Bunu açıklayan kitaplar vardır, o kitaplara bakarak öğrenilmeli ve oralardan hacamat olunmalıdır.
      – Hacamat yaptırırken başta Sünnet-i Seniyye, sonra da mesela şifasını istediğiniz hastalığa şifa ya da zahirî ve batınî hastalıklardan korunma niyetiyle yapılırsa daha iyi olur.

    372. Sülük tedavisi her derde deva mı ?

      Çocukluğumda hamamlarda sülük vurunurlardı. Yani, birkaç santimetre uzunluğunda sülük dediğimiz hayvan vasıtasıyla şifa için kan aldırırlardı. Yenilere kadar da bunu iptidai bir metot olarak bilirdim. Halbuki şimdi, Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nde tıp araştırmacılarının, sülüklerle yeniden araştırma yapmaya başladıklarını hayretle görüyoruz. Belirli şartlar altında bu hayvan, faydalı bir tedavi vasıtası kabul edilmektedir.

      Doktorların tıbbî sülük dedikleri bizim küçük vampir, acaba nasıl kan emer? İnsanlar hangi cesaretle bu hayvana derilerini, damarlarını kestirip de kanlarını akıttırıyorlar?
      Sülükler, tâ doğuştan modern kan alma metoduna sahiptir. Yani, Sani-i Hakîm, bu iş için onları hususi tanzim etmiş. Şimdi bir laboratuara gidip kan aldırmağa kalksanız; mutlaka carınız yanar. Amma bizim tıbbî sülük hiç acıtmaz. Cenab-ı Hak ona üç adet jilet keskinliğinde çene takmış O, bunlarla operasyon yapar.Sonra yaraya, uyuşturucu şırınga etmeyi de ihmal etmez! İşte bunun için kanını emeceği kimseyi acıtmaz. Acaba bizim sülük efendi, insanların sinir sistemine sahip olduklarını, bunları uyuşturunca acı çektirmeyeceğini hangi tıp fakültesinden öğrendi? Sonra kendi özel uyuşturucu maddesini hangi laboratuarda keşfetti?
      Dahası var. Bizim sülük efendinin tıbbî mahareti bundan ibaret değil. İnsanların bir tarafı kesilse ve küçük bir yara açılsa, kan birkaç dakika sonra kendiliğinden kesilir. Bu da Cenab-ı Allah’ın hayatımızın devamı için kanımıza verdiği bir özelliktir. Aksi takdirde hastalık var demektir. Bizim sülük efendi, kestiği damara yanaştı mı, normal olarak şöyle bir yarım saat kadar kan emmelidir. Çünkü ancak bu zaman zarfında bir öğünlük gıdasını alabilir. Eh, bilim sülük efendi insan kanun en iyi tanıyanlardan birisidir! Nasıl olsa o, en az bir doktor kadar bilgili ve bir kimyager kadar maharetli!
      Bunun için vücudunda salgı bezleri inşa etmiş. Bu minik laboratuarlarda, kanın pıhtılaşmasını önleyici birudun denilen maddeyi keşfedip imal etmeye başlamış. Uyuşturucunun yanı sıra, deriye bu maddeyi de şırınga eder Böylece kanın; sürekli akmasını sağlayarak istediği kadar içer. Önce, sarsılıp titreyerek emmeye başlar. 20 – 30 dakika sonra, bir öğünlük gıdasını oluşturan kanla şişmiş olarak deriden ayrılır. Ve yavaş yavaş sindirim işlemine başlar.
      Hani insan, sülüğün kan emmek için sahip olduğu özel aletlerini, vücudunun hususi tanzimini ve tıbbî maharetlerini Cenab-ı Allah’a vermese, onu, mütehassıs bir doktor, eşsiz bir biyokimyacı kabul etmesi gerekiyor. Bilmem başka nasıl izah edeceğiz? 4nu yaratan ancak Cenab-ı Hak’tır. Çünkü Rabbımız canlıları ve onların kanlarını, sinir sistemlerini en iyi bilen2at’tır. İşte bunun için sülüğü ona göre tanzim etmiştir: Sülüğün varlığı ve kan emmek için hususi tanzimi gösteriyor ki, sülüğü kim yaratmışsa, insanları da yaratan O’dur. Evet, bir sülüğün vücudumuzda açacağı yarayı uyuşturabilmesi, kanımızın akışını sağlayan humdun maddesini imal edebilmesi, yaratıcının birliğine bir ispattır. Vahdaniyete bir delildir.
      Bakın, sülüğün vücudunda, Rabbımızın daha ne hikmetleri var.
      Sülük, bir insan vücudundan 20 – 30 dakikada aldığı kanla, hayatını tânı altı ay kadar sürdürebilir. Bunu nasıl sağlar? Niçin bir emişte hu kadar çok kan alma istidadı verilmiş?
      Tıbbî sülük, yaşadığı kendi tabiî sulak ortamında, insan kanına benzeyen bir besini kolay kolay bulamaz. Bu yüzden Sani-î Hakim olan Rabbımız, onun vücuduna, elde ettiği bir besinden en fazla faydalanabileceği bir sistem yerleştirmiştir. Şöyle ki : Bir öğünlük besinini emip ve depolarken vücudu, normal hacmine göre on kat şişebilmektedir. Emmeden sonra, önce kanın suyu ayrılır ve özel ceplerde depolanır. İş bununla da bitmez. Kanın çözüşmemesi gerekir.Bunun için de bağırsaklarında bulundurduğuöze’1 bakterileri (Pseudomonas hirudinus) kullanır. İşte bu sistem sayesinde bir sülük, yalnız bir öğün yemeği ile hayatını altı ay kadar sürdürebilir. Hatta bu süre sonunda kendi vücut dokularını parçalayarak bir süre daha yaşayabilir.
      Bu hayvan şimdi modern tıpta nerelerde 9kullanılıyor?
      Sülük uygulamasının, ciddi doku zedeleme sinin verdiği rahatsızlıkları giderdiği görülüyor.Meselâ ameliyattan sonra yara izini taşıyan dokuyu iyileştirdiğini gösteren emareler var. Sülükler kan çekme aracı olarak da kullanılabilecek. Bilhassa kalp yetmezliği, ya da kalp krizi geçiren insanların tedavisi onların yeni kullanım sahalarıdır. Ayrıca son araştırmalar, vücuttan kopmuş organların dikilmesinde de onların işe yaradığını göstermiştir.
      Sülüğün hiç acıtmadan, modern bir tarzda kan emebilme vasfı, bu şekilde hususi tanzimi bize mühim bir sünnete işaret etmektedir : Kan aldırmak. Hazret-i Peygamber hacamat âleti vurmakla kan aldırmıştır. Bir hadîste şöyle duyuruluyor :
      Şifa üç şeye münhasırdır : Bal şerbeti içmek hacamat âleti vurmak, ateşle dağlamak. Fakat ümmetimi (başka çare kalmadıkça) ateşle dağlamaktan men ederim (Sahîh-i Buhari; 12. cilt, sayfa 79).
      Mademki iki cihan serveri, Hz. Peygamber(S.), kan aldırmak şifa demiştir, o mutlaka şifadır. Çünkü O’nu konuşturan Rabbimizdir. O kendi hevasından, nefsinden konuşmaz. Sünnetinde, emir ve tavsiyelerinde, hem bu hayatımız için, hem de öldükten sonraki ebedî hayatımız için derin hikmetler, azim faydalar vardır.
      Şimdi tıp ilmine bakalım. Kan aldırmak gerçekten insan sağlığı için faydalı mı?
      Kan aldırılınca, anormal derecede koyu kanı bulunan hastaların beyinlerinden geçen kan akışı hızlanabilmektedir. Bu keşif, Londra Milli Hastahanesinde ve Kopenhag Kraliyet hastahanesindeki araştırmalarda bulunmuştur.
      Kanın emilin incelmesi, kandaki alyuvar yoğurduğunu azaltır. Böylece kalp, beyne daha rahat pompalama yapar. Kan emilince, kandakiıoksijen taşıyıcı madde olan hemoglobin seviyesi de düşer. Bu yüzden kan, beyine yeterli oksijeni taşıyabilmesi için daha hızlı akmaya başlar.
      Ayrıca araştırmacılar, kan akışının artmasıyla insanın ataklığının fark edilir derecede arttığını ispatlamışlardır.
      Koyu kandan dolayı kalp krizi ve kalp yetmezliği tehlikesi altında bulunan insanlarda kan aldırmanın koruyucu bir rol oynayabileceği de tahmin edilmektedir. Bu tahmin, İngiltere ve Danimarka’da yapılan son araştırmalarca desteklenmektedir.
      Şimdi düşünelim : 1400 sene evvel yaşamış ümmî bir insan, kan aldırmanın bunca faydasını nasıl bildi? 1400 sene evvel, şimdiki zamana kıyasla, cehaletin kol gezdiği bir devirde, bir insanın çıkıp ta başını yardırıp kan aldırması kolay anlaşılacak bir iş değildir. Böyle derin tıpâ ilgisi isteyen bir işi, O Zat’ın, kendinden emin olarak yapması ve etrafına da inandırması, O’nun peygamberliğine aşikâr bir delildir.

    373. DOĞAL TUZ: YEMEYEN APTAL OLUR!
      Hayatımıza yön veren “uzman”lar yeni günah keçisini ilan etti: Tuz. Rastlantıya bakın ki aynı uzmanlar insan vücudu için ne hayati derecede önemliyse onu yasaklamak eğilimindeler. İyilikGüzellik tuzsuz olmaz diyor ve doğal tuzla ilgili gerçeği açıklıyor. Beyninizi seviyorsanız okuyun!
      Hayatımıza yön veren “uzman”lar yeni günah keçisini ilan etti: Tuz. Rastlantıya bakın ki aynı uzmanlar insan vücudu için ne hayati derecede önemliyse onu yasaklamak eğilimindeler. İyilikGüzellik tuzsuz olmaz diyor ve doğal tuzla ilgili gerçeği açıklıyor. Beyninizi seviyorsanız okuyun!
      Son yıllarda medya ve basın organlarında hayatımız için temel yapı taşlarından biri olan “tuz”a karşı büyük bir savaş var. Tuz her yerde kötüleniyor ve uzmanlar sofradan tuzu kaldırın diyor. Biz de sizlere önce 1 Nisan 2010 tarihinde Milliyet gazetesinde yayınlanan bir haberi, ardından da Alev Özderici ile yaptığımız özel söyleşiyi yayınlıyoruz…
      1 Nisan 2010 tarihli Milliyet gazetesi haberi: “Tuz tüketiminin giderek arttığını söyleyen Prof. Ayşe Baysal, “Sofradan tuzluğu kaldırmak lazım. Bugün böbrek hastalıklarının arkasında yatan temel neden aşırı tuz tüketimi” dedi
      Samsun’da bulunan Beslenme, Eğitim ve Araştırma Vakfı Başkanı Prof. Dr. Ayşe Baysal, Türkiye’de insanların çok fazla tuz tükettiğini belirterek, “Sofralardan tuzlukları kaldırmak lazım. Tuzun fazla alımı yüksek tansiyona neden oluyor. Tansiyonun yükselmesi böbrek hücrelerini olumsuz etkiliyor. Bugün böbrek hastalıklarının arkasında yatan temel neden aşırı tuz tüketimi” dedi. Dünyada kişi başına günlük tuz tüketiminin en çok 6 gram olarak belirlendiğini, Türkiye’de ise kişi başına 18 gram günlük tuz tüketildiğinin saptandığını belirten Baysal, “Kişi sofraya oturuyor, yemeğin tadına bakmadan tuz katıyor. Tuz tüketimi mutlaka daha aşağıya düşürülmeli” diye konuştu. Türkiye’de beslenme şekillerinin son 20 yıldır kötüye gittiğini vurgulayan Baysal, “Sağlıksız besleniyor, hareket etmiyoruz. Bu mide kanserlerinin, şişmanlığın artmasına neden oluyor. Tuzu da fazla tüketince mide hücreleri zayıflıyor işlevini yapamaz hale geliyor. Bunun sonucunda kanser oluşuyor” dedi.
      Haberde “tuz tüketimi” o kadar kötüleniyordu ki, iyilikguzellik Neden tuz düşmanlığı yapılıyor? Bir insan hiç tuz yemezse ne olur? Doğal tuz ile rafine tuz arasındaki fark nedir? Doğal tuzun vücudumuz ve cildimiz için önemi nedir? Günlük tüketmemiz gerek doğal tuz miktarı nedir? Bu tuzu nasıl öğütüp kullanabiliriz? Doğal tuzu temin etmek isteyenler için tavsiyelerinizi alabilir miyiz? sorusunun cevabını bulmak için yola çıktı…
      B’MEAL’den Alev Özderici’ye, hayatımız için tuzun ne anlama geldiğini sorduk.
      İşte Alev Özderici’nin açıklamaları…
      Hayat için su ve tuzun anlamı ne?
      Hayat için gerekli temel besin maddelerinden biri olan doğal -işlenmemiş- deniz tuzunun hayatın devamlılığını sağlayan çok önemli özellikleri varken işlenmiş rafine tuzların zararları nedeniyle giderek daha da çok yanlış yerlere konumlandırıldığı gerçeğini görmemezlikten gelemeyiz. Çünkü gerçek doğal tuz olmadan hayatın var olması mümkün değil!
      Hepimiz biliyoruz ki su ve tuz hayatın temel yapı taşlarıdır. Dünyanın dörtte üçü denizlerle kaplıdır ve deniz suyu kısaca su ve tuzdan oluşur. İnsan vücudunu oluşturan iki temel elementten biri su, diğeri de tuzdur. Bir insan cesedi yakıldığında geriye kalan küllerin bile vücut tarafından yapılmış saf tuz olduğu yaklaşık 100 yıl önce kanıtlanmıştır (Dr.Willhelm Schüssler).
      Doğal tuz kristali insan vücudunu oluşturan tüm elementleri içerir. Doğada bulunan 94 elementten soy gazlar hariç tüm elementler doğal tuz kristalinde mevcuttur. Bu da doğal tuzun insan vücudunda bulunan tüm doğal mineralleri ve iz minerallerini içerdiği anlamına gelir.
      Kanımızın bile tuzlu bir yapısı olduğunu düşünürsek niye tuz “rafine” edilerek insan sağlığı için bu denli tehlikeli bir noktaya taşındı? Doğal tuz hayatın yapı taşıyken, rafine tuzöldürüyor! Niye?
      ÇÜNKÜ “DOĞAL-İŞLENMEMİŞ DENİZ TUZU KRİSTALİ” İLE “RAFİNE BEYAZ TUZUN” HİÇBİR ORTAK YÖNÜ YOK!
      Kullanılan rafine tuzların çoğu sodyum klorid ve bu maalesef yaşam için gerekli olan tuzla alakalı bir yapı değil! Oysa doğal deniz tuzu kristali sodyum ve klor gibi sadece iki element değil vücudumuzu oluşturan tüm doğal elementleri içeriyor. Hemen hemen her konuda olduğu gibi sanayileşme doğal tuz kristalini de “temizlemeyi!” ve onu iki elemente indirgemeyi seçti ve beyaz şekere benzeyen beyaz bir zehir yarattı!
      Tuzun değişim gücü
      Bilimsel açıdan doğal tuz kristalinin oldukça kendine has bir yapısı vardır. Diğer tüm kristal yapıların tersine, tuzun atomik yapısı moleküler değil elektrikseldir ve tuzu değişken yapan faktör de budur. Bir kuvars (quartz) kristali bir kap suya koyup 10 dakika sonra çıkardığımızda o hala aynı kristaldir, yani kristal yapılı olmasına rağmen moleküler yapısı değişmemiştir. Enerjisini, frekans kalıplarını suya aktarmış olsa da kristal bozulmadan aynı kalmıştır.
      Doğal -işlenmemiş- tuz kristali suya koyulduğundaysa tuz erir ve “SOLE” oluşur. SOLE ise ne tuz ne de sudur, tuzun veya suyun kendi başlarına ifade ettiklerinden daha yüksek bir enerji boyutudur. Sole ısınıp su buharlaştığında geriye tuz kalır. Doğal, işlenmemiş tuzun bu form değiştirebilme kabiliyeti gıda olarak metabolize edilme ihtiyacı olmadığını gösterir. Tükettiğimiz nişasta şekere, protein amino asitlere ve yağ gliserin ve aside dönüşürken tuz tuz olarak kalır. Başka bir deyişle vücudumuz tuz dışında kalan tüm gıdaları içerdikleri besinleri kullanabilmek amacıyla parçalarına ayırmak zorundadır. Çünkü doğal tuz SOLE olarak tüketildiğinde iyonize bir formda hücrelerin kullanımı için hazırdır.
      Tuz olmadan düşünemez, hareket edemeyiz!

      *Vücudumuzdaki en basit fonksiyonların gerçekleşebilmesi için bile doğal tuza veya içerdiği elementlere iyonize bir formda ihtiyacımız vardır.
      *Örneğin: Duyularımızla algıladıklarımızı beyne iletmek sinir sistemimizin görevidir. Beyin kendisine ulaşan bilgiye göre gereken şekilde reaksiyon göstermeleri için kaslarımıza sinir hücreleri aracılığıyla gerekli bilgi ve talimatları iletir. Bu süreç şöyle oluşur:
      *Pozitif yüklenen potasyum iyonları hücreyi terk ederken, hücreye giremeyen pozitif yüklü sodyum iyonları hücre zarında bir elektrik potansiyeli oluştururlar.
      *Hücrenin dışı pozitif, içi negatif yüklü hale gelir.
      *Bir sinir hücresi uyarıldığında zarı aniden zıt kutup haline döner ve sonuç olarak sodyum iyonlarını geçirgen hale gelir.
      *Her sinir uyarımında saniyenin binde biri (1/1000) gibi çok kısa bir sürede elektrik potansiyeli dönüşerek 90 mill volt enerji açığa çıkar.
      *Ve böylelikle alınan uyarılar düşünce ve harekete dönüşür.
      Sonuç olarak tuzdaki sodyum ve potasyum iyonları olmadan bu fonksiyonların gerçekleşebilmesi mümkün değildir. Bunlar olmadan tek bir düşünce veya hareket bile oluşamaz. Bir bardak su içmek gibi basit bir hareket bile gerekli düşünce ve hareketlerin oluşabilmesi için sinirlere uyarı olarak gelen milyonlarca talimatı gerektirir. Başlangıçta düşünce vardır ve düşünce bir elektromanyetik frekanstan-alandan başka bir şey değildir. Tuz bu elektromanyetik frekansın yaratımından ve beynin emirlerinin istenen hareketi yapacak olan kas ve organlara iletilmesinden sorumludur.

      Günlük tüketmemiz gerek doğal tuz miktarı nedir?
      Vücudumuz günlük olarak 0,1984 gr doğal-işlenmemiş tuza ihtiyaç duyarken birçok insan çok tuza doyamıyor.
      Amerika’da kişi başı günlük tuz tüketimi yaş grupları arasında 11,34 gr ile 19,84 gr arasında değişiyor. Buna karşılık böbreklerimizin günlük tuz süzme kapasitesi cinsiyete, yaşa ve kişinin yapısal özelliklerine göre 4,82 gr ile 7,09 gr arasında değişiyor.
      Rafine tuz vücudumuzu neden tahrip ediyor?
      Vücut rafine tuzu saldırgan bir zehir olarak algıladığı için tüketilen rafine tuzu kendini korumak amacıyla bir an önce atmak istiyor ve bu nedenle de tüketilen aşırı miktarda tuzun süzülmesi ve atılması başta böbreklerimiz olmak üzere tüm boşaltım sistemi üzerinde önemli bir yük ve baskı oluşturuyor.
      Vücut her zaman aşırı tuzun kendisine vereceği zararı engellemek için tuzu izole etmeye çalışır.
      Bunu yaparken de hücre suyu moleküllerini kullanarak tuzu kaplar ve sodyum kloridi sodyum ve klorid olarak iyonize ederek nötrleştirir. Ve ne yazık ki bunu yaparken hücre suyu tamamen kaybolan hücreler de ölmektedir.
      Vücudun 1 gr rafine tuzu (sodyum klorid) atabilmek için kullandığı hücresuyu miktarı bunun tam 23 katıdır. Ne kaybettiğimizi anlamak hiç de zor değil öyle değil mi?
      Fazla ve üstelik de rafine tuz kullanımının tek bedeli hücre ölümleri de değil!
      Bu durumda rafine tuz vücudun hiç de ihtiyacı olmayan oldukça asidik ödemler veya doku içinde aşırı su birikimlerine sebep oluyor ki, kadınların en önemli şikâyetlerinden biri olan selülitin temel sebeplerinden biri de bu.
      Vücut hafif alkali yapıda sağlıklıdır, asidik ödemlerin vücudumuza bir faydası olmadığı gibi vücudun pH’ını asidik yöne doğru çektikleri için genel sağlığın korunmasını da zorlaştırırlar.
      Vücuttan atılamayan rafine tuz ise tekrar kristalleşerek direkt olarak eklem ve kemiklerde depolanır ki bu artrit, gut gibi değişik türdeki romatizmal hastalıklar ile safra kesesi ve böbrek taşı oluşumlarının önemli sebeplerindendir. Tekrar kristalleştirerek saklama çözümü orta ve uzun vadede hastalıklara sebep olacak olsa da, atımını gerçekleştiremediği aşırı miktarda rafine tuzun kendisine vereceği zararı engellemek için vücudun bulabildiği tek çözümdür.
      Peki, bunu neden yapıyoruz? Niye doğal deniz tuzu kristalleri bu kadar faydalıyken yerine beyaz zehir de denilen “rafine tuz-sodyum klorid” üretiyor ve kullanıyoruz?
      Sebep basit: Dünyada kullanılan tuzun yaklaşık %93’ü endüstriyel kullanım amaçlı üretiliyor ve bu tuzun sodyum klorid olarak üretilmesi anlamına geliyor. Çünkü her kimyasal işlem sodyum klorid kullanımını gerektiriyor. Doğal tuz kristalinin içerdiği diğer doğal elementlerin tümü üretimde sıkıntılara sebep olduğu için ayıklanıyor ve atılıyor. Bakalım sodyum klorid nelerin üretimi için gerekli:

      *Sodalar
      *Çamaşır deterjanları
      *Vernik, cilalar
      *Plastik
      *PVC

      Özetle hemen hemen insanın doğa ve doğal olanla arasındaki mesafeyi artıran sentetik her şeyin üretimi için gerekli sodyum klorid.
      Ayrıca üretilen rafine tuzun yaklaşık %6-7’si de gıda endüstrisinde ekonomik kimyasal koruyucu amaçlı olarak kullanılmakta. Ekmek, yoğurt gibi çok tüketilen hazır gıdalara ve fast food ürünlerine baktığımızda maalesef çok azının sodyum klorid içermediğini görüyoruz. Bu özellikle raf ömrünün uzatmanın peşinde olan hazır gıda üreticileri açısından çok önemli.
      Ve ne yazık ki tüm bu gelişmeler insan hayatı için hayatı ciddi anlamda tehdit eden adımlar. Yani sadece havayı, suyu tüketmiyoruz… Hayatın temel yapı taşlarından olan doğal deniz tuzu kristallerini de daha çok satış, daha çok kar için zehire dönüştürerek yok ediyoruz.
      Kimsenin aklı karışmasın!
      Konunun özeti şu: Her konuda olduğu gibi doğru bilgiyle doğru seçim yapmak mümkünken “suçu tuza atma”nın hiçbir manası yok!
      Hayatı korumayı, yaşamayı ve yaşatmayı seçenler “doğal-işlenmemiş tuz kristali”nin peşine düşsünler… Doğal tuz kristali hayat demek çünkü!
      Kullandığım tuzun nasıl bir tuz olduğuna nasıl emin olacağım diyorsanız da hangi tuzu kullanıyorsanız kullanın önce tuzunuzu test edin, sonra karar verin. Çünkü maalesef doğal deniz tuzu diye satılan birçok tuz da maalesef öyle olmayabiliyor, ya da öyle olup dinamitleme ile çıkarıldığı için yapısı bozulmuş olabiliyor.
      Üstelik test de çok kolay:
      – 1 çay bardağını yarısına kadar üzüm sirkesi ile doldurun.
      – İçine 1 tatlı kaşığı tuz atın.
      – 5-10 dakika seyredin.
      – Bardaktaki sirke yeni açılmış gazlı içecekler gibi aşağıdan yukarı doğru köpürmeye başlıyor ve bir süre sonra bulanıklaşıyorsa o tuzu hemen ve ebediyen hayatınızdan çıkarın!

    374. UĞURSUZLUK ve BEREKETSİZLİK
      Aşağıda sayacağım kötülükler, Müslüman bir ülkeye, Müslüman bir topluma zarar verir, uğursuzluk getirir, bereketsizliğe sebep olur.
      1. Kedi köpek gibi evcil hayvanlara işkence etmek. Onları öldürmek, onları aç bırakmak.
      2. Zevk için, sırf öldürmek için avlanmak.
      3. Ekmeğe saygısızlık etmek. Kuru ekmekleri çöpe atmak, ekmek kırıntılarını yere atıp çiğnemek. Bunlar fakirliğe ve bereketsizliğe sebep olur. Ailenin bütçesi çok geniş olsa bile, o evde ekmeğe hürmet edilmiyorsa, para yetişmez.
      4. Büyüklere hürmet edilmemesi, küçüklere şefkat gösterilmemesi. Mesela tramvayda 80 yaşındaki yaşlı kişi ayakta, 18 yaşındaki sırık oturuyor.
      5. Ağaçların ve çalıların kesilmesi, yeşil alanların tahrip edilmesi, otların koparılması, dalların kırılması, tarlalarda anız yakılması. Bunlar Allah’ın yaratmış olduğu bitkilere karşı yapılmış büyük zulümlerdir. Zulüm kesinlikle bilinsin ki, uğur değil, uğursuzluk getirir, bereket değil, bereketsizlik getirir. Herif ormanları yakar veya yaktırır, arazisini üzerine geçirir, zengin oldum sanır, onunki zenginlik değil, cehennem ateşidir. Gözlerini para hırsı bürüdüğü için kârdayım zanneder, aslında ne korkunç bir zarar içindedir, farkında değildir.
      6. Yaygın israf da, ülkeye uğursuzluk ve felaket getirir. Allahü Teâlâ ihmal etmez, imhal eder, yani mühlet verir. Bir ülkede dine, imana, Kur’ana, Mukaddesata, Şeriata saldırılır, Müslümanlar bu saldırılara cevap vermez, bunları önlemeye ve durdurmaya çalışmazlarsa ortalığı büyük bir bereketsizlik, uğursuzluk istila eder.
      7. Besmelesizlik uğursuzluk getirir. Adam yemek yiyor, başında besmele çekmiyor, yemeğini bitiriyor, Allah’a hamd etmiyor. Bugün Türkiye’de besmelesiz nesiller türemiştir. Bunlara nasihat etmek gerekir, irşat etmeye çalışmak gerekir. Bu nasihat ve irşat hizmeti yapılmazsa, bilenler sorumlu olur. Hadis-i şerifte “Bir iş ki, ona besmeleyle başlanmaz, ebterdir” (yani kısır ve güdüktür) buyrulmuştur. Bir sofra düşünün, etrafında beş kişi var, üzerinde beş kişiye yetecek yemek bulunuyor. Bu beş kişi, bu yemeği besmele çekmeden yerlerse, bereketi olmaz ve onlara yetmez… Bir Müslüman az bir yemeği besmele çekerek yerse, karnı doyar, hatta artar bile. Bir sofrada yemek bitti, oturanlar doymadı, şu soruyu yöneltin: “Acaba hangimiz besleme çekmeyi unuttu?“

    375. Hazır gıdalar çocuklar için sakıncalı
      Uzmanlar, büyüklere göre hazırlanan cips, meyve suyu ve hazır kek katkı maddelerinin, çocuklar için hastalık nedeni olduğunu belirtiyorlar.
      Doktorlar anne ve babaları çocuklarına hazır kek, cips, ve meyve suları yönünde uyarırken, bu gıda maddelerinin çocukların vücutlarında kaşıntı, yüzde döküntü ya da hiperaktivite gibi zararlı etkiler gösterdiğini belirtiyorlar. Uzmanlar, çocuklarda böyle sıkıntılar yaşanmasındaki en büyük etkenin yiyecek ve içeceklerdeki E sayılı katkı maddelerinin olduğunu belirtirken, son yıllarda yapılan araştırmalarda, gıda katkı maddelerinin küçük çocuklardaki hiperaktivite, dikkat eksikliği, ya da allerjik reaksiyonlarda rolü olabileceğini ya da bu tür özellikler taşıyan çocuklarda katkı maddelerinin tüketilmesi sonucu sorun çıkabileceğini bildiriyorlar.
      Bu gıdaların tüketiminin kesildiğinde çocuklarda görülen hiperaktivitenin de sona erdiğini belirten uzmanlar, ayrıca hazır gıdalardaki E kodlu katkı maddelerinin küçük çocuklarda davranış bozukluğunu tetiklediğini vurguluyorlar. Uzmanlar, gıdalara kırmızı rengini veren ´karmen kırmızısı´´nın alerjiye neden olduğunu; hatta devamlı tüketilmesi halinde ölüme götüren şok yaratabildiğine dikkati çekiyor. Cips, şekerleme, puding ve gazoza sarı renk veren ´Tartrazin´ katkı maddesinin astım krizine neden olduğunu belirten uzmanlar, dayanıklılık için kuru meyvelerde kullanılan sülfitlerin ise kusma, ishal ve karın ağrısına yol açtığını belirtiyorlar.

    376. Halis güzellik iksiri: Zeytinyağı‏

      Doç. Dr. Sefa Saygılı’nın yazısı…

      Binbir türlü kozmetik merhem, jel ve likit ortaya çıkmasına rağmen zeytinyağı yine revaçtadır, üstelik değeri giderek daha da artmaktadır

      Zeytin, Kur’an-ı Kerim’de birçok defa zikredilir ve insanlara çeşitli faydalar sağladığı kaydedilerek, bunda düşünen kimseler için ders olduğu hatırlatılır (Abese 29, Nahl 10). Tin suresine ise incir ve zeytine yeminle başlaması dikkat çekicidir.

      Hakikaten zeytin, yaprağından yağına kadar şaşırtıcı ve hayranlık verici pek çok özelliğe sahiptir.
      Kurak iklimlerde ve sığ topraklarda dahi hayatta kalabilen zeytin ağacı sert ve dayanıklıdır. Kesimden sonra yeniden hayata dönebilme özelliğiyle 3000 yıl yaşayabilme kapasitesine sahiptir. Bir ağaç öldüğünde kökünden yeni ağaç filizlenmeye başlar.
      Zeytinin ve zeytinyağının sağlığımıza sayısız faydalar kattığını biliyoruz. Yemeklere verdiği o nefis lezzetin yanı sıra, bu narin meyve ve yağ, kolesterolü düşürür, kalp hastalıklarını, kireçlenmeyi ve barsak hastalıklarını önler.

      Bunların yanında zeytinyağını gerek yemeklerde kullanmanın gerekse içmenin (kaşıkla veya bardakla) ihtiva ettiği A, D, K ve E vitaminleri sayesinde yaşlanmayı geciktirdiği bilinir. Zeytinyağı kalp atışlarının düzenlenmesine ve hücrelerin yaşlanmasını geciktirmeye yardım eden antioksidan maddeler içerir. Sindirime yardımcı olur, kabızlığı ve hemoroid (basur) hastalığını önler.

      Vücuda kalsiyum alınışını kolaylaştırır. Cildin hem görünüşünü hem de yapısını güzelleştirir, sadece içten besleyerek. Ayrıca kanser riskini azaltır, yüksek tansiyonu düşürür.

      Zeytinyağı dıştan sürtmekle de pekçok faydalar verir. Tam bir zeytinyağı sevdalısı olan Amerikalı yazar Carol Firenze, tecrübelerini “Zeytinyağı Tutkusu” (Komilinin desteğiyle Ledo Yayıncılık 2007) adlı kitabında bir araya getirmiş. “Rengine, tadına, kıvamına, çeşidine, mistikliğine, kokusuna, her yerde kullanabiliyor olmasına; kısacası her şeyine hayranımsı diye başladığı kitabında zeytinyağı ile hayatı güzelleştirmenin 101 yolunu anlatmış.

      İşte Firenze’nin sözünü ettiği zeytinyağını dıştan sürmekle elde edilen faydalardan bazıları:

      Pekçok faydasının yanı sıra cilde ve saça da inanılmaz güzellik katar. Kuru cildi canlandırır, kırışıklıkları azaltır. Zeytinyağı cildi yumuşatır ve esnek, pürüzsüz bir görünüm verir.

      Uzun süre ayakları üzerinde kalanlar için müjde: Zeytinyağı yorgun ayakları dinlendirir ve canlandırır. Zeytinyağının mükemmel yumuşatma ve nemlendirme kapasitesi vardır. Çatlak ve kuru ayakları tedavide birebirdir.

      Vücut masajı zeytinyağı ile yapıldığında kan dolaşımını artırır ve dokulara oksijen taşır. Ellerdeki, derideki veya saçtaki boyayı çıkarmakta kullanılır.

      Soğuktan donmaya karşı koruyucudur.

      Kesiklerde ve su toplanmasında faydalıdır. Acılı güneş yanıklarında kızarmış deri zeytinyağı ile ovalarak rahatlatılabilir.

      Kuru ve çatlak ciltlere yararlıdır.

      Kas kramplarını tedavi eder.

      Sivrisinekler zeytinyağı sürülmüş cildi ısırmazlar.

      Keneleri etkisiz hale getirir.

      Zeytinyağı sabunu doğal, saf bir temizleyicidir ve vücudu nemlendirir. Yumuşatıcı ve rahatlatıcı etkisi sayesinde cildi ve
      saçları temizlerken yumuşatır, nemlendirir. Aynı zamanda her tür hassas cilt için bile güvenlidir.

      Zeytinyağı traş edilecek bölgeyi yumuşatma ve rahatlatmada birebirdir.

      Kurumuş ve çatlamış dudak için merhem olarak kullanılabilir.

      Kurumuş saçların dayanıklığını ve esnekliğini artırır.

      Saçtaki kepeği ve dökülmeyi engeller. Saçı parlatır.

      Tırnakları güzelleştirir ve güçlendirir.

      Banyo suyuna katıldığında canlandırır ve yumuşaklık sağlar.

      Zeytinyağı ile doğum çatlakları azaltılabilir.

      Emzirenler için en iyi göğüs ucu bakımı zeytinyağı ile yapılır.

      Bebeklerin popusundaki pişiğe ve başlarındaki konak problemlerine birebirdir.

      Bebeğe zeytinyağı ile sağlıklı ve canlandırıcı masaj uygulanır.

      Peygamberimiz (sav) “Zeytinyağı yiyin ve onunla yağlanın! Zeytinyağıyla tedavi olun! Çünkü o, bereketi bol ve mübarek bir ağacın meyvesinde çıkartılmaktadır” buyurmuştur. Hadiste zeytin yağını sadece yememiz değil sürülmemiz de ısrarla tavsiye edilmiştir. Biz söz konusu kitaptan yalnızca sürülmekle istifade edilen hususların bazılarını sıraladık.

      Aradan 14 asır geçmesine ve binbir türlü kozmetik merhem, jel ve likit ortaya çıkmasına rağmen zeytinyağı yine revaçtadır, üstelik değeri giderek daha da artmaktadır.

    377. Çiçek tozlarından alerji olanlar

      Çiçek tozlarından alerji olanlar: Çiçek tozu mükemmel bir ilaçtır. Vücuttan bütün kalıntıları çıkartıyor ve bunu o kadar çabuk yapmaya başlar ki vücut için bu temizlemeyi idare etmek zorlaşıyor. Vücuda yardım etmek ve temizlemeyi kolaylaştırmak için yemek yemeyi bırakmalı ya da çok az yemeli ve ilkbahardan önce 3 günlük oruçları yapmalıdır. İlkbahardan önce oruçlar yapılsa hiç alerji olmaz.

    378. Ev temizliğinde kullanılan temizleyici ve deterjanlar

      Ev temizliğinde kullanılan temizleyici ve deterjanlar: Ev temizliğinde kullanılan deterjanlar, mikroplara ne kadar zarar veriyorsa akciğer, karaciğer ve beyne de aynı şekilde zarar verir. Bütün hastalıklara, ayrıca mantara yol açar. Klorlu deterjanlar (Tuz ruhu, çamaşır suyu, kezzap) bağırsak kanserine ve ağır akciğer hastalıklarına sebep olur. Bu kimyasal maddeler nasıl vücudu yıpratır zarar verirse hastalıkları tedavi için kullanılan bütün kimyasal ilaçlar ve haplar da (Ağrı kesici dâhil) vücudu yıpratıyor ve zehirliyor.

    379. KARACİĞER TEMİZLEMESİ

      KARACİĞER TEMİZLEMESİ: Ağır hastalar ve 40 yaşından sonrakiler karaciğer temizlemeden önce 3 hafta hazırlık olarak bağırsak tedavisi yapmalıdırlar.

      Gençler ve normal insanlar ise temizlemeye başlamadan önce 2 hafta aşağıdaki şekilde hazırlık yapmalıdırlar.

      Bu 2 haftada et, süt, yumurta, peynir, tuz, şeker yememeli, yemekleri düzeltip, karışık ve ters yememelidir.

      Sabah: Öğleye kadar meyve veya meyve suları (en güzel limon, portakal veya greyfurt veya patates suyu). (Veya 2 gün sadece meyve suyu veya havuç suyuyla geçirmek.) Öğle: Salata veya yoğurtla bir çeşit yemek. Akşam: Sebze veya meyve veya kavun karpuz veya bal ile karıştırarak bitkisel yeşil çay ve sinameki çayı içmelidir. DİKKAT! 2 hafta siyah çay, kahve ve çikolata kesin olarak kullanılmamalı.

      Çok önemli: Temizlemeye başlamadan önce akşam magnezyum sülfat veya sinameki çayı içerek bağırsak temizlenmeli ve temizlemenin 1. sabahı 2–3 defa büyük abdest yapmak lazımdır.

      1. gün: 40 yaşından büyükler greyfurt ve limon suyu, 40 yaşından küçükler elma suyu (en güzel yeşil elma), hamile ve çok zayıf olanlar portakal suyu da içebilir. Meyve suları taze sıkılmış olmalıdır ve bekletilmeden her defasında içileceği zaman sıkılarak, 1 bardağın 4’te 3’ü meyve suyu 4’te biri su karıştırılıp içilir. En az 1,5 litre olmak şartıyla 3 litreye kadar içilir.

      2. gün: Aynı birinci gün gibi devam edilir. Çalışan iş yerinde portakal ve greyfurt suyu içebilir veya elma yiyebilir. Meyve yiyenler muhakkak aksam magnezyum sülfat içmelidir (en güzeli portakal veya greyfurt suyu içmek ).

      3. gün: Meyve yenilmez. Sadece meyve suyu içilmeli. Saat 5’e kadar aynı şekilde meyve suyu içmeye devam edilir. Akşam 5’ten 7’ye kadar hiç bir şey yenilmez. Saat 7’de sağ tarafına ılık torba koyularak yatılır. 50 gr zeytinyağı (rafine olmamış) 50 gr limon suyu karıştırılıp 15 dakika arayla içilir. Tamamı 250 gr zeytinyağı 250 gr limon suyu 500 gr olmalıdır, (yani ikisinin karışımı 5 çay bardağı içilmiş olacak.) Limon suyu her defasında içilirken sıkılmalıdır. Genç ve zayıf olanlar için 200 gr içmek yeterlidir. Zeytinyağı ve limon karışımını içmek 9’a kadar muhakkak bitmelidir. 7’den 11’e kadar ılık torbanın üzerinde yatılmalı, büyük abdest dışında kalkılmamalıdır. Kalkarsa mide bulantısı olup kusabilir. Bu karışımı kusmuş olsa temizleme olmaz. Gece 11-12 arasında büyük abdest gelmesi lazım (2-3 defa) gelmezse saat 2’ye kadar beklenilmeli 2’de de gelmezse lavman yapılmalıdır (lavman ve bağırsak boşaltıcı alet eczanede bulunur) lavman bulamazsa 3. gün 12’de büyük abdest gelmesi için 5’te magnezyum sülfat içilmeli. Sabah 7’de muhakkak lavman yapmak lazımdır. Lavman olmazsa gece magnezyum sülfat içilir. Çıkan şeyleri görmek için lazımlık kullanılmalıdır.

      Bu temizleme ile karaciğer ve safra kesesindeki taşlar, kurtlar, pislikler çıkar.

      En son gelen büyük abdest yeşil veya yeşile dönük olmalıdır. Yeşil olmazsa temizleme tamamlanmamış demektir ve 3 haftadan sonra tekrarlamak lazım. Sonraki günde büyük abdest yeşil olup olmadığı kontrol edilmelidir.

      DİKKAT! Akşam 7’de ılık torba koymak, sağ tarafa yatmak ve lavman yapmak çok önemlidir. Sıcak torba konulsa karaciğerdeki pislikleri hapis edebilir.

      Sabah ilk olarak yağsız ve tuzsuz pirinç lapası yenmelidir. Temizlenen karaciğeri kapatmak için bunu muhakkak yemelidir (3-5 kaşık yeterlidir).

      Temizlemeden sonra 3 gün karaciğeri muhafaza için, hafif yemekler yenmeli, ağırlıklı meyve suyu içmeli. Et, peynir, yumurta, siyah çay, kahve, şeker, tuz, konserveler kullanılmamalıdır. Karaciğer temizlendikten sonra, ağrı, sancı, bulantı olsa hâlâ taşlar düşüyor demektir, meyve suyu içmeye devam etmeli, ishal olsa endişe edilmemeli. 2 günden sonra geçmezse ishal tedavisine başlanmalı.

    380. ORUÇLAR

      40 yaşından sonraki insanlar ve ibadetlerini yapan insanlar 5 yaşındaki çocuk gibi yemelidir. (250’gr dan 500 grama kadar) bundan daha fazla yenildiği zaman, fazla artıklar vücutta hastalık yapıyor. Vücut hastalıklarla değil yemeklerle uğraşıyor. O zaman sadece aç kalarak hastalıklardan kurtulabilinir. Çünkü vücut aç kaldığı zaman hasta hücreleri yemeye başlar. Yani hastalıkları kendisine yemek yapar. Kireçleri de eriterek kısmen kullanır, kısmen çıkarır.

      Hasta insan aç kaldığı zaman vücut 1. gün 360 gr hasta hücreyi yiyor. Eğer açlık zamanında su içilmemiş olsa o zaman su bulmak için daha çok hasta hücreyi kullanıyor. 1 günde 1.5 kiloya kadar kullanıyor 3 günde 4.5 kilo, 3 günden sonra azalmaya başlıyor 6. günden sonra 350 gr en fazla 500 gr kullanıyor. Açlık ne kadar uzun sürse hasta hücreler daha azalıyor ve hastalıklar bitiyor. Hastalık bittiğinde oruçlu insanın iştahı çoğalıyor, hastalıklar bitmemiş olsa hiç iştahı olmuyor. Açlığa niyet edildiği zaman vücut niyete göre kendisini programlıyor. Vücudun programını bozmamak için niyeti bozmamak gereklidir. Bütün oruçlara başlamadan önceki akşam bağırsak boşaltıcı bir şeyin içilmesi gereklidir.

      1 günlük oruç (36 saatlik oruç):

      Sahurda bir şey yenilmeden su ile (dua ile) oruca başlanır. İftarda da bir şey yenilmeden, su ile açılır. İhtiyaç olursa 1 yudumdan 3 yuduma kadar su içilebilir. İçmemek daha güzeldir. Ertesi sabah saat 10’da meyve suyu içilir, yarım saat sonra isterse tekrar içebilir. Yalnız çok yavaş içmek gerekir. Öğlen zeytinyağlı, limonlu tuzsuz salata yenir. Akşam hafif bir yemek yenir. 1 günlük oruca devam etmek isteyenler haftanın hep aynı günü mesela her pazartesi ara vermeden devam etmelidirler. Çocuklar ve gençler kendilerini hayat boyu hastalıklardan koruyabilmek için 1 günlük oruca devam etmelidirler. Yaşlılar gençler gibi hemen sağlıklarına kavuşamazlar, on günlük oruç da onlara ağır gelebilir. Onlar bütün temizlemeleri yaptıktan sonra, yavaş yavaş sıhhate kavuşmaları için 1 günlük oruca devam etmelidirler.

    381. ‘. HZ. ÂDEM’E (A.S.) VERİLEN YİYECEKLER

      SU
      SU ORUCU
      Çağımız insanının en büyük dertlerinden olan fazla kilolarınızdan ‘su orucu’ ile kurtulabilirsiniz. Bu yöntem, yılda en az bir kere 21 gün yapılan bir sağlık kürü. Yurt dışında “Water fast ve water treatment” adıyla açılan su orucu klinikleri henüz ülkemizde yok ama meraklısı gün geçtikçe artıyor.
      İnsan kaynakları alanında verdiği seminerle tanınan Münir Arıkan bu isimlerden biri. Alerjik astım, yüksek tansiyon ve böbrek hastası olan Arıkan su orucu sayesinde sağlığına kavuştuğunu söylüyor. Üstelik 25 günde 22 kilo zayıflamış. Arıkan, bu yöntemin faydalarını anlatmak için bir seminer programı bile hazırlamış.

      ‘İnsan kaynakları’ dünyasının içinde olanlar Münir Arıkan ismini yakından tanır. İletişim ve farkındalık, zaman ve yaşam yönetimi, takımdaşlık, motivasyon ve stres yönetimi gibi birçok alanda şirketlere seminerler verir kendisi. Aynı zamanda Türkiye’nin ilk aile ‘koç‘larından biridir. Münir bey, son bir yıldır seminer programına yeni bir alan eklemiş. Konu başlığı, “25 günlük şifa orucu“. Oruç deyince ramazanda yerine getirdiğimiz ibadet akla gelmesin. Bu uygulama bir tür su ile zayıflama ve hastalıklardan kurtulma yöntemi. ‘İnsan kaynakları ile ne alakası olabilir?‘ diye düşünebilirsiniz. Pek ilgisi yok gibi görünüyor ancak bu tür eğitimler veren uzmanların yaşamları ve görünümleriyle muhatap oldukları insanlara model olmaları önemli. Münir bey de, “Karşımdaki insanlara iradenize sahip olun derken, göbeğime bakmalarından çok rahatsız oluyordum.” diyerek durumu özetliyor.

      Su orucu sadece zayıflamak için uygulanmıyor, hastalıkları da tedavi ediyor. Uzun yıllardır alerjik astım, yüksek tansiyon ve böbrek hastası olan Münir Arıkan, şifayı su orucunda bulunca gönüllü olarak bu orucun faydalarını seminerlerle herkese anlatmaya karar vermiş. Arıkan, “2006 mayıs başında alerjik astımım iyice azmış, her gün iki-üç hap ve geceleri sadece spreyle rahat nefes alabileceğim bir durumda mücadele ediyordum. Üstelik kilom da üç haneli rakamlara ulaşmıştı. Su orucunu üç yıldır uyguluyorum. Bu yıl yaptığım kür geçen hafta bitti. Her saat başı su içerek 25 gün geçirdim. 22 kilo zayıfladım. Sonuçtan çok memnunum. Üç yıl içinde bütün rahatsızlıklarım geçti.” diyor.

      Arıkan’ın anlattığına göre yurt dışında birçok su orucu kliniği var. ‘Water fast ve water treatment’ adıyla kurulan klinikler, özellikle Çin, Hindistan, Kanada, ABD, İsveç ve Fransa’da oldukça yaygın. Su orucu aslında farklı din mensupları tarafından yüzyıllardır uygulanan bir arınma şekli. Budist rahiplerden, Hıristiyan keşişlere, Yahudi hahamlardan, Müslüman din adamlarına varıncaya kadar hemen her dinin mensubu hayatları boyunca bu yöntemi uygulamış. Zaten Peygamberimiz de, “Midenin üçte birini yemeğe, üçte birini suya, üçte birini de havaya ayırın.” dememiş miydi?

    382. Akarsu neredeyse orası yeşerir, nerede gözyaşı dökülürse oraya rahmet nazil olur.Hz.Mevlana

    383. Ebû Hüreyre radıyallâhü anh’den:
      “Bir kimse, bir yerde gıybet edilmesine mâni olursa, Cenâb-ı Hakk, ondan yetmiş türlü âfet ve belâyı uzaklaştırır.”

    384. Mübarek Makamlar Hakkında Kırk Hadis

      (29.Hadis) -“Hz. Ömer (r.a) `den: O, Hacer`i Esved`e gelmiş, onu öpmüş ve şöyle demişti: “Ben biliyorum ki, sen mübarek bir taşsın.Fakat, sen bir zarar da fayda da veremezsin.Şayet Resulullah (s.a.v)`i seni öperken görmüş olmasaydım ben seni öpmezdim.” (Buhari,c.2,s.160)

      Açıklama:Hz. Ömer, Hacer`i Esved`e gösterdiği saygıyı, taşa tazim maksadı ile değil, ancak Resul-i Ekrem`in onu öpmüş olması sebebiyle gösterdiğini ifade etmektedir.
      Put perest bir kavmin içinden ayrılıp Hak perest bir mümin haline gelen Cenab-ı Faruk, halkın eski alışkınlıklarına set çekmek ve putlara karşı nefretini dile getirmek bakımından zaman zaman böyle konuşmalar yaptığı olurdu.Kendisinin Hacer-, Es`adi öpmesini, halkın yanlış manada değerlendirmesine imkan bırakmamak için böyle konuşmak ihtiyacını duymuştur.

    385. Mübarek Makamlar Hakkında Kırk Hadis

      (40.Hadis) -“Kim Bey-i şerife girerse, büyük bir sevaba girer ve günahlardan yarlığanmış olarak çıkar.” (et-Tergib ve`t-Terhib,c.2,s.198)

    386. Mübarek Makamlar Hakkında Kırk Hadis

      (36.Hadis) -“Yer yüzündeki suların hayırlısı, ZEMZEM`dir.Onda yiyecek tadı (gıdası) ve hastalığa şifa vardır.” (et-Tergib ve`t-Terhib,c.2,s.200)

    387. Mübarek Makamlar Hakkında Kırk Hadis

      (22.Hadis) -“Medine de geçirilecek bir Ramazan, diğer beldelerde ki bin Ramazandan hayırlıdır.Medine de kılınacak bir Cuma namazı, diğer şehirlerdeki bin Cumadan hayırlıdır.” (et-Tergib ve`t-Terhib,c.2,s.216)

    388. Mübarek Makamlar Hakkında Kırk Hadis

      (14.Hadis) “-Kim benim mescidimde kırk vakit namaz kılar, hiçbir namazı da geçirmez ise, ateşten ve azaptan kurtulduğuna dair birer berat yazılır ve nifaktan da uzak olur.” (et-Tergib ve`t-Terhib, c.2,s.214)

    389. Mübarek Makamlar Hakkında Kırk Hadis

      (12.Hadis) -“Şu benim mescidim de kılınacak bir namaz, başka yerdeki bin namazdan daha faziletlidir.Ancak, Mescid-i Haram bu hükümden müstesna.” (et-Tergib ve`t-Terhib,c.2,s.213)

    390. Ey insanoğlu ! Unutma,dünyaya geldiğin günden beri ölüm meleği peşinde dolaşıp durmaktadır. (HZ.OSMAN)

      Mezardakilerin pişman oldukları şeyler için dünyadakiler birbirlerini yiyor… İmam-ı Gazali

      Eden kendisine eder.Yapan bulur ve çeker…UNUTMA !! Kazanmak koca bir ömür ister,kaybetmeye ise bir anlık gafler yeter… MEVLANA

    391. Kulun yapmış olduğu aşırı ibadetleri benim dikkatimi çekip, hayrete düşürmez. Ben, ancak onun Allah’a karşı olan korkusuna (takvâsına) ve nefsiyle olan muhasebesindeki titizliğine bakarım.

      Ali b. Şahab (k.s.)

    392. Gitgide azaldık ve günaha alıştık,
      çekeceğimiz azaptan kalbimiz ürpermeden bahsettik,
      haramı helaldan ayıramaz hael geldik
      Farzı terkettik
      Namazı kılmadık
      Ama çok şükür müslümanız dedik
      Attığımız her adımda unuttuk
      Ümmetim diyen Peygamberi!
      Ben kuluma şah damarından daha yakınım diyen,
      Alemlerin Rabbini bilemedik.
      O nu kaybeden ne bulmuştu?
      O nu bulan ne kaybetmişti?
      Biz O nu kaybetmiştik ne bulmuştuk peki???
      Tek umudum var şimdi,Bir ayette gizli
      Rabbbin sana darılmadı ,
      Seni terketmedi o halde,
      Kalk Rbbine ŞÜKRET!!!!

    393. Beynime mi girmek istersin, kalbime mi?…

      Bir büyük zat bir talebesine vazife verirken,
      �Beynime mi girmek istersin, kalbime mi girmek istersin?� diye sorar.
      Efendim, farkı ne diye sorunca,
      kalbime girersen ahirete kadar benimlesin. Beynime girersen yarın unutabilirim buyurur.
      Talebe bu sefer, efendim, kalbe girmenin şartı nedir diye sorar.
      Şartı ikidir: Kimseyi bana şikayet etmeyeceksin ve kimse de seni bana şikayet etmeyecek. Çünkü orada sen beni temsil ediyorsun, yolumuz almak değil vermek yoludur, yük olmak değil, yük almak yoludur. Sıkıntı vermek değil, sıkıntı çekmek yoludur. Hep sen sineye çek, kimseyi şikayet etme. Öyle yaşa, öyle hareket et ki kimse de seni şikayet etmesin.
      İnsanı Allahü teâlâ kendisi meşhur yapar, insanlara tanıtırsa onu muhafaza eder. Ama insanın kendisi meşhur olmak isterse afettir, felakettir.
      Bu yolun büyükleri kendilerine tâbi olanlardan gafil değildir.
      Büyükler göç ettikleri zaman ilimleri, ihsanları, feyzleri heybelerinde beraber gider. Dünyada bereket kalmaz.
      Büyüklerin talebeleri üç sınıftır:
      1.Hane halkı gibi
      2.Akraba gibi
      3.Komşular gibi.
      Aynanın karşısına mum koysanız, aynada mum gözükür, o da ışık verir. O aynanın karşısına başka bir ayna koysanız, o ayna da ışık verir. Dilediğiniz kadar ayna koyun, mum yine orada ışık vermeye devam eder. Asıl mum (kaynak) Peygamber efendimizdir. Büyükler Onu yansıtırlar.
      İnsanlar zor zamanlarda, zor ile karşılaştıklarında müdara [insanları idare etme] yapamazlar. Böyle zamanlarda herkes içindekini ve gerçek yüzünü dışa vurur. Yani, bencil bencilliğini, fedakâr fedakârlığını, hain hainliğini gösterir. Bu problemli zamanlar bir imtihandır. Ve dünyada hiçbir imtihanda, girenlerin hepsi kazanmamıştır. Bazıları imtihandan başarılı çıkar, bazıları ise kalır.
      Hep gülmek iyi değil. Gün tevbe ve istigfar zamanıdır. Yarına çıkacağımız belli değil. Mümin müminin kıymetini bilmez ise Allahü teâlânın kıymetini hiç bilmez.
      Bilenlerle çalışmak zor olur, sıkıntılı olur. Peki diyen, ihlaslı samimi kimselerle çalışmalı. Bir kimse ihlaslı ise, Allahü teâlâ daha sonra o işi yapma kabiliyetini de verir ona. Ve o da bilenlerden, ama ihlaslı bilenlerden olur.
      Müslüman, dinini, malını, namusunu, şerefini korumak için zengin olmak zorundadır. İsraf zaten haram, israftan kaçınmak zorundadır. Tasarruf etmek zorundadır.
      Peygamber efendimiz, �Ey Eshabım, fakirlik sizin için saadettir, ahir zamanda, ümmetim için zenginlik saadet olacaktır� buyurdu.

    394. Allah’ım
      Kaç trilyon hücreden, yaratırsın bedeni,
      Her bedene yüklersin, bir varoluş nedeni.
      Evrendeki her zerre, tesbih ederken seni,

      Baş eğerken emrine, bu kainat, bu mizan;
      Nasıl olur da sana, secde etmez bir insan!.

    395. Şeytanın Hileleri

      Muhyiddîn-i Arabî (ks)

      İbn-i Abbas (r.a) Hz.’ inden naklen Muaz b, Cebel rivayet ediyor :

      �Bir gün Resullullah (s.a) ile beraberdik. Ansardan birinin evinde toplanmıştık.. Tam bir cemaat olmuştuk. Sohbete dalmıştık.

      Bu arada, dışarıdan bir ses geldi :

      �Ev sahibi….. içerdekiler… Eve girmem için bana izin verir misiniz? Benim sizden bir dileğim var.

      Bunun üzerine , herkes Resullullah (s.a)efendimizin yüzüne bakmaya başladı. Orda ve her zaman büyük oydu… İzin ondan çıkacaktı.

      Resullullah (s.a) Efendimiz, duruma vakıf oldu ve :

      � <>

      Buyurdu…. Biz hep birden şöyle dedik :

      � En iyi bilen ALLAH ve Resuludur.

      Bunun üzerine Resullullah (s.a) Efendimiz :

      � <>

      Buyurunca; hemen Hz. Ömer :

      � Ya Resullullah , bana izin veriniz onu öldüreyim.

      Dedi…. Resullullah (s.a) Efendimiz bu izni vermedi; şöyle buyurdu:

      � <>

      Sonra şöyle buyurdu:

      �<>

      * * *

      Bundan sonrasını ondan dinleyelim ; yani Ravi’ den. Şöyle anlattı :

      * Kapıyı ona açtılar. İçeri girdi ve bize göründü. Birde baktık ki, şekli şu :

      Bir ihtiyar. Şaşı. Aynı zamanda köse. Çenesinde altı veya yedi kadar kıl sallanıyor. At kılı gibi. Gözleri yukarı doğru açılmış. Kafası, büyük bir fil kafası gibi. Dudakları da, bir manda dudağına benziyordu.

      Sonra, şöyle bir selam verdi ;

      * Selam ya Muhammed ; selam size ey cemaat-i müslimin.

      Onun bu selamına Resullullah (s.a) Efendimiz şu mukabelede bulundu ;

      * <>

      Sonra şöyle buyurdu :

      * <>

      Şeytan şöyle anlattı ;

      * Benim buraya gelişim kendi arzumla olmadı. Mecburen geldim.

      Resullullah (s.a) Efendimiz sordu ;

      * <>

      * Şeytan anlattı ;
      * İzzet sahibi Rabbın katından bana bir melek geldi. Ve dedi ki ;Allah-ü Taâlâ sana emir veriyor : Muhammed ‘e gideceksin. Ama düşük ve zelil bir halde. Tevazu ile. Ona gideceksin ve ademoğullarını nasıl kandırdığını anlatacaksın. Onları nasıl aldattığını söyleyeceksin bir bir ona. Sonra o sana ne sorarsa doğrusunu diyeceksin. Sonra … Allah-ü Taâlâ buyurdu ki :

      * Söylediklerine bir yalan katarsan , doğruyu sölemezsen …. seni kül ederim ; rüzgara savurur … Düşmanlarının önünde , seni rüsvay ederim.

      İşte … böyle ; ya Muhammed , o emir üzerine sana geldim.

      Arzu ettiğini bana sor . Şayet bana sorduklarına doğru cevap vermezsem ;düşmanlarım benimle eğlenecek. Şu muhakkak ki , düşmanlarımın eğlencesi olmaktan daha zor bir şey yoktur.

      * * *

      Bundan sona Resullullah (s.a.) Efendimiz şöyle sordu :

      � <>

      Şeytan şu cevabı verdi :

      * Sensin ya Muhammed. Allah’ ın yarattıkları arasında senden daha çok sevmediğim kimse yoktur. Sonra senin gibi kim olabilir ki ?

      Resullullah (s.a.) Efendimiz sordu :

      * <>

      Şeytan anlattı :

      * Müttaki bir gence ki … varlığını Allah yoluna vermiştir.

      Bundan sonra , sual cevap aşağıdaki şekilde devam etti. Resullullah (s.a.) Efendimiz sordu ; şeytan anlattı :

      * <>
      * Kendisini sabırlı bildiğim , şüpheli işlerden sakınan âlimi …
      * <>
      * Temizlik işinde … yıkadığı yerleri üç defa yıkamayı adet eden kimseyi.
      * <>
      * Sabırlı olan bir fakiri ki ; ihtiyacını kimseye anlatmaz… Halinden şikayet etmez.
      * <>

      � Ya Muhammed , ihtiyacını kendi gibi birine açmaz. Her kim ihtiyacını kendi gibi birine üç gün üst üste anlatırsa, Allah onu sabredenlerden yazmaz. Sabırlı kimselerin işi buna benzemez. Hasılı , onun sabrını ; halinden , tavrından ve şikayet etmeyişinden anlarım.

      * <>
      * Şükreden zengin.
      * <>

      � Onu görürsem ki , aldığını helal yoldan alıyor ve mahalline harcıyor. Bilirim ki : şükreden bir zengindir.

      * * *

      Resullullah (s.a.) Efendimiz bu defa mevzuu değiştirdi ve ona başka bir sual sordu :

      * <>
      * Ya Muhammed, beni bir sıtma tutar . Titrerim.
      * <>
      * Çünkü bir kul , Allah için secde edince bir derece yükselir.
      * <>
      * O zaman da bağlanırım. Taa, onlar iftar edinceye kadar.
      * >
      * O zaman da çıldırırım.
      * <>
      * O zaman da, eririm. Tıpkı ateşte eriyen bir kurşun gibi eririm.
      * <>

      � Ha, işte.. o zaman halim pek yaman olur. Sanki sadaka veren , bir testere alır eline ve beni ikiye böler.

      Resullullah (s.a.) Efendimiz sebebini sordu :

      * <>

      Bunun üzerine iblis :

      * Onu da anlatayım ..

      Dedikten sonra anlatmaya başladı :

      * Çünkü sadakada dört güzellik vardır. Şöyle ki ;

      1 – Allah-ü Teala, sadaka verenin malına bereket ihsan eyler.

      2 – O , sadaka veren kimseyi halkına sevdirir.

      3 – Allah-ü Teala, onun verdiği sadakayı , cehennemle arasında bir perde yapar.

      4 – Allah-ü Teala, belayı sıkıntıyı ve ahları ondan defeder.

      * * *

      Bundan sonra Resullullah (s.a.) Efendimiz ashabı hakkında bazı sorular sordu :

      * <>

      İblis ise şu cevabı verdi :

      * O bana cahiliyet devrinde bile itaat etmedi… İslam’a girdikten sonra nasıl bana itaat eder ?

      * <>

      İblis ona da şu cevabı verdi :

      * Allah’a yemin ederim ki ; her gördüğüm yerde ondan kaçarım.

      * <>
      * Ondan utanırım … hem de çok … Nasıl ki , Rahman’ ın melekleri de ondan utanırlar…,

      * <>

      İblis onun için de şöyle dedi :

      � Ah onun elinden bir kurtulsam… O, kendi başına kalsa ; ben kendi başıma kalsam… O beni bıraksa….ben de onu bıraksam .. Ben onu bırakırım ama o beni bırakmaz.

      Resullullah (s.a.) Efendimiz , yukarıdaki soruları sorduktan ve şeytanın verdiği cevaplar kısmen bittikten sonra , şöyle buyurdu :

      * <>

      Resullullah (s.a.) Efendimiz ‘ in o cümlesini duyan lain iblis şöyle dedi :

      � Heyhat, heyhat… Ümmetin saadeti nerede ? Ben , o belli vakte kadar diri kaldıkça, sen ümmetin için nasıl ferah duyarsın ?..

      Ben , onların kan mecralarına girerim. Etlerine karışırım. Ama onalr , benim bu halimi göremez ve bilemezler. Beni yaradan ve baas gününe kadar bana mühlet veren Allah’a yemin ederim ki: Onların tümünü azdırırım. Cahillerini ve alimlerini … Ümmilerini ve okumuşlarını … Facirlerini ve abidlerini … Hasılı, bunların hiçbiri elimden kurtulamaz. Fakat , Allah’ın halis kullarını … Evet, bunları azdıramam.

      Bunun üzerine Resullullah (s.a.) Efendimiz sordu :

      * <>

      Bu suale İblis şu cevabı verdi :

      �Bilmez misin ? ya Muhammed , bir kimse ki , dirhemini ve dinarını sever … O Allah için bir ihlasa sahip değildir. Bir kimseyi görürsem ki ; dirhemini dinarını sevmez ; övülmekten, medhedilmekten hoşlanmaz.. bilirim ki o : ihlâs sahibidir… Hemen onu bırakır kaçarım.

      Bir kul malı ve övülmeyi sevdiği süre , kalbi de dünya arzularına bağlı kaldığı müddet , o size vasfını yaptığım kimseler arasında bana en çok itaat edendir. Bilmez misin ki : mal sevgisi , büyük günahların en büyüğüdür. Bilmez misin ki ya Muhammed , baş olma sevgisi yine büyük günahların en büyükleri arasındadır.

      İblis anlatmaya devam etti :

      �Ya Muhammed , bilmez misin ? … Benim yetmiş bin tane çocuğum var. Bunların her birini bir başka yere tayin etmişimdir. Sonra … o her çocuğumla birlikte yine yetmiş bin tane şeytan vardır.

      Onların bir kısmını ulemaya gönderdim.

      Bir kısmını gençlere yolladım.

      Bir kısmını da meşayihe saldım.

      Bir kısmını da ihtiyar kadınlara musallat ettim.

      Gençlere gelince , aramızda hiçbir anlaşmazlık yoktur. Onlarla gayet iyi geçiniriz.

      Çocuklara gelince … Onlarla da , bizimkiler istedikleri gibi birlikte oynarlar.

      Bizimkilerin bir kısmını da abidlerin başına dert ettim. Bir kısmını da zahidlerin.

      Onlar bunların yanına girer.; halden hale sokarlar. Bir tepeden öbürüne … hep dolaştırıp dururlar. Öyle bir hal alırlar ki ; başlarlar, sebeplerden herhangi birine sövmeye…

      İşte … böylece , onlardan ihlası alırım. Onlar bu halleri ile yaptıkları ibadeti, ihlassız yaparlar gayrı .. Ama , bu hallerin farkında olmazlar.

      İblis, bundan sonra , aldattığı bir rahibin hikayesini anlatmaya geçti. Ve şöyle dedi :

      � Bilmez misin ; ya Muhammed, Rahip Borsisa, tam yetmiş yıl ihlas ile Allah ‘a ibadet etti. Bu ibadetleri sonucunda ona öyle bir hal ihsan edilmişti ki ; Her dua ettiği hasta , duası ve bereketi ile şifâyap oluyordu. Onun peşine takıldım. Zina etti. Katil oldu. Sonunda da küfre girdi.

      Bu o kimsedir ki ; Allah-ü Teala aziz kitabında , ona şöyle anlatır :

      * <> (59/16)

      * * *

      İblis bundan sonra bazı kötü huylar üzerinde durdu. Ve onların her birinden nasıl istifade ettiğini anlattı..

      YALAN

      � Bilmez misin ya Muhammed , yalan bendendir ve ilk yalan söyleyen de benim. Her kim yalan söylerse … o benim dostumdur. Her kim yalan yere yemin ederse … o da benim sevgilimdir. Bilmez misin ya Muhammed , ben Adem’e ve Havva’ya yalan yere Allah adına and içtim.

      * <> (7/16)

      Dedim… Bunu yaparım çünkü yalan yere yemin gönlümün eğlencesidir.

      GIYBET – KOĞUCULUK

      � Gıybet ve koğuculuğa gelince …. Onlarda benim meyvelerimdir ve şenliğimdir.

      NİKAH ÜZERİNE YEMİN ETMEK

      � Her kim talak üzerine yemin ederse … günahkar olacağından endişe edilir. İsterse bir defa olsun .. İsterse doğru şey üzerine olsun. Her kim talakı ağzına alırsa .. taaa.. hakikati belli oluncaya kadar karısı ona haram olur. Onlar bu halleri ile kıyamete kadar meydana getirecekleri çocuklar hep zina çocuğu olur. Ağza alınan o talak kelimesi yüzünden hepsi cehenneme girer.

      NAMAZ

      � Ya Muhammed , namazı an be an tehir edilince … onu da anlatayım. O her ne zaman ki , namaza kalkamak ister; tutarım . ona vesvese veririm. Derim ki : “Henüz vakti var. Sen de meşgulsün. Hele şimdilik işine bak. Sonra kılarsın.” Böylece o, vaktinin dışında namazını kılar… Ve bu sebepten onun kıldığı namaz yüzüne atılır.

      Şayet o kimse beni mağlup ederse .. ona insan şeytanlarından birini yollarım… Böylece onu vaktinde namaz kılmaktan alıkoyar. O, bunda da beni mağlup ederse .. bu sefer onun hesabını namazında görmeye bakarım. O namazın içinde iken ;

      * sağa bak .. sola bak…

      Derim… O da bakar … O ki böyle yaptı… Yüzünü okşar alnından öperim. Bundan sonra ona :

      * Sen ebedi yaramaz bi iş yaptın.

      Derim ve böylece onun huzurunu bozarım. Sende bilirsin ki ya Muhammed, her kim namazda , sağa ve sola çokça bakarsa, başka şeyler düşünürse, namazından gafil olursa Allah onun namazını kabul etmez. Bunda da ona mağlup olursam yalnız başına namaz kıldığında yanına giderim. Ve ona ; çabuk çabuk kılmasını emrederim. O da , başlar; namazını çabuk çabuk kılmaya. Tıpkı horozun , gagası ile yerden birşeyler topladığı gibi.

      Bu işi yaptırmakla da ona başarı kazanamazsam bu sefer , cemaatle namaz kılarken onun yanına varırım. Orada başına bir gem takarım. Başını imamdan evvel secdeden ve rükü’dan kaldırırım. İmamdan evvel de secde ve rüku yaptırırım. İşte o böyle yaptığı için , kıyamet günü , Allah onun başını eşek başına çevirir.

      O kimse bunda da beni yener ise, bu defa ona namazda parmaklarını çıtlatmasını emrederim. Böylece o beni tesbih edenlerden olur. Ama bu işi ona namaz içinde yaptırmaya muvaffak olursam.

      Bunda da mağlup olursam , bu sefer ona tekrar giderim. Namaz içinde iken burnuna üflerim. Ben üfleyince , o esnemeye başlar. Şayet o, bu esneme esnasında elini ağzına kapamazsa onun içine küçük bir şeytan girer , dünya hırsını ve dünyevi bağlarını çoğaltır. İşte bundan sonra o kimse , hep bize itaat eder. Sözümüzü dinler. Dediklerimizi yapar.

      * * *

      Şeytan bundan sonra konuşmasına devam etti :

      � Sen ümmetin hangisi için ferah duyarsın ki ? Ben onlara ne tuzaklar kurarım… ne tuzaklar. Miskinlerine , çaresizlerine ve zavallılarına giderim. Namazı bırakmalarını emrederim. Ve onlara derim ki :

      * Namaz size göre değil.. O, Allah’ın afiyet ihsan ettiği ve bolluk verdiği kimseler içindir.

      Sonra hastalara giderim :

      �”Namaz kılmayı bırak ” derim çünkü Allah-ü Teala : <> (24/61) buyurdu. İyi olduğun zaman kılarsın. Ve böylece o, namazını bırakır. Hatta küfre de gidebilir. Şayet o, hastalığında namazı terkederek ölüp giderse, Allah’ın huzuruna çıkarken, Allah-ü Teala’yı öfkeli bulur.

      Sonra şöyle dedi :

      � Ya Muhammed , eğer bu sözlerime yalan kattımsa , beni akrep soksun. Sonra…. Eğer yalan varsa .. Allah ‘tan dile beni kül eylesin.

      * * *

      İblis bundan sonra konuşmalarına devam etti ve şöyle dedi :

      � Ya Muhammed , sen ümmetin için ferah mı duyuyorsun ? Halbuki ben onların altıda birini dininden çıkardım.

      * * *

      Bundan sonra Resullullah (s.a.) Efendimiz ona , yani İblis’e aşağıdaki şekilde kısa kısa bazı sorular sordu. O da bunlara cevap verdi :

      * <>
      * Faiz yiyen.
      * <>
      * Zina eden.
      * <>
      * Sarhoş
      * <>
      * Hırsız.
      * <>
      * Sihirbazlar.
      * <>
      * Karı boşamak.
      * <>
      * Cuma namazını bırakanlar.

      * * *

      * Resullullah (s.a.v) Efendimiz bu defa başka bi mevzuya geçti ve şöyle sordu :
      * <>
      * Allah yolunda cihada koşan atların kşnemesi.
      * <>
      * Tevbe edenlerin tevbesi.
      * <>
      * Gece ve gündüz, Allah’a yapılan bol bol istiğfar.
      * <>

      * Gizli sadaka.
      * <>
      * Gece namazı.
      * <>
      * Çokça kılınan cemaatle namaz.

      * * *

      Resullullah (s.a.) Efendimiz tekrar bir başka mevzua geçti ve şöyle sordu :

      * <>
      * Namazını bilerek kasden bırakanlar.
      * <>
      * Cimriler
      * <>
      * Ulema meclisleri
      * <>
      * Sol elimle parmaklarımın ucu ile.

      � <>

      * İnsanların tırnaklarının arasında.

      Resullullah (s.a.) Efendimiz bundan sonra , bir başka bir mevzuu sordu. İblis de cevap verdi .

      * <>
      * On şey talep ettim.
      * <>
      * Şunlardır :

      1. Allah’tan diledim ki, beni Ademoğullarının malına ve evladına ortak ede. Bu ortaklık talebimi yerine getirdi. Ki bu :

      <> (17/64) Ayet-i Celilesi ile sabittir.

      Her besmelesiz kesilen hayvan etinden yerim , faiz ve haram karışan yemeklerden yerim. Şeytandan Allah’a sığınılmayan malın da ortağıyım.

      Cinsi münasebet anında ; Allah’a şeytandan sığınmayan kimse ile birlikte hanımı ile birleşirim. Ve o her birleşmeden hasıl olan çocuk , bize itaat eder. Sözümüzü dinler.

      Her kim hayvana binerken , helal yola gitmeyi değil de , aksini isteyerek binerse , ben de onunla beraber binerim. Yol arkadaşı ve binek arkadaşı olurum. Bu da Ayet-i Kerime ile sabittir. <> (17/64)

      2. Allah-ü Teala’dan diledim ki : Bana bir ev vere .. Bu dilediğim üzerine hamamları bana ev olarak verdi.

      3. Diledim ki bana bir mescid vere. Pazar yerlerini bana mescid yaptı.

      4. Benim için bir okuma kitabı vermesini istedim. Şiirleri bana okuma kitabı olarak verdi.

      5. İstedim ki ; bir ezan vere , Mezmurları verdi.

      6. Diledim ki ; bana bir yatak arkadaşı vere.. Sarhoşları verdi.

      7. Diledim ki ; bana yardımcılar vere … Bunun için de Kaderiyye mensuplarını verdi.

      8. İstedim ki ; bana kardeşler vere ..Mallarını boş yere israf edenleri verdi. Bir de masiyet yoluna para harcayanları. Bunlar da şu Ayet-i Kerime ile sabittir :

      <> (17/27)

      Bir ara Resullullah (s.a.) Efendimiz şöyle buyurdu :

      <>

      Bundan sonra İblis devam etti :

      1. Ya Muhammed , Allah’tan diledim ki ; Ademoğullarını ben göreyim ama onlar beni göremeyeler. Bu dileğimi de yerine getirdi.

      2. Diledim ki ; Ademoğullarının kan mecralarını bana yol yapa ; Bu da oldu. Böylece ben, onlar arasında akıp giderim. Gezerim. Hem nasıl istersem.

      Bütün bu isteklerimi verdi .

      Ve ben bu hallerimle iftihar ederim. Sonra şunu da ekleyeyim ki ; benimle beraber olanlar , seninle beraber olanlardan daha çoktur. İşte .. Böylece kıyamete kadar , Ademoğullarının ekserisi benimle beraber olurlar. Bundan sonrasını İblis şöyle anlattı :

      Benim bir oğlum vardır. Adı : ATEME ‘dir. Bir kul, yatsı namazını kılmadan uyursa gider ; onun kulağına bevleder. Eğer böyle olmasaydı ; imkan yok , insanlar namazlarını eda etmeden uyuyamazlardı.

      Benim bir oğlum daha vardır ki ; onun adı da MÜTEKAZİ ‘dir. Bunun vazifesi de ; yapılan gizli amelleri yaymaya çalışmaktır. Mesela bir kul , gizli bir taat işlerse ve bu yaptığını da gizlemeye çalışırsa MÜTEKAZİ onu dürter. En sonunda o gizli amelin yayılmasına ve açığa çıkarmaya muvaffak olur. Böylece ; Allah-ü Teala onun yüz sevabından doksan dokuzunu imha eder. Çünkü bir kulun yaptığı gizli bir amel için tam yüz sevap verilir.

      Sonra, benim bir oğlum daha vardır . Onun adı da KÜHAYL dir. Bunun işi de , insanların gözlerini sürmelemektir. Bilhassa, ulema meclisinde ve hatip hutbe okurken. Bu sürme onların gözüne çekildi mi , uyuklamaya başlarlar. Ulemanın sözlerini işitmezler. Böylece hiç sevap alamazlar.

      Bundan sonra İblis şöyle anlattı :

      � Hangi kadın olursa olsun .. Onun kalktığı yere şeytan oturur. Sonra kadının kucağında mutlaka bir şeytan durur. Ve onu , bakanlara güzel gösterir. Sonra o kadına bazı emirler verir. Mesela :

      * Elini kolunu dışarı çıkar ; göster.

      Der .. o da , bu emri tutar. Elini , kolunu açar, gösterir. Buından sonra , o kadının haya perdesini tırnakları ile yırtar.

      İblis bundan sonra ; Resullullah (s.a.) Efendimiz ‘ e kendi durumunu anlatmaya başladı :

      �Ya Muhammed bir insanı delalete sürüklemek için elimde bir imkan yoktur. Ben ancak vesvese veririm. Ve bir şeyi güzel gösteririm. O kadar. Eğer delalete sürüklemek elimde olsaydı , yeryüzünde ;

      <>

      diyen herkesi , oruç tutanı ve namaz kılanı hiç bırakmazdım. Hepsini delalete düşürürdüm. Nasıl ki senin elinde de , hidayet nevinden bir şey yoktur. Sen ancak Allah’ın Resulusun. Ve tebliğe memursun. Şayet hidayet elinde olsaydı, yeryüzünde tek kafir bırakmazdın. Sen Allah’ın halkı üzerinde bir hüccetsin. Ben de kendisi için ezelde şekavey yazılan kimselere sebebim. Said olan kimse , taa , ana karnında iken saiddir. Şaki olan da , yine ana karnında iken şakidir. Saadet ehli kılan da Allah , Şekavet ehli kılan da Allah .

      Bundan sonra Resullullah (s.a.) Efendimiz şu iki Ayet-i Kerimeyi okudu.

      * <> (11/118-119)
      * <> (33/38)

      Bundan sonra Resullullah (s.a.) Efendimiz , İblise şöyle buyurdu :

      << Ya Ebamürre, acaba senin bir tevbe etmen ve Allah' a dönmen mümkün değil mi ? Cennete girmene kefil olurum.

      Bunun üzerine İblis şöyle dedi :

      �Ya Resullullah , iş verilen hükme göre oldu. Karar yazan kalem de kurudu. Kıyamete kadar olacak işler olacaktır. Seni peygamberlerin efendisi kılan , cennetin ehlinin hatibi eyleyen ve seni halkı içinden seçen ve halkı arasında bir gözde yapan, beni de şakilerin efendisi kılan ve cehennem ehlinin hatibi eyleyen Allah'tır. Ve O, bütün eksik sıfatlardan münezzehtir.

      Ve İblis cümlelerini şöyle tamamladı :

      * İşte bu söylediklerim sana son sözümdür. Ve bütün söylediklerimi de doğru dedim.

      Evvel , ahir , zahir, batın , alemlerin Rabbı olan Allah' a hamd olsun.

      Efendimiz Muhammet Nebiye Allah salat eylesin. Keza onun âline de ashabına da …Amin !

    396. Cennetin Vasıfları ve Cennetliklerin dereceleri …

      Bilesin ki, keder ve sikintilarini daha önceki bölümlerde ögrendigin
      su yurdun -ki bu yurd cehennemdir— karsiligi olarak baska bir yurd vardir. Simdi de o yurdun nimet ve hazlari üzerine düsün. Cünki bu yurdlarin birinden uzak kalan, hiç süphesiz, öbürüne yerlesir.

      Cehennemin korkunç yönleri üzerinde uzun uzun düsünerek kalbinde korkuyu tercih et, cennetliklere adanan kalici nimetler hakkinda uzun uzun düsünerek de kalbinde umudu tercih et Nefsini korku kirbaci ile kamçilayip umut dizgini ile Sirat-i Müstakim’e sür. Böylelikle aci azabdan kurtularak ulu mülke nail olursun. Simdi cennetlikleri düsün. Yüzlerinde mutluluk parildar, tipasi mühürlü bir kabdan cennet sulari içerler. Tasi ak inciden yapilmis çadirlarda kirmizi yakut sedirlerde otururlar, yer yaygilari yesil ipeklidendir, bal ve sarap akan irmaklarin kenarlarina dizilmis koltuklara kurulurlar, bu irmak kenarlari huriler ve hizmetçilerle dolup tasmis.

      Bunlar sanki yakut ve mercandir, daha önce onlara ne insan, ne cin el deginmemistir. Cennet makamlarinda dolasirlar, içlerinden biri yürüyüsünde kiritirsa eteklerini yetmis bin Gilman tasir, giydikleri ak ipek elbiseleri gözleri kamastirir, baslarinda ince ve mercan taçlar vardir, alimli, agirbasli ve hos kokuludurlar. Ihtiyarlamalari, yipranmalari söz konusu degildir.

      Cennet bahçelerinin ortalarinda kurulmus yakut kösklerin içindeki çadirlarda kalirlar, iri gözleri efendilerinden baskasina kaymaz.

      Cennetliklere ve hurilere testiler, ibrikler ve köselerle içenlerin tadina duyamayacaklari ak renkli su ikram edilir, hizmetlerini göz degmemis inciler gibi hizmetçiler ve gençler yapar. Islediklerinin mükâfati olarak emin bir barinaga kavusmuslardir, bahçeler ve pinarlar içinde yesillikler ve akar sular arasindadirlar. Her seye kudretli bir melikin katinda sadakat koltugundadirlar, orada kerem sahibi melikin yüzüne bakarlar. Nimetlerin parlakligi yüzlerine vurmustur. Darlik ve sikinti nedir bilmezler, tersine Rabb’lerinin çesit çesit hediyelerine mazhar olurlar.

      Onlar canlarinin istedigi ile ebediyyen basbasadirlar, orada ne korkarlar ve ne de üzülürler, ölüm endisesinden uzaktirlar.

      Onlar orada her türlü nimetleri tadarlar, oranin yemeklerini yerler, sütlü, balli, içkili ve an sulu akar sularindan içerler. Oranin zemini gümüs, çakili mercan, topragi has misk, bitkisi zaferan. Kâfur kumullarinda bitmis gülsuyu tasiyan bulutlardan yagmur alirlar. Bu su kendilerine çesit çesit kablar ile sunulur. Kablar inci, yakut ve mercan süslemeli, havalanmamis içki ile karisik tatli su ile dolu, madeninin sadeliginden dolayi üzerine düsen isigi yansitarak içindeki içkiyi bütün allik ve inceligi ile gösteren, insan elinden benzeri çikmamis, isleme ve süslemesini insanin basaramayacagi kablardir.
      Bu kablara cennetliklere yüz parlakligi, günes isigini hatirlatan hizmetçilerin elinden sunulur. Fakat nerede onlarin tatli görünüsü, yanak güzelligi ve çene alimliligi ve nerede günes isigi!

      Bu sifatta bir âleme inanan, oraya girenlerin ölümsüzlüge kavustuguna hiçbir felâketle yüzyüze gelmeyecegine ve olaylarin degistiriciligine maruz olmadigina dair kesin kanaat besleyen bir kimseye sasilir. Allah (C.C)’in yikimina izin vermis oldugu bu dünyaya nasil isinir ve onun sundugu yasayisla tatmin olur. Allah (C.C)’a yemin ederim ki. Âhirette ölüm, açlik, susuzluk ve diger gelismelerin yoklugu yaninda vücûd sagliligindan baska bir sey olmasa sirf bu yüzden ona göre dünyadan sogumak ve dünyayi oraya tercih etmemek lâyik olur. Kaldi ki, cennette ne sikinti ve ne de keder söz konusudur.

      Nasil söz konusu olabilir ki, cennetlikler emniyet içinde birer meliktirler. Sevincin her türlüsünü tadarlar, orada her istedikleri kendilerine verilir, her gün Ars’in çevresine varirlar ve kerim olan Allah (C.C)’in yüzünü görürler. Allah (C.C)’in yüzünü görmekle diger cennet nimetlerine bakarak elde edemedikleri ulu bir nimete nail olurlar ve gözlerini baska terafa çevirmezler. Onlar devamli sekilde bu nimetler arasinda dolasirlar ve yok olacaklar diye korkmazlar.

      Ebû Hureyre’nin rivayet ettigine göre. Peygamber’imiz ((s.a.v.).) buyuruyor ki:

      «— Cennette söyle bir ses gelir: Ey cennetlikler! Sizlere öyle bir sihhat veriyorum ki, ondan sonra ebediyen hasta olmayacaksiniz. Ölümsüz bir hayat bulacaksiniz. Ardinda yaslilik olmayan bir gençlige ereceksiniz. Arkasindan yeis gelmeyecek bir mutluluga ulasacaksiniz.» Ulu Allah (C.C)’in su âyeti, bu gerçegi ifâde eden
      «— Cennetliklere «islediginiz iyi ameller sayesinde nail oldugunuz cennet iste budur» diye seslenilir»

      (A´raf – 43)

      Cennetin nasil oldugunu ögrenmek istiyorsan, Kur’ân’i Kerim´i oku, cünki Allah (C.C)’in açiklamasinin ötesinde açiklama yoktur. Meselâ «Rabb’imin huzuruna dikilmekten korkan için iki cennet vardir» âyetinden itibaren «Rahman» sûresini, «Vakia» sûresi ile diger ilgili sûreleri oku. Eger cennetin nasil oldugu hakkinda Peygamber’imizin verdigi tafsilâtli bilgileri ögrenmek istiyorsan, ona hatlarin bilgisini edindikten sonra simdi de iç yönünü tanimaya yöneterek, önce cennetlerin sayisindan basla.

      Peygamber’imiz «Rabb’inin huzuruna dikilmekten korkana iki cennet vardir.» mealindeki âyet hakkinda buyuruyor ki:

      “Iki cennetin bütün kab ve esyasi gümüsten, diger bir iki cennetin butun esyasi altindandir. “Adn” cennetinde cennetlikler Rabb’lerini görürken onlar ile ALlâh (C.C) arasinda sadece «Kibriya Perdesi» bulunur.”

      “Sonra cennetin kapilarina bak, bunlar ibadetlerin asillarina göredir. Nitekim cehennemin kapilari da günahlarin asillarina göredir.”
      Ebû Hureyre’nin rivayet ettigine göre. Peygamber’imiz ((s.a.v.).) buyuruyor:

      «— Kim malindan iki birimlik bir sadaka verirse, cennetin bütün kapilarindan içeri girmeye çagrilir.

      Cennetin sekiz kapisi vardir. Namaz ehli olanlar namaz kipisindan içeri girmeye çagrilir. Oruç ehli olanlar oruç kapisindan içeri girmeye çagrilir. Sadaka ehli olanlar sadaka kapisindan içeri girmeye çagrilirlar. Cihâd ehli olanlar cihad kapisindan içeri girmeye çagrilir.»

      Bu arada Ebû Bekir :

      «— Vallahi bir kimsenin bu kapilardan birinden çagrilma zarureti yoktur. Acaba bir kimse hepsinden ayni anda içeri girmeye çaginlirsa olur mu?» diye sorar.

      Peygamber’imiz ona «Evet, böyleleri de vardir. Senin de onlardan olmani dilerim» diye cevap verir.
      Âsim Ibni Zamüre der ki; «Hz. Ali bir gün cehennemden bahsetti, bu konuda simdi hepsi hatirimda kalmayan çok önemli açiklamalarda bulundu, arkasindan sözü Cennete getirerek dedi ki:

      «— Rabb’lerinden korkanlar bölük bölük Cennete sevkedilirler. Onun kapilarindan birine varinca, kapinin yanibasinda köklerinin arasindan iki ayri pinar kaynayan bir agaç görürler. Aldiklari emir uyarinca pinarlardan birine sokulurlar, suyundan içince karinlanndaki pislikler kaybolur. Arkasindan öbür pinara sokularak içinde yikaninca yüzlerine Cennet tazeligi gelir, artik sac renkleri ebediyen degismez, baslari yagla yikanmis gibi hep parlak kalir. Sonra Cennete girerler, içeri girerken Cennet koruculari onlara «Selâm size. ne mutlu size. oraya ebedî kalmak üzere giriniz derler.

      Arkasindan Cennet çocuklari etraflarini sarar, dünyada sevilen birinin ansizin çikip gelisi karsisinda çocuklar onun etrafini nasil çevirirse öyle çevirirler, ona «Müjdeler olsun! Allah (C.C) sana su su nimet ve dereceleri bagisladi» derler, içlerinden biri o kimsenin Cennet hurilerinden olan eslerinden birine kosarak dünyadaki adi ile «Falan kisi geldi» diye haber verir. Huri «Sen kendin onu gördün mü» diye sorar. Çocuk «tabiî gözümle gördüm, pesimden geliyor» der.

      Bu haber üzerine Huri sevincinden âdeta kus gibi uçarak kapinin esigine varir.
      Adam makamina varinca yapisina göz atar, yuvarlak inci pareleri üzerinde birer kirmizi, yesil ve sari köskün yükseldigini görür. Sonra basini kaldirarak çatisina bakar, simsek gibi göz kamastirici oldugunu görür, öyle ki. Ulu Allah (C.C) ona güc vermese gözleri karsisindaki manzaraya bakarken kör olurdu. Basini indirince görür ki esleri, kullanmaya hazir kablar, sira sira dizilmis yastiklar, yere yayilmis saçakli halilar, yüksek sedirler hazir duruyor. Sonra sirtini bir yere dayayip «bizi bu nimetlere yönelten Allah (C.C)’a hamd olsun, eger kilavuzumuz o olmasaydi, biz bu duruma kendiligimizden ulasamazdik» diye hamdeder.

      Bü arada kulagina gizli bir ses söyle seslenir: «— Yasayin, size ebediyyen ölüm yoktur. Orada yerlesin, hic göçmeyeceksiniz. Sihhate kavusunuz, artik size hastalik gelmeyecektir.»

      Peygamber’imiz ((s.a.v.).) buyuruyor ki:

      «— Kiyamet Günü Cennet kapisina varir, kapinin açilmasini isterim. Hazin (cennet kapicisi} «kim o» der. «Muhammed» diye cevap veririm. Bunun üzerine bana «Senden önce hiç kimseyi içeri almamam emredildi» der.
      Simdi de Cennetin odalari ile bu odalar orasindaki yükseklik farklarini düsün. Cünkî en büyük dereceler ile en yüce faziletler âhirettedir. Insanlar arasinda bariz ibadet farkliliklari ve iyi huy dereceleri kesin bir sekilde var oldugu gibi kavusacaklari mükâfatlar arasinda da açik farkliliklar olacaktir.

      Eger en yüksesk derecelere ulasmak istiyorsan, Allah (C.C)’a ibadet hususunda seni hiç kimsenin geçmemesine çalis, zaten Ulu Allâh (C.C) bu konuda yarismayi emretmistir. Ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:

      “Rabb’inizden bir magfirete ve genisligi yer ile gök arasi kadar olan Cennete kavusmak için yarisin.”

      (Hadid – 21).

      Ulu Allâh (C.C.) buyuruyor ki:

      «O’nun mührü misktir. Yariscilar bunun için yarissin.»

      (Mutaffifin – 26)
      Sasirticidir ki, yakinlarindan veya komsularindan biri senden daha çok para sahibi olsa veyahut evi seninkinden daha yüksek olsa, sana agir gelir, canin sikilir, duydugun hased yüzünden keyfin bozulur.
      Oysa ki, senin hesabina en güzel sey, dünyadaki bütün alimli seylerin denk olmayacagi bagislar acisindan senden ilerde olanlann bulunmasina ragmen Cennete yerlesmektir.

      Ebu Said-ül Hudrî’nin rivayet ettigine göre. Peygamberimiz buyuruyor:

      «— Cennetlikler, üst katlarindakileri, aralarindaki derece farkliligi yüzünden, sizin dogudan batiya kadar ufukta degilmis gördügünüz yildizlar gibi görürler.»

      Sahabiler: «Yâ Rasûlellah! Bunlar baska hiç kimsenin ulasmayacagi peygamberlerin dereceleri midir?» diye sordular.

      Peygamber’imiz «Hayir, nefsimi kudret elinde tutan Allah (C.C)’a yemin ederek söylüyorum ki, Allah (C.C)’a inanan ve Peygamberlerine uyan kimseler de bunlara nail olacaklardir.»

      Yüksek derece sahiplerini asagidan bakanlar, sizin gök ufuklarindan birinde dogmus gördügünüz bir yildiza baktiginiz gibi görürler. Hiç süphesiz, Ebû Bekr ve Ömer o zümredendir ve o yüce nimete kavusacaklardir» buyurdu.»
      Sahâbilerden Câbir der ki: «Peygamber’imiz bize buyurdu ki:

      «Size Cennet kösklerini anlatayim mi?» Ben de O’na «Tabii, ya Rasûlallah anamiz babamiz sana feda olsun» diye cevap verdim. Bunun üzerine söyle buyurdu: «Cennette som cevherden köskler vardir, dislari iclerinden ve içleri disardan görülebilir. Orada hiç bir gözün görmedigi, hiç bir kulagin isitmedigi ve hiç kimsenin hayatinden geçmemis nimetler, tadlar ve sevinçler vardir.»

      Bunun üzerine ben «Bu köskler kimler içindir?» diye sordum. Bana söyle cevap verdi. «Bu köskler selâmi yayan, yemek yediren, devamli oruç tutan ve herkes uyurken namaz kilanlar içindir» dedi. Hep birlikte O’na «Bunlari kim yapabilir?» dedik. Peygamber’imiz «Ümmetim bunlari basarabilir. Simdi size anlatacagim. Kim müslüman kardesi ile karsilasinca ona selâm verirse selâmi yayginlastirmis olur. Çoluk – çocugunu doyurasiya yediren «Yemek yedirmisler» zümresine girer. Ramazan ile birlikte her aydan üç gün oruç tutan devamli oruç tutmus gibi olur. Yatsi ve sabah namazlarini cemaatle kilanlar, herkes (yani yahudiler, hiristiyanlar ve atesperestler) uykuda iken namaz kilmis olurlar.» buyurdu.

      Peygamber’imiz:

      «O, sizin günahlarinizi bagislayarak artlarindan irmaklar akan cennetlere ve «Adn» cennetindekî güzel kösklere yerlestirir» (Saff – 12) mealindeki âyet hakkinda sorulan bir soruyu söyle cevaplandirdi:
      «— Inciden kösklerdir, her köskte kirmizi yakuttan yetmis daire vardir. Her dairenin yesil zümrütten yetmis odasi vardir. Her odada yetmis sedir, her sedirde her renkten yetmis dösek, her dösekte iri gözlü hurilerden bir es bulunur. Her odada yetmis sofra, her sofrada yetmis türlü yemek vardir ve her odada yetmis hizmetçi bulunur. Her sabah mü’mine bunlar yeniden tazeleyerek verilir.»

    397. Fakirleri Ağırlamanın Fazileti …

      Peygamber’imiz ((s.a.v.).) buyuruyor ki:

      «— Misafir için tekerrüh gösterip onu gücendirmeyiniz. Çünkî misafiri gücendiren Allah’i gücendirmis olur. Allâh ise kendisini gücendireni gücendirir.»

      «— Misafir agirlamayan kimsede hayir yoktur.» Peygamber ‘imiz, bir gün deve ve sigir sürüsü olan birine ugrar. Fakat adam Peygamber imizi agirlamaz. Sonra sadece bir kaç kuzusu olan bir kadina ugrar. Kadin Peygamber ‘imizi agirlayarak ona kuzu keser. Bunun üzerine Peygamber’imiz ((s.a.v.).) buyurur ki:

      «— Her ikisine bir bakiniz. Bu huy Allah’in kudreti dahilindedir. Allâh kime iyi ahlâk bahsetmek isterse ona verir.»
      Peygamber imizin hizmetçisi Ebû Râfi der ki: «Bir gün Peygamber ‘imize bir misafir gelir. Beni çagirarak

      «Falan Yahûdiye var ve bana Recep ayina kadar biraz un ödünç vermesini söyle» der. Yahûdî «Vallahi, encak bir rehin verirse ona ödünç veririm» dedi. Durumu Peygamber ‘imize bildirince bana «Vallahi ben gökte de yerde de güvenilir bir kisiyim. Eger bana ödünç verseydi verdiginin bedelini ona geri verirdim. Su zirhimi götür ve kendisine rehin olarak birak» buyurdu.
      Hz. Ibrahim (A.S.), yemek yiyecegi zaman disari çikar ve bir ya da iki mil kedar uzaklara giderek birlikte yemek yiyecegi birini arardi. «Misafir Babasi» diye ün salmisti. Bu konudaki samimî tutkunlugundan dolayi günümüze kadar vefat ettigi yerde misafir agirlama gelenegi devam ettirilmistir. Üç kisiden on kisiye, hatta yüz kisiye kadar evinde misafir agirlanmayan bir gece gecirmemistir. «Her ev, hiç bir gece misâfirsiz kalmama sayesinde ayakta durur» derdi.

      Peygamber imize «imân nedir» diye sordular. O da «yemek yedirmek ve herkese selâm vermektir» diye cevap buyurdu.

      Peygamber ‘imiz. (günâhlara kefaret olan ve derece yükselten amellerin ne oldugu) hakkindaki bir soruya da:

      «Yemek yedirmek ve halk uykuda iken namaz kilmaktir.» diye cevap buyurdu.

      (Hacc’in kabul edilmesine sebeb olan ibâdetlerin ne oldugu) hakkindaki bir soruya Peygamber ‘imiz «Yemek yedirmek ve tatli dil» diye cevap buyurdu.

      Hz. Enes Ibni Mâlik buyurur ki.

      «Misafirin girmedigi eve melek de girmez.»

      Misafir ogirlamanin ve yemek yedirmenin fazileti hakkindaki hadisler sayisizdir.

      Su beyitlerin sâiri, ne güzel demistir:

      «Misafiri niye sevmeyeyim?

      Veya ona güteryüz göstermekten niye hoslanmayayim?

      Misafir benim yanimda, aslinda.

      Kendi rizkini yiyor ve karsiliginda bana tesekkür ediyor.»

      Bir ata sözü söyledir.
      «Iyilik, ancak güleryüz, tatli söz ve geleni iyi karsilamak ile tamamlanir.»

      Baska bir sâir de söyle der.

      «Misâfirim daha yükünü çözmeden onu güler yüzle karsilarim.

      Yer kurak olsa bile, benim yanimda bolluk belirir.

      Misafir hesabina bolluk, köylerin coklugu ile degildir.

      Fakat onun için cömertin yüzü, bolluktur.»

      Misafir çagiranin, fasiklari degil, takva sâhiblerini tercih etmesi gerekir.
      Peygamber ‘ imiz. kendisini agirlayan bir evde dua ederken «Yemegini iyiler yesin» diye buyurmustur.

      Peygamber’imiz ((s.a.v.).) buyuruyor ki:

      «— Yalniz takva sahibinin yemegini ye. Yemegini de sadece takva sâhibleri yesin.»
      Yine yedirenin, genellikle zenginleri degil, fakirleri gözetmesi gerekir.

      Nitekim Peygamber’imiz ((s.a.v.).) buyuruyor ki: «— Yedirilen yemeklerin en fenasi, sâdece zenginlerin çagrilip fakirlerin ihmal edildigi dügün ziyafetidir.»
      Öte yandan yemek verenin yakinlarini ihmâl etmemesi gerekir. Çünki onlari ihmal etmek sogukluk dogurucudur ve akrabalik baglarini kesmektir. Yine yemek verenin dost ve tanidiklari arasinda gönül kirici bir ayirima girmemesi gerekir. Cünki bazi dost ve tanidiklari baskalarina tercih etmek, digerlerinin kalbinde küskünlüge yol acar.

      Bunlar yaninda yemek verenin verdigi yemegi ögünme ve böbürlenme araci olarak kullanmamasi, onu dostlarinin kalbini hosnut “etme vesilesi, yemek yedirme ve mü’minlerin kalblerini sevindirme bahsinde Peygamber imizin sünnetine uyma vesilesi bilmesi gerekir.

      Yine yemek verenin her hangi bir sebeb ile davetlileri sikacagi bastan belli olan veya davete gelmekte güçlüge katlanacak kimseleri çagirmamasi gerekir. Yalniz davete katilmayi isteyenleri çagirmasi gerekir.

      Nitekim Süfyan-üs Sevrî buyurur ki;

      “Davete katilmaktan hoslanmayan birini yemege çagiran bir günah, bile bile böyle bir davete katilan kimse de iki günâh kazanmis olur. Çünki davet eden karsisindakini istemeyerek yemeye zorlamis olur. Eger durumu bilse, ona yemek vermezdi. Takva sahibine yemek vermek, ibâdete destek olmak, fâsikin karnini doyurmak da günâh islemeye yardima olmaktir.”

      Terzinin biri lbni Muûârek’e

      «Ben devlet büyüklerinin elbiselerini dikerim. Benim zâlimlerin yardimcisi olmamdan korkulur mu» diye sorar.

      Ibni Mübarek de terziye «Hayir, Zâlimlerin destekçileri sana igne-iplik satanlardir. Sen ise zâlimlerden bîrisin» diye cevap verir.

      Davete icabet etmek, sünnet-i müekkede’dir. Bazilari bazi yerlerde vâcib oldugunu ileri sürerler. Peygamber’imiz ((s.a.v.).) buyuruyor ki: «— Eger bir paçaya çagrilsam kabul ederdim. Eger bana bir dirsek hediye edilse kabul ederdim.»
      Davete katilmanin bes edebi vardir. Bunlar gerek «îhyâ ûl – Ulûm-ud Din, dee ve gerekse baska kitablarda açiklanmistir.

    398. Cenaze ve Kabir …

      Bilesin ki, cenazeler basiret sahibleri için ibrettir. Cenaze uyarici ve hatirlaticidir. Fakat bu uyaricilik ve hatirlaticilik gafiller için degildir. Çünki cenazeleri görmek gafillerin sadece gönül katiligini artirir. Cünki onlar her zaman baskalarinin cenazelerine bakacaklarini sanirlar ve kaçinilmaz olarak bir gün kendi cenazelerinin de eller üstünce tasinacagini hesab etmezler. Yahud da cenazelerinin tasinmasini yakin görmezler ve o anda cenazeleri tasinanlarin da öyle düsündüklerini, fakat hesaplarinin yanlis çiktigini ve sürelerinin cok erken doldugunu gözönünde tutmazlar.

      Kendini bilen kimse, cenazeye, tabuta kendisi konmus gibi bakmalidir. Cünki çok geçmeden, belki ertesi ve belki iki gün sonra tabuta girebilir.

      Rivayet edildigine göre. Ebû Hureyre bir cenaze görünce:

      «Ugurlar olsun. Biz de pesinizdeyiz» derdi.

      Mekhul-ud Dimiskî bir cenaze gördügü zaman:

      «önce siz geçiniz, biz arkanizdayiz. Bir yanda manâli bir nasihat, öbür yanda kisa ömürlü bir gaflet. Biri gidiyor, ötekinin ise akli basinda degil. derdi.

      Üseyd Ibni-Hudeyr buyurur ki;

      «Her cenaze gördügümde Içimden sâdece gerçeklesen hâdise mâhiyetinin ne oldugu ile nereye varilacak oldugunu düsünürüm.»

      Kardesi ölen Mâlik Ibni Dinar

      Cenaze töreninde göz yasi dökerken «Nereye varacagimi bilmeden yüzüm gülemez. Yasadikça da bunu ögrenemem» diyordu.

      Â’mes buyurur ki:

      «Cenaze törenlerine katildigimizda hepimiz yasli oldugumuz için hangimizin hangimizi teselli edecegini bilemezdik.»

      Sâbit-ül Bünânî buyuruyor ki:

      “Cenaze törenlerine katildigimizda basi önde olarak aglamayan kimse göremezdik.”

      Ilk müslümanlar ölümden böyle korkarlardı. Simdi ise cenazelerde çogunlugu, gülen, eglenen ve sedece ölünün geriye ne miras biraktigi ve mirasinin nasil bölüsülecegi konusunda konusan kalabaliklar görüyoruz. Günümüzün törenlerinde ölünün yakinlari ve akrabalari sirf hangi yoldan giderek kalan mirastan pay alacaklarini düsünmekte, hiç biri kendi cenaze töreni ile tabuta konunca Basina neler gelecegi konusunda kafa yormammaktadir.

      Bu gaafil hâlin, günah ve isyanlarla katilasan kalblerden baska bir sebebi yoktur. Bu yüzden ulu Allah (C.C)´i, ahiret gününü ve önümüzdeki korkunç merhaleleri unutarak bize faydasi oimayan seyier ile eglenir, oyalanir olduk.

      Allâh (C.C)’dan bizi bu gafletten uyandirmasini dileriz. Cenaze törenine katilaniardan beklenen en yerinde davranis, ölü için gözyasi dökmektir. Aslinda isin içyüzünü idrâk etseler ölüye degil, kendilerine aglarlar.

      Ibrahim-üz Zeyyad ölüye aciyanlari görünce onlara:

      «Kendinize acisaniz size daha yararli olur. Çünki üç korkunç safhadan geçmis bulunuyor. Birincisi ölüm meleginin yüzünü gördü. Ikincisi ölüm acisi tatti. Üçüncüsü son nefesdeki endiseden kurtuldu.»

      Ebû Amr Ibni Alâ der ki; «Bir gün ünlü sâir Cerir ile birlikte oturuyorduk. Kâtibine siir yazdiriyordu. Bu sirada bir cenaze göründü. Cerir sustu. Sonra da «vallahi bu cenazeler beni kocaltti.» dedi ve o anca su beyitleri insad etti;

      «Cenazeler bize dogru gelirken ürküyoruz.

      Onlar geçtikten sonra da eglenceye daliyoruz. Üzerine kurt düsen bir koyun sürüsü gibiyiz.» Kurt sürüden uzaklasir uzaklasmaz koyunlar yine otlamaya
      dalarlar.»

      Düsünceli olmak, ibret almak ve fikih kitablarindaki cenazenin sünnet ve edeblerine uyarak alcak gönüllü bir edâ ile cenazenin arkasindan gitmeye hazirlanmak, cenaze törenine katilmanin edeblerindendir. Yine kisinin ölü hakkinda fâsik da olsa iyi düsünmesi ve görünüsü iyi olsa bile kendisi hakkinda kötümser olmasi cenaze edeblerindendir. Cünki son nefesi verme âni tehlikedir, nasil geçecegi bilinmez.

      Nitekim Ömer Ibni Zerr’in günahkâr taninan bir komsusu ölür. Herkes cenazesine katilmaktan kaçinir. Buna karsilik Ömer komsusunun cenazesine katilir ve namazini kildirir. Ölü topraga verilince Ömer mezarin basina dikilir ve söyle der.

      «Ey Ebû Filân. Allâh sana rahmet etsin. Ömrün boyunca Kelime-i Tevhid’den ayrilmadin ve yüzünü secde ile toprakladin. Senin için «Günahkâr ve kusurlu» diyorlar. Hangimiz günahsiz ve kusrsusuz ki.»

      Söylendigine göre Basra kasabalarindan birinde günâha düskün biri bir gün ölür. Karisi cenazesini tasimakta kendisine yardim edecek hiç kimse bulamaz. Cünki günahkârligi ile tanindigindan hiç kimse cenazesine katilmaz. Kadin ölüyü iki ücretli hamal ile musalla tasma tasir. Fakat hiç kimse namazini kilmak istemez. Bunun üzerine kadin, topraga vermek üzere ölüyü sahraya tasitir. Yakinlardaki dagda büyük bir zâhid barinirmis. Kadin onu karsisinda görür. Sanki cenazeyi bekliyormus gibidir. Sonra da cenazenin namazini kilmaya hazirlanir.

      Kasabanin her yanina «Zâhid falan kisinin cenaze namazini kilmak üzere dagdan indi» diye haber yayilir. Bunun üzerine bütün kasaba halki da oraya toplanir ve zahidin imamligi altinda cenaze namazini kilarlar. Halki, zahidin bu cenazenin namazini kilmasina sasarlar. Bir soru üzerine davranisin sebebini söyle
      açiklar:

      Rüyamda bana «Falan yere in. Orada yaninda bir kadindan baska hiç kimsenin bulunmadigi bir cenaze göreceksin. Onun namazini kil. Onun günahlari afvedilmistir» diye bildirildi.

      Bu sözleri duyan halkin saskinligi daha da artar. Bunun üzerin zâhid, ölünün esini yanina çagirir. Ona kocasinin nasil bir hayat yasadigini ve ne gibi özellikleri oldugunu sorar. Kadin «Herkesin bildigi gibi gününün çogu kismini meyhanede içki içerek geçirirdi» diye cevap verir.

      Zâhid kadina «Düsün bakalim, hiç bir iyi amelini biliyor musun» diye israr eder.
      Kadin bu sefer su cevabi verir. «Evet, onun üç iyi huyunu hatirliyorum:

      Birincisi sabahleyin ayilinca üstünü degistirir, abdest alir ve sabah namazini cemâatle kilar. Sonra yine meyhaneye döner, içki içmeye baslardi. Ikincisi evinde her zaman bir veya iki yetim barindirirdi. Onlara çocuklarindan da daha iyi davranirdi. Onlarin üzerine çok titrerdi. Üçüncüsü gece ortasinda ayilir ve gözyaslari arasinda «Yâ Rabb’i, bu murdar bedenimle hangi Cehennem kösesini doldurmak istiyorsun» derdi. Bunun üzerine zâhid ortadan kayboldu ve halkin adam hakkindaki saskinligi ve kararsizligi da dagilmis oldu.

      Dahhak söyle der; «Adamin biri Peygamber ‘imize «Insanlarin en zahidi kimdir, ya Rasûlellah » diye sorar. Peygamber imiz adama söyle cevap verir.

      «Kabri ve çürümeyi hatirindan çikarmayan, dünya ziynetinin fazlasindan uzak durup baki olani fâni olana tercih eden, yarini ömründen saymayan ve kendini ölülerden biri sayan kimsedir.»
      Evini mezarliga yakin seçen Hz. Ali’ye (K.V) «Niye mezarliga yakin oturuyorsun» diye sorulunca söyle cevap verir; «Ben onlari en iyi ve en dogru komsu olarak kabul ediyorum. Çünki konusmaktan kaçmiyor ve ahireti düsünüyorlar.» Hz. Osman bir kabrin basina varinca sakali islanacak derecede aglardi. Kendisine «Sen cenneti ve cehennemi aninca aglamiyorsun da kabrin basinda durunca niye agliyorsun» diye sorarlar. Hz. Osman su cevâbi verir: Ben Peygamber imizin söyle dedigini duydum:

      «Kabir, ahiretin ilk konagidir, ölü bu safhadan kolay geçerse sonrasi daha kolay olur. Fakat bu safha çetin geçtigi takdirde arkasi daha zor gelir.»
      Söylendigine göre Amir Ibni As bir gün bir mezarligin yaninda atindan inerek iki rek’at namaz kilar. Kendisine «Daha önce böyle yapmazdin, simdiki davranisinin sebebi nedir» diye sorarlar. Bunun üzerine su cevabi verir. «Kabir halkini ve onlar ile kabir arasinda neler geçtigini düsündüm de bu ikisi vesilesi ile Allah’a yaklasmak istedim.»

      Mücahid der ki;

      «Ölü ile ilk önce kabri konusur ve der ki: «Ben böcek, yalnizlik, gariplik ve karanlik yuvasiyim. Iste senin için hazirladiklarim bunlardir, sen benim için ne hazirladin?»

      Ebü Zerr buyurur ki;

      “Size fakirlik gününü bildireyim mi? Kabre konuldugun gündür.”

    399. Mizan ve Sırat…

      Ebû Davud’a göre bir gün Hz. Ayse aglar. Peygamber´imiz ona

      «Niçin agliyorsun» diye sorar. Hz. Ayse (R Anha) «Cehennem aklîma geldi de ondan agliyorum. Siz erkekler Kiyamet Günü eslerinizi hatiriniza getirir misiniz?» der.

      Peygamber’imiz ((s.a.v.).) onun bu sözlerine su cevabi verir:

      «— Sâdece üç yerde kimse kimseyi düsünmez. Birinci amelleri tartan Mizan önünde, herkes iyi amellerinin baskin mi çiktigini yoksa hafif mi kaldigini ögreninceye kadar.

      Ikincisi amel defterleri dagitilirken, herkes emel deftertnin sag tarafindan mi yoksa sol tarafindan nu veya arka tarafindan mi verildigini ögreninceye kadar.

      Üçüncüsü cehennemin ta ortasi üzerine Sirat kurulunca. Herkes üzerinden asip asamayacagini ögreninceye kadar.»
      Tirmizî’ye göre Enes Ibni Mâlik buyurur ki;

      «Bir gün Peygamber ´imize Kiyamet Günü bana sefaat edip etmeyecegini sordum» «Bana;

      «Allâh izin verirse edecegim» diye cevap verdi. Bunun üzerine O’na «Seni nerede bulurum» diye sordum.

      Bana «Beni ilk önce Sirat üzerinde ararsin» dedi.

      «Seni Sirat üzerinde bulamazsam» dedim.

      «O zaman Mizan önünde ararsim dedi.

      «Eger Mizan önünde de bulamazsam» diye sordum. Bana su cevabi verdi.

      «O zaman beni havuz basinda ara. Çünkü ben mutlaka bu üç yerin birinde olurum.»
      Hakim’e göre Peygamber’imiz ((s.a.v.).) buyuruyor ki:

      «— Kiyamet Günü Mizan kurulur. Üzerine gökler ile yer konsa onlari bile çekebilir.

      Melekler «Yâ Rabbi, bu Mizan kimin amellerini tartacak» diye sorarlar.

      Ulu Allah «kullarimdan hangisinin amelini istersem» diye cevab verir. Bunun üzerine melekler «Ey noksanliklarin her türlüsünden beri olan Allah, sana gerektigi gibi ibâdet etmis degiliz» derler.

      Ibni Mes’ûd buyurur ki:

      «Cehennem üzerine bilenmis kiliç gibi keskin ve kaygan olan Sirat kurulur. Üzerinde geçenlere takilan atesten çengeller vardir. Bunlara takilan yüzüstü cehenneme kapaklanir.

      Üzerinden bazilari simsek gibi geçer, çengeller üzerine takilamaz ki, kurtulmasi söz konusu olsun. Bazilari rüzgâr gibi seçer. Bunlar da cengellere takilmadiklari için kurtulmalari söz konusu degildir. Bazi at kosar gibi geçer. Bazilari ayakla kosar gibi bir hizla, bazilari da tiris yürüme hiz ile geçerler, bazilari da normal yurüyusle geçerler.

      En sondan giden kimseyi ates yalar ve canini yakar. Fakat Aaaâh’in fazileti, rahmeti ve keremi sayesinde yine de cennete girer. Ona «Ne dilersen dile, ne istersen söyle» diye buyurulur. Adam «Yâ Rabb’i, benimle alay mi ediyorsun» der. Bunun üzerine ona tekrar “Ne diliyor, ne istiyorsan söyle” denir. Nihayet dilekleri bitince Ulu Allah ona «Ne istiyorsan, yaninda bir kat fazlasi ile sana veriyorum» der.

      Müslim’e göre Ensar’dan Ummu Mubessir der ki. Peygamber ´imizin bir gün esi Hafsa’nin yaninda iken «Allah’in izni ile, agacin altinda bana bey’at edenlerin hiç birisi cehenneme girmeyecek» buyuyurken isittim.

      Hatsa «Hayir, yâ Rasûlallah » deyince Peygamber ´imiz onu susturdu. Buna ragmen Hafsa «Oraya, cehenneme hiç girmeyeniniz olmayacak» mealindeki âyeti okuyunca Peygamber ‘imiz ona, Ulu Allah «sonra takva sâhiblerini kurtaracagiz ve zâlimleri orada dîzüstü çökmüs durumda birakacagiz» (Meryem – 72) buyuruyor diyerek cevab verdi.

      Ahmed Ibni Hambel’e göre, Cehneneme ugrayip ugramayacagi konusunda bir cemaat fikir ayriligina düstüler. Kimi «Mü’minler oraya hiç girmeyecek» derken kimisi de «herkes oraya girecek. Sonra takva sâhibleri kurtulacak» diye fikirlerini savundular.

      Sunun üzerine içlerinden biri sahâbilerden Câbir Ibni Abdullah’a bu konudaki fikrini sordu.

      Câbir ona su cevabi verdi. «Herkes oraya girecek. Peygamber ‘imizin böyle buyurdugunu duymadiysâm, su kulaklarim sagir olsun.»

      «Cehenneme ugramak» içine girmek anlamina gelir. Fakat cehennem mü’minler için, Hz. Ibrahim (A.S)’e oldugu gibi serin ve elverisli bir yer olur. O kadar ki, onlar cehennem melteminin sesini duyarlar. Arkasindan «Sonra takva sahiplerini kurtaracagiz ve zalimleri de dizüstü çökmüs durumda orada birakacagiz» mealindeki âyetin hükmü gerçeklesir.»
      Hakim’e göre herkes cehenneme varir, arkasindan amellerinin derecesi uyarinca geri çikarlar. Ilk çikan göz açip kapayasiya, sonrasi rüzgâr gibi, sonrasi at kosar gibi, sonrasi normal süvarisi gibi, sonrasi hizli yürüyen bir yaya gibi ve en orkada kalan normal yaya yürüyüsü ile oraya girip çikar.»

    400. Cehennem Azâbından Kurtulmak

      «iki önemli konu olan cennet ile cehennemi hiç bir zaman hatirinizdan çikarmayiniz» buyurdu, bu arada gözlerinden süzülen yaslar sakalinin her iki yanini da islatti. Sonra sözlerine söyle devam etti.

      “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ahiret ile ilgili olarak benim bildiklerimi bilseniz, toprak üzerinde gezinir ve basiniza toprak serperdiniz.»
      Taberânî’ye göre bir gün Cebrail (A.S), alisilmamis bir zamanda Peygamber ‘imize geldi. Peygamber ‘imiz ona

      «Niye senin rengini degisik görüyorum» diye sordu. Cebrail (A.S) «Ulu Allâh su sirada cehennem körüklerine islesinler diye emir verdi de sana onun için geidim» dedi.

      Peygamber ‘imiz ona «Yâ Cebrail (A.S), bana cehennemi anlat» dedi. Bunun üzerine Cebrail (A.S) söyle dedi:

      «Ulu Allah emir verdi de cehennem bin yil yandi. Sonunda bembeyaz oldu. Arkasindan yine ona emir verdi de bin yil daha yandi. Bu defa kipkirmizi oldu. Daha sonra ona yine emir verdi de bin yil daha yandi. Sonunda simsiyah oldu. Simdi o kapkaradir, ne kivilcimi isik verir ve ne de yalazi söner.

      Seni, hakki bildirmek üzere peygamber olarak gönderen Allah’in adina yemin ederim ki, eger cehennemden igne burnu girecek kadar bir delik açilsa hararetinin yüksekliginden dolayi yeryüzündeki bütün canlilar ölürdü.

      Seni, hakki bildirmek üzere peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, eger cehennem korucularindan biri yeryüzü halkina görünse, yüzünün korkunçlugunun ve bayiltici kokusunun tesiri ile hepsi ölürdü.

      Seni, hakki bildirmek üzere peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, ulu Allah’in kitabinda bahsettigi cehennem zincirlerinin bir halkasi yeryüzü daglari üzerine indiriise, daglar çöker ve bu halka yerin en alt tabakasina inmedikçe duramazdi.»

      Peygamber `imiz duyduklarinin bu noktasinda “Yâ Cebrail (A.S), yeter. Yoksa kalbim yuvasindan firlayacak ve ölecegim” dedi.

      Bu sirada Peygamber `imiz Cebrail (A.S)’in aglamakta oldugunu gördü. Bunun üzerine Peygamber `imiz ona «Yâ Cebrail (A.S), Allah Kati’nda bu kadar yüce bîr mertebenin sahibi oldugun halde sen de mi agliyorsun» dedi. Cebrail (A.S) Peygamber `imize su cevabi verdi. «Niye aglamayayim? Asil benim aglamam gerekir. Belki de Allah’in bilgisine göre durumum bu günkünden degisiktir. Bilmiyorum, belki de önceleri meleklerden biri olan seytanin basina gelen felâket, benim de basima gelir. Bilmiyorum, belki de Hârut ile Mârut’un baslarina gelenler, benim basima gelir.»

      Bunun üzerine Cebrail (A.S) ile Peygamber `imiz birlikte aglamaya basladilar. Nihayet söyle bir ses geldi.

      «Ey Cebrail ve Muhammed Allah sizleri kendisine âsi olmaktan korumustur.» Bu sesin arkasindan Cebrail (A.S) tekrar göge yücelir. Peygamber ´imiz de biraz sonra disari çikinca gülen ve eglenen bir Ensâr gurubuna rastladi. Onlara söyle buyurdu:

      «— Önünüzde cehennem varken nasil gülebiliyorsunuz? Benim bildiklerimi bilseniz, az güler çok aglardiniz. Girtlaginizdan ne bir lokma yemek ve ne de bir yudum su geçmezdi. Yüksek daglara çikarak Allâh’a yalvarirdiniz.» Bu sirada söyle bir ses geldi:

      «— Yâ Muhammed! Kullarimi umutsuzluga düsürme. Ben seni, çetin gösterici olarak degil, ancak müjdeleyici olarak gönderdim.»

      Bunun özerine Peygamber ´imiz «Dogruluktan ayrilmayiniz. Allah’a yakin olunuz» buyurdu.

      Ileri sürüldügüne göre bir gün Peygamber ´imiz Cebrail (A.S)’e «Niye Mikâil (A.S)’i hiç gülerken germedin mi?» diye sorunca Cebrâil (A.S) de O’na «Mikail (A.S)’ cehennem yaratila beri hiç gülmedi» diye cevap verdi.

      Ibni Mâce ve Hakim’e göre Peygamber’imiz ((s.a.v.).) buyuruyor ki:

      «— Sizin kullandiginiz bu ates, cehennem atesinin yetmiste biri derecesinde bir yakiciliga sahibtir. Eger iki sefer suda söndürülmeseydi, ondan yararlanamayacaktiniz. Bu ates, tekrar cehenneme döndürülmesin diye Allah’a dua etmektedir.»
      Beyhâkî’ye göre Hz. Ömer bir gün;

      «Derileri her eridiginde azabi duysunlar diye onlara baska bir deri veririz.» (Nisa – 56)
      Mealindeki ayeti okuyarak Ka’b Ibni Ahbâr’a «Bu âyeti tefsir et. Eger dogru söylersen, sözlerini tasdik ederim. Yanlis söylersen sana karsi çikarim, dedi.

      Bunun üzerine Kâ’b, âyeti tefsir etmeye giriserek «Ademoglu cehennemde yanarken derisi ya bir saat içinde veya bir gün içinde altibin kere yeniden yaratilir» dedi.

      Hz. Ömer «Dogru söylüyorsun» dedi.

      Yine Beyhâki’ye göre Hasan-ül Basrî bu âyeti söyle tefsir eder.

      «Cehennemlikleri ates, her gün yetmis bin kere yakip eritir. Her eriyisten sonra onlara «eski durumunuza dönünüz» denir ve hemen eskisi gibi oluverirler.»
      Peygamber’imiz ((s.a.v.).) buyuruyor ki:

      «— Cehennemlikler arasinda dünyada en mutlu yasayanlardan biri getirtir. Cehenneme bir kere kanup çikarildiktan sonra ona «Ey Ademoglu, hiç hayir gördün mü? Hiç mutlulukla karsilastin mi?» diye sorulur. Adam; «Vallahi, hayir, yâ Rabbi» diye cevap verir.

      Buna karsilik dünyada en çok sikinti çeken bir cennetlik getirilir. Cennete bir kere konup çikarildiktan sonra ona «Yâ Ademoglu, hiç sikinti çektigin oldu mu? Darlikla hiç karsilastin mi?» diye sorulur. Adam «Vallahi, hayir, ya Rabb’i. Ben hiç bir sikinti ile karsilasmadim, hiç bir darlik görmedim» diye cevap verir.»
      Ibni Mâce’ye göre Peygamber’imiz ((s.a.v.).) buyuruyor ki:

      «— Cehennemliklere aglama gönderilir. Öyle çok aglarlar ki, sonunda yaslari kurur. Sonra yanaklarinda, içine gemi salinsa yüzebilecek derinlikte çukurlar açilincaya kadar kan aglarlar.»
      Ebû Ya’lâ’ya göre Peygamber’imiz ((s.a.v.).) buyuruyor ki:

      «— Ey insanlar, aglayiniz. Aglayamiyorsaniz, hiç olmazsa aglamakli olunuz. Cünki Cehennemde cehennemlikler yanaklarinda kanal gibi yariklar belirinçeye kadar yas dökerler. Sonunda yaslar kuruyunca da gözleri irinlesinceye dek kan aglarlar.»

    401. “Ya âlim, ya talebe, ya dinleyici veya (bunları)seven ol. (Bunların haricinde) beşinci olma helâk olursun.”
      (Hadîs-i Şerif—Muhtâru’l-Ehâdis) –

    402. 17 Devlete Baş Eğdiren Büyük İslâm Kahramanı

      FATİH SULTAN MEHMED HAN

      “İmtisal-i câhidû-fillah oluptur niyyetim.

      Dîn-i İslâmın mücerred gayretidir gayretim”

      diyen Fatih, ömrünü bu gaye uğruna cihat etmekle geçirmiş büyük İslâm kahramanıdır.

      Osmanlı Devletini dünyanın en muhteşem imparatorluğu haline getiren, ortaçağı kapatıp Yeniçağı başlatan, Bizans’ın paslı kilidini kırarak güzel belde İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmed Han; sadece askerî sahada değil, ilim, irfan, medeniyet ve adalet sahalarında da dünyaya örnek olacak müşahhas örnekler sergilemiş ve İslama hakkıyle bağlılığın bütün ilerlemenin ana kaynağı olduğunu fiilen ispatlamış bir devlet büyüğüdür.

      49 senelik ömrünü; ilim tahsil etmekle, devleti her cihetten mamur hale getirmek için çalışmalar yapmakla, İ’la’yi kelimetullah için cihad etmekle geçiren Fatih Sultan Mehmed Han’ın hayatından günümüz gençliğinin ve istikbaldeki nesillerin çıkaracakları çok dersler vardır. Fatih 21 yaşında İstanbul’u fethetmekle gençliğe en güzel örnek olmuştur.

      Nasıl yetişti?

      Fatih, 29/30 Mart 1432’de Edirne Sarayında dünyaya gelmiştir. Babası, Sultan II.Murad, annesi Hüma Hatun’dur. Küçük yaşlarından itibaren çok sıkı bir eğitime tabi tutulan Sultan Mehmed, devrin meşhur âlimlerinden ders almıştır. Molla Yegan ve Akşemseddin hocaları arasındadır.

      Henüz altı-yedi yaşlarındayken Manisa’ya vali tayin edilen Şehzade Mehmed burada da tahsiline devam etmiştir. Sultan Murad ele avuca sığmayan şehzadenin yetişmesi için Molla Gürani’yi hoca tayin etmiştir. Şehzade Mehmed’in cevval mizacı, Molla Gürani’nin ilmî haşmeti ve zaman zaman da tattığı sopası karşısında, yumuşamış ve hocasının önünde diz çökerek büyük bir heyecanla ilim tahsiline koyulmuştur. Fatihteki bu ilim aşkı hayatınn sonuna kadar devam edecek ve devrin âlimleri arasında zikredilecektir.

      Arapça, Farsça, Yunanca, Latince, Sırpça, İtalyanca ve İbranice bilen Fatih, kelam, hadis, fıkıh, tefsir gibi dinî ilimlerde de mükemmel malumatlar elde etmiş, ayrıca; tarih, edebiyat, coğrafya, matematik, geometri ve astronomi gibi ilimlerde de devrin âlimleriyle tartışıp onları yenecek kadar malumat sahibi olmuştur.

      Çok küçük yaştan itibaren ata binmeyi, ok atmayı, kılıç kullanmayı öğrenen Fatih, bu mahâretleriyle harp meydanında küffarı perişan ederken diğer taraftan, mahir bir edib (edebiyatçı) ve san’atkar olduğunu gösteren şiirler yazmıştır. Avnî mahlasıyla yazdığı ve ilk beytini baş tarafa aldığımız şu şiirinde aynı zamanda hayatının gayesini ve hedefini ortaya koymaktadır. Şöyle demektedir Fatih:

      Fazl-ı Hakk-ı himmet-i cünd-ü Ricalullah ile

      Ehl-i küfrü ser-tâ ser kahreylemektir niyyetim.

      Enbiya ü evliyaya istinadım var benim,

      Lütf-i Hak’dandır hemen ümîd-ifeth ü nusretim.

      Nefs ü mal n’ola kılsan cihanda içtihad

      Hamd-ü lillâh var gazaya şad hezârân rağbetim.

      Eyfahr-ı âlem Muhammed mûcizât-ı Ahmed-i

      Muhtar ile Umarım galib ola a’da-yı dine devletim.

      Bu şuurla gayret gösteren Fatih’in devleti din düşmanlarına galib gelmiştir….

      Oğlu Şehzade Mehmed’in mükemmel bir şekilde yetiştiğini gören Sultan Murad 1444’te tahttan vazgeçerek oğlunu tahta geçirmiştir.

      Osmanlı tahtına çocuk yaşta bir padişah’ın geçtiğini gören Avrupa ülkeleri bu durumu fırsat bilerek yeni bir haçlı seferi düzenlemeye girişip, büyük bir haçlı ordusu hazırlarlar. Fakat tahtta oturan geleceğin ülkeler fâtihidir. Haçlı ordusuna karşı çıkacak Osmanlı ordusuna, orduyu yakından tanıyan, tecrübeli, maharetli birisinin kumandan olmasının lüzumunu görmüş ve derhal babasına bir mektup yazarak ordunun başına geçmesini istemiştir. Fatih’in davetinde şu veciz ifadeler yer almıştır:

      “Eğer padişah siz iseniz, kâfirlerin hücumunu defetmek, devletinizi müdafaa etmek için gelmek vaciptir. Ve eğer biz padişah isek, size emrediyoruz, gelip ordumuzun başına geçin ve emrimize itaat etmek de sizlere vaciptir.”

      Bu davetten sonra ordunun başına geçen Sultan Murad, Varna savaşında maharetini ortaya koymuş ve çetin bir muharebe neticesinde haçlı ordusunu perişan etmiştir.

      Savaşa başkumandan olarak iştirak eden Sultan Murad daha sonra askerin ve kumandanların ısrarı üzerine tahta geçmişti.

      Fetih yolunda…

      Fatih, babası sultan Murad’ın 3 Şubat 1451’de vefatı üzerine 6 Şubat 1451’de ikinci defa tahta çıkmıştır.

      Genç Sultan’ın en büyük ideâli, İstanbul’u fethederek Kâinatın Efendisi’nin (a.s.m.) müjdesine mazhar olmaktır. Tahta geçişinin hemen akabinde bu gayenin gerçekleşmesi için faaliyete geçmiştir.

      Edirne’de dünyanın o zamanın ölçülerine göre en büyük toplannı döktüren Fatih, büyük fetih hazırlığını süratle ikmal ettirmiştir. İlk defa havan topunu icat etmiş ve bu icadını fetih harekâtında uygulayarak icadının mükemmelliğini isbat etmiştir.

      23 Mart 1453’te Edirne’den hareket eden fetih ordusu 5 Nisan’da İstanbul önlerine gelerek derhal şehri muhasara etmiştir.

      29 Mayıs 1453’te fetihle neticelenecek muhasara boyunca ordu çeşitli kereler hücumlar yapmış ve bu cennet belde için yüzlerce şehid verilmiştir.

      Fatih, şehrin denizden muhasarasını mümkün kılmak için dâhice bir planla, yaklaşık yetmiş gemiyi kızaklarla karadan yürüterek Haliç’e indirtmiştir.

      21/22 Nisan 1453’te Kabataş veya Tophane’den kızaklar üzerinde kaydırılarak Kasımpaşa’ya indirilen gemiler Bizanslıları hayretler içerisinde bırakmış, morallerini bozmuştur. Çünkü onlar böyle bir teşebbüsü akıllarının ucundan bile geçirmemişler, Haliç’in ağzına gerdikleri zinciri hiçbir donanmanın aşamayacağı ümidiyle deniz tarafından emin olmuşlardır.

      Dört ay gibi kısa bir zamanda Rumelihisar’ını (Boğazkesen hisarı) inşa ettiren Fatih, bu suretle, Karadenizden Bizanslılara gelecek yardım yolunu da kapatmıştır.

      Nihayet 29 Mayıs 1453’te büyük fetih gerçekleşmiş, Fatih şehre girerek Ayasofya önünde şükür secdesine kapanıp, Cenab-ı Hak’ka hamdetmiştir. Haçlı dünyasının sembolü hüviyetindeki Ayasofya’yı camiye tahvil ettirmiş ve ilk Cuma namazını Ayasofya’da kılmıştır.

      Fatih İstanbul gibi dünyanın merkezindeki bir şehri ele geçirerek Ortaçağı kapatmış, Yeniçağı başlatmıştır.

      17 devleti tarihten sildi

      Şanlı cihangirin fetihleri ölünceye kadar devam etmiştir. Ordusunun başında 25 büyük sefere çıkarak, 17 devleti haritadan silmiş, bu devletin topraklarını Osmanlı mülküne dahil etmiştir.

      Fatih’in Bizans İmparatorluğuyla birlikte tarihten sildiği 17 devlet sırasıyla şunlardır: Bizans İmparatorluğu (1453), Enez Ceneviz Dükalığı (1456), Atina İtalyan Dükalığı (1458), Sırbistan Krallığı (1459), Mora Despotluğu (1460), Trabzon Rum İmparatorluğu (1461), Candaroğullan Beyliği (1461-1462), Eflak Prensliği (1462), Midilli Ceneviz Dükalığı (1462), Bosna Krallığı (1463), Karaman Devleti (1466), Âlâiyye Beyliği (1471), Kırım Hanlığı (1475), Arnavutluk (1478-1479), Tuğrul Beyliği (1479), Yunan Adalarından Zanta Dükalığı (1479), Hersek Dükalığı (1480) Bütün bu fütuhatıyla Fatih, bütün Balkan yarımadasını Osmanlı topraklarına katmış, Çanakkale ve İstanbul boğazlarını kontrol altına alarak boğazlarda hakimiyet kurmuştur.

      Osmanlı Devletinin hudutlarını üç kıtaya yaymış ve Devleti dünyanın en büyük devleti yapmıştır.

      Fatih, 1363-1473 yıllan arasında hemen hepsi gayr-i müslim olan 25 devletin hepsine karşı harbe girişmiş ve hepsinden de muzaffer çıkarak askeri dehâsını isbat etmiştir.

      İla-yi kelimetullah uğruna can vermeyi gaye edinen bu şanlı idareci, ilmî, askerî, siyasî, ahlakî ve kültür sahalannda güzel meziyetleri şahsında toplamış ve bu meziyetleriyle gelecek nesillere örnek olmuştur.

      Fatih devrinin ve Fatih’in şahsiyetinin diğer hususiyetlerine de kısaca göz atalım:

      • Fatih, Osmanlı deniz kuvvetini dünyanın birinci deniz kuvveti haline getirmiştir.

      • Topçuluk ve diğer harp teçhizatı üzerinde devamlı yenilikler yapmış ve askeri sahada devleti dünyanın en ileri ülkesi yapmıştır.

      • Âlimlere ve san’atkârlara büyük değer vermiş ve onların rahatça çalışmaları için gerekli şartlan hazırlamıştır. Diğer İslam beldelerindeki âlimleri davet ederek onlara büyük imkânlar hazırlamıştır. Herbiri sahalarında mütahassıs âlimleri devamlı yanında bulundurmuş ve her zaman onlarla istişare etmiştir.

      Fatih Camiiyle birlikte inşa edilen Sahn-ı Seman gibi ilim yuvalan yaptırmıştır. “8 Fakülte”de diyebileceğimiz Sahn-ı Seman’ın biri tıbba aittir ve 70 yataklı bir de hastahanesi vardır.

      Fatih bütün ülkede baştan başa imar faaliyetine girmiştir. Saltanatı müddetince, 380 cami inşa ettirmesi onun imarcılığını gösteren müşahhas bir delildir.

      Adalet anlayışı

      Fatih devri, hukukta ve adalette de dünyaya örnek olacak uygulamalarla doludur.

      Fatih’in muhakeme edilişi o zamanki adalete müşahhas bir misaldir: Fatih Camiinin inşası esnasında koca bir mermer sütunu yanlış kesip israf ettiği, dolayısıyle devlete zarar verdirdiği gerekçesiyle Fatih tarafından eli kestirilen Rum Mimar İpsilanti Usta İstanbul Kadısı Hızır Çelebi’ye müracaat eder.

      Mahkeme günü kadı’nın huzuruna giren Fatih oturmak ister fakat Hızır Çelebi durmasına müsaade etmez ve davacı ile yanyana oturmasını ihtar eder. Emir, adaletin temsilcisinden gelmiştir. Uymamak mümkün mü?.. Muhakeme neticesinde Fatih suçlu bulunmuştur. Hüküm: “Kısasa kısas”… Yani, Fatih’in de eli kesilecektir. Devlet ricali araya girerek Rum ustaya ricada bulunurlar ve tazminatı kabul etmesini söylerler. Zaten Rum mimar da padişah’ın elinin kesilmesine razı değildir. Tazminatı kabul eder. Fatih bizzat kendi gelirinden, ustanın ailesinin ve çoluk çocuğunun ömür boyu ihtiyacını karşılayacak miktardaki tazminatı ödemeyi kabul eder ve aynca bir de ev yaptınr.

      Muhakeme bu şekilde neticelendikten sonra Hızır Çelebi’nin yanına giden Fatih, İstanbul Kadısı’na, “Şayet adaletten ayrılıp padişahım diye benim lehime karar verecek olsaydın, başını şu kılıcımla uçuracaktım” der.

      Hızır Çelebi ise Padişah’ın bu sözlerine cevaben şöyle der: “Sen de padişahım diye kararlarıma muhalefet idüp mahkemenin huzurunu bozmaya ve adaletin kudsiyetini ihlal etmiye kalksaydın (oturduğu minderin altındaki hançeri göstererek) ben de bunu senin kalbine saptayacaktım.” der.

      İşte bu anlayış bütün bir ülkeye hâkim olmuş ve bu anlayış devam ettiği müddetçe devlet, dünyanın en büyük devleti olma vasfını korumuştur.

      Bütün hayati İslam için gayretle geçen Fatih gayretinin sebebini bir başka hadise vesilesiyle şöyle açıklamıştır:

      Fatih’le anlaşmak isteyen Uzun Hasan’ın elçi olarak gönderdiği anası, Fatih’in Trabzon seferine de katılmıştır. Sare Hatun katlanılan zorluklara dayanamayıp Fatih’e şöyle demiştir: “Oğul bir Trabzon için kendini bu kadar yormak fazla değil mi? bir kal’a bu kadar meşakkatlere değer mi?”

      Günlerdir at sırtında aşılmaz denilen dağları, geçitleri aşan Fatih şu cevabı vermiştir:

      “Ana, İslâmın kılıcı elimdedir. Eğer bu zahmet ve eziyetlere katlanmazsam gazi lakabına lâyık olamam. Bugün ve yarın Allah’ın huzuruna çıktığımda utanırım. Sonra, bizim dâvamız Trabzon’u fethetmek dâvası değildir. Allah’ın ismini yüceltmek ve ilân etmek davasıdır. Bu uğurda ne kadar zahmet ve meşakkat çeksek yine azdır.”

      Fatih’in şahsiyyetini ve icraatlarını bu düşüncelerden ayrı olarak değerlendirmek hakikatlere uymaz.

      Fatih, hedefin nereye olduğunu sadece kendisinin bildiği bir sefere çıktığı esnada yolda Yahudi dönmesi bir hekimin zehirlemesiyle 3 Mayıs 1481’de Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Cenazesi, Fatih camii avlusundaki türbesine defnedilmiştir. ( MIHRAP — MINBER )

      Bütün hayatını Dine, Devlete ve millete hizmetle geçiren bu büyük idarecinin hayatı, günümüzün ve geleceğin Devlet idarecileri, ilim adamları ve gençleri için alınacak derslerle doludur.

      Bu gibi faydalı dersler layıkiyle alındığında tarihimizin şanlı devrelerinin tekerrür etmemesi için hiçbir sebeb yoktur.

    403. Dünyanın en büyük devletlerinden birinin kurucusu

      OSMAN GAZİ
      Osman Gazi; imanını, azmini harc ederek inşa ettiği, 623 yıl payidar olan, büyük ve şerefli İslam devletini kurucusu büyüğümüz… O’nun, Rıza-i İlâhî uğruna gösterdiği ihlaslı gayretleridir ki, şanlı devleti altı asır üç kıtada payidar kılmıştır. Yine yaptığı Kur’an hizmeti ile aradan asırlar geçmiş olmasına rağmen unutulmamış, gönüllerde yaşamıştır. Beşer için bundan büyük saadet düşünülebilir mi?..

      Osman Gazi, Oğuzların Kayı boyu’nu üç asır süren göçebe hayattan devlet hayatına yükseltmiştir.

      Bu cihan devletinin nasıl kurulduğunu ve nasıl bu kadar uzun müddet yaşayabildiğini daha iyi anlamak için Osman Gazi’nin hayatına yakından göz atmak gerekir. Fakat daha önce kısaca Kayı boyunun Söğüt’e gelişine kadar geçirdikleri devreye bakalım… Kayı oymağı ilk defa yaklaşık 1000 yılında diğer Oğuz boylarıyla birlikte hareket ederek Amuderya nehrini geçmiş ve Aral havzasına gelmişlerdir. Burada, Horasan’ın kuzey sınırına, Karakum Çölü’nün güneyine, Merv civarında Mâhân’a yerleştiler 1220 yıllarında Cengiz idaresindeki Moğol orduları yaklaşırken, bu Ye’cüc Me’cüc âfetinden sakınarak Merv’den hareket ederek, Ahlata gelmişlerdir. Alıştıkları Türkistan havasını ve sürüleri için kâfi otlağı bu bölgede bulamayınca Erzincan yakınlarına göç etmişlerdir. Kayı Boyunun Beyi Süleyman Şah, aradıkları huzurlu ortamı bir türlü bulamamanın elemiyle geri Horasan’a dönmeye karar verir. Geri dönmek üzere yaptıkları sefer esnasında Caber kalesi önlerinde Fırat nehrini geçerken boğularak şehit olur. Bu vak’adan sonra Süleyman Şah’ın dört oğlundan Sungur Tekin ve Gündoğdu geri vatanlarına dönerler. Diğer iki oğlu Dündar Beyle Ertuğrul Bey Pasin ovasıyla Sümerli-Çukur taraflarına gitmişlerdir. Ertuğrul Bey, bu bölgelerin de aradıktan ve ideallerindeki yer olmadığını görünce oğlu Savcı Bey’i, Selçuklu sultanı I. Alâeddin Keykubad’a göndererek kendilerine uygun bir yer gösterilmesini ister. Bunun üzerine Alaaddin Keykubat Kayı Boyu’na Ankara civarında Karacadağ’ı verir. Kayı Boyu; Moğollara ve Bizanslılara karşı mücadelelere girişir ve bu mücadelelerden her zaman muzaffer çıkar. Bu muvaffakiyetleri üzerine Kayı Boyu’na Bizans hududundaki Söğüt kışlak, Domaniç ise yaylak olmak üzere verilir.

      Ertuğrul Gazi idaresindeki Kayı aşireti yeni yurtlarına yerleşir yerleşmez, etrafı talan eden Bizanslıların karşılarına dikilmiş ve onlarla cenge tutuşmuşlardır. Osman Gazi, işte Kayı aşiretinin gazadan gazaya atıldıkları ve İla-yi kelimetullah için savaşmanın şevkiyle coştukları yıllarda, 1258’de Söğütte dünyaya gelmiştir.

      Osman Gazi çok küçük yaşından itibaren mükemmel bir dinî tahsil almaya ve harp san’atını öğrenmeğe başlamıştır.

      Osman Gazi, 1281’de babası Ertuğrul Gazi’nin vefat ettiği anda, 23 yaşında; kumandanlıkta ve idarecilikte babasını aratmayacak derecede mahir bir idareci ve kumandandı… Bu yüzden diğer kardeşleri Savcı Bey’le Gündüz Beyin ve aşiretin bütün ileri gelenlerinin tasvibiyle Kayı boyunun başına geçmiştir.

      Osman Gazi aldığı terbiye icabı, son derece mütevazi, imanlı, secaatli bir idarecidir. Bir yandan elinde kılıç düşmanları titretirken, diğer yandan Cenab-ı Hakka kullukta kusur etmemeye âzami dikkat sarfetmektedir. Şu hadise O’nun Hak dine bağlılığının müşahhas bir misalidir.

      Osman Gazi ilerde kayınpederi olacak Şeyh Ede-Bâli’yi zaman zaman ziyaret edip çeşitli mevzularda ona danışırdı. Yine böyle bir ziyaret gününün gecesi uyumak için kendisine hazırlanan odaya girdiğinde, duvarda asılı duran Kur’an-ı Kerim’i görür. Kelâm-ı İlâhî’nin bulunduğu bir yerde uzanıp yatmaktan haya eder ve Kur’an-ı Kerim’i eline alarak sabah namazına kadar okur. Sabah namazını eda ettikten sonra başını yatağın kenarına koyduğu bir esnada uyku ile uyanıklık arasında şöyle bir nida işitir.

      “Ey Osman! Madem ki sen benim kitabıma bu kadar hürmet edip, sabaha kadar okudun. Ben de seni ve senin evlâdını mübarek ve said eyledim. Dünyada ve ukbâda sen ve neslin mesud ve bahtiyar olacaksınız. Devlete nail olacaksınız. Kur’an’a ve O’nun hakikatlerine hürmet edip, onunla amel ettiğiniz müddetçe şanla, şerefle yaşayacaksınız”

      Niçin uyumadığını soran Şeyh Ede-Bâli’ye akşamdan beri olanları ve en son gördüğü rüyayı anlatır. Çevrenin tanınmış, âlimi, mürşidi anlatılanları dinledikten sonra uzun uzun düşünür ve hiçbir yorum yapmaz…

      Osman Gazi’nin ideâli kâinatı kuşatacak kadar geniştir. O Cenab-ı Hakkın yüce ismini bütün kâinata duyurmak, yaymak istemektedir. Bu uğurda canını seve seve vermeğe hazırdır… İdeâlinin genişliğini, henüz ilk beylik anlarından itibaren İstanbul’a göz koymasından anlıyoruz. Kendisine izafe edilen bir şiirinde şöyle demektedir.

      Osman Ertağrul oğlusun,

      Oğuzhan Karahan neslisin,

      Hakkın bir kenter kulusun

      İstanbul’u aç gülzâr yap!

      Bu ideali İlham-ı Rabbani olarak kendisine rüya âleminde gösterilmiştir. Yine Şeyh Ede Bâli’nin misafiri olduğu bir günün akşamı şöyle bir rüya görür:

      Rüyasında Şeyh Ede-Bali’nin yanında yatmaktadır. Bu esnada Şeyh Edebâli’nin koynundan bir ayın çıkarak yükselmeye başladığını görür. Ay bedir haline geldiği zaman gökten inerek kendisinin koynuna girer. Daha sonra göbeğinden bir çınar ağacı çıkarak süratle büyümeye başlar. Ağaç büyüdükçe yeşillenmektedir. Dallarının gölgesi bütün dünyayı örtmektedir. Ağacın yanıbaşında dört sıra halinde dağlar yükselmektedir. Bu dağlar, Kafkas, Atlas, Toros ve Balkan dağlandır. Ağacın köklerinden Dicle, Fırat, Nil ve Tuna nehirlerinin çıktığını görür. Dağlardan çıkan bu sular, gül ve çeşitli çiçeklerle bezenmiş bahçeler arasında dolaşarak akmaktadır. Bu geniş sulann üzerinde gemiler yüzmektedir. Bu sularla sulanan tarlalar mahsullerle dolup taşmaktadr. Dağların tepeleri sık ormanlarla örtülüdür. Vadilerde sayısız şehirler vardır. Bu şehirlerde çok güzel binalar vardır. Bu binaların hepsinin altın kubbelerinde birer ay yükselmektedir. Sayısız minarelerinden bülbül sesli müezzinler Ezan okumaktadır. Ağacın üzerinde bulunan bülbüller ve türlü çeşitli kuşlar okunan bu Ezan-I Muhammediye kendi hal dilleriyle iştirak etmektedirler. Ağacın yaprakları gittikçe uzamaktadır. Tam bu hengâmede aniden bir rüzgar çıkar ve ağacın yapraklarını İstanbul’a doğru çevirir. Şehir, iki denizin ve iki kıtanın birleştiği yerde, iki zümrüt ile firuze arasına oturtulmuş bir elmas gibi parlamaktadır. Böylece bütün dünyayı kuşatan geniş bir ülkenin çerçevelediği yüzüğün kıymetli taşını teşkil etmektedir. Osman gazi tam bu yüzüğü parmağına takarken uyanıvermiştir.

      Gördüğü bu rüyayı Şeyh Ede-Bâli’ye anlatınca, şeyh tebessüm ederek O’na şöyle demiştir. “Osman, padişahlık sana ve senin nesline mübarek olsun. Kızım Bâlâ Hâtûn da senin helâlin olsun.” Böylece, Osman Gazi, daha önce tâliblisi olduğu Bâlâ hatunla izdivaç etmiştir. Bu izdivaçtan Alaaddin Bey dünyaya gelmiştir. Oğlu Orhan Gazi’nin annesi ise Türkmen Beylerinden Ömer Bey’in kerimesi Mal Hatun’dur…

      Osman Gazi; müslüman köylerine dadanan, masum halkı katlederek, mâmur yerleri yakıp yıkan Bizans tekfurlarına karşı cihad bayrağını açar ve durup dinlenmeden gaza eder. Maiyyetindeki bir avuç serdengeçtiyle fetihten fetihe koşmaktadır. Osman Gazi’nin şanlı fetih ve zaferlerine kısaca göz gezdirelim. 1285’te Kulaca Hisar, 1288 Karacahisar fethedilmiştir.

      Bu zaferler üzerine Selçuklu Sultanı II.Sultan Mes’ud Osman Gazi’ye 1288’de Eskişehir’i de vermiştir. Bir yıl sonra da bağımsızlık alâmeti olarak; Tuğ, alem, tabıl, altın kılıç ve beyaz renkte bir sancakla birlikte bir de ferman göndererek, Kayı aşiretinin bağımsızlığını resmen ilan etmiştir.

      Kayı aşiretinin hudutları gittikçe büyümektedir. Osman Gazi Cihangir ruhlu askerlerle yılmadan sınır boylarında dolaşmaktadır. 1292’de Sakarya’nın kuzeyine akın edilmiştir. 1298’de Bilecek ve Yarhisar kaleleri fethedilmiştir.

      Bu fetihleri müteakip, Selçuklu devletinin de artık alem verici mukadder sonunu gören Osman Gazi 27 Ocak 1299’da, Osmanlı Devletinin kurulduğunu dosta ve düşmana ilan etmiştir. Akabinde devlet müesseselerini süratle kurmuş ve ehil kişileri mühim mevkilere getirmiştir…

      Devletin kuruluşundan sonra fetih hareketleri devam etmiştir. 1301’de Yondhisan ve Yenişehir kaleleri fethedilmiş yine aynı yıl 27 Temmuz’da Bizans ordusuna karşı yapılan Koyunhisan muharebesinde parlak bir zafer kazanılmıştır. Yine o yıl Köprühisar fethedilmiştir. 1306 yılında da Bursa Tekfurunun idaresindeki müttefik Bizans ordusuna karşı yapılan meydan muharebesinde tarihlere “Dinboz zaferi” diye geçen, neticesi itibariyle oldukça mühim zafer kazanılmıştır. Bu parlak zaferlerden sonra Osman Gazi, hayalindeki fethi gerçekleştirmek için harekete geçmiş ve yeşillikler içerisinde cennet belde Bursa’nın fethi için 1314’te ilk hamle olarak şehri kuşatma altına almıştır.

      Bu kahraman padişah 1326’da bir rivayete göre Bursa’nın fethi haberini aldıktan sonra, diğer bir rivayete göre de fetihten önce beka âlemine göçmüştür. Osman Gazi Söğut’te vefat etmiştir. Daha sonra vasiyeti gereği 6 Nisan 1326’daki fethi müteakip Bursa’ya getirilerek buradaki türbesine defnedilmiş-tir.

      Osman Gazi, vefatından önce, 1320 yılında oğlu Orhan Gazi’yi yerine vekil tayin ederek, kendisinden sonra kimin padişah olmasını istediğini belli etmiştir. Oğlu Orhan Gazi’ye vefatından önce yaptığı nasihat ve vasiyet asırlar boyu idarecilerin kulağına küpe olmuştur. Oğluna; milletin istikbaline ışık tutan ilim adamlarına, millete pak ahlak yolunu gösteren salih kişilere ve millet için can vermiş olan şehitlerin evlatlarına hürmet ve itibar etmesini vasiyet eden Osman Gazi, devamla şöyle demiştir:

      “Daima gaza ve cenge devam ediniz. Cihadın kemâline varıp, Sancağ-ı Şerifi daima yüksekte tutunuz. Hanedanımdan ve torunlarımdan her kim ki, doğru yoldan ve adaletten geri kalır, O, rûz-i mahşerde, Peygamber Efendimizin şefaatinden mahrum kalsın!

      Oğlum; dünyaya gelen hiç bir padişah yoktur ki, ölüme itaat etmesin. Şimdi Hâkim-i Mutlakın hüküm ve iradesiyle ölüm yaklaştı. Bu mânevi yolculukta, artık, dünya nimetlerinden ümidi kesmek gerektir. Ey bahtiyar oğlum, bu devleti, bu emaneti sana bırakıyorum. Seni Hüdâya emanet ediyorum. Bütün işlerinde kanunları üstün tut. Askerleri ve halkı kendi akraban gibi sev, haklarını tamamen ve noksansız ver!”

      Oğlu Orhan Gazi ve nesli bu vasiyyetini harfiyyen yerine getirmekte kusur etmiyeceklerdir. Bu yüzdendir ki, Osmanlı devletinin hudutları 3,5 asırda “bin” kat büyüyüp genişleyecektir…

      Osman Gazi vefat ettiğinde geriye, dünya malı olarak zarurî eşyalarından başka birşey bırakmamıştı. İşte terekesi: Denizli bezinden içi âlemli yapılmış sarık bezi, bir at zırhı, bir tuzluk, bir kaşıklık, bir çift çizme, Alaşehir dokuması sancaklar, bir kılıç, bir tirkeş, bir mızrak, birkaç at ve üç sürü koyun…

      Osman Gazi padişah iken devlet hazinesinden maaş almamıştır. Koyunlarının gelirleri ile geçimini temin etmiştir. Zaten elinde olanı fakirlere, muhtaçlara dağıtırdı. Bundan büyük lezzet alırdı. Gelecek nesillere dünyaya bedel bir devlet bırakmıştı. O’nun kurduğu devlet, üç kıtaya hükmedecek ve dünyaya, ilim, irfan, adalet, iman nurunu yayacaktı…

    404. istanbul surlarına ilk bayrağı diken mübarek şehid

      ULUBATLI HASAN 29 Mayıs 1453 günü Konstantiniyye önlerindeki İslâm ordusunda büyük bir hazırlık göze çarpıyordu. İslâm askerleri sabah namazından önce en temiz elbiselerini giymişler, birbirleriyle helalleşmişler, cemaatle namazı kıldıktan sonra ordudaki yerlerini almışlardı. Kâinatın Efendisinin müjdelediği “Mesud askerler”den olmak ve Cenab-ı Hakkın huzuruna şehid olarak gitmek için yanıp tutuşuyorlardı. Hele içlerinden birisi vardı ki, heyecandan yerinde duramıyordu. Bir gün önceden komutanlarına yalvarmış en ön saflarda vuruşan birlikte yer almak için çok dil dökmüştü.

      Ulubatlı Hasan adlı bu yiğit Bursa Karacabey’deki Ulubat gölünün kuzeybatı kıyısının yakınında bulunan Ulubat köyünde dünyaya gelmişti. Yiğitler yiğidiydi. At yarışlarında, ok atmada, güreşte birinciydi. Daha sırtını yere getiren çıkmamıştı. Öyle ki çoğu defa iki kişiyle birden güreşir, ikisini de yenerdi. Ulubatlı Hasan’ın gönlü Allah için cihad etme aşkıyla yanıp kavrulmaktaydı “İla’yi kelimetullah” uğruna can vermek en büyük emeliydi.

      Büyük hücum’un yapılacağı gün en ön safta vuruşacağı için çocuklar gibi seviniyordu. Otuz tane gözüpek yeniçeri seçmişti. Hep birlikte aynı noktaya hücum edeceklerdi.

      Nihayet beklenilen an gelip çatmıştı. Mehter “hücum” havası çalınca Ulubatlı Hasan ve arkadaşları “Allah Allah” sesleriyle ileri atılmışlardı. Ulubatlı’nın bir elinde sancak, diğer elinde kalkan vardı. Sura dayanan merdivenlerden süratle tırmanıyordu. Atılan oklara, taşlara, üzerlerine dökülen kızgın yağlara kalkanını siper ediyordu. Nihayet surların üzerine varmayı başarmıştı. O anda kalkanını fırlatıp atmış, uzun palasını çekmiş, arslanlar gibi vuruşmaya başlamıştı. Önüne çıkan düşman askerlerine vuruyor, vuruyordu. Yahya Kemal’in tasvir ettiği gibiydi manzara. Şöyle demektedir şair:

      Vur pençe-i Alî’deki şemşîr aşkına

      Gülbangi asmanı tutan pir aşkına

      Ey leşker-i müfettihü’l-ebvâb vur bugün

      Feth-î mübîni zâmin o tebşir aşkına

      Vur deyr-i küfrün üstüne rekz-î hilâl içün

      Gelmiş bu şehsüvâr-ı cihangir aşkına

      Düşsün çelengi Rûm’un eğilsün ser-î Firenk

      Vur Türk’ü gönderen yed-i takdir aşkına

      Son savletinle vur ki açılsın bu sûrlar

      Fecr-i hücum içindeki Tekbîr aşkına

      Ulubatlı’nın şimşek gibi çakan kılıcından ürken düşman askerleri uzaktan ok yağdırmaya başlamışlardı. Oklar peş peşe Hasan’ın vücuduna saplanıyordu. Ayakta duramayacağını anlayan Ulubatlı sancağı Topkapı’daki surlann üzerine dikivermişti. Sancağın surların üzerinde dalgalandığını gören askerler coşmuştu. Tekbir getirerek büyük bir gayretle surlara hücum ediyorlardı. Ulubatlı Hasan da vücudunun oklarla delik deşik olmasına rağmen yaralı ars-lan gibi sancağın yanına düşman askerlerini yaklaştırmıyordu. Nihayet diğer arkadaşlan yanına gelmiş, Hasan’ın etrafına halka olmuşlardı. Sancağın artık emin ellerde olduğunu gören Hasan yüzünde mes’ud

      bir tebessümle ruhunu Rahman’a teslim etmişti. Kendisiyle birlikte surlara tırmanan arkadaşlarından 18’i de şehid olmuş, kalan 12’si sancağı düşürmemişti.

      Çok genç yaşta şehitlik rütbesini kazanan Ulubatlı Hasan’ın vücuduna 27 ok saplanmıştı. Arkadaşlan bu okları çıkardılar ve bu mübarek şehidi Fatih’in huzuruna götürdüler. Fatih, İslâmın bu bahadır evladına dua ettikten sonra şöyle demiştir: “Ulubatlı Hasan’ım! Ne kadar şanlısın. Eğer sultan olmasaydım, Ulubatlı Hasan olmak isterdim!”

    405. Çanakkale Harbinin unutulmaz kahramanı

      KOCA SEYİD
      Çanakkale önlerinde tarihte ender görülen bir muharebe cereyan etmekteydi. Bir yanda dünyanın en gelişmiş askeri vasıtalarına sahip ve sayıca çok kalabalık Batı ülkeleri, diğer tarafta vatanlarını müdafaa için cepheye koşup; düşmanın topuna, tüfeğine iman dolu göğsünü siper eden Mehmedcik…

      Anadolunun cihangir ruhlu yiğitleri, şanlı fakat talihsiz devletlerinin elde kalan kısmını müdafaa için cansiperane vuruşmakta. Düşman zırhlılarının yağdırdığı güllelere, yaylım ateşe karşılık vermekte, düşmana adım attırmamaktadır.

      Her hususu gözönünde bulundurduklarını zanneden ve hesaplarına göre en geç üç günde Çanakkale’yi aşacaklarını hesap eden düşmanlar yanıldıklarını acı bir şekilde görecek ve zelil bir halde kaçacaklardır Çanakkale önlerinden. Onlar kaçarken, geride Mehmetçiklerin kanları, canlan pahasına kazanıp evlatlarına ithaf ettikleri şanlı bir hatıra kalacaktır.

      Çanakkale harbinde tarihlere şanla geçen kahramanlık tabloları çizilmiştir. İşte böyle tablolan çizenlerden birisi de Koca Seyyit’tir.

      1889’da Balıkesir’e bağlı Havran ilçesinin Çamlık köyünde dünyaya gelen Seyit, çocukluğundan itibaren gürbüz yapısı ve pehlivanlığıyla dikkatleri çekmiştir. Bu vasfından dolayıdır ki asker ocağında kendisine pehlivanlığına izafeten “Koca” lakabı verilmiş ve “Koca Seyyid” diye tanınmıştır.

      1909’da vatani vazifesine yapmak üzere askere giden Koca Seyit üç senelik asker iken 1912’de Balkan harbi patlak vermiş, Seyit de birliğiyle birlikte savaşa katılmıştır. 1913’te Balkan savaşının sona ermiş olmasına rağmen Seyit terhis edilmemiştir.

      1914’te Birinci dünya savaşı patlak verince Seyit de Çanakkale’de topçu eri olarak vazife almıştı.

      Çanakkale Boğazı’nın Rumeli yakasında, Kilitbahir denilen mevkide 28 lik Mecidiye bataryasında Şeyit’le birlikte kırk kişi vazifeliydi.

      17 Mart 1915’te Çanakkale’deki bütün birliklerde yoğun bir faaliyet görülmekteydi. Ertesi gün, düşmanın büyük bir hücuma geçeceği haber alınmıştı.

      Seyit Onbaşının bataryasında da hazırlıklar tamamlanmış ve düşmanın taarruzu beklenmeye başlanmıştı.

      18 Mart 1918’de ilk önce Fransız daha sonra İngiliz zırhlıları Çanakkale boğazında görülmüşlerdi. Kıyılan yoğun top ateşine tutan düşman zırhlıları aynı şiddette karşı ateşle karşılaşınca duraklamışlar, fakat ateşlerini kesmemişlerdi.

      Anadolu ve Rumeli kıyılarından ateş ve dumanlar göklere yükselmekteydi, düşman ateşi aralıksız devam ediyordu.

      İngilizlerin en büyük savaş gemilerinden Queen Elizabeth ve Ocean zırhlıları Koca Seyit’in bataryasının bulunduğu Kilitbahir önlerine gelmiş, kıyıyı top ateşine tutmuştu.

      Ateş çemberi genişleye genişleye Koca Seyit’in bataryasına ulaşmıştı. Bataryanın sağına soluna mermiler peşpeşe düşmeye başlamıştı. Durumun kritik oluşunu gören batarya komutanı “sığınağa!” emrini vermişti. Fakat batarya erleri sığınağa ulaşmadan müthiş bir gürültü kopmuş, sanki yer yerinden oynamıştı. Koca Seyit de o gürültüden sonrasını hatırlamıyordu. Düşman gemilerinden atılan bir mermi cephaneliğe isabet etmiş, cephanelik havaya uçmuştu.

      Bataryadaki erlerden on dördü şehit olmuş, yirmi dördü ise yaralanmıştı. Sadece Seyit ile Ali isimli arkadaşı yara almadan kurtulmuşlardı.

      Sağlık erlerinin müdahelesiyle kendine gelen Seyit gözlerini açınca etrafta şehit olan arkadaşlarının cesetlerim görmüş ve arkadaşlarından durumu öğrenmişti. Bataryada ikisinden başka kimse kalmamıştı.

      Bataryanın toplarından ikisi toprağa gömülmüş ve kullanılmaz hale gelmişti. Sadece bir tanesi kullanılabilir haldeydi. Onun da vinci kırılmıştı.

      Koca Seyit, bir denizde hâlâ ateş püsküren düşman zırhlısına bir yerde yatan şehitlere bir de topa bakmış ve büyük bir hırsla her biri 215 okka (276 kilo) ağırlığındaki mermilere yönelmişti. Arkadaşı Niğdeli Ali şaşırmıştı, Koca Seyit ne yapmak istiyordu. Seyit, şaşkın şaşkın kendisine bakan arkadaşına “yardım et de mermiyi yükleneyim” demiş, ardından da “Ya Allah” diyerek koca mermiyi kavramış ve Ali’nin yardımıyla sırtlamıştı. 276 kiloluk yüküyle 28’lik topun altı basamağını çıkan Koca Seyit mermiyi topun ağzına yerleştirmeyi başarmıştı. İmanın hem nur hem de kuvvet olduğunu göstermişti Koca Seyyit. Bu hakikati bütün dünyaya ilan edecekti. Şimdi bütün dikkatini vermiş önünde canavar gibi duran Ocean’ın üzerine çevirmişti topun namlusunu. Hedefi iyice tesbit edip nişanının doğru olduğuna kanaat getirdikten sonra “Ya Allah, bismillah!” diyerek topu ateşlemişti. Topun gürlemesiyle birlikte karşıdaki düşman gemisinden yoğun siyah bir duman yükselmişti. Anında yalpalamaya başlamıştı. Koca gemi isabet almıştı. Gemi personelinin sesleri kıyıdan duyuluyordu. Vurmuştu Koca Seyit, koca kefere gemisini. Ve mağrur düşmanın koca gemisi batacaktı.

      Düşmanlar Mecidiye bataryasının safdışı edildiğini zannetmekteydiler. Kilitbahir cephesindeki komutanlar da aynı kanaate varmışlardı. Fakat Mecidiye bataryasından ateşlenen bir top düşman gemisini batırmıştı işte.

      Batarya komutanı Hilmi Bey derhal Mecidiye bataryasına koşmuş ve topu Seyitle arkadaşının ateşlediğini öğrenmişti. Hemen oracıkta onbaşı rütbesini takmıştı Seyit’e. Komutanlar takdirlerini bildirmekteydi. Seyit ise Anadolu insanının tevazuu ile kızarmakta ve “fazla birşey yapmadığını, sadece arkadaşlarının intikamını aldığını” söylemekteydi. “Nasıl yaptın?” sualine ise şu cevabı veriyordu. “Cenb-ı Hakkın yardımıyla.”

      Koca Seyit’in Ocean’ı batınşı bir anda her tarafa yayılmıştı. Mehmedcik taze moralle düşmanı şiddetli top ateşine tutmuştu. Gün batımına kadar devam eden şiddetli savaşta düşman perişan edilmişti. Düşman Çanakkale’yi geçememişti. Geçemiyecekti de…

      Çanakkale kahramanlarından Koca Seyit 1918’de terhis edilmişti. Köyüne dönen Seyit geçimini temin için çalışmaya başlamıştı. Fakat hain gözler cennet vatanın üzerinde olunca rahatlık yoktu.

      Düşmanların hücumları bitmiyordu. Daha düne kadar Osmanlı devletine bağlı olan “uşak tabiatlı” Yunanlılar 15 Mayıs 1919’da İzmir’i, 28 Mayıs 1919’da da Ayvalık ve Edremit’i işgal etmişti. Vatan istila altındaydı, Çanakkale’nin şanlı gazisi Seyit onbaşı durabilir miydi? Durmadı ve işgal haberini alır almaz cepheye koştu.

      Karış karış vatanını müdafaa eden yediden yetmişe Anadolu insanıyla omuz omuza verip vuruşuyordu. Koca Seyit, Ordunun 26 Ağustos 1922’de başlattığı büyük taarruza da iştirak etmiş ve 28 Ağustos’ta cereyan eden muharebede iki yerinden yaralanmıştı. Büyük zaferin kazanıldığını hastanede yatarken öğrenmişti Koca Seyyit. Dünyalar kendisinin olmuştu. Artık asırlardır olduğu gibi şanlı bayrağı semalarda hür olarak dalgalanacak, Ezan-ı Muhammedi vatan semalarından eksik olmayacaktı.

      Savaşın kazanılmasından sonra mütevazı hayatını devam ettirmişti. Koca Seyyid, fakirdi, çoluk çocuğunun geçimini sağlamak için binbir meşakkatle dağdan odun getiriyor, odun kömürü yapıp satıyordu.

      Koca gazinin madalyası bile yoktu. O da “müracaat et sana madalya versinler, maaş bağlasınlar” diyenlere, “Biz madalya için, maaş için dövüşmedik. ‘Ya şehid olacağız ya gazi’ dedik. Ücretini Cenab-ı Allah’tan bekledik ve Rabbim bize gazilik rütbesini nasib etti” demiştir.

      1939 yılının Aralık ayında vefat eden Koca Seyit geride maddî hiç bir servet bırakmamıştı. Madde bakımından belki dünyanın en fakir insanıydı, fakat, şanlı tarihe malolan şanlı hatıralar bırakmıştı.

    406. Anadolunun kapısını müslümanlara açan büyük İslâm kahramanı

      SULTAN ALPARSLAN Üzerinde yaşadığımız bu cennet vatanı bizlere armağan eden büyüklerimizden birisi de Sultan Alparslan’dır. İslâmın bu bahadır evlâdı Malazgirt’te kalabalık Bizans ordusunu perişan ederek Anadolu’nun kapısını Müslümanlara açmıştır. Fetih ordusu da açılan bu kapılardan tekbirlerle girmiştir ve her karışını kanlarıyla sulayarak kendilerine yurt edinmişlerdir…

      Selçuklu Devletinin ikinci büyük hükümdarı olarak tahta geçen Sultan Alparslan 20 Ocak 1029’da doğmuştur. Küçük yaşlardan itibaren babası Çağrı beyin yanında muharebelere iştirak etti. Cenk meydanlarında kılıç sallayarak yetişti. Babasının sağlığında iken mert ve mahir bir kumandan olarak tanındı. Bizzat kumanda ettiği orduyla birlikte pek çok savaşlara katıldı ve zaferler kazandı. Çağrı Bey, henüz sağlığında oğlu Alparslan’ı Horasan tahtına veliaht tayin etmişti. Çağrı Bey 1060’ta vefat edince Alparslan Horasan valisi oldu.

      Alparslan, amcası Tuğrul Beyin 7 Eylül 1063’te evlad bırakmadan vefat etmesi üzerine, 7 Aralık 1063’te Selçuklu Beyleri tarafından tahta çıkarıldı ve kendisine biat edildi. Kısa zamanda bütün Selçuklu beyleri ve Tuğrul Beyin veziri El-Kunduri de Alparslana biat etti (bağlılığını bildirdi). 27 Nisan 1064 günü Halife Kaim bi Amrillah’ın da hazır bulunduğu bir mecliste cülus merasimi yapıldı ve Alparslan sultan ilan edildi.

      Alparslan ilk icraat olarak, asayişi temin etti. İsyanları bastırdı. Devlet teşkilatına ve orduya çeki düzen verdi. Akabinde de fetih harekâtına başladı. 1064’te bir Hıristiyan krallığı olan Gürcistan’ı fethetti. Kars’ı ve Ani’yi aldı.

      Devleti için Bizanslıları devamlı bir tehdit unsuru olarak gören Alparslan, düşman üzerlerine gelmeden önce düşmanın üzerine gidilmesi yolunu seçti ve namlı kumandanlarını Anadolu’ya akınlara gönderdi. Bunlardan, Gümüş Tekin, Afşin ve Ahmed Şah Anadolu içlerine daldılar ve Bizans ordularını bozguna uğrattılar.

      Afşin Bey 1067’de Malatya civannda çok kalabalık Bizans ordusunu bozguna uğratmış, Kayseri’yi fethederek Orta Anadolu’ya kadar ilerlemişti.

      Afşin Bey 1069 senesinde de Anadolu’da Bizans ordusunu bozguna uğratarak akınlara devam etmiş ve Ege sahillerine kadar ilerlemiştir.

      Alparslan, Kutalmışoğlu Süleyman Şah’a da Anadolu’nun fethini emretmişti. Bu namlı kumandan aldığı emir üzerine süratle Anadolu’ya dalmış ve fetih harekatlanna başlamıştı.

      Selçukluların Anadolu’da üst üste kazandıkları zaferlerden ürken Bizanslılar, kesin netice almak için büyük bu ordu hazırlamışlardı. İki yüz bin kişilik bir büyük ordunun başına imparator Romanos Diogenes geçmişti. Niyetleri Müslüman Türkleri Anadoludan çıkarmak, hatta bütün Selçuklu topraklarını ele geçirerek bu devleti ortadan kaldırmaktı. Bu niyetle yola çıkmışlardı ve kendilerinden de son derece eminlerdi. Böyle kalabalık bir orduya kimsenin karşı koyamayacağını zannediyorlardı.

      Bizans ordusu şarka doğru ilerlediği esnada Alparslan Halep civannda bulunmaktaydı. Niyeti, bütün Suriye’yi fethetmekti. Bizanslıların Anadolunun doğusundaki yerleri ele geçirip Azerbaycan’a girmek maksadıyla ilerlediklerini haber alınca ordusunun bir bölümünü Suriye’nin fethi için bırakıp kalan 54 bin kişilik kuvvetle süratle yola çıktı. Fırat’ı geçip, Diyarbakır yoluyla Ahlat’a doğru hareket etti. Bu esnada Bizans ordusu Malazgirt’e gelerek kaleyi ele geçirmişti.

      Sultan Alp Arslan, Buharalı İmam Muhammed Bin Abdülmelik’in tavsiyesi üzerine muharebeyi Cuma gününe denk getirmişti. 26 Ağustos 1071 Cuma günü bütün İslam beldelerinde ve Malazgirt ovasında kılınan Cuma namazında halifenin gönderdiği şu hutbe ve dua okunmuştur:

      “Allahım! İslâmın sancaklarını yükselt ve hayatlarını Sana kulluk için esirgemeyen mücahidlerini yalnız bırakma! Ya Rabbi! Alp Arslan’ı düşmanlarına karşı muzaffer kıl ve onun askerlerini meleklerin ile kuvvetlendir! Zira O, Senin rızanı kazanmak için varlığını, canını ve her şeyini fedadan sakınmıyor. O Senin yolunda ve dininin üstünlüğü için nasıl cihat yapıyorsa Sen de onu öylece koru ve düşmanlarını kahret!”

      Malazgirt ovasında kılınan Cuma namazından sonra bütün erler bir birleriyle helallaşmıştı. Alparslan beyaz bir elbise giymişti.

      Toplanan askerlerin yanına gelen Alparslan, atından inerek secdeye varmış ve Âlemlerin Rabbine şöyle niyazda bulunmuştu:

      ‘Ya Rabbi! Seni kendime vekil yapıyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda cihad ediyorum. Ey Allahım! Niyetim halistir, bana yardım et, sözlerimde hilaf varsa beni kahret!”

      Sultan Alparslan daha sonra askerlerine dönerek şöyle demiştir:

      “Burada Allah’tan başka bir sultan yoktur; emir ve kader tamamiyle O’nun elindedir. Bu sebepten benimle birlikte savaşmakta veya savaşmamak için uzaklaşmakta serbestsiniz.”

      Askerler heyecanla, hep bir ağızdan; “Asla emrinden ayrılmayacağız!” diye haykırmışlardı. Alparslan konuşmasına şöyle devam etmiştir:

      “Ey askerlerim! Eğer şehid olursam bu beyaz elbise kefenim olsun, Zaferi kazanırsak önümüzde çok hayırlı günler olacaktır. Ey askerlerim ve kumandanlarım! Daha ne zamana dek biz azınlıkta düşman çoğunlukta olmak üzere, böyle bekliyeceğiz. Düşmanı yenersek arzu ettiğimiz netice

      hasıl olacaktır. Yoksa şehit olarak Cennete gideceğiz. Beni izlemek isteyenler gelsinler. Geri dönmek isteyenler serbestçe dönsünler. Onlara hiçbir ceza verilmeyecektir. Bugün burada ne emreden bir sultan, ne de emir alan bir asker vardır. Ben de sizlerden biriyim ve sizinle birlikte savaşacağım.”

      Bu konuşmasından sonra oku, yayı atarak kılıcını sıyıran Alparslan, “Bismillah!” diyerek en ön safta düşmana doğru at sürmüştür. Kumandanlarının arkasından şimşek gibi Bizans ordusu üzerine atılan 54 bin er, düşman ordusunu perişan etmişti. Gün boyu devam eden savaş neticesinde müslümanlar kesin zaferi kazanmış, kılıç artığı Bizans askerleri yüz geri kaçmağa başlamışlardı. İmparator Diogenes esir alınmıştı. İmparator, Sultan Alparslan’ın huzuruna getirildi. Muzaffer padişah esir imparatorun ellerini çözdürdü ve yanına oturttu. Esir imparatora misafiriymiş gibi davranıyordu. Sohbet esnasında İmparator’a sordu:

      “Ey Rum Kayzeri, ben senin eline esir düşmüş olsaydım, bana nasıl muamele ederdin? Diogenes:

      “Kamçılattınrdım” diye cevap verdi. Alparslan:

      “Şimdi, benim size nasıl bir muamelede bulunacağım tahmin ediyorsunuz?”

      “Ya öldüreceksiniz, yahut da bir harp esiri sıfatıyla bütün Selçuk ülkesini dolaştıracaksınız. Çok zayıf bir ihtimale göre de, benden bir kurtuluş akçesi ve rehineler aldıktan sonra serbest bırakacaksınız.”

      Alparslan bu cevab karşısında tebessüm etmiş ve Diogenes’e: “Bilemediniz. Düşündüğünüzün hiçbirisini yapmayacağım. Sizi karşılık beklemeden serbest bırakacağım” demiştir.

      Alparslan, Diogenes’e bol miktarda altın para verdi ve yanına muhafızlar katarak İstanbul’a kadar emniyetle gitmesini temin etti.

      Malazgirt zaferi üzerine Anadolunun kapısı Müslümanlara açılmıştı. Bu cennet belde kısa zamanda tevhid ehli ile dolacak, tekbirlerle nurlanacaktı.

      Alparslan 1072’de Mâverâünnehir civarında fetih hareketlerine girişti. Fethettiği bir kalenin komutanı olan Yusuf Harezmî tarafından hançerlendi. Aldığı bu hançer yarasından kurtulamadı ve 25 Ekim 1072’de şehid olarak baki âleme göçtü. Cenazesi Merv şehrine götürülerek oraya defnedildi.

      Mahir bir kumandan ve müdebbir bir idareci olan Alparslan İslâmiyeti harfiyyen yaşamaya gayret etmiş ve İslamiyetin kazandırdığı güzel ahlakla milletine örnek olmuştur. Düşmanlarını bile affetmesiyle, üstün ahlakını göstermiştir.

      Alparslan, veziri Nizamülmülke geniş selahiyetler vererek memleketin baştan başa ilim ve irfan güneşiyle aydınlanmasına çalışmıştır. Hakkı tebliğ etmek ve yaymak için bütün imkanları seferber etmiş, Müslümanlara yönelen tehlikeleri bertaraf etmek için hayatını ortaya koymuş, cihaddan cihada koşmuştur.

      Yahya Kemal’in “Alparslan’ın Ruhuna Gazel’ şiirini hatırasını yâd maksadiyle naklediyoruz…

      “İklîm-i Rûm’u tuttu cihangir savleti Tarîh o işde gördü nedir şîr savleti

      Titretti arş ü ferşi Malazgird önündeki Çüş ü hurûş-ı rahş ile şemşîr savleti

      On yılda vardı sahil-i Kostantaniyye’ye Yer yer vatan diyarını teshir savleti

      Ey şanlı cedd-i ekberimiz ab-ı tigınin Bî-hadd imiş güneş gibi tenvir savleti

      Tasvir eder mi böyle şehinşâhı ey Kemâl Şimşekten olsa şi’rde ta’bir savleti”

    407. Seyyah-ı âlem ve ferid-i beni âdem

      EVLİYA ÇELEBİ On ciltlik muhteşem eseri “Seyahatnamesi” ile dünya çapında tanınan âlimimiz ve seyyahımız Evliya Çelebi’nin hayatının dönüm noktası bir rüya ile başlar. Seyahatnamenin birinci cildinde gördüğü bu rüyayı şöyle anlatmaktadır:

      “İstanbul’da hanemde bir gece uykuya dalmıştım. Birden bire kendimi Yemiş iskelesi yanında bulunan Ahi Çelebi Camiinde gördüm. Camiinin içi nur yüzlü bir cemaatle dolup taşmıştı. Ben de bu camiinin içine girerek minberin dibine diz çöküp oturdum. Bu nur yüzlü pirleri hayranlıkla temaşaya daldım. Fakat bunlann kim olduklarını anlayamamıştım. Nihayet yanımda bulunan bir zata sordum: ‘-Benim sultanım, ism-i şerifinizi ihsan buyurur musunuz?’ dedim. O zat, Kemankeşlerin Piri “Sa’d ibni Ebi Vakkas” olduğunu söyledi. Derhal elini öptüm. Yine:

      “-Sizin yanınızdaki zatlar kimlerdir?’ diye sual ettiğimde: ‘Sahabe-i Kiram ve Ensar Hazretleridir dedi. O tarafa baktım. Bu zatlar sıra ile Hazret-i Ebu Bekir (ra), Hazret-i Ömer (ra), Hazret-i Osman (ra), Hazret-i Ali (ra) idiler. Bunları doya doya seyredip taze can buldum. Mihrapta ise Kâinatın Efendisi Peygamber Efendimiz Aleyhisselâtü vesselam oturmakta idi. Biraz sonra yanımda oturmakta bulunan Sa’d İbni Ebi Vakkas Hazretleri elimden tutup beni Peygamber Efendimizin huzuruna götürdü ve dedi ki:

      ” ‘Âşık’ı sâdıkın ve ümmet-i müştakın Evliya kulun şefatin rica eder.’

      “Ben de derhal Hazret-i Peygamberin dest-i mübareklerini bûs ettim. Fakat heybetlerinden çok korkarak titredim. Kendilerine:

      ” ‘Şefaat ya Resulallah!’ diyeceğim yerde:

      “Seyahat ve Resulullah! diyi verdim. Cenab-ı Peygamber derhal tebessüm ettiler. Seyahatlerimin hayırlı olması için ‘Fatiha’ dediler. Bundan sonra sıra ile Eshab-ı Kiram’in ellerini birer birer öptüm. Cümlesi:

      “Seyyâh-ı âlem ve ferîd-i beni âdem ol! “diye dua ettiler. Ben de Ahi Çelebi Camiinden dışarı çıktım.

      “Sabah olup uyanınca bir abdest alıp bu rüyamı tabir ettirmek üzere Kasımpaşa’da İbrahim Efendi Hazretlerine gittim. Bu zat bana:

      “Sen büyük bir seyyah olacaksın!’

      “buyurdu. Ben de bundan sonra seyahata çıkıp gördüklerimi yazmaya başladım.”

      Sahabelerin yaptığı dualar Dergâh-ı İlâhî’de kabul olunmuş ve Evliya Çelebi benzeri olmayan ve sahasında da tek olan dünya seyyahı oluvermiştir.

      Asya, Avrupa ve Afrika’ya yayılan imparatorluğun topraklarını adım adım dolaşarak gördüklerini tesbit eden Evliya Çelebi’nin telif ettiği on bin sahifelik “Seyahatname”si emsalsiz bir tarih ve coğrafya eseri olarak dünya ilim âleminin dikkatini çekmiştir.

      Meşhur seyyahımız 1630’da gördüğü yukarıda bahsi geçen rüyadan sonra, ilk seyahatim 1640’ta ailesinden gizli olarak Bursa’ya yapmıştır. Çıktığı bu ilk seyahati bir ay devam etmiştir. Evliya Çelebi Seyahatnamenin ikinci cildinde seyahat dönüşü babasının tavrım ve kendisine yaptığı nasihatlan şöyle anlatmaktadır:

      “Hakir o gün hane-i gamkînimize (gam içinde olan evimize) varıp peder ü mâderin (baba ve ananın) dest-i şeriflerini (ellerini) öpüp huzur-i şeriflerinde (önlerinde) karar ettiğimde (durduğumda) peder-i azizim eyitti:

      “Safa geldin Bursa seyyahı! Sefa geldin! ‘Halbuki ne canibe gittiğimden kimsenin haberi yok idi. Hakir dedim: ‘Sultanım, hakirin Bursa’da idiğimi nerden bildiniz?’

      “Buyurdular ki: -Sen bin elli senesi muharreminin aşuresinde (1640 senesi Mayıs başları) kaybolduğun gece ben nice me’sure (makbul dualar) tilâvet ettim. Bin kerre “kevser” suresini okudum. Ol gece Âlem-i menamda (uykuda) seni gördüm ki Bursa’da Emir Sultan zaviyesinde ruhaniyetten istimdat ile seyahat rica edip bükâ ederdin (ağlardın) o gece bana nice ehl-i hal canlar rica edip senin seyahata gitmekliğin için izin talep eylediler. Ben de ol gece cümlesinin rızasıyla sana destur (izin) verdim. Fatiha tilavet eyledik.

      “Gel imdi, oğul! Şimdengeri (bundan sonra) sana seyahat göründü. Allah mübarek eyliye. Amma sana nasihatim var” diye elimden yapışıp, huzurunda ayak üzerine durdurup sağ eliyle sol kulağımı burarak şu nasihata ağâz eyledi (başladı):

      “Oğul! âdem yoksul olur, besmelesiz taam (yemek) yeme. Sırrın var ise sakın avratına deme. Cünüp iken yemek yeme. Esvabının (elbisenin) söküğünü üstünde dikme. İyi adını keme takma. Keme (kötüye) yoldaş olma, zararını çekersin. Sen yürü ileri, gözüm, kalma geri. Alay bozma…”

      Seyahat için babasından da ruhsat alan Evliya Çelebi o tarihten itibaren vefatına kadar durmadan gezip dolaşmıştır.

      Tatlı dilli, hoş sohbet seyyahımız Evliya Çelebi, 1611 yılında, İstanbul’un Unkapanı semtinde dünyaya gelmiştir. Asıl ismi Hafız Mehmed Zıllî Evliya idi Aslen Kütahyalı olan babası, Sultan IV.Murad’ın Kuyumcubaşısı Derviş Mehmed Zıllî Efendi de âlim bir zattı. Evliyanın kuvvetli bir tahsil görmesi için çalışmıştır. Evliya da babasını mahcup etmemiş, zekası, çalışkanlığı ve kabiliyetiyle hocalarının takdirini kazanmıştır. Hamid efendi medresesindeki tahsilini ikmal ettikten sonra, tanınmış âlim Ahfeş Efendi’den yedi sene ders almış, Evliya Mehmed Efendi’nin de ilminden istifade etmiştir. Bilahare Topkapı Sarayındaki Enderun-u Hümayun’a girmiş, burayı bitirdikten sonra da sipahi sınıfına dahil olmuştur.

      Sultan IV.Murad, ilmini ve ahlakını yakinen bildiği Evliya Çelebiyi saraya muhasib olarak almıştır. Evliya Çelebi Sultan İbrahim ve Sultan IV. Mehmed devirlerinde de mühim resmi vazifeler almış ve bu vazifeler dolayısiyle çeşitli beldeleri gezmiştir.

      Defterdarzade Ahmet Paşa ile Anadolu’yu, Şam Beylerbeyi Murtaza Paşa ile Suriye ve Filistin’i gezdikten sonra Melek Ahmed Paşa’nın sadrazamlığında sadarette memuriyet almış, Paşa’nın Rumeli Beylerbeyliğine gönderilmesi üzerine onu takib etmiştir.

      Fazıl Ahmed Paşa’nın ordusuyla birlikte Avusturya’ya gitmiş, yolda gördüğü yerler hakkında çeşitli malzeme toplamıştır.

      Elçi Mehmed Paşa ile birlikte Viyana’ya gitmiş, bu vesile ile Avusturya şehirlerini dikkatle tedkik etmiştir. Seyahatini İspanya, Hollanda ve Danimarkaya kadar uzatmış, daha sonra Eflak-Boğdan, Kırım, Kafkasya ve Hazer Denizi çevresini, Volga boylarını incelemiştir.

      Hac vazifesini yerine getirmek için Hicaza, oradan Mısır, Sudan ve Habeşistan’a gitmiştir.

      Yetmiş senelik ömrünü devamlı seyahat etmekle geçiren Evliya Çelebi, Osmanlı devletinin hemen bütün şehirlerini ve kasabalarını gezmiştir. Anadolu, Rumeli, Suriye, Irak, Mısır ve Hicaz’ın yanı sıra Macaristan, Transilvanya, Almanya, Hollanda, Bosna-Hersek, Dalmaçya, Güney Rusya, Kırım, Kafkasya ve İran’ın birçok bölgelerini dolaşmıştır.

      Gördüklerini basit bir şekilde ele almamış, köklü incelemelerde bulunmuştur. Bölgelerin ahlak, görgü ve an’anelerini, meşhur şahıslarını, binalarını ve tarihlerini inceledikten sonra kaleme almıştır.

      Seyahatlerinden bir kısmını savaşlara katılmak suretiyle yapan Evliya Çelebi, bizzat savaşlara da katılmış ve silah kullanmada, ata binmedeki maharetini harp meydanında göstermiştir.

      Güzel sesi ve hoş sohbeti ile her zaman padişahların, vezirlerin ve komutanların yanıbaşında bulunmuştur. Onun hoş sohbeti yazı üslubuna da aksetmiş ve ölmez eseri “Seyahatname” zevkle okunan bir klasik hüviyetini asırlardan beri muhafaza etmiştir.

      Ömrünü ilme adayan bu değerli âlim ve seyyahımız hiç evlenmemiştir. 1681’de vefat eden Evliya Çelebi’nin mezarı kayıptır.

      Seyahatname’si muhtelif dillere tercüme edilmiş olan dünya çapında şöhret sahibi Evliya Çelebi’nin mezarının kayıp oluşunu kabullenmek istemiyorduk bir türlü. Araştırmaya başladık. Tarihî kaynaklar, Evliya Çelebi’nin Mısır Seyahati dönüşünde İstanbul’da vefat ettiğini ve Lohusakadın türbesinin yanına defnedildiğini söylemekteydi. Şişhanede bulunan Lohusakadın türbesinin yanında Meyyiz Zade Kabri ve onun bitişiğinde Evliya Çelebi ailesine ait mezarlık bulunmaktaymış. O civarda yaptığımız araştırmada, Lohusakadın türbesinden başka hiç bir mezar göremedik. Nasıl olurdu, koskoca mezarlık nereye giderdi? Kafamıza düğümlenen suallerin cevablarını değerli tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı’da bulduk. Şöyle diyordu Konyalı:

      “Evliya Çelebi ve babası, IV.Murad’ın kuyumcubaşısı Mehmed Zıllî Efendi Lohusakadın türbesinin yanında medfundur. Fakat yol yapılırken ordaki bütün mezarlar yerinden söküldü ve mezar taşları bir çukura dolduruldu. Ben yol yapılırken gitmiş ve mezar taşlarını görmüştüm.”

      Bu ifadeden sonra tekrar Şişhane’ye gittik ve bu defa mezar taşlarını aramaya başladık. Ne yazık ki bütün aramalarımıza rağmen bir tek mezar taşına bile rastlayamadık. Evet, Koca Evliya Çelebi’nin, Mehmed Zilli Efendi’nin ve daha nice büyüklerin mezarları yok olmuştu, yok dilmişti. Evliya Çelebi’yi araştıran Batılı bir araştırmacı İstanbul’a gelip Evliya Çelebi’nin mezarını sorsa, “yoktur” veya “kayıp” cevabı verilecekti. O da “Ayıp” diyemeyecek kadar nezaket sahibi ise, “yazık” diyecekti. Nitekim öyle de demektedirler.

    408. İlk uçan ilim adamı

      HEZARFEN AHMED ÇELEBİ

      Günümüzde ilim ve teknikte ilerlemiş ülkelerin muhtelif gayelerle uzaya araçlar göndermelerine şahit olunca, ilk füzeyi bularak bizzat tecrübe eden Lagari Hasan Çelebi’yi ve kanat vasıtasıyla havada uçmaya muvaffak olan Hezarfen Ahmed Çelebi’yi hatırlamadan edemiyoruz.

      Hezarfen Ahmet Çelebi’nin yaklaşık olarak üçyüz sene önce yaptığı tecrübe; yıllardan beri “eller aya biz yaya” tekerlemesini söyleyerek kendi değerlerini küçümseyen mazisinden habersizlerin yüzüne inen hakikat tokatlarıdır…

      Avrupalıların, insanın uçabileceğini hayallerinden bile geçiremedikleri zamanda Hezarfen Çelebi uçmaya muvaffak olmuştur.

      17.Asırda yaşamış bu değerli ilim adamımızın hayatı hakkında geniş bir malumat yoktur. IV.Murad zamanında yaşadığını ve meşhur tecrübesini IV.Murad’ın da seyrettiğini bilmekteyiz.

      Muhtelif ilimlerde inkişaf etmiş olan Ahmed Çelebi halk tarafından “bin fenli” mânâsına gelen “Hezarfen” lakabıyla tanınmaktaydı.

      Ahmed Çelebi kendisinden önce yaşamış olan İsmail Cevheri gibi uçmaya merak salmıştı.

      Türkistan’ın Farab şehrinde doğan İsmail Cevheri, kollarına bağladığı iki düz satıhla Nişabur camiinin minaresinden aşağı atlayarak uçmayı, denemiş, fakat muvaffak olamamıştı. Bazı tarihçilere göre bu tecrübe esnasında hızla yere düşerek vefat etmişti.

      Ahmed Çelebi uçmayı inceden inceye hesap yaptıktan sonra denemiştir. Ahmed Çelebi araştırma ve tecrübelerine önce evinde başlamıştır. Ardından Okmeydanında yüksekçe yerlerden kartal kanatlarıyla rüzgarlı havalarda atlayarak tecrübelerde bulunmuştur.

      Yaptığı bütün tecrübelerde müsbet neticeler elde eden Hezarfen Ahmet Çelebi nihayet büyük tecrübeyi yapmaya karar verir.

      Balmumu ve kartal kanatlarından yaptığı kanatlan kullanarak Galata kulesinden atlayacak ve bir müddet uçtuktan sonra yere inecektir.

      Tecrübeyi merak eden Padişah Sultan Murad da bu uçuşu seyredecektir. Kararlaştırılan lodoslu bir günde Galata kulesinin en tepe noktasına çıkan Ahmed Çelebi “Ya Allah” diyerek kendisini boşluğa bırakmış ve yapma kanatlarını çırpmaya başlamıştır. Hayret dolu bakışlar arasında uçmaya başlayan

      Ahmed Çelebi Üsküdar’daki Doğancılar meydanına sağ salim inmeğe muvaffak olmuştur.

      IV.Murad bu muvaffakiyetinden dolayı Ahmet Çelebi’yi mükafatlandırmış, fakat bilahere bazı devlet ricalinin müdahalesiyle Cezayir’e sürmüştür. Hasan Çelebi’nin tecrübeleri ilk uzay çalışmalarını Müslüman Türklerin başlattıklarını gösteren müşahhas delillerdendir.

      Legari Hasan Çelebi de yine IV. Murad zamanında tarihte ilk defa füzeyle uçan adam unvanını kazanan tecrübeyi yapmıştır.

      Hasan Çelebi kendi icadı olan, elli okkalık barut macunu ile dolu, yedi kollu bir fişeği vücuduna bağlatmış ve bu fişekleri yardımcılarına ateşlettirmiştir. Fişekleri ateşlettirmeden evvel Sinan Paşa köşkünde kendisini seyreden IV.Murad’a dönerek, “Padişahım, İsa Nebiyle konuşmaya gidiyorum. Sizi Allaha ısmarladım” diye latife etmiştir. Fişeklerin ateşlenmesi üzerine süratle gökyüzüne doğru fırlayan Hasan Çelebi barutların bitmesi üzerine kollarına taktığı kanatlan açmış ve Sinanpaşa köşkü önünde denize salimen inmiştir.

      IV.Murad bu muvaffakiyeti için Hasan Çelebiyi mükafatlandırmış ve onu sipahi sınıfına kaydettirmiştir.

      Legari Hasan Çelebi ve Hezarfen Ahmet Çelebi gibi ilim adamlarımız, bu çalışmalarıyla, devekuşu misali başını kuma gömerek mazisine ısrarla sırt çevirenlere asırlar ötesinden âdeta şöyle haykırmaktadırlar:

      “Bu tecrübeleri devam ettirseydiniz, dünyanın zevkine sefasına kapılmasaydınız, sizler de pekâla ay’a gidebilirdiniz.”

    409. Avrupalılarla güreşmeyi cihad kabul eden cihan şampiyonu pehlivan

      KOCA YUSUF
      Pehlivanlarımızın dünyaya nam saldıkları 19. asırdayız. Henüz yürümeye başladığı andan itibaren akranlarıyla kapışarak pehlivanlığa ilk adımı atan yiğitlerimiz, büyüdükçe ustaların nezareti altında güreş dersi alarak er meydanına hazırlanmaktadırlar. Devrin hâkim havası altında, sağlam bir dinî ve millî kültür alan pehlivanlar, mertlik, yiğitlik, pehlivanlık yarışıı yapmayı en büyük zevk kabul etmektedirler. Devrin insanlarının en büyük eğlencesi de bu yiğitlerin güreşlerini seyretmektir.

      Asırlardır harp meydanlarında gayr-i müslimlerle karşılaşmış yiğitlerimiz, ilk defa 19. asırda, sulh zamanında “diyar-ı firengistan”da gayr-ı müslim pehlivanlarla karşılaşmışlardır. Avrupa ve Amerika’da güreşerek dünyaya nam salan pehlivanlarımızın en meşhuru Koca Yusuf tur.

      Gelmiş geçmiş en meşhur pehlivanlarımızdan olan Koca Yusuf, ulemâların “darül harp”te güreş tutmanın ve müslümanların maddeten de güçlü olduklarını isbat etmenin de bir cihad olduğu yolunda beyanları üzerine Avrupa ve Amerika’ya itmiş oralardaki bütün meşhur pehlivanların sırtını yere vurarak cihan pehlivanı unvanını almıştır.

      Evlâd-ı fâtihan’dan olan Koca Yusuf 1865’te Deliorman’ın Şumla köyünde dünyaya gelmiştir. Çocukluğundan itibaren güreşe merak salan Yusuf on altı yaşında ayağına kisbet geçirerek er meydanında boy göstermeye başlamıştır.

      Yusuf, çevikliği, kuvveti, ustalığı yanı sıra; açık sözlülüğü, mertliği ve İslâm’ı yaşamadaki hassasiyetiyle de dikkatleri çekmektedir.

      Yirmi yaşına geldiğinde kendisine antreman verecek pehlivan bulamayan Koca Yusuf çoğu vakit tek başına çalışmaktadır.

      Yusuf, koca koca kütükleri kaldırmakta, bu kütükleri kucağına alarak taşımaktadır. Her gün yüksek dağlara inip çıkan, koşan, temiz havayı ciğerlerine dolduran Yusuf, duvar idmanı yapmakta, çamur yoğurarak parmaklarını ve bileklerini kuvvetlendirmektedir.

      Koca Yusuf yirmi yaşında iken 1885 yılında, 26 senedir Kırkpınar Başpehlivanlığını elinde bulunduran Aliço ile berabere kalmış, Aliço da sonrasında Koca Yusuf un “başpehlivanlığa” layık bir yiğit olduğunu kabul ederek başpehlivanlığı devretmiştir. Bu tarihten itibaren Yusuf Türkiye’nin başpehlivanıdır. Karşısına çıkan hiçbir pehlivan kendisinden bu unvanı almaya muvaffak olamamışdır. Devrin meşhur pehlivanları; Adalı Halil, Kara Ahmet, Katrancı, Karagöz Ali, Memiş, Filiz Nurullah, Kurtdereli Mehmet ve Hergeleci İbrahim Koca Yusuf la kapışmışlar, hepsi de Yusuf un kendilerinden üstün pehlivan olduğunu kabul etmişlerdir…

      Er meydanında kıran kırana güreş yapılmaktadır. Zamana sınırlama yoktur. Mesala 1890’da Koca Yusufla Adalı beş saat güreşmişler, fakat herhangi bir netice alamamışlardır.

      Türkiye’nin en kuvvetli adamı kabul edilen Yusuf, Fransız sirk cambazı Doublier’in dikkatini çeker ve Yusuf u Avrupa’ya götürerek güreştirmek bu sayede para kazanmak ister.

      Meseleyi Koca Yusuf a açtığında ilk başlarda kabul etmeyen Yusuf, bilahare parayı pulu aklına getirmeden, sadece “keferelerin sırtını yere vurmak” ve Müslümanların maddî kuvvet bakımından da üstün olduklarını isbatlamak için Avrupa’ya gitmeğe razı olur.

      Avrupalılar o devirde serbest güreşin yabancısı olduğundan Koca Yusuf Greko Romen güreşi dersi alır. 1895’te Fransa’ya gider. Yusuf, antremanda bile olsa içerisinde yenişme olmayan güreşi kabul etmemekte, karşısındaki rakibini tutar tutmaz yere sermektedir.

      Fransa’ya giden Yusufun nâmı kısa zamanda bütün Fransa’da duyulmaya başlamıştır. Yusuf peşpeşe yaptığı güreşlerde rakiplerini bir dakika bile beklemeden tuş yapmaktadır.

      Fransa’nın meşhur güreşçileri, Fenelon, Furnier, Dumont, Pol Pons, Sabes ve Feliks Bernard’ı Fransızları hayrette düşürecek kadar kısa zamanda yener. Mesela Dünya şampiyonu diye tanınan Sabes’i dört saniyede tuş eder.

      Yusufun rakiplerini nasıl yendiğini anlamaya bile vakit bulamayan seyirciler güreşlerin uzatılmasını istemektedirler. Yusuf ise böyle bir teklifi şiddetle reddetmektedir. Menejerleri Yusuftan yavaş güreşmesini rica ederler. Yusuf bu teklifi kabul eder. Fakat Yusuf rakipleriyle bir-iki dakika oynadıktan sonra kâfi bulmakta ve sırtlarım yere vurmaktadır. Çaresiz kalan organizatörler Yusufun karşısına peş peşe iki güreşçi çıkarırlar ve iki güreşçinin yirmi dakika dayanması halinde büyük para vadederler. Ne varki Yusuf kendisiyle peş peşe güreşen Gambier ve Raul gibi meşhur güreşçileri de yirmi dakika dolmadan tuş yapıverir.

      Yusuf, karşısına çıkan mağrur Rum Pierri ve İngiliz Tom Cannon’u da kısa zamanda tuş eder.

      Avrupalı organizatörler, bu müthiş pehlivanı ancak bir Müslüman pehlivanının yenebileceğine kanaat getirerek Türkiye’den Hergeleci İbrahim’i getirirler.

      Fransa’da karşı karşıya gelen Koca Yusuf la Hergeleci Avrupalıları hayrette bırakan müthiş bir güreş sergilerler. Anlaşmalarına göre güreş Türkiye’deki gibi serbest ve kıran kırana olacaktır.

      Güreş süratle devam ederken Yusuf, Hergeleci’ye boyunduruk takar, Hergelecinin burnundan kan akmağa başlar. Telaşlanan hakemler güreşi durdurup Hergeleci’ye bir şikayeti olup olmadığını sorarlar. Şaşıran Hergeleci burnundan devamlı akan kana aldırış etmeksizin; “Neden ola ki? İşte pekâla güreşip duruyoruz.” der.

      Oynaş güreşe alışmış Avrupalıların şaşkın bakışları arasında bir nara savuran Koca Yusuf bu defa Hergeleciyi Kurt kapanına alır. Hergeleci’nin boğulduğunu zanneden seyirciler telaşlanırlar, kadınlar bağrışmayâ, ağlaşmaya başlar. Jüri heyeti ayrılmalarını ister. Yusuf aldırış etmez. Birkaç kişi Yusufu çeker yine de ayıramazlar. Bu defa sopalarla, bastonlarla Yusufun sırtına, kafasına vurmağa başlarlar. Netice’de ayrılan pehlivanlar berabere ilan edilir. Her iki pehlivanımız da neticeden memnun değildir. Yusuf;

      “Ne güzel güreşiyorduk” derken Hergeleci;

      “Bizde erkek güleşir, kadın ağlar; ama asla güreşi bırakın demez.” ifadeleriyle kırgınlığını ortaya koymaktadır.

      Fransızlar Yusufu yendirmek için Amerika’dan zincirkıran lakaplı Leitner’i getirtirler. Ne var ki Yusuf Leitner’i de kısa zamanda tuş ediverir.

      Fransa’da karşısına çıkacak rakip bulamayan Yusuf sıkılmağa başlar. Onu en fazla organizatörlerin davranışları üzmektedir. Yusufun paraya pula metelik vermediğini bilen organizatörler onun sırtından büyük servetler elde ederken Yusuf a çok az pay vermektedirler. Yusuf buna da aldırış etmez. Fakat inancına göz dikilmesi Yusuf u çileden çıkarır.

      Güreşirken tesettüre riayet eden ve diz kapaklarını örten şortla güreş tutan Yusuf hususi hayatında da dinî inançlarına son derece bağlıdır. Namazlarını düzenli olarak kılmaktadır. Yemeklerinin piştiği kaplarda daha önce domuz yağı ve etiyle yemek pişmiş olması ihtimalini göz önünde bulunduran Yusuf önceden bu kaplan iyice yıkatmakta ve yemeklerin pişmesine bizzat nezaret etmektedir.

      Yusufun sırtından para kazanan Fransız Doublier sırf Yusufun inancıyla alay etmek için bir gün yemeğine domuz eti karıştırır. Bunu farkeden Yusuf, Doublier’i haklamak ister. Durumu farkeden Fransız kaçar. Ahlaksızlıktan tiksinen Yusuf, hele inancına karşı yapılan bu hakarete tahammül edemiyerek yapılan bütün teklifleri reddederek Fransa’da güreş yapmak istemez. Yusufun davranışları hayretle karşılanmaktadır. İngiliz Torna Cannon, “Meğer sizin Yusufun ahlakı da gövdesinin kuvveti kadar yamanmış” demektedir.

      Fransa’daki ve civardan gelen bütün meşhur güreşçileri yenen Yusuf kendisine yapılan teklifi kabul ederek Amerika’ya gider.

      Koca Yusuf Amerika’da

      Amerikan basını Koca Yusufun gelişine büyük ehemmiyet vermiş ve yaptıkları neşriyatlarla Yusufu methetmişlerdir. Gazeteler aynı zamanda Yusufun meydan okumasına cevap vermeyen Amerika’lı güreşçilerle de alay etmektedir.

      “Güreş âleminin İskender’i, Napolyon’u geldi”

      diyen Amerikan basını Yusuf tan şöyle bahsetmektedir:

      “Tırnağının ucuna kadar namuslu bir adam ve ne miktar olursa olsun para onu satın alıp cambazlık yaptıramaz.”

      “Bizim sporculara pek tuhaf gelecek bir gerçek var. Bu Türk paraya hiç önem vermiyor.”

      “Yusuf geldi. Güreş etmek istiyor ve isteğinde gayet samimi. Parasını da yatırdı. Gelgelelim karşısına çıkacak Amerikalı bulunmuyor. Bundan çıkan mânâ bizimkilerin müthiş ziyaretçinin kuvvetinden ürktükleridir.”

      “Müthiş Türk Yusuf, maçlarını Nev York’a gelmeden evvel ayarlamadığı ve güreş etmek istediğini uluorta söylediği için hata etmiştir. Böyle bir açıklama Amerikalı güreşçileri paniğe uğratmak için kâfiydi. Anlaşıldığına göre, şimdiye kadar şampiyonuz diye poz veren adamlar, Türk bu memlekette kaldıkça meydana çıkmayacaklar.”

      Güreşmek ümidiyle Amerika’ya gelen Yusuf her sabah organizatörlere; “Bugün güreşecek miyim” diye sormaktadır.

      Yusufun karşısına çıkacak güreşçi bulamayan organizatörler nihayet akıllarınca bir çare bulurlar. Yusufun karşısına peş peşe beş güreşçi çıkacaktır. Ne var ki, Yusuf birincisinin sırtını yere serince diğer dört güreşçi, mindere çıkmaktan vazgeçerek organizatörleri hayal kırıklığına uğratırlar.

      Bir diğer çare olarak Yusuf a beş dakika dayanana yüz dolar vaadedilir. Bu da netice vermez. Çünkü hiçbir güreşçi Yusufun karşısında beş dakika dayanamamaktadır.

      Yusuf kendisine meydan okuyan, “Amerikan şampiyonu” unvanlı Robert’le güreşir. Ancak iki dakika boyunca Yusufun eline geçmemek için devamlı kaçan Robert yakalanacağını anlayınca minderden aşağı atlar. Çok kızan Yusuf salonda bulunan on bin kişiyi kendisiyle güreşe davet eder. Müteakip güreşinde Yusuf Robert’i perişan ederek yener.

      Yusufun Amerika’daki meşhur güreşlerinden birisi de John F.Mc.Cormick ile yaptığı güreştir. Anlaşmaya göre Yusuf Mc.Cormick’i bir saat içerisinde üç defa tuş yapacak, yapamadığı takdirde mağlup sayılacaktır. Güreş başladıktan yedi dakika sonra Yusuf üç tuşu da yapmıştır…

      1898’de Amerika’da fırtına gibi esen Yusuf Amerika turuna çıkar ve her gittiği yerde rakiplerini perişan eder. Zaman olur 41 derece ateşle güreşir.

      Yusuf kendisine meydan okuyan ve esip savuran Rum Heraklides’i perişan eder. Rumla yaptığı güreşlerin birincisinde 47 saniyede, ikincisinde ise 23 saniyede tuş yaparak Rum’un mağrur burnunu yere sürter.

      Yusuf Amerika’da son maçını serbest güreş dünya şampiyonu Lewis ile yapmıştır. Chicago’da yapılan güreşte Lewis’i üst üste iki defa yenmiştir.

      Yaptığı bütün karşılaşmalarda, dininin, vatanının, milletinin şânını düşünen Yusuf devamlı galip gelmiştir. Avrupalılar kendisine “yenilmez Türk” ünvanını takmışlardır.

      Yusufun gözünde kazandığı paraların ehemmiyeti yoktur. O artık vatanını, ailesini özlemiştir.

      Yusuf kalan ömrünün iki çocuğu ve ailesiyle birlikte, Eyüb Sultan civannda alacağı bahçeli bir evde ibadet yaparak geçirmek istemektedir.

      Vatan hasretine dayanamayan Yusuf New York’tan 21 Mayıs 1898’de Fransız bandıralı da Bourgogne Transatlantiği’ne binerek yola çıkar. Ne var ki ecel onu okyanusta beklemektedir. Bindiği gemi sis yüzünden İrlanda bandıralı Crmartyshire gemisiyle çarpışır.

      Geminin battığını gören Yusuf abdest alarak iki rekat namaz kılar. Daha sonra bir filikaya binmek üzere denize atlar. Ne var ki can telaşına düşen tayfalar ve yolcular Yusufun binmesiyle filikanın batacağından ürkerek onun filikaya binmesini engellerler. Yusufun mengene gibi kayığın kenarına yapışan elini kürek darbeleriyle sökemeyince balta ile bileklerini keserler. Bunun üzerine Yusuf 5 Haziran 1898’de boğularak ruhunu Rahmân’a teslim eder.

    410. Çeşitli sual cevaplar

      Kuleuzüleri okuduktan sonra avuca üfleyip elleri vücuda sürmenin faydası var mı?
      CEVAP

      Resulullah efendimiz, bazı âyetleri okur mübarek avuçlarına üfler ve avuçları ile mübarek vücutlarını mesh ederlerdi. Birçok hastalık için iyidir

      Namazda okunan Kur’an mı yoksa dışında okunan mı daha sevaptır?

      CEVAP

      Namazda okunan daha sevaptır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

      (Namazda okunan Kur’an, namaz dışında okunan Kur’andan daha sevaptır.) [Cami’ussagir şerhi]

      Dualar Türkçe de okunabilir mi, yoksa Arapça mı okunması gerekir?

      CEVAP

      Namazdakileri Arapça okumak şart, diğer zamandaki duaları Türkçe okumakta mahzur yoktur.

      Camide tesbih çekerken, dua ederken veya Kur’an-ı kerim okunurken, mazeretsiz bağdaş kurup oturmakta mahzur var mı?

      CEVAP

      Bir rahatsızlık yoksa öyle oturmamalıdır.

      Namaz kılmış olana, (Allah mübarek etsin) mi denir, yoksa (Allah kabul etsin) mi?

      CEVAP

      Allah mübarek etsin denir.

      Kur’an-ı kerimde, (Allah Eshab-ı kiramdan razıdır) buyuruluyor. O eshab, Resulullahın vefatından sonra kötü şeyler işlese yine mi Allah onlardan razı olur?

      CEVAP

      Muteber din kitaplarında buyuruluyor ki:

      Allahü teâlânın sıfatları ebedidir, sonsuzdur. Onlardan razı olması da sonsuzdur. Yani birkaç seneliğine razı olup da sonra vazgeçmez. Hâşâ eshabın daha sonra ne yapacağını Allah bilmiyor muydu? Bilmeyen Allah olur mu? Onlardan razı ise ebediyen razıdır. Bir müddet razı olup sonradan vaz geçmek Allah’ın sıfatlarına aykırıdır.

      Allah ebediyen razı olsun demek caiz mi?

      CEVAP

      (Allah ebediyen razı olsun) denince, sanki bu duadan, Allahü teâlânın bir müddetliğine de razı olacağı anlamı da çıkıyor. Bu itikadımıza terstir. Allah razı olsun demek gerekir. Ebediyen ekleyince yanlış anlamaya müsait oluyor. Üç günlüğüne veya üç seneliğine razı olsun anlamı da çıkabilir. Yani Allah’ın böyle sıfatı da var sanılır.

      (Bin kere Allah sizden razı olsun) demek uygun mu?

      CEVAP

      Allah’ın bir kere razı olması sonsuz razı olması demektir. Allah razı olsun dendi mi aynı şey söylenmiş olur. Ama öyle söylemenin de mahzuru olmaz. Maksat manayı kuvvetlendirmektir.

      Haram olan bir şeyi elde etmek için ya da yapabilmek için dua etmek haram mı? Mesela ya Rabbi bana rakı içmeyi nasip eyle demek haram mıdır?

      CEVAP

      Evet haramdır.

      Bazıları, bir din kitabını mesela Mektubatı okuyup bitirdikten sonra Sadakallahülazim diyorlar. Bir mahzuru var mı?

      CEVAP

      Öyle söylemek uygun değil. (Sadakallahülazim) demek, Allah doğru söyledi demektir. Kur’an-ı kerim için söylenir.

      Vitirde kunut dualarını bilmeyen ne der?

      CEVAP

      Öğrenene kadar Rabbena atinayı okur. Veya üç kere istiğfar okur. Mesela (Allahümmağfirli) der.

      Amenerresulü okunurken dinleyenlerin dua kısmında yavaşça amin demeleri caiz mi?

      CEVAP

      Caizdir.

      Hadis-i şerifte, (Sabah-akşam, Haşr suresinin son üç âyetini okuyan şehid olarak ölür) buyurulduğu için, sabah-akşam Haşr suresinin sonunu okuyorum. Camide kıldığım zaman imam okuyor, biz dinliyoruz. Ben okumasam, yine aynı sevaba kavuşur, şehid olarak ölür müyüm?

      CEVAP

      Kur’an-ı kerimi okumak sünnet, dinlemek farzdır. Dinleyen, okuyandan daha fazla sevap aldığı için, ayrıca okuması gerekmez. Her gece Amenerresulü’yü okuyan da, imamdan dinlemişse, onun da okuması gerekmez.

      Bir şey okuduktan sonra veya vaazdan sonra el fatiha deniliyor. Fatiha okumak şart mı?

      CEVAP

      Fatiha denince fatiha okumak şart değil ama okumak iyi olur

      Bilgisayarda yüklü bulunan sure ve duaları kulaklıkla dinlemekte mahzur var mı?

      CEVAP

      Mahzuru olmaz.

      Duaya nasıl başlamalı?

      CEVAP

      Şöyle başlanabilir:

      (Elhamdülillahi Rabbilalemin esselatü vesselamü alâ resulina Muhammedin ve alâ alihi ve sahbihi ecmain.)

      Namazdan sonra fatiha okumak sünnet mi bid’at mi?

      CEVAP

      Caizdir, mahzuru yoktur.

      Bazen yazı yazarken, yapacağım şeyi unutuyorum, ne yazacaktım ki diye düşünüyorum. Unutmamak için veya hatırlamak için bir dua yok mu?

      CEVAP

      Büyük bir zata bir dua et de şu olsun diyorlar, o da dua ediyor ve o iş oluyor. O duayı bize de öğret diyorlar. Öğretiyor, fakat onlarınki kabul olmuyor. Sebebini soruyorlar. (Bu 30 senenin mahsulüdür. 30 senedir dua ediyorum, siz de devamlı edin bir gün duanız kabul olur) buyuruyor.

      Bir kimse yazı yazarken unuttuğu, hatırlayamadığı şeyler oluyormuş. Resulullah efendimiz ona buyuruyor ki:

      (Kalemini kulağına koy. Söyleneni daha iyi hatırlarsın.) [Tirmizi]

      Ne yazacağını unutan kimse kalemini kulağına koymalı ve Resulullaha salevat-ı şerife getirmelidir.

      Son teşehhüdde sübhane rabbike âyeti dua olarak okumak caiz mi?

      CEVAP

      Evet caizdir. Kur’an ve hadiste bildirilen bütün duaları okumak caizdir.

      Çocuğumun yaramazlıklarına karşı okuyabileceğim dua var mı?

      CEVAP

      Hem kendiniz ona hayır dua edin, hem de çocuğa namaz kılmayı, bazı sureleri, duaları öğretin. Mesela la havle’yi öğretin. Çocuğun yaramaz olması iyidir. Meşhur büyük kimseler çocukken çok yaramaz imiş. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki:

      (Çocuğun küçüklüğünde yaramaz oluşu, büyüklüğünde aklının ziyadeliğidir.) [Hakim]

      Doğumun rahat ve kolay olması için dua var mı?

      CEVAP

      Çocuğun rahat doğması için Abdullah ibni Abbas buyurdu ki:

      Bir tas, tabak içine (Bismillahillezi la ilahe illa huv El-Halim-ül Kerim. Sübhane Rabbil Arş-ilazim Elhamdülillahi Rabbil alemin) ve sonra Naziat suresinin son âyetini ve Ke-ennehümden itibaren Ahkaf suresinin son âyetini İslam harfleri ile yazıp, eritip anasına içirmelidir. (Bostan-ül-arifin)

      Kağıda yazıp suya batırılırsa suyunu içmek de aynıdır. Fotokopi çekerek suya batırmakla da olur.

      Dua ederken 3 veya 7 kere tekrar etmek gerekir mi?

      CEVAP

      3 veya 7 kere tekrar etmek isteğimizi kuvvetlendirmek içindir. Mesela (Ya rabbi günahlarımı affet) diye 7 kere söylenebilir. Veya (Ya rabbi çocuğu salih olarak büyüt) diye 3 veya 7 kere söylenebilir.

      Haram işleyen birisi, çok günah işliyorum, elimi açıp dua etmeye yüzüm yok, ben namaz kılamam derse buna ne denir?

      CEVAP

      Ahmak denir. Ne kadar çok günah işlerse işlesin yine namaz kılmalıdır. Çünkü namaz bir çok günahların affına sebep olur. Bir çok kötülüklerden korur. İyi birisi olmaya sebep olur.

      Namazda secdede dua edebilir miyiz?

      CEVAP

      Farz namazların secdesinde dua edilmez. Nafile kılarken secdede dua edilebilir. Namaz haricinde secdeye kapanıp dua edilir.

      Allah gönlüne göre versin diye dua uygun mu?
      CEVAP

      Biz hakkımızda ne hayırlıdır bilemeyiz. Allahü teâlâ hakkında hayırlı olanı nasip etsin demeli, bizim arzu ettiğimiz kendi zararımıza olabilir.

      Ya Rabbi rahmetini esirgeme diye dua uygun mu?
      CEVAP

      Esirgeme demek, Allah bazen de rahmetini esirger anlamı çıkar, islam âlimleri böyle dua etmek çok tehlikelidir buyuruyorlar. Ya Rabbi rahmetini esirgeme demek sanki cimrilik etme denmiş oluyor. Allah rahmetini esirgemez. Böyle bir dua insanı küfre kadar götürebilir.

      Haddimi bilmeden Ya Rabbi beni de imtihan et diye dua ettim… ve bir daha da kendime gelemedim. Ne yapmam lazım?
      CEVAP
      Evet gerçekten çok büyük söz etmişsiniz. İnsan acizdir, imtihana dayanabilir mi? İnsan kendine beddua eder mi hiç? Öyle dua ettiğine tövbe et. Bir zaman adamın birisi, Ya Rabbi beni sıkıntılara karşı sabredenlerden eyle diye dua ediyor. Peygamber efendimiz, (Bela mı istiyorsun) buyuruyor.

      Kalb ile de zikir yapılır mı? Yani sessiz zikir caiz mi?

      CEVAP

      Kalbi temizlemek için sessiz yapılır. Ancak dil ile söylemedikçe, ibadet sevabı hasıl olmaz.

      Kendimiz için okuduğumuz hatmi ve hatm-i tehlili, mezarımıza mı göndermek gerekir, yoksa bekletip biz ölünce, ruhumuza gönderilmek üzere vasiyet mi etmek gerekir?

      CEVAP

      Bekletip vasiyet etmek diye bir şey yoktur. Okunan hatmin ve hatm-i tehlilin hürmetine mağfiretimiz için dua edilir. Sevabı da başta Peygamber efendimiz olmak üzere, bütün enbiya ve ölü, diri bütün müminlere bağışlanır. Yaptığımız bütün ibadetler, kabir için, ahiret için bir hazırlıktır. Hayır ve hasenatı da sağlığında vermeyip, (Ben öldükten sonra şuralara verin) demek, sağlığında vermek gibi olmaz.

      Annem, sağlığında, Yasin-i şerif okuyup kasete aldı. “Ben ölünce bunu dinleyip sevabını bana gönderin” diye vasiyet etti. Vasiyetini yerine getirmekte mahzur var mı?

      CEVAP

      Dine uygun olmayan vasiyetler yerine getirilmez. Kasetten Yasin-i şerifi dinlemek ibadet olmaz. Kasetten dinlenilen Kur’an-ı kerim ölüye bağışlanmaz. Bizzat okuyarak bağışlamak gerekir.

      Hadis-i şerifte, sabah ve akşam namazlarından sonra, Haşr suresinin [hüvallahülleziden itibaren] son üç âyetinin okunması bildiriliyor. Halbuki çok yerde Lev enzelnadan okunuyor. Yine hadiste, namazlardan sonra, 10 ihlas okunması bildirilirken, siz 11 ihlas okunacağını bildirdiniz. Niçin böyle yapılıyor?

      CEVAP

      Bir hususta birkaç rivayet varsa, en faziletli olanını seçmek iyi olur. Haşr suresinin sonunu Lev enzelnadan okumak daha iyi olur. Namazdan sonra 10 veya 11 İhlas okunması bildirilmiştir. 11 defa okumak daha iyidir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

      (Sabah namazından sonra 11 defa ihlas okuyan müslümana, Cennette bir burç verilir.) [Haraiti] (Bu hadis-i şerif, Ramuz’un 382. sayfasında da vardır.)

      (Ya Rabbi, hakkımda hayırlı ise şu kızı veya şu oğlanı bana nasip eyle) diye dua etmekte mahzur var mıdır?

      CEVAP

      Hayırlı ise dediğinize göre, hiç mahzuru yoktur. Çok iyi olur.

      Neden sürekli sayılar var dualarda, onu hiç anlamıyorum. Mesela neden mezarlık önünden geçerken 3 İhlas 1 Fatiha okumam gerekiyor? Neden 2 İhlas değil?

      CEVAP

      Peygamber efendimiz, üç ihlas okuyan Kur’an-ı kerimi hatmetmiş gibi sevap alır buyuruyor. Fatihanın faziletini bildiriyor. Peygamber efendimiz iki deseydi, sen kalkar, (Neden iki ihlas da üç değil) derdin. Yemin kefareti için 3 gün peş pese oruç tutulur niye iki veya 4 değil de 3? Dinin emri öyle! Niye sabah namazı 4 rekat, öğle 10, ikindi 8, akşam 5 rekat? Allah öyle emrettiği için. Suç rakamlarda değildir, bu tür anlayışsızlık, bilgisizlikten veya itikad zayıflığından ileri gelir.

      Dualarda, Allah’ım affet ..bağışla yâ Rab! Allah’ım yardım et emir kipli ifadelerle haşa Allah’a emredercesine Zâtını bir ast, kendimizi de üst yerine koymuyor muyuz? Herkes niye böyle yanlış dua ediyor?

      CEVAP

      Peygamberimiz öyle dua ederdi, bize de öyle dua edin diye emrediyor. Allahü teâlâ da öyle buyuruyor. Bunlar emir değil, istektir, arzudur. Ya Rabbi günahlarımı affet demek emir değil, ricadır, yalvarmadır.

      Duaları 7 kat normal naylonla sarılıp deriye konulup kılıf yapılsa uygun olur mu? Bununla tuvalete girebilir miyiz?

      CEVAP
      Deri kılıfa sarılacaksa naylona ihtiyaç yoktur. Deri kılıf olmazsa bir kat naylon yeter. Eskiden naylon olmadığı için mumlu bez yedi kat sarılıyordu. Şimdi buna ihtiyaç yok. Tuvalete de girebiliriz.

      Âyet-el kürsiyi, kısa sureleri veya (Lâ havle…, Lâ ilahe illallah) gibi zikirleri yolda veya otobüste giderken, dudakları kıpırdatmadan kalp ile söyleyebilir miyiz?

      CEVAP

      Kendi işiteceğimiz kadar okumamız gerekir. Yoksa ibadet etmiş olmayız. Fakat sırf kalbi temizlemek niyetiyle kelime-i tevhid yani La ilahe illallah, kalb ile söylenir. Bu sessiz zikirdir.

      Devamlı gece okuduğum tesbihleri unuttuğum zamanlar oluyor. Ertesi gün okunabilir mi?

      CEVAP

      Akşam veya gece okumayı unuttuğunuz tesbihleri, duaları ertesi gün okuyabilirsiniz. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

      (Her zaman okuduğu dua veya tesbihi, ihmal edip okumadan yatan, sabah namazından öğleye kadar olan vakit içinde okursa, gece okumuş gibi sevaba kavuşur.) [Müslim]

      Fasık babaya hayır dua edilir mi?

      CEVAP

      Evet.

      Duaları PVC kaplayarak kullanmak caiz mi?

      CEVAP

      Evet.

      Duayı kalben yapmak uygun mudur?

      CEVAP

      Kendi işitecek kadar okumak lazımdır.

      Herkesin gözü önünde tesbih ile, numaratörle zikir çekmek riya olur mu?

      CEVAP

      Riya kalbde olur. Herkes görsün diye çekiliyorsa riya olur, alışkanlık olduğu için çekiyorsa veya kalbinde hiç gösteriş düşüncesi yoksa riya olmaz. Ancak herkesin gözü önünde çekmek fitneye veya suizanna sebep olabilir.

      Evde çoluk çocuğun yanında, tesbih çekmem ve kuşluk gibi nafile namazları kılmam riya olur mu?

      CEVAP

      Olmaz. Bilakis onlara örnek olunmuş olur.

      Hastayı papaza okutmak caiz mi?

      CEVAP

      Asla caiz değildir.

      3 ihlas 1 Fatiha okunuyor. Kur’anı mushaftaki sıra ile okumak vacip değil mi?

      CEVAP

      Fatiha dua olarak sonda okunur.

      Yağan yağmur hürmetine diye dua etmek caiz mi?

      CEVAP

      Evet. Yağmur, rahmet-i ilahiyye alametidir. Zarf söylenip mazruf kastediliyor.

      (Günahsız sabiler hürmetine) diye dua etmek caiz mi?

      CEVAP

      Evet.

      Dua niyetiyle Fatiha okurken Besmele çekmek gerekir mi?

      CEVAP

      Evet.

      Dünyada zulme uğrayan, savaşa mecbur bırakılan Müslümanlara dua etmek farz mıdır?

      CEVAP

      Evet farzdır.

      Arabi bilenin, dua ve hadisi latin harfiyle yazıp okuması caiz mi?

      CEVAP

      Caiz değildir.

      Kabul olmayacak duaya amin denmez demek küfrü gerektirir mi?

      CEVAP

      Önce kabul olmayacak dua olur mu, olmaz mı ona bakalım! Mesela, (Ya Rabbi, beni peygamber yap) demek kabul olmayacak bir duadır. Böyle dua etmek Allah’ın emrine aykırıdır ve böyle duaya amin denmez.

      Ayrıca Allahü teâlânın âdetine zıt olan dualara da amin denmez. Mesela, (Beni öldürme, beni melek yap, beni kadın yap) demek böyledir. Ayrıca ibadet yapmadan Cennete girmek için dua etmek de günahtır. (İslam Ahlakı)

      Demek ki kabul olmayacak ve amin denmeyecek dualar vardır. Bu bakımdan, (Kabul olmayacak duaya amin denmez) demek küfrü gerektirmez. Fakat böyle sözler söylememek iyi olur.

      Fatiha suresini tek başına sure veya dua olarak okuyorum. “Sana ibâdet ederiz, senden yardım dileriz, bizi doğru yola ilet” şeklinde çoğul dua edilmiş oluyor. Niçin “Beni doğru yola ilet!” denmiyor da, bizi deniyor?

      CEVAP

      Dua umumi olursa, kabul olma ümidi daha fazladır. Bunun için ben yerine biz demek gerekir. Bizleri denince, bütün müslümanları içine alır. Ayrıca müslümanların içinde birinin duası kabul olunca, diğerlerininki de onun hürmetine kabul olur. (İmam-ı Razi)

      Bu bakımdan dua ederken, “Bizi” denmeli ve duaya salevat-ı şerife ile başlayıp yine salevat-ı şerife ile bitirmek sünnettir. Allahü teâlâ, salevat-ı şerifeyi kabul eder. Duanın başı ve sonu kabul olunca ortasının kabul olmaması düşünülmez. Peygamber efendimiz, (Allahü teâlâya günah işlenmeyen dil ile dua edin) buyurunca, Eshab-ı kiram, böyle bir dili nasıl bulacaklarını sual ettiler. Resul-i Ekrem efendimiz, (Birbirinize dua edin! Çünkü ne sen onun, ne de o senin dilinle günah işlemiştir) buyurdu. Hele dua, mümin kardeşimizin gıyabında yapılırsa, duanın kabul olma ihtimali daha fazlalaşır.

      (Rabbim bizi esirge) diye dua etmek caiz mi?

      CEVAP

      Ya Rabbi bizi esirge diye dua etmek caizdir. Allah elbette esirger. Ama Ya Rabbi rahmetini esirgeme diye dua etmek caiz olmaz. Çünkü Allah’ı cimrilikle suçlamış oluruz.

      Kur’anın ikinci suresine Bekara denmesinin sebebi nedir?

      CEVAP

      Bekara, sığır, inek manasındadır.

      Musa aleyhisselam zamanında Beni İsrail’den bir genç, kendisinden başka mirasçısı bulunmadığı halde, malına tamah ederek zengin amcasını öldürür. Ölüsünü de gizlice başka bir köye bırakır. Ertesi günü Hz.Musa’ya gidip, zengin şahsı bu köylülerin öldürdüğünü söylerler. Onlar da kendilerinin öldürmediğini söyleyince, Cenab-ı Hak, bir inek kesip bir parçası ile ölüye vurulursa, ölü dirilip katilin kim olduğunu söyleyeceğini Hz.Musa’ya bildirir.

      Kavmi, böyle bir şeyin olamayacağını zannederek, Hz.Musa’ya, (Sen bizimle alay mı ediyorsun) derler. O da, bir peygamberin alay etmeyeceğini söyler ve (Cahillikten Allah’a sığınırım) buyurur.

      Hz.Musa’ya kesilecek ineğin vasfını sorarlar. O da bildirir. Değeri üç altın etmesine rağmen, istenilen vasıflar bu inekte bulunduğu için, derisi dolu altın verilerek ineği satın alıp keserler.

      Kesilen ineğin bir parçasını ölüye vurunca, ölü dirilip, (Beni öldüren yeğenimdir) der ve tekrar ölür. Köylüler katili yakalayıp öldürürler. Böylece iki köy arasındaki çekişme de sona erer. Bu husus, Bekara suresinin 67-73. âyet-i kerimlerinde bildirilmektedir.

      Son âyet-i kerimenin devamında mealen (İşte Allah ölüleri böyle diriltir, düşünüp de gerçeği anlamınız için size [kudretini, peygamberine verdiği mucizeleri] gösterir) buyurulmaktadır.

      Firavunlar devrindeki Mısır’da, sığır mukaddes bir hayvandı. Şimdi Hindistan’da olduğu gibi ineğe tapılırdı. Allah’tan başka şeylere tapınılmayacağını göstermek ve böyle bâtıl inançları yıkmak gayesiyle bildirilen mucize gösterilmiştir.

      Bekara suresinde Hakla bâtıl anlatılmaktadır. Öküzle sürülen saban, toprağı yarıp ikiye ayırdığı gibi, Hakkı, bâtıldan ayırması bakımından da bu sureye Bekara ismi verildiği bildirilmiştir.

    411. Tevbe-istiğfar nedir, nasıl yapılır

      İstiğfar nedir?

      CEVAP

      İstiğfar etmek, (estağfirullah) demektir. Tevbe, haram işledikten sonra, pişman olup, Allahü teâlâdan korkmak, bir daha yapmamaya azmetmek, karar vermektir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

      (Tevbe, günahtan sonra o günahı bir daha yapmamaktır.) [İ.Ahmed]

      Günahtan hemen sonra tevbe etmek farzdır. Tevbeyi geciktirmek de büyük günahtır. Bunun için de, ayrıca tevbe etmek gerekir. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:

      (Allah’a tevbe edin!) [Nur 31]

      (Allahü teâlâ, tevbe edenleri sever.) [Bekara 222]

      (Allah’a tevbe-i nasuh yapınız!) [Tahrim 8]

      Nasuh kelimesine 23 mana verilmiştir. Bunlardan en meşhuru günahlara pişman olup, istiğfar etmek ve bir daha işlememeye karar vermektir. Nasuh tevbesinin ne olduğunu soran zata Peygamber efendimiz buyurdu ki:

      (Tevbe-i nasuh, günahkârın işlediği günahtan pişman olması, Allah’tan mağfiret dilemesi, bir daha böyle bir günah işlememesi demektir.) [Beyheki]

      İstiğfarın fazileti çok fazladır. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:

      (İstiğfar okuyun, imdadınıza yetişirim.) [Hud 52]

      Pişman olan affedilir

      Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki:

      (Allahü teâlâ, günah işleyip pişman olanı, istiğfar etmeden önce affeder.) [Taberani]

      (Küçük günahlarda ısrar edilirse küçük kalmaz. Büyük günahlara istiğfar edilirse büyük kalmaz.)

      (İstiğfar eden, günde 70 defa aynı günahı işlese ısrar etmiş sayılmaz.) [Tirmizi]

      (Günde 70 defa istiğfar edenin, 700 günahı affolur.) [Beyheki]

      (İstiğfara devam edeni, Allahü teâlâ, dertlerden, sıkıntılardan kurtarır. Ummadığı yerden rızıklandırır.) [Nesai]

      (Bir mümin günah işleyince, melek üç saat bekler, eğer o kimse istiğfar ederse, o günahı yazmaz.) [Hakim]

      (Günahınız çok olup göklere kadar ulaşsa, pişman olunca, Allahü teâlâ, tevbenizi kabul eder.) [İbni Mace]

      (Günahlar kalbi paslandırır, karartır. Kalblerin cilası ise istiğfardır.) [Beyheki]

      (Derdinizi ve devasını bildireyim. Derdiniz, günahlar, devası da istiğfardır.) [Hakim]

      (Bir günahkâr, istiğfar eder, sonra bu günahı tekrar yapar, sonra istiğfar eder. Üçüncüde yine yapar, yine tevbe ve istiğfar ederse, dördüncü defa yapınca, büyük günah yazılır.) [Deylemi]

      (Tevbe eden günah işlememiş gibi olur.) [İ.Mace]

      (Günaha devam edip, dili ile istiğfar eden, rabbi ile alay etmiş sayılır.) [Beyheki]

      (Herkes günah işler. Fakat günahkârların en iyisi tevbe edendir.) [Hakim]

      (Günahına pişman olup abdest alıp, namaz kılanı ve günahı için istiğfar edeni, Allahü teâlâ affeder.) [Nesai]

      (Kıyamette, amel defterinde çok istiğfar bulunana müjdeler olsun!) [Beyheki]

      Tevbe edebilmek, Hak teâlânın büyük nimetlerinden biridir. Günah işleme korkusu ile tevbeyi asla geciktirmemelidir! Çünkü, hadis-i şerifte (Sonra yaparım diyenler helak oldu) buyuruldu. Yani tevbeyi ve diğer iyi işleri geciktirenler, bu günün işini yarına bırakanlar, aldandı, ziyan etti. (İ.Gazali)

      Günah, kulun yanında küçük ve kıymetsiz görününce, Allahü teâlâ katında büyük olur. Kul küçük günahı büyük görünce, o günah Allahü teâlânın katında küçülür. Mümin, iman ve marifetiyle küçük günahları da büyük görür. Her günah işleyişte kalbi sızlar. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

      (Mümin, günahını dağ gibi görüp, üstüne düşeceğinden korkar. Münafık ise, burnunun üzerine konan ve hemen uçacak sinek gibi görür.) [Buhari]

      Günah işlediğini bilmek

      Şu halde, günah işlediğini bilmek büyük nimettir. O kişinin mümin olduğunu gösterir. Allahü teâlânın hakkı olan günahları için tevbe etmeli, pişmanlık ve üzüntü duymalı, günahı terk etmeli, kefaret olması için çok sevap işlemelidir! Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

      (Günah işlediğin zaman, karşılığında onu mahvedecek sevap işle!) [İ.Gazali]

      Kul hakkının kefareti için, hak sahiplerine iyilik ve dua etmelidir! Hak sahibi ölmüş ise, o kimseyi rahmetle anmalı, çoluk çocuğuna ve varislerine ihsanda bulunmalıdır! Günahları için istiğfara devam etmelidir! Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

      (Allahü teâlâ, istiğfara devam edeni, her sıkıntıdan kurtarır, her darlıkta bir genişlik verir ve ummadığı yerden rızıklandırır.) [Nesai]

      Günah işlemeye devam eden kimse unutkan olur, ahmaklaşır, aklı da azalır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

      (Günah işleyenin bir aklı gider, bir daha geri dönmez.) [İ.Gazali]

      Günahların hepsi Allahü teâlânın emrini yapmamak olduğundan büyüktür. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

      (Ufacık bir günahtan kaçınmak, bütün cin ve insanların ibadetleri toplamından daha iyidir.) [R.Nasıhin]

      Allahü teâlânın gazabı günahlar içinde saklıdır. Kişi, bir günah yüzünden büyük azaba maruz kalabilir. Yüz bin sene ibadet eden makbul bir kulunu ebediyyen Cehenneme koyabilir. Mesela iki yüz bin sene itaat eden İblis, kibredip secde etmediği için sonsuz olarak Cehennemlik oldu. Âdem aleyhisselamın oğlu, bir adam öldürdüğü için ebedi Cehennemlik oldu. Her duası kabul olan Belam-ı Baura, bir günaha meylettiği için imansız gitti. Karun zekat vermediği için malı ile helak oldu.

      Günahım çok, ne yapsam Allah beni affetmez demek doğru değildir. Çünkü cenab-ı Hak, tevbe edilen her günahı affeder. Bir kâfir, küfrüne tevbe ederse, mümin olur, bütün günahları affolur. Bir mümin de Allah’a şirk koşsa, sonra pişman olup tevbe etse Allah affeder. Bir âyet-i kerime meali:

      (Ey günahta haddi aşanlar, Allah’ın rahmetinden ümid kesmeyin! Zira Allah, bütün günahları affeder. O, gafururrahimdir, affı, merhameti çoktur.) [Zümer 53]

      Kolaylaştırın Güçleştirmeyin!

      Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

      (Allah’ın rahmetinden ümid kestirip [dinden] nefret ettirenlere Allah lânet etsin! Kolaylaştırın, güçleştirmeyin!) [Nesai]

      (Allah’ı kullarına sevdirin ki, Allah da sizi sevsin!) [Taberani]

      (İnsanlara Rablerinden bahsederken, korku ve sıkıntı veren şeylerden söz etmeyin!) [Beyheki]

      (Tevbe eden, günah işlememiş gibi olur.) [İbni Mace]

      (Hak teâlâ buyurdu ki, kulumun, günahı göklere kadar yükselse, benden ümid kesmeyip, af dilerse affederim.) [Tirmizi]

      (İhlâsla “La ilahe illallah” diyen Cennete girer. İhlâsla söylemek, söyleyeni haramlardan alıkoymasıdır.) [Taberani]

      (Bir kimse, yakinen Allah’ın Rab, benim de Peygamber olduğuma inansa, Cehennem ona haram olur.) [Hakim]

      (Allah, günahını affından büyük görene şiddetli gazap eder.) [Deylemi]

      (İyilik ve ibadet edene büyük ecir verileceğini müjdeleyin, nefret ettirmeyin!) [Şir’a]

      (Ömründe bir defa Allah’ı anan veya Ondan korkan müslüman Cehennemden çıkar.) [Tirmizi]

      (Allahü teâlâ buyurdu ki, “Ey kulum, af dilediğin müddetçe, günahlarının çokluğuna bakmadan affederim. Günahların bulutlara kadar yükselse de yine affederim. Yer dolusu günahla gelsen, yer dolusu mağfiretle karşılarım. Yeter ki iman ile gel!”) [Tirmizi]

      Faydalı Nasihat

      Bir âlimin bildirdiği aşağıdaki nasihate uymaya çalışmalıdır!

      Fırsat ganimettir. Ömrü faydasız işlerle geçirmemeli, Hak teâlânın rızasına uygun şeylere sarf etmelidir! Beş vakit namazı, tadil-i erkan ile ve cemaat ile eda etmelidir! Teheccüd namazlarını elden çıkarmamalı, seher vakitlerini istiğfarsız geçirmemeli, gaflet uykusuna dalmamalı, ölümü ve ahireti düşünmeli, haram olan dünya işlerinden yüz çevirip, ahiret işlerine yönelmelidir! Zaruri olan, dünya kazancı ile meşgul olup, diğer vakitleri, ahireti imar etmekle meşgul olmalıdır! Sözün kısası, masiva sevgisinden korunmalı ve dinin emrine uymakla meşgul olmalıdır! İş budur, bundan gayrisi hiçtir.

      Tevbenin kabul edildiği bilinebilir mi?

      CEVAP

      İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki:

      Tevbenin kabul edildiğine dair alametler vardır. Böyle bir kimse,

      1- Tevbe ettiği günahlara meyletmez.

      2- Her yerde, her zaman Allah’ın kendisini gördüğünü bilip günah işlemekten utanır.

      3- Fasıklardan kaçar, salihlerle beraber olur.

      4- Dünya malına tamah etmez. Ahiret için çalıştığını az görür.

      5- Farz amelleri aksatmaz.

      6- İşlediği günahları hatırladıkça üzülür ve istiğfar eder. Bütün azalarını günah işlemekten muhafaza etmeye çalışır. Böyle bir kimsenin tevbesi kabul edilmiş demektir. Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki:

      (Elbette, Allahü teâlâ, tevbe edenleri de, temizlenenleri de sever.) [Bekara 222]

      Kötülükten kaç

      İstiğfar eyle

      Ellerini aç

      İstiğfar eyle

      De ki Allah bir,

      Nurlansın kabir

      Yıkılsın kibir

      İstiğfar eyle

      Allah’a dayan

      Nur ile boyan

      Ölmeden uyan

      istiğfar eyle

      Büyüktür Hâlık

      Gel huzura çık

      Kapısı açık,

      İstiğfar eyle

      Şehadet getir

      Hak yoluna gir

      Kalmasın hiç kir

      İstiğfar eyle

      Herkese kanma

      Vakit var sanma

      Ateşte yanma

      İstiğfar eyle

      Aman arkadaş

      Nefsinle savaş

      Akıt gözden yaş

      İstiğfar eyle

      Akla güvenme

      Malla övünme

      Sonra dövünme

      İstiğfar eyle

      Günahı gizle

      Eceli gözle

      İhlâslı sözle

      İstiğfar eyle

      Pişmanım derken

      Dua ederken

      Göçüp giderken

      İstiğfar eyle

      Boynunu hep bük

      Kibir ağır yük

      Ancak Rab büyük

      İstiğfar eyle

      Can sıkılınca

      Naçar kalınca

      Namaz kılınca

      İstiğfar eyle

      Kimseyi yerme

      Hor hakir görme

      Hiç mola verme

      İstiğfar eyle

      Çatma kaşını

      Eğdir başını

      Dök göz yaşını

      İstiğfar eyle

      Dua et inle

      Nasihat dinle

      Kalbden dilinle

      İstiğfar eyle

      İstersen felah

      Kalmasın günah

      Demeden eyvah

      İstiğfar eyle

      Deme vakit var

      Gel ol tevbekâr

      Ölme günahkâr

      İstiğfar eyle

      Gitme ağyâre

      Durma avâre

      Her derde çâre,

      İstiğfar eyle

      Batıllardan kaç

      Hakka kucak aç

      Giymek için taç

      İstiğfar eyle

      Gaflete dalma
      Beddua alma

      Saçını yolma

      İstiğfar eyle

      Deme bana ne
      Bulma bahâne

      Olur şahane

      İstiğfar eyle

      Söyleme hiç kem

      Halkı etme zem

      Herkese elzem,

      İstiğfar eyle

      Hiç gönül yıkma

      Kendini yakma

      Dilden bırakma,

      İstiğfar eyle

      Arayan bulur

      Murâdın alır

      Ne güzel olur

      İstiğfar eyle

      Tevbe zırhı tak

      Kalbin olur pak

      Her gün muhakkak

      İstiğfar eyle

      Haktan ayrılma

      Ucba kapılma

      Boşa yorulma

      İstiğfar eyle

      Bakıp görürken,

      Yolda yürürken

      Eve girerken

      İstiğfar eyle

      Câhile sorma

      Yanına varma

      Ele duyurma

      İstiğfar eyle

      İşte selamet

      Tevbe ganimet

      Ne büyük nimet

      İstiğfar eyle

      İstersen Cennet

      Ol Ehli sünnet

      Getirme cinnet

      İstiğfar eyle

      Etme suizan

      Düzelsin iman

      Her yerde her an

      İstiğfar eyle

      Batıla gitme

      Halkı incitme

      Hakkı reddetme
      İstiğfar eyle

      Söz dinle biraz

      Etme itiraz

      Ne güzel niyaz

      İstiğfar eyle

      Günahını bil

      İzlerini sil

      Kurumasın dil

      İstiğfar eyle

      Yol tutma ayrı

      Bırakma hayrı

      İnsaf et gayrı

      İstiğfar eyle

      Bir engel çıksa

      Sıkıntın çoksa

      Çaren de yoksa

      İstiğfar eyle

      Ne güzel zikir

      Olmazsın hakir

      Kalmazsın fakir

      İstiğfar eyle

      Fâsıkları geç

      Sâlihleri seç

      Ölürsün ergeç

      İstiğfar eyle

      Kimseyi üzme

      Günahta yüzme

      Abdestsiz gezme

      İstiğfar eyle

      Kimseye kızma

      Kuyusun kazma

      İşini bozma

      İstiğfar eyle

      Devadır derde

      Evde seferde

      Her an her yerde

      İstiğfar eyle

      Tasavvuf yolu

      Müjdeler dolu

      Gel Hakkın kulu

      İstiğfar eyle

      Kitap seçerken

      Ölçüp biçerken

      Konup göçerken

      İstiğfar eyle

      Hakikati duy

      Âlimlere uy

      Ne de güzel huy

      İstiğfar eyle

      Yüksekten uçma

      Tevbeden kaçma,

      Gelmesin saçma

      İstiğfar eyle

      Ağrın dinerken

      Çıkıp inerken

      Dilin dönerken

      İstiğfar eyle

      Şimşek çakarken

      Çile çekerken

      Sesin çıkarken

      İstiğfar eyle

      Henüz yaşarken

      İşe koşarken

      Sabrın taşarken

      İstiğfar eyle

      Haramı tatma

      Gafletle yatma

      Sakın unutma

      İstiğfar eyle

      Ezme de ezil

      Üzme de üzül

      Denmesin rezil

      İstiğfar eyle

      Bu dünya fâni,
      Ölenler hani?
      Bırakma mâni

      İstiğfar eyle

      Biter ömrümüz

      Gidelim dümdüz

      Gece ve gündüz

      İstiğfar eyle

      Malın mı kayıp?

      İşin mi ayıp?

      Nefse uymayıp

      İstiğfar eyle

      İman ile git

      Kesme hiç ümit

      Hak sözü işit

      İstiğfar eyle

      Henüz ölmeden

      Şeytan gülmeden

      Ecel gelmeden

      İstiğfar eyle

    412. Cuma günü ve gecesinde ne okumalı

      Cuma günü ve gecesinde neler okunması iyidir?

      CEVAP

      Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:

      (Cuma gecesi Kehf suresi okuyan, Kıyamette, yerden göğe kadar bir nurla aydınlanır. İki Cuma arasında işlediği günahlar da affolur.) [Tergib]

      (Cuma günü 80 salevat getirenin, 80 yıllık günahı affolur.) [Dare Kutni]

      (Cuma günü veya gecesi Duhan suresini okuyana Cennette bir köşk ihsan edilir.) [Taberani]

      (Cuma gecesi Yasin suresini okuyanın, günahları affedilir.) [İsfehani]

      (Cuma günü gusledenin günahları affolur.) [Taberani]

      (Cuma günü sabah namazından önce, “Estağfirullahelazim ellezi la ilahe illa hüvel hayyel kayyume ve etubü ileyh” okuyanın, deniz köpüğü kadar da olsa günahları affolur.) [İbni Sünni]

      (Cuma namazından sonra, yedi defa ihlas ve muavvizeteyn okuyanı, Allahü teâlâ, bir hafta, kazadan, beladan, kötü işlerden korur.) [İ.Sünni]

    413. # KALB
      # Kalb, kırda atılmış bir kuş kanadı gibidir. Rüzgar nasıl bu kanadı alt üst çevirirse kalb de böyledir. (Hadis-i Şerif)
      # Bir insanı avucunuza almanın en güzel şekli, kalbini kazanmaktır. (La Cordaire)
      # Hiçbir kalb zorla elde edilmez. (Moliere)
      # Müminin kalbi Allah Teâlâ’nın iki kudret parmakları arasındadır. (Hadis-i Şerif)
      # Karnı açlardan çok, kalbleri açlara acırım. (Cenap Şehabettin)

    414. Misyonerlerin uydurduğu hikayeler ve vasiyetnameler

      Bir misyonerin uydurduğu şu hikaye anlatılıyor. Bu hususta açıklama yapar mısınız?

      (Bir misyoner, uydurduğu hikayede, meşhur bir Kur’an hocasının oğlunu ve torununu hıristiyan yapıyor. Bir hıristiyan, hocanın oğluna incillerden birini veriyor. Ona, “Kur’an beni kurtarmadı, değiştirilmiş İncil beni nasıl kurtarabilir ki?” dedirtiyor. Ama yine de okutuyor. İnciller sevgiden söz ediyormuş, günahlardan da temizliyormuş. (Ey İsa, sen benim rabbimsin) demiş. İsa, hocanın oğlunun hayatını değiştirmiş, bütün kötü alışkanlıklarını bıraktırmış.

      Hocanın oğlu, hıristiyan olunca hiç kimse ona iş vermemiş. İsa’nın kendisini nasıl kurtardığını anlatınca, vahşi Müslümanlar ona hücum etmiş, polis onu tutuklamış. Karakolda, incilleri komisere açıklamış. Komiser incillerdeki gerçekleri öğrenince, onu serbest bırakmış.

      Hocanın torunu esrar satıyormuş, kazandığı bütün parasını sekse ve kumara veriyormuş. Hıristiyan arkadaşını da birçok kere, seks filmlerine, içki içmeye veya kumara gitmeye çağırmışsa da, gitmemiş. Hıristiyana, “Sen neden böyle iyisin” demiş, o da, ben İsa imanlısıyım demiş. Hıristiyan buna bir incil vermiş, günahı ve İsa’nın haçta bu torun için nasıl öldüğünü anlatmış. Toruna şunları söylettiriyor:

      İsa, Tanrı ve ruhun, nasıl bir olduğunu anlayamadım. Tanrı, İsa ve Kutsal ruh düşüncesi çok karışıktı. Ama o, üçlü birliği açıkladı. Ben inciller değişmiş sanırdım. Ama bu doğru değilmiş. Bir gece Yuhanna incilini okuyordum ve İsa’nın haçta nasıl öldüğünü ve acı içerisinde nasıl kıvrandığını okudum. İşte o an günahkâr olduğumu anladım ve ağladım. Hıristiyanlığın doğruluğunu öğrenmek için, “Ey İsa gerçekten Kurtarıcı isen, gerçek tanrı isen hayatımı değiştir. Sigara, içki, kumar, kötü kadınlara ve kötü filmlere gitmek istemiyorum. İncillere boyun eğmek için, İsa sana iki aylık bir zaman tanıyorum” dedim. Bu iki ay içinde beni değiştirebilirse, ömür boyu Ona boyun eğecektim.

      Sigarayı, içkiyi bıraktım ve diğer bütün kötü alışkanlıklarım sona erdi. İsa gerçekten hayatımı değiştirdi. Halbuki Müslüman iken, Allah’a yalvarmıştım da hiç faydası olmamıştı. İsa beni kurtardı. İsa’nın benim için haçta öldüğünü anladım. Beni kötü yerlere götürmek üzere gelen eski arkadaşlarıma “babam izin vermez” dedim. Baban kim dediler, «Tanrı İsa» dedim.

      Bir gün biri, beni bıçakladı, ölmek üzere idim, «Ey rab İsa, ölmek istemiyorum, fakir ailem ne yapacak? Duy beni İsa ve onlar için beni kurtar» deyince, bir mucize olarak kurtuldum. Rabbim İsa, beni önce günahlardan temizledi, şimdi de hayatımı kurtardı.

      Altı yıldır görmediğim eski bir arkadaşımın hanımının içine şeytan girmiş, hanımı delirmiş. Ona, İsa’nın kör, topal, felçlileri iyileştirdiğinden ve birçok insandan şeytan çıkardığından da bahsettim. Beni çok sevdiğini, ancak İsa’ya güvenemeyeceğini belirtti. Kur’anın en iyi kitap olduğuna inanıyordu. Kur’an hocaları yardım edemezse, İsa, karısı için ne yapabilecekti? Ona okuması için İncil’i verdim. Bir ay sonra İncil’i okumuş, ama o da, Tanrı, Tanrının Oğlu ve Kutsal Ruh üçlüsünün birliğini anlayamamıştı. “Tanrının nasıl İsa olduğunu anlamadım” diyordu. Hemen ona İsa’nın haçta neden öldüğünü açıkladım. Arkadaşıma, “İsa karımı iyileştir” de, dedim. Arkadaşım Rabla konuşmuş. Ona, (Ey İsa Tanrı isen, karımı iyileştir) demiş. Bir hafta sonra karısı iyileşmiş. Arkadaşım günahlarını İsa’ya itiraf etmiş. Çünkü o, günahlarımızın kefareti olarak çarmıhta, acılar çekerek canını verdi.)

      CEVAP

      Misyoner, sanki müslümanlıkta; zina, içki, uyuşturucu kullanmak helal da, hıristiyanlıkta da haram gibi ve hıristiyanlar ahlaklı, müslümanlar ahlaksız gibi bir intiba [izlenim] vermeye çalışıyor. İçkinin, uyuşturucunun haram olduğu, hangi incilde yazıyor ki? Aksine helal olduğu yazılı. İsa imanlısı olan sanki içki gibi kötü alışkanlıkları olmazmış.

      İncil’de gerçekler varmış, ne gerçeği ise? Tek gerçek var, dört incil birbirini tutmaz. İncillerin yazarları insandır.

      Papaz, Kur’an-ı kerimle incilleri mukayese etmeye cüret ediyor. İnciller sevgiden söz edermiş. Asıl sevgiden bahseden Kur’an-ı kerimdir:

      (Allah, sabredenleri, iyilik edenleri, adalet edenleri sever.) [A.İmran 146, Bekara 195, Maide 42]

      (Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever.) [Maide 54]

      Hıristiyanlıkta üç tanrı var: Baba tanrı, oğul tanrı ve ruh tanrı. Üç tane tanrı mı olur denince, üçü bir diyorlar. Üçlü birlik diyorlar. Nasıl oluyor denince, 1+1+1=3 demek yanlış olur, doğrusu 1x1x1=1 diyorlar. Bre papaz, ne diye üç tane biri çarpıyorsun, o zaman 100 tane biri de birbiri ile çarparsan yine bir çıkar. O zaman yüz tane tanrı demek de sana göre doğru olur.

      Kur’an-ı kerimde (Kimse kimsenin günahını çekmez) buyuruluyor. (Enam 164) Fakat Hz. İsa, günahkârların günahını affettirmek gayesiyle fidye için çarmıhta öldürülmesini istemiş.

      Burada sayısız yanlışlıklar var. Bir defa hıristiyanların tanrısı ne kadar vicdansız, suçsuz oğlunu, suçlular için öldürüyor. İkincisi ne diye öldürmeye gerek duyar ki, affettim dese ne olur sanki? Kanunu başkası mı koydu da tanrıları buna uymaya mecbur olsun?

      Hz. İsa eski günahkârlar için ölmüş ise, ondan sonra doğan günahkârların günahı için ne diye bir daha gelip çarmıha gerilmiyor? Bir kere ölmek yetiyor mu? Bizim için ölmüşse, ne diye hâlâ bizden günah çıkarılmaya çalışılıyor? Hıristiyanların tanrıları insanların günahlarını bilmiyorlar mı da, günah itiraf etme mecburiyeti getiriyorlar? Bu itiraf mecburiyeti hangi incilde yazıyor? Böyle bir şey yok. Papazlar kilisenin değeri artsın diye böyle saçma sapan şeyler uydurmuşlar.

      Sonra yeni doğan çocuklar, masumlar niye hıristiyanlarca günahkâr doğuyor da, Hz. İsa’nın kurban edilmesi gerekiyor? Yeni doğan çocuk ne günahı işledi? Madem günahkâr doğuyor, gider papaza, (Papaz efendi benim ve çocuğumun günahını çıkar) denir, o da şaraplı su ile vaftiz edince günahsız olur. Ne diye Hz. İsa’yı öldürüyorlar?

      Sonra ne diye Allah’ın bir oğlu var? Kızı falan yok? Karısı kim? Oğula neden ihtiyaç duymuş? Hıristiyanlara göre gökte oğlu İsa ile oturuyormuş? Onlar tanrılarını et kemik olarak gördükleri için söylüyorum, tanrıları orada bir şey yiyip içmeden nasıl yaşar ki?

      Misyonerin kahramanı, oğul tanrı dediği İsa’dan iki ay mühlet istiyor. Tanrı iki ayda ne yapacak? Kur’an-ı kerimde (Ol deyince oluverir) buyuruluyor. İki aya ne hacet var? Eğer hıristiyanlık onu kötü alışkanlıklardan kurtarırsa, ömür boyu hıristiyanlığa boyun eğecekmiş. Hıristiyanlığın ne kanunları var da, ona boyun eğecek? İçki içmeyin, namaz kılın, zekat verin, hacca gidin gibi bir emirleri mi var? Adam öldürenin cezası bu, hırsızlık edenin cezası şu diye bir hüküm mü var? İnciller ortada, öyle bir hüküm yok. Hıristiyanlıkta hangi kural var? Bir hukuk, bir ceza sistemi mi var? Varsa; ne diye Hıristiyan ülkeler, onun emrine göre değil de, beşeri sistemlerle idare ediliyorlar?

      Ne tarafından bakarsanız bakın, hıristiyanlık birer saçma hurafeler zinciridir.

      İnternette dolaşan asırlık bayat hurafe

      1950’de Şeyh Ahmet Vasiyetnamesi diye, İslam harfleri ile yazılı küçük bir risale okumuştum. Daha sonra bu risale kâğıtlara basıldı. Şimdi internet çıkınca, misyonerler tarafından tekrar yayılmasına çalışıldığı görülüyor. Okuyucularımızın bu bayat hurafeye alet olmaması için tekrar yazmak zorunda kaldık. Zamanla bu yazı duruma göre değiştirilmiş. Eskiden bunu yazana Türbe bekçisi deniyordu. Daha sonra Harem anahtarının taşıyıcısı dendi. Şimdi ise, Türbe-i şerif hatibi deniyor. Bu adama rüyada denmiş ki:

      (Kıyamet alametleri çıkıyor. Çok yakında 3 gece güneş tutulacak üç gün sonra batıdan doğacak, Kur’an insanların gözüne görülmeyecektir. Kim vasiyetnameyi işitip de yazmazsa bir yere göndermezse, yüzü kara ola. Vallahülazim bu vasiyetnamede yanlışım varsa, öbür dünyaya imansız gideyim.)

      Bu, misyonerler tarafından dinimize hurafe sokmak için sinsice ve çok cahilce uydurulmuş bir hezeyan namedir. Maksatları, İslama hurafe sokmaya çalışmak, zihinleri bulandırmak, az da olsa, böyle basit yazılarla Müslümanları meşgul etmek, ciddi konulara eğilmeyi önlemektir. Eskiden (Yalan söylüyorsam kâfir olayım) denirken, şimdi (Bu dünyadan imansız gideyim) deniyor. Her iki sözü söyleyen Müslüman ise kâfir olur. Böyle yemin caiz değildir. Hadis-i şerifte, (Allah’tan başkası için yemin etmek şirktir) buyuruluyor.

      Bu hurafe yazılalı birkaç asır olduğu halde, bu Ş. Ahmet denilen hayali şahıs ölmeyip hâlâ misyonerler eliyle mesaj gönderiyor. Eski baskılarında, (Haber aldım ki, bu vasiyetin yalan olduğunu söyleyen birinin aynı gün oğlu ölmüş, bir doktor da bu vasiyeti dağıtmadığı için çıldırıp arabası ile bir dereye yuvarlanmış) deniyor. Tehditler sayıldıktan sonra, bu işe alet olacaklara ödüller dağıtıyor. Eskisinde, (Bu vasiyeti yayan bir tüccar 90 bin lira kazanmış) diyordu. Şimdi, bu 90 bin lirayı az diye yüz bin rubleye çıkarmış. Yeni baskısında ise, para miktarı hiç yok. (3 gün sonra güneş batıdan doğacak) diyor, asırlar geçtiği halde hâlâ güneş batıdan doğmadı. Kıyametin kopması ile ilgili, Yehovacılar gibi çok kimseler tarihler vermişse de, hepsi yalan çıkmıştır.

      Dikkat edilecek noktalar:

      Dinimizde dört delil vardır. Rüya senet değildir. Bu yazının hiç kıymeti yoktur. Sanki din kitapları noksanmış gibi, din kitapları yerine, bu uydurma yazı dağıtılıyor. En mühim nokta ise, bu yazı, dinde noksanlık olduğunu bildiriyor. Eğer bu vasiyette dine uygun şeyler varsa, bunun özelliği kalmaz. Eğer dinde olmayan şeyler konmuşsa, çok kötüdür. Dinin emirlerini yapmayan, yasaklarından kaçmayan kimse, bir yazıyı yaymakla nasıl ilahi rızaya kavuşabilir? Zaten hainlerin maksatları da budur. Müslümanları dini emirlerden koparıp hurafelerle avutmaktır.

      13 rakamlı başka bir hurafe:

      Bir de 13 rakamlı bir yazı dağıtılıyor. Bu da hurafedir. Hıristiyanlarca 13 rakamı uğursuzdur. Bu yazıda bakın kaç tane 13 var. Rüyamda Hz. Zeynebi gördüm diyen kızın yaşı 13, fakir 13 gün sonra zengin olmuş, yaşlı kimse 13 gün sonra hapse düşmüş, zengin 13 gün sonra servetini kaybetmiş, memur 13 gün sonra işinden olmuş. Bu yazıyı 13 sayfa yazıp, 13 kişiye gönderen, 13 gün sonra murada kavuşurmuş, yazmayana da 13 gün sonra bela gelirmiş. Rakamların toplamı 13 eden önemli olaylardan, Peygamber efendimizin 571’de doğduğu, İstanbul’un 1453’de alındığı hatırlanınca, fanatik hıristiyanların neden 13 sayısını uğursuz saydıkları anlaşılır. Bu işlere alet olup da misyonerlerin oyununa gelmemeli.

      Dilek duası

      Dilek duası denen bir mektup, 1984 yılında Amerika’da bulunmuş. Eline geçip 7 kişiye gönderen zengin olmuş. Göndermeyenin başına felaket gelmiş. Aslı var mı?
      CEVAP

      Bu da bir hıristiyan hurafesidir. Biz böyle yazıların hepsini imha ediyoruz.

    415. Akıl, göze değil, göz akla bağlıdır

      (Cin ve şeytanı gözümüzle görmüyoruz. Görülmeyen şeylere inanmayız) sözünü ancak cahiller, akılsızlar ve bazı dinsizler söyler. Fenden haberi olan, normal düşünebilen ve akıl sahibi bir kimsenin, yalnız gözüne göre konuşması, karar vermesi mümkün değildir.

      Akıl, göze değil, göz akla bağlıdır. Göz herşeyi göremez. Mesela tecrübeler neticesinde havanın içinde çeşitli gazlar bulunduğunu biliyoruz. Gözümüzle havayı ve içindeki gazları göremiyoruz. Göremediğimiz için, aklımızı göze tâbi kılarak, (Hava ve gaz diye bir şey yoktur, olsaydı görürdük) demek aklı, tecrübeyi hiçe saymak olur.

      Bugün fen yolu ile suyun, oksijen ve hidrojen denilen iki gazdan meydana geldiğini biliyoruz. Bu gazların biri yakıcı, diğeri de yanıcıdır. Suya baktığımız zaman ne oksijeni, ne de hidrojeni görmemiz mümkün olmaz. Hatta su renksiz olduğu için ağzına kadar dolu bir şişedeki suyu bile göremeyiz. Aklı göze tâbi kılarak, (şişede su, suda da gaz yoktur) diyebilir miyiz?

      İnsanlık şerefi

      Aklın önemi, insanlığın şerefi, gözün görme kuvvetiyle ölçülseydi, kedinin insandan daha şerefli olması gerekirdi. Çünkü insan, ışık olmadan, karanlıkta göremediği halde kedi görebiliyor. O halde göze değil, akla göre karar vermek lazımdır.

      Bazı zehirli gazlar, renksiz ve kokusuz olduğu için görülemez ve varlığı anlaşılamaz. Tüpteki bir gazın çıkıp da odadaki insanları zehirlememesi için gaza koku katılmaktadır. Bu sayede bir odadaki gazı gözümüzle görmediğimiz halde, kokusundan dolayı anlarız.

      İki biberin birinin tatlı, diğerinin acı olduğunu gözümüzle anlayamayız. Gözün vazifesi bu değildir. Göz, belli bir uzaklıktan sonraki ve belli bir büyüklükten daha küçük olan cisimleri göremez. Küçük mikroplar görülemediği gibi, çok uzaktaki koca bir insan da görülemez. Göremediğimiz için bunların yokluğunu iddia edemeyiz.

      Göz herşeyi göremediği gibi, kulak da her sesi işitemez. Sağlam bir kulak, belli bir frekans ve belli bir uzaklıktaki sesleri işitebilir. Şu anda Ankara’da insanlar konuştukları halde, biz onları duyamıyor, göremiyoruz. Biz duyamıyoruz diye onların konuşmadığını iddia edebilir miyiz? Evimiz içinde çeşitli frekans sesler bulunduğu halde, bir radyo olmadan bu sesleri duyamıyoruz. Biz bu sesleri duyamıyoruz diye varlıklarını nasıl inkâr edebiliriz?

      Bu bakımdan fenne inanan bir insan, göremediği şeyi inkâr edemez. Aslen var olup da göremediğimiz şeyleri akıl reddedemez.

      Bazı gezegenlerin varlığından haberdar değiliz. Bugünkü fen, bunları anlayamadığı için başka gezegenlerin yokluğu iddia edilemez. Canlıları ayakta tutan ruhu da göremiyoruz, ama inkârı mümkün değildir.

      Misalleri çoğaltmak mümkündür. Fenden anlayan bir dinsiz, sadece, (Gözümle görmediğim için, cin, şeytan, melek gibi varlıklar vardır diyemem ve inceleme alanına girmediği için yoktur da diyemem) derse, daha insaflı hareket etmiş olur.

      Cinlerin yaradılışı

      Normal akla sahip bir kimse, kâinattaki muazzam nizamı incelediğinde, bunun kendiliğinden olmadığını anlar. (Dünya kendi kendine muntazam bir şekilde nasıl asırlardan beri dönebilir. Elbette döndüren bir yaratıcı vardır) der. Yaratıcıya inanan da Onun bildirdiklerine inanır. Çünkü cinleri, şeytanları inkâr etmek, Allahü teâlâyı inkâr etmek demektir. Bunun için aklı, fenni, göze tâbi kılmamalı, aksine gözü akla tâbi kılmalıdır! Akıl da tek başına hakkı bulamaz.

      Akıl göz gibi, İslamiyet de ışık gibidir. Yani aklın doğru karar verebilmesi için İslamiyet ışığına ihtiyacı vardır. İslamiyet ışığı da bunların var olduğunu bildiriyor. Her şeyi yoktan yaratan Allahü teâlâ, (İnsan ve cinleri ancak, beni tanımaları, ibadet etmeleri için yarattım) buyuruyor. (Zariyat 56)

      Nur-ül-islam kitabında diyor ki:

      Cinlerin ilk babası Can’dır. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:

      (Canı da daha önce, zehirli, dumansız ateşten yarattık.) [Hicr 27]

      Şeytanlar, iblisin zürriyetindendir. İblis de cin taifesindendir. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:

      (İblis cinlerdendi.) [Kehf 50]

      Cin suresinin ilk âyetlerinde, cinlerden iman edenlerin de olduğu bildiriliyor.

      Nas suresinde cinlerden insanlara zarar verenlerin bulunduğu, zararlarından Allah’a sığınılması bildiriliyor. Cinleri inkâr edip, onların insanlara zarar verdiğini inkâr eden kâfir olur. Süleyman aleyhisselamın cinlerden de düzenli askerleri olduğu Kur’an-ı kerimde bildirilmiştir. (Neml 17)

      Cehennem cin ve insanlarla doldurulacaktır. (Secde 13)

      Cinlerin, mümin ve kâfir olanları vardır.

    416. Asıl marifet çok sevap kazanmaktır

      * Kalb dünya arzularından birine bağlı kaldığı ve geçici lezzetlerden birinin peşine takılıp gittiği müddetçe, ahireti nasıl sevebilir?

      * İnsanın ilmi arttıkça, Allah’a sevgisi arttıkça, nefsinden soğumaya, nefret etmeye başlar. Bu hâle kavuşmak, Allah’ın lütuf ve ihsanıdır. O kulunu sevdiğinin alametidir.

      * Asıl marifet, çok para kazanmak değil, çok sevap kazanmaktır.

      * Dertlerinizi kullara değil, Allahü teâlâya arz edin. İstisnalar hariç, dert ve belanın tamamının kendi kusur ve kabahatlerimizden dolayı olduğunu unutmayalım.

      * Yumuşak ve mülayim olan kazanır.

      * Size dininizi imanınızı öğreten ana babanız sizden razı olmadıkça Allahü teâlânın sevgili kulu olamazsınız. İhsana kavuşma sebebi anne baba duasıdır.

      * Çölde kalmış insanın suya hasreti gibi, herkesten dua almaya bakın. Üç kişinin duası kabul olur red olunmaz. 1)Anne babanın 2) Misafirin 3) Mazlum olanların.

      * İlk imanımızı anamızdan, babamızdan öğrendik. Onlar ilk mürşidimizdir. Onun için ana baba hakkı çok büyüktür. Bu yüzden, din düşmanları; İslam’ı kökünden kazımak için aile yuvasını yıkmak lazım diyorlar.

      * Çocuklarımıza çok ihtimam göstermeli. Kur’an-ı kerim okumalarına, ehl-i sünnet itikadını ve ilmihal bilgilerini öğrenmelerine, ehl-i sünnet âlimlerini tanımalarına ve sevmelerine çok ehemmiyet vermeli.

      * Düşmanını tanımayan dostunu bulamaz.

      * Ehl-i sünnet itikadından bir mesele öğretmek onlarca nafile hacdan daha sevaptır.

      * Bir talebe, dinini öğrenmeye ve dine hizmet etmeye, müslümanlara ve insanlara faydalı olmaya niyet ederse, bu niyetle okursa, her nefesi zikir olur.

      * İki kalbin yok ki, biri ile Allahü teâlâya, diğeri ile Allahü teâlâdan başkalarına yönelesin.

      * Edebe riayet etmeyen hiç kimse, Allah’a kavuşamaz, yani veli olamaz. Din büyüklerinin yolu baştan sona edeptir. Namazın sünnet ve edeplerinden birini gözetmek ve tenzihi bir mekruhtan sakınmak; zikir, fikirden (tefekkürden) üstündür.

      * İslamiyet bir ağaç gibidir. Kökü iman, gövdesi ibadet, meyvesi ihlas.

      * Dinimizin 4 kelimeyle özeti: İnanmak, muhabbet, yapmak, sakınmak.

      * Tatlı dilli, güler yüzlü olun. Hiç kimseyle münakaşa etmeyin. Bölünmeyin, tefrikaya düşmeyin. Tefrika fitnedir, sakın düşmeyin.

    417. Asi kullara Allahü teâlânın müjdesi

      * Bilerek pek küfre düşülmez fakat bilmeyerek küfre düşülebilir. Bunun için (Yarabbi, bilerek veya bilmeyerek küfre sebep olan bir söz söylediysem, bir iş yaptıysam nadim oldum, pişman oldum, beni affet) duasını çok okumamız lazım. Küfür sigorta gibidir. İrtibatı keser. Bir kimse küfre düşmüş ise, ne yaparsa yapsın, ne kadar çok ibadet ederse etsin hiçbir faydası yoktur. Çünkü sigorta atmıştır, ampul, tesisat ne kadar sağlam olursa olsun, elektrik gelmediği için fayda olmaz.

      Nice sarhoşlar vardır ki, yaptığından pişmanlık duyar tevbe eder, imanla gider. Nice dervişler, müritler vardır ki, kibirlidir, günahları için tevbe etmez, imansız giderler. Cüneyd-i bağdadi hazretlerine bir papaz gelip, ben mi üstünüm sen mi üstünsün diye sorar. O da bir hafta sonra gel, der. Bir hafta sonra geldiğinde vefat ettiğini görür. Bugün bana cevap verecekti diye söylenince, tabutu göstererek, işte orada git sor, o boşuna konuşmaz derler. Tabutunun başına gidip aynı soruyu sorar. Cüneyd-i Bağdadi hazretleri Allah’ın izniyle başını kaldırıp, şöyle cevap verir; geçen hafta sonumun ne olacağını bilmediğim için sana cevap veremedim. Ben imanla gidip kendimi kurtardım, senden üstünüm. Sen kendine bak. Papaz, ağlamaya başlar, kelime-i şehadet getirir müslüman olur.

      * Peygamber efendimize bir yahudi gelip, selam verir gibi yaparak Es sam aleyküm yani, ölesin, yok olasın der. Peygamber efendimiz de, ve aleyküm sam diye cevap verir. Gittikten sonra, Hz.Âişe validemiz, Allah belanızı versin, sizi kahretsin… gibi bazı şeyleri sıralamaya başlayınca, Peygamberimiz durdurup, fazlaya hakkımız yok, bize ne yaptıysa ancak o kadarını yapabiliriz, buyurdu. Kâfir de olsa yaptığından fazlasını yapmak caiz değildir.

      * Allahü teâlâ suç işleyenin cezasını verir, ancak istiğfar edenleri affeder. Müjdeler çok, Rabbimizin merhameti geniş. Seksen sene kilisede papazlık yapmış, İslamı yıkmaya uğraşmış kişiyi bile bir kelime-i şehadet söylemekle affediyor. Allahümme inneke afuvvün, kerimün, tuhibbül afve fafu anni (Yarabbi sen madem ki affedicisin, ihsan edicisin, affetmeyi seversin öyleyse beni de affet). Bunu her namazdan sonra okumalı. Bunlar hep, asi kullara Allahü teâlânın müjdesidir.

      * Nefs Allahü teâlânın düşmanıdır. Peygamber efendimiz Allahü teâlânın dostudur. Nefsimize uyarsak Allahü teâlânın düşmanına itaat etmiş oluruz. İslam dinine uyarsak, Allahü teâlânın dostuna uymuş oluruz.

      * İlaç hasta içindir. İlaç kullanan içindir.

      * Zeka başka akıl başka. Akıllı olmak demek, ahirette işe yarayacak iş yapmak demektir.

      * Mevcuda şükretmeli, kanaat etmeli. Mevcutla devam etmeli. İsraf, küfran-ı nimet hep “bu bana lazımdır diyerek başlar.” Bir kere bu bana lazımdır deyince onun ardı gelir, bu da lazım, şu da lazım diye devam eder. Lazım dediğine kavuşmak için dinin dışına çıkar da haberi olmaz.

      * Namaz kılmamanın ne büyük bir suç olduğunu anlamak için çok sevdiğinizi mesela evladınızı kapının dışına çıkarıp, ben çağırınca gel deyin. Çağırın çağırın gelmesin. Siz defalarca çağıracaksınız da o gelmeyecek. Ne yaparsınız siz ona?

      Allahü teâlâ günde 5 defa kullarını çağırıyor. İşte bakın Allah ne kadar sabırlı, ne kadar merhametli, günde 5 defa çağırdığı halde gelmeyen kullarına bir şey yapmıyor ve mühlet veriyor.

      * Kılmak isteyene namaz, insanın önüne engel çıkarmaz.

    418. Allahü teâlâ kullarına zulmetmez

      * Allahü teâlânın feyzleri, nimetleri, ihsanları, yani iyilikleri, her an, insanların iyisine, kötüsüne, herkese gelmektedir. Herkese mal, evlat, rızk, hidayet, irşad ve selamet ve daha her iyiliği fark gözetmeksizin göndermektedir. Fark, bunları kabulde, alabilmekte ve bazılarını da almamak suretiyle, insanlardadır. Âyet-i kerimede buyuruldu ki:

      (Allah, kullarına zulüm etmez, haksızlık etmez. Onlar, kendilerini azaba, acılara sürükleyen bozuk düşünceleri, çirkin işleri ile kendilerine zulüm ve işkence ediyorlar.) [Nahl, 33]

      Nitekim güneş, hem çamaşır yıkayan adama, hem de çamaşırlara, aynı şekilde, parlamakta iken, adamın yüzünü yakıp karartır, çamaşırlarını ise beyazlatır.

      [Bunun gibi, elmaya ve bibere aynı şekilde parladığı halde, elmayı kızartınca tatlılaştırır. Biberi kızartınca acılaştırır. Tatlılık ve acılık hep güneşin ışıkları ile ise de, aralarındaki fark, güneşten değil, kendilerindendir. Allahü teâlâ, bütün insanlara çok acıdığı için ve bir ananın yavrusuna olan merhametinden daha çok acıdığı için, dünyanın her tarafındaki, her insanın, her ailenin, her cemiyetin ve milletin her zamanda ve her işlerinde nasıl hareket etmeleri lazım geleceğini, dünyada ve ahirette rahat etmeleri ve seadet-i ebediyyeye kavuşmaları için, işlerini ne yolda yürütmeleri ve nelerden kaçınmaları lazım geldiğini, Peygamber efendimiz vasıtasıyla bildirdi.]

      İnsanların, ahiretteki nimetlere nail olmamaları, Ondan yüz çevirdikleri içindir. Yüz çeviren, elbette bir şey alamaz. Ağzı kapalı bir kap, Nisan yağmuruna elbette kavuşamaz. Evet, yüz çeviren birçok kimsenin, dünya nimetleri içinde yaşadığı görülüp, mahrum kalmadıkları zan olunuyor ise de, bunlara dünya için çalışmalarının karşılığını vermektedir. Yalnız dünya için çalışanlara verdiği dünyalıklar hakikatte azap ve felaket tohumlarıdır. Mekr-i ilahi ile, istidrac olarak, yani Allahü teâlânın aldatarak, nimet şeklinde gösterdiği musibetlerdir. Böyle olduğunu Müminun suresinde bildirmektedir.

      Kalbleri [gönülleri] Hak teâlâdan yüz çevirenlere verilen dünyalıklar, hep haraplıktır, felakettir. Şeker hastasına verilen tatlılar, helvalar gibidir.

      * Rızk tamam, ona Allahü teâlâ kefil ama çalışmak ibadettir. Çalışan Allah’ın sevgilisidir. Çoluğuna çocuğuna namusuna ırzına sahip çıkabilmek için rızkını kazanmaya çalışana Allahü teâlâ ihsanda bulunur. Bir gün Peygamber efendimiz aleyhisselam eshab-ı kiramla sohbet ederken bir genç acele ile yanlarından geçmiş. Eshab-ı kiram demişler ki, keşke gelip dinleyip bir şeyler öğrenseydi, dünya için bu kadar koşuşturmasaydı. Peygamber efendimiz hemen müdahale edip, öyle söylemeyin buyurmuşlar, eğer helalinden rızkının, çoluk çocuğunun nafakası peşinde ise yaptığı ibadettir, Allah yolundadır buyurmuşlar.

      * Yumuşak olun. Sertliğin hiçbir yerde ve hiçbir kimseye karşı faydası yoktur.

      * İmanı muhafaza etmek için, imanı gideren şartları iyi bilmek lazım. İman kalbde olur. Kalbin 40 tane hastalığı var. İnsan bu kırk tane hastalığı öğrenmezse kalbi nasıl tedavi edecek. İnsan kalbinin hastalığını bilmezse nasıl tedavi etsin. Evet kalbimizin hastalığı var. Allahü teâlâ onu Kur’an-ı kerimde açık ve net olarak bildiriyor. Bu hastalık dünyaya düşkünlüktür. Peygamber efendimiz, Dünyaya muhabbet bütün kötülüklerin başıdır buyuruyor.

    419. Allahü teâlâ bize rahmeti ile muamele etsin

      * En iyi haslet dindar olmaktır. Bu haslet iki olursa, dindarlık ve mal sahibi olmak. Üç olursa, dindarlık, mal ve haya. Dört olursa, dindarlık, mal, haya ve güzel ahlak. Beş olursa, dindarlık, mal, haya, güzel ahlak ve cömertliktir.

      * Allahü teâlâ sırrını eminine verir. Bilen söylemez, söyleyen bilmez.

      * Ahmaklık, hatada ısrar etmektir.

      * Allahü teâlâ bize rahmeti ile, ihsanı ile muamele etsin, adaletiyle muamele ederse, yanarız.

      * İhlaslı insan, en iyi halinde de, en zayıf halinde de tavrı değişmeyendir. Allah için sevinmek, Allah için üzülmek lazım.

      * Dua etmekle beraber sebeplere yapışıp çalışmak lazımdır. Sebeplere yapışmadan dua etmek silahsız harbe gitmek gibidir. Sebeplere yapışacağız ancak sebeplerden de bilmeyeceğiz. Yaratan Allahü teâlâdır.

      * Allahü teâlâ, herşeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları diyoruz. Bir iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine yapışmamız lazımdır. Mesela buğday hasıl olması için, tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lazımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın bu âdeti içinde meydana gelmektedir. Ancak, Allahü teâlâ sevdiği insanlara iyilik, ikram olmak için ve azılı düşmanlarını aldatmak için bunlara, âdetini bozarak sebepsiz şeyler de yaratır.

      * Gerçek keramet, kerametin gizlenmesidir. Bunun dışında görünenler, velinin irade ve ihtiyarı ile değildir. İlahi hikmet öyle gerektiriyor demektir.

      * Her şey geçicidir. Ancak Allahü teâlâ bâkidir. Geçici şeylere gönül bağlamak aptallıktır. Sen de geçeceksin sevdiklerin de geçecek. Kalıcı bir şeye gönül bağlamak lazım. O da Allahü teâlâdır, Allah sevgisidir.

      * Sözün hayırlısı kısa ve yol gösterici olanıdır.

      * Kâfirlere muhabbet imanı giderir.

      * Âlim, dinini bilene denir. Medrese [üniversite] bitirene denmez.

      * Nefsin azgınlığı doğrudan doğruya dinedir. Onun için en büyük riyazet, dinimize uymaktır. Haramlarla kandıramıyorsa, nafilelerle uğraştırır ki farzı işlemesin diye. İnsan nefsini tanırsa Allah’ı tanır, nefsten kurtulmadıkça, insan kendini emniyette hissedemez. En büyük mücadele nefsle olmalı. Bu iş, Allah’ın dinine sarılmak yoludur.

      * Allah için olan işte sevgi vardır. Dünya için olan işte sevgi yoktur. Dünyanın tabiatında sevgi yoktur.

      * Dünya, nefsin ve şeytanın tuzağıdır. Varlıkta imtihan, darlıktan daha zordur. Çünkü darlıkta hep Allah diyorsun, varlıkta aklına gelince söylüyorsun. Bu çok tehlikeli.

      * Cennete gitmek için bütün yollar, bütün kapılar açık. Cehennem için de öyle. Siz Cennete götüreni tercih edin. Sizin için hayırlı olan budur. Asırlardır aynı şeyler söyleniyor, adeta size sizin için yalvarılıyor. Biraz da siz kendinize acıyın.

    420. Allah Teala , rızka kefildir ama imana kefil değildir !

      * Mal iyi de değildir, kötü de değildir. Mal, mülk gönüle girerse onu şımartır. Ve onun sonu olur. Mal mülk iyi niyetle kullanılırsa faydalı olur. Niyet iyi olmazsa insanın felaketi olur.

      * Razzak olan Hak teâlâ, rızıklara kefil olmuş, kullarını bu sıkıntıdan kurtarmıştır.

      * Aza kanaat etmeyen çoğu bulamaz. Kendinize güvenmeyin. Allahü teâlâya güvenin. Size düşen görev budur. Sabah kuş gibi… Yuvasından çıkıyor, tevekkül ediyor, akşama tok dönüyor.

      * Malı zarardan korumanın ilacı, zekat vermektir.

      * Zekat niyeti ile bir kuruş vermek, dağlar kadar altını sadaka olarak vermekten kat kat daha sevaptır.

      * Borç yükü altında ezilmektense, taş taşımayı tercih et. Yoksulluktan korun. Yoksul düşenin dini ve aklı zayıflar ve mürüvveti kaybolur.

      * Bir zenginle arkadaş olduğun zaman, onun yanında dereceni düşürmek istemiyorsan kendisinden bir şey isteme. Çünkü istemek insanoğlunun yüzünde siyah bir lekedir. Verileni red eden kimse ise, verenin gözünde büyük ve ona karşı makamını korumuş olur.

      * Zenginlerin, alçak gönüllü olması güzeldir. Fakirlerin ise onurlu olması lazımdır.

      * Allahü teâlâ rızka kefildir ama imana kefil değildir.

      * Düşünmekle ibadet olmaz, oturmakla ticaret olmaz.

      * İslamiyet’te paranın yeri, kalb değil ceptir. Para, müslümanın kalbinde değil cebinde olmalı. Para, kalbde ise bu kötüdür ve sevilmez. Bir cep dolu olunca kalb boş olur. İki cep dolu olunca kalb bomboş olur. Cepte olmazsa, kalbde olur. Cepler boş olursa, kalb dopdolu olur hem de cerahatla karışık.

      * İhtiyaçsızlık azgınlığa sebep olur.

      * Asıl cömert, veren değil, verdiğine sevinendir.

      * Allahü teâlâ dünyada müslümanlara da, kâfirlere de rızık veriyor, rahatlık, huzur veriyor. Kâfirle müslümanı dünyada ayırt etmiyor. Müslümanlar Allahü teâlânın dostudur. Kâfirler düşmanıdır. Dünyada dostla düşman ayrılığı yok fakat ahiret öyle değil. Ahirette dostla düşman ayrılacak. Müslümanlara nimetler, kâfirlere azaplar var.

      * Elhamdülillah müslümanız. Cenab-ı Hakkın büyük ihsanına, büyük lütuflarına kavuştuk. Milyonda kişilere verilmeyen büyük saadet verildi. O da Elhamdülillah ki iman ettik. Bu imanın güzelliğini, bu imanın letafetini anlatmak zorundayız. Nasıl anlatmalıyız. Evvela bu imanın tezahürü bizde teşekkül etmelidir. Yalan söylememeliyiz. Hırsızlık, hile yapmamalıyız. Verdiğimiz sözde durmalıyız. İslam ahlakı ile ahlaklanmalıyız. Gıybet dedikodu yapmamalıyız. İnsanların kalblerini kırmamalıyız. Güler yüzlü olmalıyız. Ailelerimizi üzmemeliyiz. İnsanlar hasretimizi çekmeli. Zaten müslüman hasreti çekilen insan demektir. Herkes, ah bir görsek, bir dinlesek demeliler.

      Böyle olursak anlatmaya lüzum yok. İnsanlar anlar. Herkes iyiyi kötüyü fark eder. Ve müslümanlığa rağbet besler. Ama siz güzel numune olmadan, allame-i cihan olsanız faziletler en güzel kelamlar ilimler sizde olsa hâliniz bozuksa insanlara zarar verirsiniz. İslamiyet’e de zarar verirsiniz.

      Evvela iğneyi kendimize batıralım. İyi bir müslüman olmaya, müslümanları sevmeye ve hatta sevilmeye çalışalım. Nefsimize zor gelen şeylere veya nefsimize zorluk verenlere dua edelim. Kalbinin nurlanmasını istiyorsan, kızdıklarına dua et.

    421. İbadet Artarsa Rızık da Artar

      Bir derviş. Evden ayrılışında hanımına işe gidiyorum diyerek ayrılır, ancak doğru tekkeye gider ibadet ederdi. Akşam eve döndüğünde Hanımı:
      – Yiyecek bir şeyimiz yok biliyorsun, elin boş mu döndün, dediğinde de
      – Çalıştığım zat öyle cömertki… Ondan para istemekden utanıyorum. Ay sonunda ücretimin tamamını toptan verecek, derdi.

      Ay sonu geldiğinde, yine evden ayrılmış, tekkeye gitmiş, ibadete koyulmuştu. Akşam eve döneceğinde bir düşünce kendisini aldı, ay sonu idi, hanıma ne diyecekti. Mahzun mahzun eve doğru yürüyordu. Sonunda eve yaklaştı. Evden leziz yemek kokuları etrafa yayılıyordu. Şaşırmıştı, kapıyı hanımı güler yüzle açar, içeri girerler olanları kocasına şöyle anlatır:
      – Kimin yanında çalışıyuorsan bey, gerçekten cömert biriymiş. Öğle sıraları idi, nur yüzlü iki zat kapıyı çaldı: “Bunlar beyinin iş ücretleridir. Eğer bundan sonra da işine devam eder ve daha fazla çalışırsa, ücereti daha da artacaktır” dediler ve taze kesilmiş koyun eti, çeşit çeşit yiyecek, hiç tatmadığım meyveler ve bir kese de altın verdiler. Allah razı olsun o kimseden. Açlıktan artık tahammülümüz kalmamıştı.

      Hanımından bu sözleri dinleyen derviş Allah’a şükredip, ibadetine devam etti….

      Allah (c.c.) neye kadir değil ki !

    422. LOKMAN HEKİM

      Hazret-i Lokman Allah’ın veli kullarından, güzel konuşan, hikmet sahibi salih bir kişiydi. Kur’an’da ondan övgüyle bahsedilmektedir. Davud Aleyhisselâm zamanında yaşamıştır. Siyah renkli bir köle idi. Fakat pek güzel sözleri, geniş bilgisi ve üstün halleri vardı. Bir sohbet sırasında adamın biri ona şöyle demişti:

      – Sen bir koyun çobanıyken, insanlar sözlerini neden önemsiyorlar?

      – Ben gözümü harama kapadım, dilimi tuttum, az yemekle yetindim, sözümü yerine getirdim, beni ilgilendirmeyen şeylere karışmadım, sustum.

      Hz. Lokman’ın efendisi, bir koyun kesip en iyi tarafından iki parçasını kendisine getirmesini istemiş. O da kestiği koyunun dilini ve kalbini kesip getirmiş. Sonra da bir koyun daha kesip en kötü iki parçasını atmasını istemiş. O da kestiği koyunun dilini ve kalbini koparıp atmış. Efendisi bu işe bir anlam vermeyip sebebini sorunca şöyle demiş:

      – İyi oldukları zaman dilden ve kalpten iyisi yok, kötü oldukları zaman da onlardan kötüsü yoktur!

      – İnsanların hangisi daha alimdir? demişler.

      – İnsanların bilgisinden yararlanıp kendi bilgisini arttırandır, demiş.

      Şu hikmetli sözler ona aittir:

      – Dört yerde dört şeyi korumak, iki şeyi unutmamak, iki şeyi de unutmak gerekir. Korunacak şeyler: Namazda gönül, halk içinde dil, yemekte boğaz, el evinde göz. Unutulmayacak şeyler, Allah’ın büyüklüğü ve ölümdür. Unutulması gerekenler de, birine ettiğin iyilik ve sana yapılan kötülüktür.

      Hz. Lokman bir gün Davud Aleyhisselâm’a uğradığında, onun demirden halkalar yapıp birbirine geçirdiğini görmüş. Bunun ne olduğunu merak edip sormak istemişse de, konuşmak yerine susup sabretmiş. Biraz sonra Davud Aleyhisselâm demir zırhını tamamlayıp üstüne giyince işin aslı anlaşılmış. Hz. Davud ona dönerek:

      – Bu elbise savaşta darbelere engeldir, deyince Hz. Lokman da:

      – Sabretmek güzel şeydir, üzüntüyü giderir, demiş.

    423. BİR İNSANI TANIMA YOLLARI NELERDİR?

      ‘Bir adam Hz. Ömer (r.a.)’in yanında bir hususta şâhitlikte bulunmuştu. Ömer ibnü’l-Hattâb hazretleri ona,

      ‘ Ben seni tanımıyorum, seni tanıyan birini getir, dedi.

      Orada bulunanlardan birisi,

      ‘ Ben onu tanıyorum, deyince Hz. ömer,

      ‘ Nasıl bilirsin? diye sordu. O da,

      ‘ Emin ve âdil bir adam olarak tanıyorum, cevabını verdi.

      Hz. Ömer (r.a.) tekrar sordu:

      ‘ Gecesini gündüzünü bildiğin, yakın bir komşun mudur?

      ‘ Hayır, diye cevap verdi adam.

      Hz. Ömer (r.a.) sormaya devam etti:

      ‘ İnsanın takvâsını ortaya koyan, muâmelesidir. Bu adam, alış’veriş yaptığın bir kimse midir?

      Adam tekrar,

      ‘ Hayır, dedi.

      Hz. Ömer (r.a.) bu defa;

      ‘ Bununla, insanın ahlâkının güzel veya çirkin olduğunu anlamaya imkân veren bir yolculuk yaptın mı? diye sordu.

      Adam bu soruya da,

      ‘ Hayır, cevabını verince, Hz. Ömer (r.a.),

      ‘ Sen onu tanımıyorsun, dedi ve sonra da adama dönerek,

      ‘ Git, seni tanıyan birini getir, buyurdu.’

      Demek ki bir insanı iyi tanıyabilmek, doğruluk ve dürüstlüğünden emin olabilmek için; onunla, ya yakın komşuluk yapacaksın veya alış-verişte bulunacaksın yahut da beraber yolculuk edeceksin… Aksi takdirde, yani bu ölçülerden hiçbirisi ile tartmadığın bir kişi hakkında, müsbet veya menfî yönde şahâdette bulunmayacaksın. Zira bu demektir ki, sen onu tanımıyorsun.

    424. Sarhoş ve Müezzin

      Sarhoş’un biri, şarabın tesiriyle bir camiye girer ve dua etmeye başlar:
      – Yarabbi! Beni Cennetine koy, bana köşklerini ver, bana kevseri ver, bana hürülerine ver…
      Bu yakarmaları işiten müezzin, sarhoşun yakasından tutarak:
      – Ey akıldan, dinden gafil, senin camide işin ne? Sen ne yaptın ki, Allah’tan hem de bu sarhoş halinle dilyorsun? Hiç yakışıyormu?
      Sarhoş bu sözleri işitince başlar ağlamaya ve:
      – Müezzin efendi, müezzin efendi… ben sarhoşum, yakamdan elini çek, bana ilişme, dokunma bana, inciştme beni, kırma kalbimi. Unutma, bilmiyorsan bil. Cenab-ı Hakk’ın rahmetinden lütfundan günahkar kullarıda ümitlenir. Benim sana sözüm yok, ben senden mi isityorum. Tevbe kapısı açıktır. En büyük yardımcı Allah’dır. O öyle lütuf sahibidirki, O’nun lütfunun, rahmetinin büyüklüğüğ yanında kendi günahımı büyük görmeye utanıyor, günahıma büyüklük veremiyorum.

    425. ODUNCU İLE ŞEYTAN DÖVÜŞÜ

      Odunculukla hayatını kazanan bir zat vardı. Allah’a karşı kulluk” vazifesini yapar, kimsenin ekşisine tatlısına karışmazdı. Bu zahit kişinin bulunduğu köyün yakınında bir köy daha vardı, onlar da dağda kutsal diye kabul ettikleri bir ağaca taparlar, ondan meded beklerlerdi.

      Oduncu, bir gün: «Şunların Allah diye taptıkları ağacı kesip odun edeyim, pazarda satarak ekmek parası kazanırım; hem de, bir kavmi Allah’a isyandan kurtarmış olurum» diye düşünerek Allah rızası için ağacı kesmeye karar verdi.

      Dağa doğru giderken karşısına acaip suratlı pis bir adam çıkarak nereye gittiğini sordu. Oduncu:

      – Halkın Allah diye taparak Allah’a isyan ettikleri ağacı kesmeye gidiyorum, dedi. Adam, oduncuya:

      – Ben şeytanım… O ağacı kesmene müsaade etmiyorum, deyince zahit oduncu, şeytana çok kızmıştı.

      Öldürmek için hücum ederek yere yatırdı ve üzerine oturup hançerini boğazına dayadı.

      Şeytan zahide:

      – Ey zahid, sen beni öldüremezsin. Allah bana kıyamete kadar müsaade etmiştir. Fakat gel o ağacı kesme, seninle anlaşalım. Ben sana her gün bir altın vereyim, sen de ağacı kesmekten vazgeç. Hem el ağaca tapıyormuş, günah işliyormuş senin neyine gerek, altınını al işine bak, dedi.

      Adam şeytanı bırakmıştı. Şeytan adama, akşam yatıp sabahleyin yastığının altına bakmasını söyledi ve anlaşarak ayrıldılar.

      Adam ağacı kesmekten vazgeçip, evine dönmüştü.. Akşam yatıp sabahleyin yastığının altına baktığında, altını gördü. Memnun olmuştu, ikinci gün oldu. Fakat bu sefer şeytan altını koymamıştı. Adam kızıp baltasını aldığı gibi dağa ağacı kesmeye gitti. Fakat yolda yine şeytanla karşılaştılar. Adam şeytana iyice kızmıştı. Görünce:

      – Seni sahtekâr seni, kandırdın değilmi beni?., diyerek üzerine hücum etti.

      Fakat evvelkinin tam tersine bu sefer şeytan adamı tuttuğu gibi altına aldı. Adam şaşırmıştı. Bu nasıl hâl der gibi şeytanın yüzüne bakıyordu. Şeytan:

      – Hayret ettin değil mi? Niçin bana yenildiğinin sebebini söyleyeyim: Dün sen Allah rızası için ağacı kesmeye gidiyordun. Seni değil ben, dünyadaki bütün şeytanlar bir araya gelsek yine yenemezdik. Lâkin şimdi Allah rızası için değil de, sana altını vermediğim için kızdığından gidiyorsun, işte o yüzden bana mağlup oldun ve sana ağacı kesmene müsaade etmeyeceğim, dedi.

    426. Hızırı Görmek İstiyorum

      Vaktiyle, saf-temiz bir adam, Hazreti Hızırı görmek dredine görmüş. Ona birileri:
      “- Filan çöle gideceksin filan istikamete doğru yürüyeceksin, işte oralarda bir yerlerde Hızır’ı görebilirsin, demiş.
      O da inanmış, o çöle gitmiş ve o istikamete doğru yüürmeye başlamış. Gariban adam çölde epeyce yürümüş. Bir müddet sonra birisiyle karşılaşmış:
      “- Selâmun aleyküm…”
      “- Aleyküm selâm.”
      “- Hayırdır, yolculuk nereye kurban?” demiş karşılaştığı adam.
      “- Ben Hızır’ı görmek istiyorum. bu çölde bu istikamete gidersem görebleceğimi söylediler…. Gidiyorum işte….”
      “- Peki Hızır’ı görünce tanıyabilecek misin?..
      Saf adam:
      “- Vallahi, o hiç aklıma gelmedi demiş.
      “- Üzülme… Ben sana tarif edeyim: Benim gibi kara kuru, seyrek sakallı bir adamdır.
      “- Eyvallah kurban demişler ve birbirlerinin tersine yürümüşler.

      Çok geçmeden aklı başına gelmiş,geri dönmüş ama, kara kuru seyrek sakallı Hızır (a.s.) sır olup gitmiş.

      Adamcağız kulağını kaşımış ve…
      “- Hay Allah, kaçırdık.” demiş. Hızır’ı kaçırdığına pişman olmuş.

    427. Müslim’in bir rivayetinde şu ziyâde var: “(Sonra adam sevincinin şiddetinden şaşırarak şöyle dedi: “Ey Allah’ım, sen benim kulumsun, ben de senin Rabbinim.”

      – Zirrü’bnü Hubeyş anlatıyor: “Saffân İbnu Assâl el-Murâdî (radıyallahu anh) bize, Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın şöyle söylediğ’ini rivayet etti:

      “Mağrib cihetinde bir kapı vardır. Bu kapının genişliği -veya bunun genişliği binekli bir kimsenin yürüyüşüyle- kırk veya yetmiş senedir. Allah o kapıyı arz ve semaları yarattığı gün yarattı. İşte bu kapı, güneş batıdan doğuncaya kadar tevbe için açıktır. ”

      – Ebü Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kim güneş batıdan doğmazdan evvel tevbe ederse Allah tevbesini kabul eder.

      – İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Son nefesini vermedikçe Allah, kulun tevbesini kabul eder. ”

      – Ebü Musa (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Aziz ve Celil olan Allah, gündüz günah işleyenlerin tevbesini kabul etmek için geceleyin elini açar.

      Gece günah işleyenlerin tevbesini kabul etmek için de gündüz elini açar, bu hal, güneş batıdan doğuncaya kadar devam edecektir. Burada “el”, Allah’ın ihsan ve fazlından kinayedir
      – Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Sizden önce yaşayanlar arasında doksan dokuz kişiyi öldüren bir adam vardı. Bir ara yeryüzünün en bilgin kişisini sordu. Kendisine bir râhib tarifedildi. Ona kadar gidip, doksan dokuz kişi öldürdüğünü, kendisi için bir tevbe imkânının olup olmadığını sordu. Râhib: “Hayır yoktur!” dedi. Herif onu da öldürüp cinayetini yüze tamamladı.

      Adamcağız, yeryüzünün en bilginini sormaya devam etti. Kendisine âlim bir kişi tarif edildi. Ona gelip, yüz kişi öldürdüğünü, kendisi için bir tevbe imkânı olup olmadığını sordu. Âlim: “Evet, vardır, seninle tevben arasına kim perde olabilir?” dedi. Ve ilâve etti:

      ” Ancak, falan memlekete gitmelisin. Zîra orada Allah’a ibadet eden kimseler var. Sen de onlarla Allah ibadet edeceksin ve bir daha kendi memleketine dönmeyeceksin. Zira orası kötü bir yer. ”

      Adam yola çıktı. Giderken yarı yola varır varmaz ölüm meleği gelip ruhunu kabzetti. Rahmet ve azab melekleri onun hakkında ihtilâfa düştüler. Rahmet melekleri: “Bu adam tevbekâr olarak geldi. Kalben Allah yönelmişti” dediler. Azab melekleri de: “Bu adam hiçbir hayır işlemedi” dediler.

      Onlar böyle çekişirken insan suretinde bir başka melek, yanlarına geldi. Melekler onu aralarında hakem yaptılar. Hakem onlara: “Onun çıktığı yerle, gitmekte olduğu yer arasını ölçün, hangi tarafa daha yakınsa ona teslim edin” dedi. Ölçtüler, gördüler ki, gitmeyi arzu ettiği (iyiler diyarına) bir karış daha yakın. Onu hemen rahmet melekleri aldılar.”

      Bir rivayette şu ziyade var: “Bir miktar yol gidince, ölüm gelip çattı. Adamcağız yönünü sâlih köye doğru çevirdi. Böylece o köy ehlinden sayıldı.”

      Buharî, Enbiya 50; Müslim, Tevbe 46, (2766); İbnu Mâce, Diyât 2, (2621).

      932 – Bir diğer rivayette (aynı hikaye ile ilgili olarak) şöyle denmiştir: “Allah Teâla beriki köye adamdan uzaklaşmayı, öbür köye de yaklaşmayı vahyetti, sonra da: “Adamın geldiği ve gitmekte olduğu köylere uzaklıklarını ölçüp kıyaslayın” dedi.”

      Buharî, aynı bab.

      933 – Hz.Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “İnsanoğlunun herbiri hatakârdır. Ancak hatakârların en hayırlısı tevbekâr olanlarıdır.”

      TEVBE

      – Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resülullah aleyhissalâtu vesselam buyurdular ki: “Günahlarınız semaya ulaşacak kadar çok bile olsa, arkadan tevbe etmişseniz, günahınız mutlaka affedilir.”

      – Ebu Sa’îd radıyallahu anh anlatıyor: “Resülullah aleyhissalatu vesselâm buyurdular ki: “Allah, kulunun tevbesine şu adamın sevinmesinden daha çok sevinir (yani razı olur): Adam yolculuk halindedir. Bir susuz çölde bindiği devesini kaybetmiştir, onu aramaya koyulur. Sonunda aramaları adamı cidden yorup aciz bırakınca (susuzluk ve sıcaktan olduğu yerde ölmek üzere, yere yatar), elbisesini başına çekip örtünür. İşte kendisi o halde iken, devesini kaybettiği yerde hayvanın ayak seslerini duyar. Yüzünden örtüyü kaldırır ve karşısında devesini görür.”

      – Abdullah İbnu Mes’ud radıyallahu anh anlatıyor: “Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Günahtan tevbe eden, bir günah işlememiş gibidir.”

      – İbnu Makıl anlatıyor: “Babamla birlikte Abdullah İbnu Mes’ud radıyallahu anh’ın yanına girdim. Bu ziyaret sırasında o: “Resülullah aleyhissalâtu vesselâm’ın “pişmanlık tevbedir” dediğini nakletti. Babam: “Aleyhissalâtu vesselâm’dan bunu bizzat işittin mi?’ diye sordu. Abdullah: “Evet!” dedi.”

      – Abdullah İbnu Amr radıyallahu anh arılatıyor: “Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Allah Teala hazretleri, kulun tevbesini, can boğaza gelmedikçe kabul eder.”

    428. TEVBE

      – Hâris İbnu Süveyd anlatıyor: “Abdullah İbnu Mes’ud (radıyallahu anh) bize iki hadis rivayet etti. Bunlardan biri Hz. Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm)’ dendi, diğeri de kendisinden. Dedi ki: “Mü’min günahını şöyle görür: “O, sanki üzerine her an düşme tehlikesi olan bir dağın dibinde oturmaktadır. Dağ düşer mi diye korkar durur. Fâcir ise, günahı burnunun üzerinden geçen bir sinek gibi görür” İbnu Mes’ud bunu söyledikten sonra eliyle, Şöyle diyerek, burnundan sinek kovalar gibi yapmıştır.

      Sonra dedi ki: “Ben Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın şöyle söylediğini duydum: “Allah, mü’min kulunun tevbesinden, tıpkı şu kimse gibi sevinir: “Bir adam hiç bitki bulunmayan, ıssız, tehlikeli bir çölde, beraberinde yiyeceğini ve içeceğini üzerine yüklemiş olduğu bineği ile birlikte seyahat etmektedir. Bir ara (yorgunluktan) başını yere koyup uyur. Uyandığı zaman görür ki, hayvanı başını alıp gitmiştir. Her tarafta arar ve fakat bulamaz. Sonunda aç, susuz, yorgun ve bitap düşüp: “Hayvanımın kaybolduğu yere dönüp orada ölünceye kadar uyuyayım” der. Gelip ölüm uykusuna yatmak üzere kolunun üzerine başını koyup uzanır. Derken bir ara uyanır. Bir de ne görsün! Başı ucunda hayvanı durmaktadır, üzerinde de yiyecek ve içecekleri. İşte Allah’ın, mü’min kulunun tevbesinden duyduğu sevinç, kaybolan bineğine azığıyla birlikte kavuşan bu adamın sevincinden fazladır. “

    429. İçinde sûret (resim ve heykel) ve köpek bulunan eve melekler girmez.
      (Hadîs-i Şerif—Buhârî ve Müslim) –

    430. Mü’min nefsiyle, arif Rabbi’yle beraberdir.” (Cafer–i Sadık Hazretleri)

      İçinden gül geçerse, gül olursun…

      Sad-i Şirazi

      İnsanlara ok atmak, dil ile taşlamaktan daha hafiftir. Zira dil taşlaması hedefini şaşırmaz.

      Süfyan Es-Sevri

      Cehalet öyle binektir ki, üzerine binen zelil olur, arkadaşlık yapan yolunu kaybeder.

      Hz. Osman

      Herkes bedeninin ölümünü düşünüyor.Kalbinin ölümünü düşünen yok..!
      Asıl önemli olan kalbin ölmesidir.

      Mevlana

      Akılı kimsenin lisanı kalbindedir. Düşünerek söyler.
      (Hz. Ali)

      Dünya değirmen taşına benzer,her saat nice kalpler öğütür.
      (Şeyh Sadi)

      Kalp zikretmezse, içinde oturulmayan evin harap olması gibi harap olur.

      (Malik bin Dinar, rh)

      İyiliği gizlemek, kötülüğü gizlemekten daha üstündür. (Ebu Bekir Ferra)

      Bilmediklerimi ayağımın altına alsaydım başım göğe ererdi. (İmam-ı Azam)

    431. Cennetliklerin cennete, Cehennemliklerin de cehenneme girmeleri, kendi amelleri sebebiyledir. Fakat onların, orada ebedî kalmaları, niyetleri yüzündendir.
      (Hasan Basrî)

      “Hak yolu aramakla bulunmaz; fakat bulanlar ancak arayanlardır.”

      Cüneyd-i Bağdadi H

      Kim ilmi ararsa, cennet onu arar. Kim günahı ararsa, cehennem de onu arar.

      Hz.Ali (k.v.)

    432. ABDEST ALMANIN MÜKAFATI
      Sune-i Ebi Davud ve İbn-i Mace’nin rivayet ettiği hadis-i Şeifte Peygamber Efendimiz buyuruyorlar ki:
      Bir müslüman abdest alırken ağzına su verdiği vakit
      günahlar ağzından çıkar.
      Burnuna su verip temizlediği vakit günahları burnundan çıkar.Ellerini yıkayınca tırnaklarının altına varıncaya kadar,başını meshedince kulaklarının altına varıncaya kadar,Ayaklarını yıkayınca ayak tırnaklarına varıncaya kadar bütün günahlar çıkar.’’
      Nakil: Fazilet Takvimi 01.04.2008

      Padişahı cihan olmak kuru bir kavga imiş,bir veliye bende olmak cümleden evla imiş.
      YAVUZ SULTAN SELİM HÂN

      Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi, olmaya cihanda devlet bir nefes sıhhat gibi.

      KANUNİ

      Bak şu çeşmenin haline bak, içecek tası yok; kırma mü’minin kalbini yapacak ustası yok.

      Kişiki ne bilsin nedir mekteb? Eşek altın gümüş külah giyse yine merkep yine merkep.

      Mala,mülke marur olma deme var mı ben gibi? Bir muhalif rüzgar eser, savurur harman gibi.

      Mal mülk elde iken düşmanların dostun olur.Elde bir şey kalmayınca dost bile düşman olur.

      Ne kahri desti adadan ne Lütfi aşinadan bil. :Umurun hakka tefviz et cenabı kibriyadan bil.

      Halk tecelli eyleyince her işi asan eder. Halk eder esbabını bir lahzada ihsan eder.

      İKİ GÖZ VARDIR Kİ, ONA ATEŞ İSABET ETMEZ
      1-ALLAH KORKUSUNDAN DOLAYI AĞLAYAN GÖZLER.
      2-ALLAH YOLUNDA MÜSLÜMANLARI GÖZETLEMEK İÇİN BEKLEYEN GÖZ.
      Hadis-i Şerif

    433. Kansere karşı 34 gıda
      ELMA: Bol miktarda “kuarsetin” içerir. Kanser tedavisinde, kanserden korunmada, alerji ve kalp damar hastalıklarında yararlı. Günde en az kabuklarıyla birlikte 2 elma tüketilmeli.
      NAR: Son çalışmalar, narın kanserojen madde verilen farelerin genlerinde yüzde 30 civarında düzelme sağladığını gösteriyor. İçerdiği bazı maddeler sayesinde kolesterol ve şekeri dengeleyen nar, kalp sağlığını da koruyor. Bu nedenle günde 1 bardak taze sıkılmış nar suyu içilmeli ya da 2-3 tane nar yemeli.
      KARA ÜZÜM: Son 10 yıl içindeki çalışmalar, kara üzümün kanser önleyici rolüne işaret ediyor. Ayrıca kalp damar hastalıklarından da koruyor. Çekirdeği ve kabuğuyla birlikte yenmesi gerekiyor. Günde 1-2 bardak kadar tüketilebilir.
      BÖĞÜRTLEN: İçeriğindeki “eliagic asit” kanserli hücrele rin ölmesini sağlıyor. Böğürtlen yaprakları da çok faydalı, çay şeklinde tüketilebilir
      YABANMERSİNİ: Vücudu kanserden koruyan enzimleri aktif hale getirerek kansere yakalanma riskini azaltıyor. Ayrıca kandaki kolesterol oranını düşürerek kalp krizinden de koruyor.
      KİRAZ: Bol miktarda “flavon” denen yaralı bir madde ihtiva eder. Kanser oluşumunu ve kanserin ilerlemesini engeller. Özellikle meme, cilt, akciğer ye karaciğer gibi kanser tiplerinde etkili.
      KARPUZ: A ve C vitamini yönünden zengin. İçerdiği yararlı maddeler vücudu kansere karşı koruyup, toksik maddelerden arındırıyor.
      KIRMIZI TURP: Akciğer kanseri riskini azaltır, meme kanserinden korur. Bol miktarda turp salatası tüketin.
      KIRMIZI BİBER: Zengin bir C vitamini deposu. C vitamini kanser hücrelerinin büyümesini engeller ve bağışıklık sistemini zararlı maddelerden korur.
      KIRMIZI BİBER: Zengin bir C vitamini deposu. C vitamini kanser hücrelerinin büyümesini engeller ve bağışıklık sistemini zararlı maddelerden korur.
      BROKOLİ: C vitamini, betakaroten, lif ve kalsiyum açısından çok zen gin. Kansere karşı koruyucu maddeler içerir. Özellikle bağırsak, mesane, meme kanserlerinden korur. Brokoli çoğu içerik maddesini ancak çiğ yendiğinde barındırıyor. Ancak haftada 2’den fazla çiğ brokoli tüketmeyin çünkü tiroit yetmezliği oluşabilir.
      DOMATES: Özellikle hafif pişmiş tüketilmesi prostat problemlerinden yüzde 40 oranında korur. Domatesin içindeki likopen akciğer, kolon, meme kanserini de engeller.
      SARMISAK: Kanserin yayılmasını durdurur. Selenyum, triptopan gi bi kan ser hücreleriyle savaşan maddeler içerir. Hem kansere yakalanmaktan korur hem de kanser tedavisi sırasında kullanılır. Hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalara göre sarımsak mide, meme, bağırsak, yemek borusu, prostat ve cilt kanserlerinde tümörlerin oluşmasını ve ilerlemesini engelliyor. Her gün 2-3 diş çiğ sarımsak, 1-2 avuç kuru yemiş tüketilmeli.
      HAVUÇ: Günde 2 bardak havuç suyu içmek, prostat kanserine karşı yüzde 20 koruma sağlıyor. Havucun içinde betakaroten denen çok yararlı bir madde var. Betakarotenin ağız, yemek borusu ve mide kanserinde de koruyucu etkisi var.
      ANANAS: Ananasın içindeki ‘bromelain’ maddesi tümör hücre gelişimini doğrudan durduruyor. Özellikle de akciğer, bağırsak, yumurtalık ve cilt kanserlerinde tümörlü hücrelerin büyümesini engelliyor.
      AY ÇEKİRDEĞİ: Çinko ve selenyumdan zengindir. Çinko vücutta C vitamininin emilmesini sağlar ve şifalı etkisini hızlandırır
      BALIK: Omega 3′ten zengin balıkları seçin, haftada 2 kez somon, uskumru, sardalya ve mezgit gibi omega 3 yağ asitlerinden zengin balıkları tüketmek kanserden korur. Balık; meme kanserinde yayılmayı önler, bağırsak, pankreas ve prostat kanserlerinin büyümesine engel olur. Ayrıca kalp krizine karşı da korur.
      CEVİZ: Omega 3 yağ asitleri içerdiği için kanserden korur. Ayrıca kalp damar hastalıklarına da iyi gelir. Günde 1 avuç ceviz yiyin.
      ÇÖREK OTU: Bağışıklık siteminizi güçlendirmek için günde 1 çorba kaşığı 1 çörek otu yiyin. Çörek otu vücutta mikrop veya tümörle mücadele eden “naturel killer” hücrelerinin sayılarının artmasını sağlar. Yararlı etkilerini gösterebilmesi için çörek otunu öğütüp toz şeklinde tüketin.
      FINDIK: Kalp krizine karşı koruyucu olan E vitamini açısından zengin bir besindir. Her gün yenilen bir avuç fındık kansere ve kırışıklıklara karşı koruyucudur.
      İçerdiği yağlar doymuştur. Yani sağlığa zararlı değildir. Kötü kolesterolü düşürüp iyi kolesterol seviyesini artırarak kalp hastalığını önler.Ceviz gibi türleri ellagic adı verilen bir tür asit içerir.Bu asit kanserli hücrelerin kendilerini öldürmeleri anlamına gelen apoptosis sürecini başlatır.Kanserin ve kalp hastalıklarının önlenmesinde önemli yer tutan E vitamininden de yüksek miktarda içerir.Her gün bir avuç yenmesi çok faydalıdır.
      İNCİR: Potasyum, demir ve kalsiyum içerir. Sindirim sistemine yardımcı olur ve modern tıp tarafından da kansere karşı koruyucu olarak önerilmektedir.
      ISPANAK: Kansere, kalp hastalıklarına, yüksek tansiyona karşı çok etkili bir sebzedir.
      KABAK ÇEKİRDEĞİ: E vitamininden zengindir. Kanser hücrelerini engeller ve bağışıklık sistemini zararlı maddelerden korur.
      KAYISI: Hücrelere ve dokulara zarar veren moleküllerin etkisini ortadan kaldırarak kansere karşı koruyucu etki sağlar. Lifli olduğu için bağırsakları koruyucudur.
      KETEN TOHUMU: Bağışıklık sistemini güçlendirerek kanserden korur. Özellikle bağırsak kanserine karşı koruma sağlar, keten tohumu da öğütüldükten sonra tüketilmeli.
      KİMYON: Kimyon, dereotu tohumu ve turunçgillerin kabuğu çok faydalı. Limonen denen kanser savaşçısı bir madde ihtiva eder.
      KURU BAKLAGİL: Haftada 2 kez kuru baklagil tüketmek çok önemli. Mercimek, nohut, kuru fasulye iyi protein ve lif kaynaklarıdır. Kanserin yayılmasını önleyen antikanser maddeler içerirler. Vücuda zarar veren maddelerle savaşır, kan dolaşımına yardımcı olurlar.
      LAHANA: Meme ve rahim kanserine etkilidir. Vücutta biriken zehirli maddelerin atılmasını sağlar. Kanserli hücrelerin çoğalmasını önleyen karoten maddesini içerir. Kandaki şeker miktarını düşürür.
      PİRİNÇ: E ve B vitaminleri açısından zengindir. Bağırsak kanserine karşı koruyucu, kolesterolü düşürücü ve kalp krizi riskini azaltıcı etkisi vardır.
      ŞEFTALİ: Kansere ve kalp krizine karşı koruyucu olan betakaroten açısından da zengindir.Bir şeftali günlük C vitamini ihtiyacının %50 sini karşılar.
      SOĞAN: Bağışıklık sistemini güçlendirirİçerdiği allicin ve sülfür ile mide ve bağırsak kanserine karşı koruyucu etki sağlar.
      YEŞİL ÇAY: Her gün yeşil çay içilmeli. Günde iki fincan yeşil çay tüketiminden sonra kana geçen kanser savaşçısı maddeler, kılcal damarlarla vücudun her hücresine taşınarak tümörlü hnhavuç suyu içmek, prostat kansücrelerin büyümesini engeller.”
      YOĞURT: Her gün yarım kilo yoğurt tüketmek çok önemli. Evde yapılan probiyotik yoğurdun içindeki bakteriler vücudun en büyük dostu, kanserin en büyük düşmanıdır. Ayrıca yoğurt uzun yaşamın sırrıdır. Yoğurt özellikle kolon, mide, akciğer ve meme kanserlerine karşı koruyucudur. Kadınlarda meme fibrokistlerini de azaltır. Bu nedenle herkesin günde yarım kilo yoğurt tüketmesi gerekir.
      ZERDEÇAL: Köriye karakteristik koyu sarı rengini ve lezzetini verir. Kanser destek ürünleri içinde en güçlüsüdür. Akciğer, kolon, karaciğer, mide, meme, yumurtalık, beyin, lösemi gibi pek çok kanserde tümörlü hücrelerin büyümesini engellediği belirlenmiştir. Kanserin dağılmasını engelleyerek kanser hücrelerini ölmeye zorlar.
      ZEYTİNYAĞI: Kandaki kolesterol düzeyini dengede tutar. Antioksidan özelliği olan E vitamini açısından da zengindir. Bu sayede kalp krizi, felç, kanser ve erken yaşlanmaya karşı beyni koruyucu etkiye sahiptir.
      ..

    434. İman Ve İslam Hakkında Kırk Hadis

      (4.Hadis) “Rab olarak Allah`ı , din olarak İslam`ı ve Peygamber olarak da Muhammed (s.a.v)`i seçen kimse imanın tadını almıştır.” (Müslim, c.1, s.46)

      Açıklama:Bir mü`minin kalbiyle imanın tadını alabilmesi için Allah`ın zat, sıfat ve fiillerini hoş ve güzel bulması lazımdır.Din olarak İslam`ın esaslarını her şey`e tercih etmek ve Muhammed (s.a.v)`i yüce bir peygamber olarak beğenip sevmek zorundadır.Aksi halde kalpte iman feyizlerini hissetmesi mümkün olamaz.
      Kapanmış bir gözün, renk güzelliklerini, sağır bulunan kimsenin, güzel nağmeleri hissedemediği gibi, kalpteki gaflet perdelerini Allah ve Resulü`nün aşkı ve dini gayretle yıkılıp yırtılmadıkça imanın tadını almak kabil olamaz.

    435. (16.Hadis) -“Kabul edeceğine yakinen inanmış olduğunuz halde Allah`a dua edin.Gafil kalpten kopup gelen hiçbir duayı Allah`ın kabul etmeyeceğini iyi bilin.” (Tuhfet`ül-ahvezi,c.9,s.450)

    436. (19.Hadis) -“Gizli olarak veya kimsesiz yer de yapılacak bir dua, açıkta yapılan yetmiş duaya denktir.” (Feyz`ül-kadir,c.3,s.527)

    437. Bazı yiyecek ve içeceklerin Fazileti ve Hikmeti.

      Yemekten önce tuza banmak :

      Çünkü tuzda 70 derde şifa vardır : Sinir, Cüzzam, baras, karın ağrısı ve baş ağrısı hastalıklarına iyi gelir.
      Nitekim Peygamberimiz S.A.V. Efendimiz Hazreti Ali r.a. a hitaben şöyle buyurmuşlardır
      ” Ey Ali, yemeğe tuzla başla ! Çünkü 70 derde devadır. O dertlerın bazıları şunlardır : Sinir hastalığı, cüzzam, baras, karın ağrısı ve diş ağrısı.”

      Diğer bir Hadisi Şerifte şöyle buyurulmaktadır
      ” Katıklarınızın en büyüğü tuzdur.”

      Mecmauladab kitabından

      BAL

      Yetmiş Peygamber bal´a bereketle dua ettiler. Hem Kuranı Azimuşşanda onun hakkında

      فِيهِ شِفَآءٌ۬ لِّلنَّاسِ
      ” Onda insanlar için şifa vardır“(Nahl suresi Ayet 69)
      Kim her ay üç sabah bal yerse o ayda hiç bir hastalık görmez.
      Bir Hadisi Şerifte
      “ Helal bir dirhemle bal satın alınıp yağmur suyu ile içilirse, her hastalığa şifa olur.”

      PİRİNÇ

      Pirinç pilavını yerken Rasulullah S.A.V. Efendimize Salevat getirmelidir.
      Bir Hadisi şerifte pirincin önemi şöyle anlatılır.

      ” Ben Latif bir cevher idim. Arşın etrafını dolaşıyordum. Allahu Teala bana nazar eyledi. Sıkıldım ve terledim. Benden yedi damla ter düştü;
      Allah-u Teala
      birinci damladan Ebu Bekir´i
      ikinci damladan Ömer´i
      üçüncü damladan Osman´i
      dördüncü damladan Ali´yi yarattı.
      Beşinci damladan Gül
      Altıncı damladan Pirinç
      Yedinci damladan Kabağı yarattı.”

      Fudayl bin Iyaz hz.leri anlatıyor :
      Ben Caferibni Muhammedibni Sadık hz.lerinin meclisine vardım. Yemek ( Pirinç)yiyordu, bana dediki;
      ” Ben babam Muhammedden O da babası Hüseyinden, O da babası Ali bin Ebu Talib´den, O da Fahri Kainat Efendimizden işitmişler. ( Bu kişi Hz.Hüseyin Efendimizin torunu.)
      -” Hububat içinde en ilk Vahdaniyeti İlahiyyeyi, Benim nübüvvetimi, Kardeşim Ali´nin Velayetini, muvahhid ümmetim için Cenneti ikrar ve itiraf eden PİRİNÇ danesidir.

      Hadis : Miracta Cenneti adn´e dahil oldum, en evvel bana arz olunan Pirinç idi.

      Hadis : Yerden çıkan her şeyde bir şifa ve bir zarar vardır.
      Pirincin sadece şifası vardır.

      Hadis : Eğer pirinç insan farz olunsa , gayet halim bir adam olurdu.

      Hadis : Pirinç hayat sahibi olması farz olunsa İnsan,
      İnsan olsa erkek,
      erkek olsa Salih,
      Salih olsa Veli,
      Veli olsa Nebi,
      Nebi olsa Mürsel,
      Mürsel olmasi lazım gelse, ben olmaklığım farz olurdu.

      Mecmauladab ve notlarımdan

      BAKLA

      Hadisi şerifte : Kim Baklayı kabuğu ile birilkte yerse, Allahu Teala o nisbette hastalığı çıkarır.

      Bundaki sırrı şöyle açıkladılar : Baklanın kabuğunda elif şeklinde bir parça vardır.
      Kabuğunda fayda mulahaze edilebilir.

      Şiratulislam

      ÇÖREK OTU

      Hadis-i şerif
      “Çörek otu ölüm hariç bütün derde şifadır.”

      Çörek otunun hastalıklara şifâ oluşu hakkında Hz.Aişe şöyle demiştir: Hz.Peygamber buyurdu ki: “Şu kara tane (çörek otu) sâ’dan başka her hastalığa şifâdır.” Ben de sâm nedir? diye sorunca Rasûl-i Ekrem “ölümdür” diye cevap verdi.1

      Çörek otunda bütün hastalıklara devâ olma hususiyeti vardır. Çünkü bunu en iyi Allah ve Rasulü bilir. Rasûl-i Ekrem’in bu haberi “Kim sabahleyin acve denilen hurmadan yedi tane yerse o gün zehir ve sihir ona zarar vermez.”2 “Sineğin iki kanadının birinde zehir, diğerinde panzehir vardır.”3 hadislerindeki haberleri gibidir. Bunun başka örnekleri de vardır. Bu haberler Hz.Peygamber’in (s.a.v.) mucizelerindendir.4

      Çörek otu, alaca denen hastalığa ve sıtmaya karşı şifâlıdır. Midenin şişkinliğini giderir, nefes tıkanıklığını önler, devamlı kullanılırsa bevli, hayzı ve sütü arttırır. Sirkeyle karıştırılıp içilirse kurtları döker. Nezleye karşı da şifâlıdır. Ekmeğe karıştırılıp yenilirse nefes darlığı, felç, baş ağrısı gibi hastalıklara karşı faydalıdır.5

      Kaynaklar

      1. Müslim, ag. esr., es-selâm, had.88. Çörek otu, bir bitki cinsidir. Orta Avrupa, Akdeniz çevresi ülkeleri ile Batı Asya’da yabanî olarak yetişir. 16 türü vardır. Baharat ve süs bitkisi olarak da yetiştirilir. Bk. Türk Ansiklopedisi, XII, 132)

      2. el-Buhârî, es-Sahîh, el-et’ime, B.43; et-tıb, B.52.

      3. el-Buhari, Bedu’l-halk, 17.

      4. ez-Zehebî, ag. esr., s. 43.

      5. Geniş bilgi için bk. ez-Zehebî, ag. esr., s. 43

      PATLICAN

      Hadisi şerif : Kim onu zararlı niyetine yerse, o zararlı olur.
      Kim de onu deva niyetiyle yerse deva olur.

      Abdullah b. Abbas r.a.dan
      Ensardan bir zatın ziyafetinde Rasulullah S.A.V. ile beraberdim. Bir tabak içerisinde sofraya patlıcan getirmişlerdi.
      Orada bulunanlardan biri dediki
      – Ey Allahın Rasulu patlıcan safra yapar, ağız kokusunu çirkinleştirir ve ondan maraz hasıl olur.

      Bunun üzerine Peygamberimiz S.A.V. şöyle buyurdu ;
      ” Sus ! Sus ! Sus ! böylece onu susturduktan sonra şöyle buyurdu :
      ” Mirac gecesi Cennet-i Mevaya girdim. Sidre-i müntehayı gördüğümde bir de baktım ki altında patlıcan dallarında asılıydı.
      Cebrail a.s. a sordum
      – “
      Bu patlıcandır değilmi ?”
      – ” Evet ey Muhammed ! Bu Allahın birliğini, senin de peygamberliğini ikrar ve itiraf eden ilk ağaçtır .” dedi.

      Hadis-i şerif : Ne güzel yeşilliktir o ! Onu iyice pişirin. Onu iyice süsleyin. Ondan yiyin. Hemde çok yiyin. Çünkü o, Allaha iman eden ilk ağaçtır. Onu yiyen hikmetli sözler konuşur, ayrıca dimağı tazeler, mesaneyi takviye eder cimaı kuvvetlendirir. “

      Mecmauladab

      KABAK

      Hadis-i şerif : “Kabak dimağı güclendirir aklı artırır.”

      Yine Hazret-i Âişe’den rivayet edildiğine göre, Peygamberimizin sevdiği bir yiyecek de kabak idi. “Çünkü o, zikrullah esnasında kalbe rikkat verir.” buyururlardı.

      MERCİMEK

      Hadisi şerif : “Mercimek yemelisiniz ! Çünkü O mübarektir. Kalbi yumuşatır, göz yaşını akıtır. Allah c.c. onda 70 Peygambere bereket halk etti.“

      AYVA ( Sefercel)

      Hadisi şerif : “Ayva yiyiniz ! O kalbi aydınlatır. Göğüs darlığıni önler.”
      Hadisi şerif : “Aç karnına yiyiniz. Çünki o göğsün sıkıntısını giderir.”

      Hadisi şerif : ” Ayva yiyiniz, çünki o göğsü toplar, kalbe cesaret verir ( doğacak) çocuğuda güzelleştirir.

      Ayva yemek kalbi cilalandırır.
      Korkak kimseye cesaret verir.
      Mideye kuvvet verir.
      kanı ıslah eder, bulantıyı önler, idrarı söktürür, susuzluğu önler
      Hamile kadın üçüncü ve dördüncü aylarda yerse doğacak çocuk gayet güzel olur.
      Geçmiş milletlerden bir kavmin çocukları çirkin doğarmış. Peygamberlerine bundan yakınmışlar.
      Cenabı Hakk c.c. tarafından o kadınlara hamile iken ayva yedirmek hakkında O Peygambere vahy geldi.
      Ne varki çok yememeli ve bıçaklada kesmemeli
      Çünki bıçak ondaki hasse ve suyunu ceker.

      Mecmauladab

      NAR

      Hadisi şerifte şöyle buyurulmuştur ;

      ” Her Narda mutlaka Cennet sularından bir damla vardır.”

      Onun için nar yerken çok dikkat etmek, tek bir danesini bile yere düşürmemek, yerken kimseyi ortak etmemek gerekmektedir.
      Çünki Cennet suyunun bulunduğu damla düşen danede, yahud başka birine verilen danede olabilir.
      Bu yüzden asıl Nar yiyen kişi ondan mahrum kalabilir.
      Onun için buna çok dikkat etmek lazımdır.

      Hz.Ali r.a. ” Narı etli kısmıyla beraber yiyiniz. Zira Nar mideyi tabaklayıp temizler. “

      Narın danelerinde bulunan o ince zarında pek yararı vardır. Mideye son derece faidelidir.
      Ona ” Dibağul-Mideti” (mideyi sertleştiren geren )denilmiştir.

      Ekşi nar ile tatlı narı, zarları ile sıkıp içmek harareti def eder. İshal ve safrayada iyi gelir.

      Mecmauladab

      Hindiba

      Rasulullah S.A.V. Efendimiz : ” Hindiba edinmelisiniz ! Cünkü, hic bir gün yokturki onun üzerine cennet damlalarından bir damla damlamasin “ buyurmuslardir.

      Mecma-uladab

      Herise (Keşkek) yemek.

      Keşkek yemeğe devam etmekte iyididir.

      Cebrail a.s. bunu Peygamberimize öğretmişlerdir. Faideleri pek çoktur.Gece ibadete kalkmak için insanı dinç kılar.

      SÜTLÜ BULAMAÇ (Telyine)
      Arpa ve buğday ununa yağ ve süt karıştırılarak pişirilen bir nevî muhallebidir. Peygamberimiz:
      “Gerçekten sütlü bulamaç, hastanın midesini kuvvetlendirip rahatlatır, bazı üzüntülerini de giderir.” buyurmuştur.

      Sütlü bulamaçla ilgili Hazret-i Âişe -radıyAllâhu anha- şöyle demiştir: “Bir defasında göğsümde bir sertlik ve başımda bir ağrıdan dolayı Rasûlullah’a şikayette bulundum. O da:

      “– Ey Âişe, sana sütlü bulamacı tavsiye ederim, zira sütlü bulamaç bu şikayetlerini giderir.’” buyurdu.

      Hatta ehl-i beytten biri hastalanınca, ocaktan bulamaç tenceresi hiç inmezmiş, ta ki o hasta iyileşene veya ölene kadar..

      Hadisi serifte “Telyine (bulamaç) hastanın moralini düzeltir, üzüntülerin hiç olmazsa bir kısmını giderir” buyurmuşlardır.

      ÜZÜM

      Hem katıktır, hem meyvedir.Üzümü ekmekle yemek sünnettir.

      Üzümü tane tane yemelidir.

      Hz. Aişe validemiz Rasulullah s.a.v.in sol eline üzüm salkımını alıp , sağ eli ile tane tane yedigini rivayet etmiştir.

      Kuru üzümü taze üzüm ile yemek sünnettir.

      Şiratulislam

      KURU ÜZÜM

      Onun hakkında :

      ” Kuru üzüm yemeniz lazımdir. Ekşimeye iyi gelir, balgamı söker, damarları kuvvetlendirir, vücuda ferahlık verir, yorgunluğu giderir, ahlakı güzelleştirir, ruhu hoş tutar üzüntüyüde giderir.”

      Hazreti Ali r.a. :

      “Kim günde yirmibir kırmızı üzüm tanesi yerse, cesedinde kerih görünen hiç bir şey kalmaz”

      İmamı Zuhri ” Hadisi şerif ezberlemek isteyen, kuru üzüm yesin “ dedi.

      Bunun faidesi de pek çoktur. Hele onu fıstık ile karıştırıp yemek, unutkanığı giderir, zihni açar, aklı geliştirir. Ancak kuru üzümü yerken çekirdeğini çıkarmak gerekir.

      Mecmauladab

      İNCİR

      İncir kalbi yumuşatır ,kulunç hastalığına iyi gelir aynı zamanda artığı olmayan pek güzel bir meyvedir.

      Çok yararlıdır.

      Tin suresinde

      وَٱلتِّينِ وَٱلزَّيۡتُونِ

      Tinde, incirde olan esrarı ilahiyeme yemin ederim. İncir meyvesinde çok büyük esrar vardır. Çünki Tinde(incirde) gıda olduğu gibi, bir çok mühlik(helak edici) hastalıklarada şifadir.

      Sabah aç karnına incir yiyen insanda, nuzul hastalığı olmaz, böbrek hastalığı ve basuru dahi yok eder.

      S.H.T.Hazretlerinin Amme tefsirinden

      Hadisi Şerifte” İncir yiyiniz, eğer cennetten inen bir meyve vardır dersem onun incir olduğunu söylerim. Çünki basuru iyilesşirir, nikris hastalığınada iyi gelir.“

      Zeytin

      Tin suresinde

      وَٱلتِّينِ وَٱلزَّيۡتُونِ

      Zeytinde olan esrarı ilahiyeme yemin ederim.

      Zeytin yemeğe devam eden insanda basur hastalığı, böbrek hastalığı görülmez.

      Keza zeytindede çok esrar ve şifalar vardır.

      Hatta çekirdeğinde dahi keramet çoktur. Zira meyveler içerisinde Zeytin ve hurmanın çekirdeği gibi sert çekirdek olmadığı halde midede bu çekirdekler erir.

      Yani mide bunları eritir. Diri olarak çıkmaz, diğer meyve ve sebzelerin çekirdekleri ise midede erimeyip diri olarak çıkar.

      Diğer meyve ve sebzelerin gerek kabuk ve gerek çekirdeğinde atılacak yeri vardır.

      İncir ve zeytinde atılacak yeri yoktur.

      İşte bu incir ve zeytinde hayat için o kadar menfaat vardırkı, onların çekirdeğinde dahi çok büyük menfaatler vardır.

      S.H.T.Hazretlerinin Amme tefsirinden

      Hadis : Zeytinin yağına dikkat gösterin! Onu yiyin, onunla yağlanın, çünki basur hastalığına iyi gelir.

      Hadis: Zeytin yağıni yiyin, Onunla yaglanın( Yağ olarak kullanın, Çünki cüzzam hastalığı dahil, tam yetmiş derde devadır.

      Mecmauladab

      Kara Helile

      Hadis: “Siyah helile( helilec) edinmelisiniz. Onu için ! Çünki o cennet ağacındandır. Acıdir, fakat her hastalığa şifadır.“

      Mecmauladab

      SU

      Peygamberimizin içeceklerden en çok sevdiği ise, soğuk ve tatlı olanı idi.
      Peygamberimiz -sallAllâhu aleyhi ve sellem- özellikle yolculuklar sırasında ashabına su dağıttırırdı. Bir yolculuğu sırasında Efendimiz bir yerde durmuş ve yanındakilerden su istemiş, elini ve yüzünü yıkadıktan sonra, sudan içmiş ve yanındaki sahabelerine de:

      “– Siz de yüzünüze, boynunuza bir miktarını dökün.” buyurmuştur.

      Rasûlullah -sallAllâhu aleyhi ve sellem- su içtikten sonra şöyle dua etmiştir:

      “Rahmetiyle suyu tatlı olarak yaratan, acı ve tuzlu yaratmayan Allâh’a hamd olsun.”
      Peygamber Efendimiz bir başka hadîs-i şerifinde ise, su için şöyle buyurmuştur:
      “Allâh suyu temizleyici olarak yarattı. Tadını, rengini veya kokusunu değiştiren maddeler dışında hiçbir nesne onu pislemez.”

      SÜT

      Peygamber Efendimiz sütü severdi. Şöyle buyururdu:
      “Yüce Allâh bir kişiye süt ikram ederse, o kimse sütü içeceği zaman; Allâh’ım bize bu sütü bereketli kıl, bize daha çok süt ihsan et diye dua etsin. Çünkü yiyecek ve içeceklerin yerini tutan, açlığı ve susuzluğu gideren sütten başka bir gıda bilmiyorum.” demiştir

      SİRKE:

      Cabir r.a.: demiştir ki, bir defasında Rasûlullah s.a.v. ehline ailesine evde bir katık bulunup bulunmadığını sorduklarında:
      “– Evde sadece sirke var.” denildi. Efendimiz s.a.v.onu isteyip:

      “– Sirke ne güzel katıktır.” diye yemeye başladılar.

      Cabirr.a.: “Rasûlullah s.a.v.den bu sözü işiteli beri sirkeyi severim.” demiştir.

      UN HELVASI

      Cibrail a.s.in Peygamber Efendimiz’e gece namazında, beline kuvvet vermesi için, un helvası yemesini tavsiye ettiği rivayet edilir.

      Hz. Âişe r.a.’ın şöyle dediği nakledilir:
      “Rasûlullah s.a.v. hiçbir taama,yemeğe un helvası kadar sevinmezdi.

      Onu sever, kendisine ikram edilince de yüzünde ferahlık görülürdü.”

      SİNAMEKİ
      Raziyane ve sinamekiyi kullanın !
      Çünki o ölüm hariç , tüm hastalıklara şifadır.

      Mecmaul adab

      KEREVİZ

      Kereviz, Hızır a.s.ın yemeğidir.

      Kereviz, unutkanlığı giderip hafızayi kuvvetlendirir.
      Kalbi temizler
      idrari söker
      mideye iyi gelir
      gazı giderir
      Karaciğeri temizler
      Cinnet ve cüzzama faide verir
      Öksürüğüde iyi gelir
      Sar´a hamile ve emziklilere zarar vermektedir

      Şir-atulislam

      ET

      Peygamberimiz -sallAllâhu aleyhi ve sellem-:
      “Et, dünya ve ahirette yiyeceklerin efendisidir.” buyurmuşlardır.

      Peygamberimiz’in en çok koyunun kürek ve ön kollarının etini sevdiği rivayet edilir. Bir hadîs-i şerifte:

      “– En iyi et, koyunun sırt etidir.” buyurmuşlardır.

      Hayvanların sağ taraf etleri, sol taraf etlerinden daha üstün ve hafiftir. Et, işkembeden uzaklaştıkça değeri artar. Yine bir hadislerinde:

      “Sizden biriniz çorba yapmak için et satın aldığında suyunu çok koysun. Zira yiyen kişi çorbanın içinde et bulamazsa, suyundan içer. Çünkü et suyu, iki etten birisidir.” demişlerdir.

    438. Lokman hekimin meyve suyu sırrı.
      Enfeksiyon hastalıklarından korunmanın ve sağlıklı bir ömür geçirmenin yolu bağışıklık sistemini güçlendirmekten geçiyor. Güçlü bir bağışıklık sistemi için meyve suyu tüketilmesi şart. Peki hangi meyve suyu neye yarıyor?
      Vücudun ihtiyaç duyduğu bu sağlık kaynağı ise meyve suyunda gizli. Uzmanlar, bünyeyi sağlam tutmak için bol miktarda A, C ve E vitamini ile çeşitli antioksidanlar içeren meyve suyu tüketilmesini öneriyor. Peki hangi meyve suyu neye yarıyor? Bu sorunun cevabı aşağıda:
      Portakal suyu: Bağışıklık sistemini güçlendirerek soğuk algınlığı ve gribe karşı güçlü bir savunma oluşturuyor. İçerdiği C vitamini ve folik asit sayesinde öksürüğü azaltıyor. Ayrıca içeriğinde bulunan bioflavin adlı antioksidan sayesinde kılcal damarları güçlendirerek kalbin zarar görmesini engelliyor. Potasyum içeriğiyle de tansiyonun dengelenmesine yardımcı oluyor, aynı zamanda cildi güzelleştiriyor.
      Nar suyu: Kolesterol ve şekeri dengeleyerek kalp sağlığını koruyor. Kanser hücrelerinin gelişmesini de engelliyor. Ayrıca, ishali kesmeye, bağırsaklardaki parazitleri düşürmeye de etkili. Nar suyunun idrar söktürücü ve kan yapıcı özelliği de bulunuyor.
      Vişne suyu: Ateşli hastalıklara karşı güçlü bir silah olan vişnede A vitamini ve potasyum bulunuyor. Kandaki asitleşmeyi de temizleyen vişne suyu, vücutta biriken fazla suyun dışarı atılmasını, mide ve karaciğerin düzenli olarak çalışmasını da sağlıyor. Ayrıca, idrar söktürücü özelliği de bulunuyor.
      Kayısı suyu: İçerdiği A, E ve B3 vitaminleri, kalsiyum, magnezyum, potasyum ve fosfor sayesinde bağışıklık sistemini güçlendirip kan yapımına yardımcı oluyor, sinirleri gevşetiyor. Kalsiyum ve magnezyum oranıyla da kemik erimesini önlüyor. İçeriğindeki betakaroten, akciğer kanserinin, kalp hastalıklarının ve kataraktın önlenmesinde rol oynuyor.
      Elma suyu: Elma bağışıklık sistemini güçlendirici özelliği olan B3 ve E vitamini, potasyum ve bol miktarda pektin içeriyor. Kan şekerini kontrol altında tutan elma suyu baş ağrısına da iyi geliyor. Ayrıca böbreklerin temizlenmesini ve kolesterolün düşürülmesini sağlıyor. Bunların dışında, romatizma, gut ve mide rahatsızlıklarına karşı panzehir etkisi gösteriyor. Akciğer kanserine yakalanma riskini azaltıyor, tansiyonun yükselmesini engelliyor.
      Şeftali suyu: Şeftali içerdiği A, B3 ve C vitaminleri, folik asit, betakaroten ve potasyum ile gribe karşı vücudun savunma mekanizmasını güçlendiriyor. Antioksidan özelliği ile zehirli maddelerin vücuda vereceği zararları azaltıyor. Sinir sistemini olumlu etkiliyor ve uykusuzluğu gideriyor. Böbreklerin ve safrakesesinin düzenli çalışmasını sağlıyor.
      Üzüm suyu: ‘Bol miktarda A ve C vitamini, çeşitli mineraller ve demir ile potasyum içeriyor. Antioksidan özellikli olduğu için cildin yaşlanmasını geciktiriyor. Kan yapıcı özelliğinin yanı sıra romatizma ağrılarına iyi gelip kalp sistemini düzenliyor, bedensel ve zihinsel yorgunlukları gideriyor.
      Domates suyu: İçerdiği C ve E vitaminleri, potasyum ve diğer mineralleri ile de sağlık için oldukça yararlı. Domates suyunda bol miktarda bulunan C vitamini ve bir antioksidan olan likopen, vücudu grip ve nezleden koruyor. Ayrıca likopen vücudu kalp hastalıkları ve kansere karşı da koruyor.

      Meyve suyu yüzde 100 meyveden üretilmeli
      Uluslararası standartlara ve Türk Gıda Kodeksi’ne göre meyve suyu ve benzeri içecekler, içerdikleri meyve oranına göre üç gruba ayrılıyor: Meyve suyu, meyve nektarı ve meyveli içecek. Meyve suları yüzde 100 meyveden üretiliyor. Meyve nektarlarında ise çeşidine göre meyve oranı yüzde 25 ile yüzde 50 arasında değişiyor. Meyveli içeceklerdeki meyve oranı da yüzde 10 civarında. Dolayısıyla içecekteki gerçek meyve oranı arttıkça, bunun vücuda faydası da artıyor. Uzmanlar, yüzde 100 meyveden üretilen içeceklerin tercih edilmesi gerektiğini belirtiyor

    439. NASİHAT……. BELALAR GÜNAHLARA KEFFARETTİR
      Bir mü’minin dünyada musibet ve belaya ugraması,bir kötülügün uzaklaştırılması için veya günahlarının kefareti veya derecesinin yükseltilmesi içindir.
      Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu: ‘’ Allahü Teala buyurur ki ; Herhangi bir kulumu gözlerinden mahrum bırakmak suretiyle imtihana tabi tuttugumda,sabrederse, gözlerine karşılık ona cenneti veririm. ’’
      Şu hadis-i şerifler hastalıkların kulun günahlarına kefaret oldugunu ifade etmektedir.’’ Müslümana fenalık,hastalık,keder,hüzün,eza,iç sıkıntısı arız olsa,hatta vücuduna bir diken batsa,şüphesiz Allahü Teala musibetlerden biri sebebiyle o müslümanın suçlarını ve günahlarını örter,bastırır.’’
      ‘’Kendisine hastalık isabet eden hiçbir Müslüman yoktur ki, Allahü Teala onun hatalarını ve günahlarını, agacın yaprakları döküldügü gibi dökmesin.’’
      İbn-i Abbas (r.a.) Ata bin Ebi Rebah’a; ‘’ Sana cennet ehlinden bir kadını göstereyimmi ? ’’ dedi. Ata (r.h.);’’ Evet,göster ’’ dedi. İbn-i Abbas (r.a.) ‘’ Şu siyah kadın yok mu? İşte bu kadın bir kere Resülallah’a gelip ‘’ ‘’ Ya Resulallah, sara hastalıgım tutuyor ve üstüm başım açılıyor.Allah’a benim için dua buyurun’ dedi. Resülüllah (s.a.v.) ‘ Ey kadın! İstersen hastalıgına sabret. Bunun karşılıgında sana cennet vardır.İstersen afiyet vermesi için Allah’a dua ederim’ buyurdu. Kadın ; Hastalıgıma sabredecegim.Ancak sara tuttugu zaman üstümün başımın açılmaması için dua buyurunuz’ diye rica etti. . Resülüllah (s.a.v.) de dua etti .
      Peygamber Efendimiz (s.a.v.),sıhhatli insanlarınhastalıga maruz kalanlara yardım etmesi icab ettigini bildirmiş ve amalara; görmeyenlere yol göstermenin, sagır ve dilsizlere meramlarını ifadede yardımcı olmanın sadaka oldugunu haber vermiştir.
      Peygamber Efendimiz (s.a.v.) herhangi bir bela ve musibetin şiddetinden dolayı ölümü istemeyi yasaklamış ve şöyle buyurmuştur; ‘’ Sizden biriniz kendisine ( hastalık gibi ) bir zarar isabet ettiginden dolayı sakın ölümü temenni etmesin! Eger muhakkak temenni etmek zorunda kalırsa şöyle söylesin; Allah’ım , yaşamak benim için hayırlı oldugu müddetçe beni yaşat, ölmek hayırlı oldugu zaman da beni öldür.’’

    440. – Kansere karşı 34 gıda –
      ELMA: Bol miktarda “kuarsetin” içerir. Kanser tedavisinde, kanserden korunmada, alerji ve kalp damar hastalıklarında yararlı. Günde en az kabuklarıyla birlikte 2 elma tüketilmeli.
      NAR: Son çalışmalar, narın kanserojen madde verilen farelerin genlerinde yüzde 30 civarında düzelme sağladığını gösteriyor. İçerdiği bazı maddeler sayesinde kolesterol ve şekeri dengeleyen nar, kalp sağlığını da koruyor. Bu nedenle günde 1 bardak taze sıkılmış nar suyu içilmeli ya da 2-3 tane nar yemeli.
      KARA ÜZÜM: Son 10 yıl içindeki çalışmalar, kara üzümün kanser önleyici rolüne işaret ediyor. Ayrıca kalp damar hastalıklarından da koruyor. Çekirdeği ve kabuğuyla birlikte yenmesi gerekiyor. Günde 1-2 bardak kadar tüketilebilir.
      BÖĞÜRTLEN: İçeriğindeki “eliagic asit” kanserli hücrele rin ölmesini sağlıyor. Böğürtlen yaprakları da çok faydalı, çay şeklinde tüketilebilir
      YABANMERSİNİ: Vücudu kanserden koruyan enzimleri aktif hale getirerek kansere yakalanma riskini azaltıyor. Ayrıca kandaki kolesterol oranını düşürerek kalp krizinden de koruyor.
      KİRAZ: Bol miktarda “flavon” denen yaralı bir madde ihtiva eder. Kanser oluşumunu ve kanserin ilerlemesini engeller. Özellikle meme, cilt, akciğer ye karaciğer gibi kanser tiplerinde etkili.
      KARPUZ: A ve C vitamini yönünden zengin. İçerdiği yararlı maddeler vücudu kansere karşı koruyup, toksik maddelerden arındırıyor.
      KIRMIZI TURP: Akciğer kanseri riskini azaltır, meme kanserinden korur. Bol miktarda turp salatası tüketin.
      KIRMIZI BİBER: Zengin bir C vitamini deposu. C vitamini kanser hücrelerinin büyümesini engeller ve bağışıklık sistemini zararlı maddelerden korur.
      KIRMIZI BİBER: Zengin bir C vitamini deposu. C vitamini kanser hücrelerinin büyümesini engeller ve bağışıklık sistemini zararlı maddelerden korur.
      BROKOLİ: C vitamini, betakaroten, lif ve kalsiyum açısından çok zen gin. Kansere karşı koruyucu maddeler içerir. Özellikle bağırsak, mesane, meme kanserlerinden korur. Brokoli çoğu içerik maddesini ancak çiğ yendiğinde barındırıyor. Ancak haftada 2’den fazla çiğ brokoli tüketmeyin çünkü tiroit yetmezliği oluşabilir.
      DOMATES: Özellikle hafif pişmiş tüketilmesi prostat problemlerinden yüzde 40 oranında korur. Domatesin içindeki likopen akciğer, kolon, meme kanserini de engeller.
      SARMISAK: Kanserin yayılmasını durdurur. Selenyum, triptopan gi bi kan ser hücreleriyle savaşan maddeler içerir. Hem kansere yakalanmaktan korur hem de kanser tedavisi sırasında kullanılır. Hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalara göre sarımsak mide, meme, bağırsak, yemek borusu, prostat ve cilt kanserlerinde tümörlerin oluşmasını ve ilerlemesini engelliyor. Her gün 2-3 diş çiğ sarımsak, 1-2 avuç kuru yemiş tüketilmeli.
      HAVUÇ: Günde 2 bardak havuç suyu içmek, prostat kanserine karşı yüzde 20 koruma sağlıyor. Havucun içinde betakaroten denen çok yararlı bir madde var. Betakarotenin ağız, yemek borusu ve mide kanserinde de koruyucu etkisi var.
      ANANAS: Ananasın içindeki ‘bromelain’ maddesi tümör hücre gelişimini doğrudan durduruyor. Özellikle de akciğer, bağırsak, yumurtalık ve cilt kanserlerinde tümörlü hücrelerin büyümesini engelliyor.
      AY ÇEKİRDEĞİ: Çinko ve selenyumdan zengindir. Çinko vücutta C vitamininin emilmesini sağlar ve şifalı etkisini hızlandırır
      BALIK: Omega 3′ten zengin balıkları seçin, haftada 2 kez somon, uskumru, sardalya ve mezgit gibi omega 3 yağ asitlerinden zengin balıkları tüketmek kanserden korur. Balık; meme kanserinde yayılmayı önler, bağırsak, pankreas ve prostat kanserlerinin büyümesine engel olur. Ayrıca kalp krizine karşı da korur.
      CEVİZ: Omega 3 yağ asitleri içerdiği için kanserden korur. Ayrıca kalp damar hastalıklarına da iyi gelir. Günde 1 avuç ceviz yiyin.
      ÇÖREK OTU: Bağışıklık siteminizi güçlendirmek için günde 1 çorba kaşığı 1 çörek otu yiyin. Çörek otu vücutta mikrop veya tümörle mücadele eden “naturel killer” hücrelerinin sayılarının artmasını sağlar. Yararlı etkilerini gösterebilmesi için çörek otunu öğütüp toz şeklinde tüketin.
      FINDIK: Kalp krizine karşı koruyucu olan E vitamini açısından zengin bir besindir. Her gün yenilen bir avuç fındık kansere ve kırışıklıklara karşı koruyucudur.
      İçerdiği yağlar doymuştur. Yani sağlığa zararlı değildir. Kötü kolesterolü düşürüp iyi kolesterol seviyesini artırarak kalp hastalığını önler.Ceviz gibi türleri ellagic adı verilen bir tür asit içerir.Bu asit kanserli hücrelerin kendilerini öldürmeleri anlamına gelen apoptosis sürecini başlatır.Kanserin ve kalp hastalıklarının önlenmesinde önemli yer tutan E vitamininden de yüksek miktarda içerir.Her gün bir avuç yenmesi çok faydalıdır.
      İNCİR: Potasyum, demir ve kalsiyum içerir. Sindirim sistemine yardımcı olur ve modern tıp tarafından da kansere karşı koruyucu olarak önerilmektedir.
      ISPANAK: Kansere, kalp hastalıklarına, yüksek tansiyona karşı çok etkili bir sebzedir.
      KABAK ÇEKİRDEĞİ: E vitamininden zengindir. Kanser hücrelerini engeller ve bağışıklık sistemini zararlı maddelerden korur.
      KAYISI: Hücrelere ve dokulara zarar veren moleküllerin etkisini ortadan kaldırarak kansere karşı koruyucu etki sağlar. Lifli olduğu için bağırsakları koruyucudur.
      KETEN TOHUMU: Bağışıklık sistemini güçlendirerek kanserden korur. Özellikle bağırsak kanserine karşı koruma sağlar, keten tohumu da öğütüldükten sonra tüketilmeli.
      KİMYON: Kimyon, dereotu tohumu ve turunçgillerin kabuğu çok faydalı. Limonen denen kanser savaşçısı bir madde ihtiva eder.
      KURU BAKLAGİL: Haftada 2 kez kuru baklagil tüketmek çok önemli. Mercimek, nohut, kuru fasulye iyi protein ve lif kaynaklarıdır. Kanserin yayılmasını önleyen antikanser maddeler içerirler. Vücuda zarar veren maddelerle savaşır, kan dolaşımına yardımcı olurlar.
      LAHANA: Meme ve rahim kanserine etkilidir. Vücutta biriken zehirli maddelerin atılmasını sağlar. Kanserli hücrelerin çoğalmasını önleyen karoten maddesini içerir. Kandaki şeker miktarını düşürür.
      PİRİNÇ: E ve B vitaminleri açısından zengindir. Bağırsak kanserine karşı koruyucu, kolesterolü düşürücü ve kalp krizi riskini azaltıcı etkisi vardır.
      ŞEFTALİ: Kansere ve kalp krizine karşı koruyucu olan betakaroten açısından da zengindir.Bir şeftali günlük C vitamini ihtiyacının %50 sini karşılar.
      SOĞAN: Bağışıklık sistemini güçlendirirİçerdiği allicin ve sülfür ile mide ve bağırsak kanserine karşı koruyucu etki sağlar.
      YEŞİL ÇAY: Her gün yeşil çay içilmeli. Günde iki fincan yeşil çay tüketiminden sonra kana geçen kanser savaşçısı maddeler, kılcal damarlarla vücudun her hücresine taşınarak tümörlü hnhavuç suyu içmek, prostat kansücrelerin büyümesini engeller.”
      YOĞURT: Her gün yarım kilo yoğurt tüketmek çok önemli. Evde yapılan probiyotik yoğurdun içindeki bakteriler vücudun en büyük dostu, kanserin en büyük düşmanıdır. Ayrıca yoğurt uzun yaşamın sırrıdır. Yoğurt özellikle kolon, mide, akciğer ve meme kanserlerine karşı koruyucudur. Kadınlarda meme fibrokistlerini de azaltır. Bu nedenle herkesin günde yarım kilo yoğurt tüketmesi gerekir.
      ZERDEÇAL: Köriye karakteristik koyu sarı rengini ve lezzetini verir. Kanser destek ürünleri içinde en güçlüsüdür. Akciğer, kolon, karaciğer, mide, meme, yumurtalık, beyin, lösemi gibi pek çok kanserde tümörlü hücrelerin büyümesini engellediği belirlenmiştir. Kanserin dağılmasını engelleyerek kanser hücrelerini ölmeye zorlar.
      ZEYTİNYAĞI: Kandaki kolesterol düzeyini dengede tutar. Antioksidan özelliği olan E vitamini açısından da zengindir. Bu sayede kalp krizi, felç, kanser ve erken yaşlanmaya karşı beyni koruyucu etkiye sahiptir.
      ..

    441. RIZIK GENİŞLİĞİ VE BEREKET İÇİN 10 TAVSİYE
      1- Namazı tadili erkan ile kılmak. Hadis- Şerifte “Bir adamı namazın ruku ve secdesini hafifletir (tadili erkanı terk eder) görürseniz onun çoluk çocuğuna acıyınız”(Ruhul Beyan) Yani tadili erkanı terk eden maişet darlığına düşer, tadili erkana riayet eden ise maişet genişliğine kavuşur.
      2- Zekatını tam, hatta fazla fazla vermek. Malın şükrü mal iledir. Yani zekat, malın şükrüdür. Toprak mahsullerinin zekatı onda birdir ve “öşür” diye isimlendirilmiştir, ticari malların ve paranın zekatı ise kırkta birdir. Şükür ise malın artmasına sebeptir. Ayeti Kerimede “…Eğer nimetime şükrederseniz onu elbette ve elbette çoğaltırım…” (Sure-i İbrahim 7) buyurmuştur. Yani zekat, malı hem telef olmaktan muhafaza eder, hem de ilahi hazineden artmasını temin eder,
      3- Sabah vakti uyanık olmak. Hadis-i Şerif “Sabah uykusu rızka manidir” (Tergib) Yani bir müslüman sabah namazını ve manevi ilticalarını ihmal etmemelidir.
      4- Vakıa suresini okumaya devam etmek. Hadisi Şerif “Kim ki vakıa süresini her gece okursa ona ebediyyen sefalet isabet etmez, kim ki bu sureyi her sabah okursa ona ebediyyen fakirlik yaklaşmaz.” (Havassul Kuran-İmamı Ya’fi)
      5- Duha namazına devam etmek. Duha namazı güneş doğduktan 45dakika sonra başlayıp öğle namazına 15 dakika kalıncaya kadar kılınan ve en büyük fiili teşekkür olan 6 rekatlık nafile namazdır. Duha (teşekkür) namazının ilahi ücretinin %75’i dünyada verilir.
      6- Geçim darlığı çeken ve borçlarını ödemekte zorlanan kimselerin rızası için kurban keserek ve o kurbanı tasadduk ederek tıkanıklığı açmaya çalışmaları ehlullahın tavsiyesidir.
      7- Güneş doğarken 1 “Euzu”, 300 “besmele” ve 100 “salavat-ı şerife” okumaya devam edenleri ummadıkları yerden Allahu Teala rızıklandırır ve bir sene geçmeden zengin (nisaba malik) hale getirir.(Tefcirut Tesnim Sh.18)
      8- Namazlardan sonra okunması sünnet olan tesbihatı (33 sübhanellah, 33 elhamdülillah, 33 -u Ekber) okumayı asla terke etmemek. Çünkü kelime-i tenzih (sübhanellah) günahları söküp atar, kelime-i tahmid (Elhamdülillah) her türlü nimete şükürdür, kelime-i tekbir (Allahu Ekber) ise kulun ibadetini ve tevbesini Allahu Tealaya layık hale getirir.
      9- Yemeklerden sonra mutlaka yemek duası yapmak. (Mümkünse Hz.Üstazımın tavsiye ettiği yemek duasını okumak) Çünkü bu dua hem şükür hem de rızık duasıdır. Duaya başlarken 3 kere “elhamdülillah” denilmesinde ki hikmet: Kul birinci defa ‘elhamdülillah’ dediğinde Cenab-ı Hak ‘Kulumun şükrü bana ulaştı’ der, ikinci defa ‘elhamdülillah’ dediğinde ‘sana nimetlerimi artıracağım’der, üçüncü defa ‘elhamdülillah’ dediğinde ise ‘kulumu affettim’der.
      10- Nimeti israf etmemek, ayakta su içmemek, ekmek kırığını toplamak ve tabağı sünnetlemek.

    442. Namazdan Sonra Okunacak Genel Dualar:
      Abdullah İbni Amr İbni’l-Âs’dan, o da Ebû Bekir Es-Sıddîk’dan (Radıyallahu Anhüm) yapılan rivayette Ebû Bekir, Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e şöyle dedi:
      “Namazımda duâ edeceğim bir duayı bana öğret. Peygamber (s.a.v) dedi ki, şöyle söyle:
      “Allâhümme innîzaîemtü nefsî zulmen kesîren ve Iâ yağfiru ‘z-zünûbe illâ ente. Feğfir lîmağfireten min indike verhamnî. İnneke ente’I-ğafûru’r-râhîmu.”
      “Allah’ım! Ben nefsime çok yazık ettim. Günahları ancak Sen bağış­larsın. Tarafından bana bir mağfiret buyur, bana merhamet et; çünkü Sen çok mağfiret edensin, çok merhamet edensin.”[11]
      Derim ki, hadisin rivayetinde “Nefsime çok zulüm ve büyükzulüm”di­ye iki ifade olduğu için duâ edenin her iki sözü de kullanarak “nefsime çok ve büyük zulüm ettim” demesi müstehabdır. Bu duâ her ne kadar namazda okunmak üzere varid oldu ise de, sahih, hasen ve nefis oldu­ğundan her yerde okunması müstahab olur. Bir rivayette de: “Namazım­da ve evimde okuyacağım bir duayı bana öğret” şeklindedir.
      Ebu Musa Eî-Eş’arî’den (Radryallahu Anh) yapılan rivayete göre Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem şu duayı yapardı:
      “Allâhümmeğfir lî hatîetî ve cehli ve israfı fî emri ve mâ ente â’lemu bihi minnî. Allâhümmeğfir lî ciddî ve hezlî ve hataî ve amdî ve küllü zâli-ke indî. Allâhümmeğfir lî ma kaddemtü ve mâ ahhartü ve mâ esrartü ve mâa’îentü vemâ entca’lemu bihîminnî. Ente’l-mukaddimu veente’lmu-ahhiru ve ente alâ külli şey’in kadîr.”
      “Allah’ım! Benim hatamı, cehlimi isimdeki taşkınlığı ve benden daha iyi bildiğin şeyi bana bağışla. Allah’ım! Ciddi işimi ve şakamı, hatamı ve kasden yaptığımı bağışla. Bütün bunlar bende vardır. Allah’ım! Ön­ceden yaptığım ve yapacağım günahları, gizlediğimi ve açığa vurduğumu ve benden daha iyi bildiklerini bana bağışla. Evvel ve son Sensin. Sen her şeye kadirsin.”[12]
      Hz. Aişe’den (Radıyallahu Anh) yapılan rivayetde Peygamber Sal­lallahu Aleyhi ve Sellem duasında şöyle buyururdu:
      “Allâhümme innî eûzü bike min şerri mâ amiltü ve min şerri mâ lem a’mel.”
      “Allah’ım! ben, işlediğim şeyin şerrinden ve işlemediğimin şerrinden Sana sığınırım.”[13]
      İbni Ömer’den (Radıyallahu Anhüma) yapılar rivayetde demiş-:i, Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in dualarından biri şu idi: “
      “Allâhümme innî eûzü bike min zevali ni’metike ve tehavüüli afiyete ve fec’eti ni’metike ve cemii suhtike.”
      “Allah’ım! Nimetinin gitmesinden, verdiğin afiyetin değişmesinden, aza­bının ansızın gelmesinden ve buğz ettiğin her şeyden Sana sığınırım.”[14]
      Zeyd İbni Erkam’dan (Radıyallahu Anh) yapılan rivayetde şöyle demiştir: Ben size, Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in söylediğin­den başkasını söylemiyorum. O şöyle derdi:
      “Allâhümme innî eûzü bike mine’l-aczi ve’l-keseli vel-cubni ve’I-buhli ve’l-hemmi ve azâbil-kabri. Allâhümme âti nefsî takvâhâ ve zekkihâ en-te hayru men zekkâhâ ente veliyyühâ ve mevlâhâ. Allâhümme innî eûzü bike min ilmin la yenfeu ve min kalbin lâ yahşeu ve min nefsin lâ teşbeu ve min daveti yüstecâbu lehâ.”
      “Allah’ım! Acizlikten, tenbellikten, korkaklıktan, cimrilikten, üzün­tüden, kabir azabından ben Sana sığınırım. Allah’ım! Nefsime takvasını ver ve onu günahlardan temizle. Sen onu temizleyenin en hayırlisısın. Sen onu koruyansın, onu idare edensin. Allah’ım! Fayda vermeyen bir ilim-den, korkmayan bir kulluk’tan, doymayan bir nefisten ve kabul olunmayan- bir duadan ben Sana sığınırım.”[15]
      Ali’den (Radıyallahu Anh) yapılan rivayetde demiştir ki, Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ona:
      “Allâhümmehdinî ve seddinî.”
      “Allah’ım, beni hidâyete erdir ve beni düzelt” de, buyurdu.” Bir riva­yette de:
      “Allah’ım! Senden hidayet ve doğruluk isterim.” söyle, buyurdu.[16]
      Sa’d îbni Ebî Vakkas’dan (Radıyallahu Anh) yapılan rivayetde şöyle demiştir: “Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e bir bedevi gelip:
      Yâ Resûleîlah! Bana söyleyeceğim bir duâ öğret, dedi. Peygamber (s.a.v) dedi ki, şöyle söyle:
      “Lâ ilahe illâllâhu vahdehû lâ şerike Iehû. Aîlâhu ekberu kebîran ve’l-hamdu IiIİâhi kesîran. Sübhânellâhi rabbi’l-âlemîn. Lâ havle ve lâ kuv­vete illâ billâhi’l-azîzi’l-hakîm.”
      ‘Allah dan başka ilâh yoktur; yalnız o vardır. Ortağı yoktur. Allah çok çok büyüktür. Allah’a çok hamd olsun. Âlemlerin Rabbı noksanlık­lardan münezzehtir. Kuvvet ve kudret ancak Allah’ındır. O, her şeye üs­tün gelendir, hikmet sahibidir,” Adam:
      Bu sözler Rabbim için, bana ne var? dedi. Peygamber (s.a.v), sen şöy­le söyle dedi:
      “Allâhümmeğfir lî verhamnî vehdinî verzuknî ve âfinî.
      “Allah’ım! Beni bağışla, bana merhamet et, beni hidâyete erdir, bana rızık ver ve bana afiyet ihsan et.” “Ravi “Bana afiyet ihsan et” sözünde (söylenip söylenmediğinde) şübheye düşmüştür.[17]
      Ebû Hüreyre’den (Radıyallahu Anh) yapılan rivayetde demiştir ki, Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle derdi:
      “Allahümme ashh lî dînî ellezî huve ısmetü enırî ve ashh lî dünyâye elletî fîhâ meâşî ve ashh lî âhiretî elleti fîhâ meâdî ve’c-alilhayâte ziyâde-ten lî fî külli hayrın vec’alilmevte ve râhaten lî min külli şerrin.“
      “Allah’ım! İşimin dayanağı olan dinimi düzelt. İçinde geçimim olan dünyamı bana yararlı yap. Dönüş yerim olan âhiretimi de düzelt. Her hayır hakkında hayatımı ziyade yap. Ölümü de her kötülükten uzak bana bir rahatlık kıl.“[18]
      İbni Abbas’dan (Radıyallahu Anhüma) yapılan rivayete göre Re-sûlüüah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle söylerdi
      “Allâhümme leke eslemtü ve bike âmentü ve aleyke tevekkeltü ve iley-ke enebtü, ve bike hâsemtü. Allâhümme innî eûzü biizzetüke lâ ilahe illâ ente entuziiîenî. Ente’l-hayyüllezî lâ yemûtü. Ve’l-cinnü ve’l-insu yemü-tûne.”
      “Allah’ım! Sana teslim oldum, Sana iman ettim, Sana güvendim, Sa­na yöneldim, Senin gücünle mücedele ettim. Allah’ım! Seni sapıtmaktan Senin üstün kudretinle Sana sığınırım, senden başka İlâh yoktur. Sen öl­meyen hayat sahibisin. Cinler ve insanlar ise ölürler.”[19]
      Büreyde’den (Radıyallahu Anh) yapılan rivayetde, Resûlüllah Sal­lallahu Aleyhi ve Sellem, bir adamın şöyle dediğini dinlemiştir:
      “Allâhümme innî es’elüke biennî eşhedü enneke ente’llâhu lâ ilahe illâ ente’l-ehadü’s-samedü ellezî lem yelid velem yüled velem yekûn lehû küfü-ven ehad.“
      “Allah’ım! Senden başka ilâh olmadığına, kimseye muhtaç olmayan bir varlık olduğuna, doğmadığına ve doğurulmadığma, hiç kimsenin ken­disine denk bulunmadığına ben şahidlik ederek senden istiyorum.” Bu­nun üzerine peygamber (s.a.v): Gerçekten sen öyie bir isim ile Allah’dan istedin ki, o isimle kendisinden istenince verir, ona duâ edilince kabul eder, buyurdu.”[20]
      Bir rivayette de şöyledir: “Gerçekten sen, Allah’dan en büyük ismi ile istedin.” Tirmizi demiştir ki, bu hasen hadistir.
      Enes’den (Radıyallahu Anh) yapılan rivayete göre: “Kendisi Re­sûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’le beraber oturuyordu. Bir adam da namaz kılıyordu. Sonra o odam duâ etti:
      “Allâhümme innî es’elüke bienne leke’l-hamdü. Lâ ilahe illâ ente’l-mennânü bedî’is-semâvâti ve’l-arzı. Yâ ze’l-celâli ve’l-ikrâmi. Yâ hayyu, yâ kayyumu.“
      “Allah’ım! Hamd Sana mahsus olmak. Senden başka ilâh bulunma­mak, göklerin ve yerin yaratıcısı bulunan İhsan sahibi olman itibariyle Senden istiyorum. Ey celâl ve ikram sahibi! Ey her şeyi tasarrufunda tu­tan ölümsüz varlık!..” Bunun üzerine Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem: Gerçekten bu adam Allah Tealâ’ya öyle büyük ismi ile duâ etti ki, bununla duâ edilince Allah kabul eder, bununla kendisinden istenince verir, buyurdu. “[21]
      Sahih isnadlarla Hazreti Âişe’den (Radıyallahu Anh) yapılan ri­vayete göre Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem şu sözlerle duâ ederdi:
      “Allâhümme innî eûzü bike min fitnetin-nâri ve azâbi’n-nâri ve min şerri’l-ğmâ ve’I fakrı.”
      “Allah’ım! Ateşin fitnesinden ve ateşin azabından, zenginliğin ve fa­kirliğin şerrinden Sana sığınırım.“[22]
      Ziyâd İbni İlâka’den o da amcasından ki, amcasının ismi Kutbe
      Ibni Mâlik’dir- (Radıyallahu Anh) yapılan rivayetde demiştir ki, “Pey­gamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle söylerdi:
      “Allâhümme innî eûzü bike min münkerâti’l-ahlâki ve’l-a’mâli ve’l-ehvâl.“
      “Allah’ım! Ahlakın, amellerin ve nefis isteğinin fenalıklarından Sana sığınırım.”[23]
      Şekel İbni Humeyd’den (Radıyallahu Anh) yapılan rivayetde şöyle demiştir.
      Yâ Resûlellah! Bana bir duâ öğret, dedim, şöyle söyle dedi: .
      “Allâhümme innî eûzü bike min şerri sem ‘î ve min şerri basarî ve min şerri lisânî ve min şerri kalbî ve min şerri meniyyi.”
      “Allah’ım! Kulağımın kötülüğünden, gözümün kötülüğünden, dilimin kötülüğünden, kalbimin kötülüğünden ve (haram işlemeye sebeb olabile­cek) menimin kötülüğünden Sana sığınırım.”[24]
      Sahih isnadlarla Enes’den (Radıyailahu Anh) yapılan rivayete göre Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem söylerdi:
      “Allâhümme innî eûzü bike mine’l-berasi ve’l-cünûni ve’l-cüzzâmi ve seyyi’l-eskâmi.”
      “Allah’ım! Alaca hastalığından, delilikten, cüzzamdan ve hastalıkla­rın kötülüğünden Sana sığınırım. “[25]
      Şahabı olan Ebû’l-Yesr’den (Radıyaîlahu Anh) yapılan rivayet­de, Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle duâ ederdi:
      “Allâhümme innî eûzü bike mine’l-hedmi ve eûzü bike mine’t-tereddî ve eûzü bike mine’l-ğarakı ve’l-harakı ve’l-heremi ve eûzü bike en yetehabbetaniye’ş-şeytânü inde’l-mevti ve eûzü bike en emûte fî sebîlike mudbiran ve eûzü bike en emûte ledîğan.”
      “Allah’ım! Bina yıkıntısından, uçuruma düşmekten Sana sığınırım. Yine Boğulmaktan, yangından ve kocalmaktan Sana sığınırım. Ölüm anında beni Şeytanın çarpmasından Sana sığınırım. Yine Senin yoluna arka ve­rerek ölmemden Sana sığınırım. Yine zehirlenip ölmemden Sana sığını­rım.*’ Diğer bir rivayettede “Kader ve üzüntü ile ölmekten Sana sığınırım” şeklindedir.[26]
      Ebû Hüreyre’den (Radıyallahu Anh) yapılan rivayetde demiştir ki, Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle söylerdi:
      “Allâhümme innî eûzü bike mine’l-cû feinnehu bi’se’ddacîu ve eûzü bike minc’l-hiyâneti feinnehâ bi’seti’l-bitânetü!“
      “Allah’ım! Açlıktan Sana sığınırım; çünkü o (insanı terk etmeyen) ne kötü arkadaştır! Yine hıyanet etmekten Sana sığınırım; zira o ne kötü gizli bir huydur!..“[27]
      Hz. Ali’den (Radıyallahu Anh) yapılan rivayete göre bir mükâ-teb (âzâd edilmek için mal ödemek üzere efendisi ile sözleşme yapan kö­le) kendisine gelip:
      Ben sözleşmemde acziyete düştüm (borcumu ödeyemiyorum), bana yar­dım et, dedi. (Hazreti Ali ona),
      Üzerinde dağ kadar borç olsa onu senden ödeyecek olan Resûlüllah Sal-lallahu Aleyhi ve Sellem’in bana öğretmiş olduğu sözleri sana öğreteyim mi? dedi. Sen şöyle söyle:
      “Allâhümme’k fim bihelâlike an harâmike ve ağninî bifadlike ammen sivâke.”
      “Allah ‘im! Senin helâl rizıklarinla beni haramdan koru ve lütfunla Sen­den başkasına muhtaç kılma.”[28]
      İmrân İbnü’l-Husayn’den (Radıyallahu Anhüma) yapılan riva– Nyefe göre, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem, İmrân’m babası Hu-sayn ‘e, kendileriyle duâ edeceği şu iki sözü öğretti:
      “Allâhümme eihimnî rüşdî ve e’iznî min şerri nefsî.
      “Allah’ım! Bana hidâyetimi ilham et ve nefsimin kötülüğünden beni koru.”[29]
      zayıf bir isnadla Ebû Hüreyre’den (Radıyallahu Anh) yapılan ri­vayete göre Resûlüllah Salîallahu Aleyhi ve Sellem şöyle duâ ederdi:
      “Allâhümme innî eûzü bike mine’ş-şikâkı ve’n-nifâkı ve su’i’l-ahlâkı.”
      “Allah’ım! Çekişip düşmanlık etmekten, iki yüzlülükten ve kötü ah­lâktan Sana sığınırım.“[30]
      Şehr İbni Havşeb’den yapılan rivayetde demiştir ki, ben Ümmü Sele-me’ye (Radıyallahu Anha):
      Ey mü’minlerin annesi! Resûlüüah Salîallahu Aleyhi ve Sellem yanında oldu­ğu zaman en çok yaptığı duâ hangisidir? dedim. Dedi ki, çoğunlukla duası .şu İdi:
      “Yâ mukallibe’l-kulûbi, sebbik kalbî alâ dînike.”
      “Ey kalbleri halden hale çeviren! Benim kalbimi dinin üzere sabit kıl.”[31]
      Hazreti Âişe’den (Radıyallahu Anha) yapılan rivayetde demiştir ki, Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle söylerdi:
      “Allâhümme âfinî fî cesedi ve afini fî basari ve’c-alhü’l-varise minnî lâ ilahe illâ ente’l-halîmu’l-kerîmu. Sübhânellâhi rabbi’l-arşi’lazîmi ve’l-hamdü lillâhi rabbi’l-âlemîn.”
      “Allah’ım! Bedenime afiyet ver. Gözüme de öyle bir afiyet ver ki, be­nim arkamda kalsın (ölünceye kadar görme nimetinden beni mahrum bı-
      rakma). Senden başka İlâh yoktur. Sen Halimsin, Kerimsin (günahkârla­ra acele azâb vermezsin, ikramın boldur.) Büyük Arş’ın Rabbı olan Al­lah bütün noksanlıklardan münezzehtir. Hamd da âlemlerin Rabbine mah­sustur. “[32]
      Ebû’d-Derdâ’dan (Radıyallahu Anh) yapılan rivayetde demiştir ki, Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu: “Şu sözler Dâ-vud Aleyhisselâm’ın dualarından idi:
      “Allâhümine innî es’elüke hubbeke ve hubbe men yuhıbbuke ve’l-amelellezîyubelliğunî hubbeke. Allâhümme’c`al hubbeke ehabbe Heyye min nefsî ve ehli ve mine’l-mâi’l-bândi.”
      “Allah’ım! Senden Senin sevgini ve Seni sevenlerin de sevgisini ve beni Senin sevgine ulaştıracak ameli istiyorum. Allah’ım! Senin sevgini, nefsi­mi, ailemi ve soğuk suyu sevmekten daha ziyade yap.“[33]
      Yunus (A.S)’ın Yaptığı Duâ:
      Sa’d İbni Ebî Vakkas’dan (Radıyallahu Anhü) yapılan rivayetde demiştir ki, Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu: “Yu­nus peygamber balığın karnında iken Rabbine ettiği duâ şu idi:
      “Lâ ilahe illâ ente sübhâneke innî küntü mine’z-zâlimîn.”
      “Senden başka ilâh yoktur. Bütün noksanlıklardan münezzehsin. Ben, (nefsine yazık edenlerden oldum.)” Müslüman bir adam herhangi bir şey için bu sözlerle duâ ederse, muhakkak surette Allah onu kabul eder.”[34]
      Enes’den (Radıyallahu Anh) yapılan rivayetde: “Bir adam Pey­gamber Sallailahu Aleyhi ve Selleme gelip:
      — Duanın hangisi daha faziletlidir? dedi. Peygamber (s.a.v):
      — Sen, Rabbinden dünyada ve âhirette afiyet iste, buyurdu. Sonra adam ikinci günde peygambere gelip:
      — Yâ Resûlellah! Duanın hangisi daha faziletlidir? Peygamber (s.a.v) ona aynı şeyi söyledi. Sonra adam üçüncü gün peygambere gelip ona ay­nı sözü söyledi. Peygamber (s.a.v): Sana dünyada afiyet verilince ve âhi­rette de sana verilince gerçekten kurtulmuş oldun, dedi.”[35]
      Abbas îbni Muttalib’den (Radıyallahu Anh) yapılan rivayetde şöy­le demiştir: “Dedim ki, yâ Resûlellah! Bana bir duâ öğret de onunla Al­lah Tealâ’dan isteyeyim. Resûlüllah (s.a.v):
      — Allah’dan afiyet isteyin, dedi. Bir kaç gün bekledikten sonra ben gelip:
      — Yâ Resûlellah! Yâ Resûlellah bana bir şey öğret de onunla Allah Te­alâ’dan isteyeyim, dedim. Bunun üzerine:
      — Ey Abbas, ey Allah’ın Resulünün amcası! Allah’dan dünya ve âhi-ret için afiyet isteyin, buyurdu.[36]
      Ebû Ümâme’den (Radıyallahu Anh) yapılan rivayetde şöyle an­latmıştır: “Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, öyle çok duâ yaptı ki, ondan hiç bir şey ezberlenemedi. Ben:
      Yâ Resûlellah! Öyle çok duâ ettin ki, ondan hiç bir şey ezberleyeme-dik, dedim. Bunun üzerine:
      Bunların hepsini toplayan duayı size söyleyeyim mi? Şöyle söylersin dedi:
      “Aüâhümme innî es’elüke min hayrın mâ se’eîeke minhu nebiyyuke muhammed (saîlaîlahu aleyhi ve sellem) ve ne’ûzü bıke min şerri mesteâzeke minhu nebbiyuke muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ente’l müsteânü ve aîeyke’l-belâğu ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh.”
      “Allah’ım! Senin peygamberin Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sel­lem hayır olarak Senden neyi istedi se ben onu Senden isterim. Hangi kö­tülükten de Senin peygamberin Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem Sana sığınmışsa, biz de ondan Sana sığınırız. Sen yardım istenensin ve dilekler kendisine ulaştırılansın. Allah’dan başka kuvvet ve kudret sahibi yoktur.”[37]
      Enes’den (Radıyallahu Anh) yapılan rivayetde demiştir ki, Resû-Iüllah Sallallahu Aleyhi ve Seîlem şöyle buyurmuştur.
      “Yâ Ze’I-Celâli Ve’l-İkrâm (ey celâl ve ikram sahibi) diyerek duaya de­vam ediniz.”[38]
      İbni Abbas’dan (Radıyallahu Anhüma) yapılan rivayetde demiş­tir ki, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle duâ ederdi:
      “Rabbi e’innî ve lâ tü’in aleyye, Vensurnîvelâ tensur aleyye. Vemkürli ve lâ temkür aleyye ve yessir hüdâye vensurnî ala. men beğa aleyye rabbi’c-alnî leke şâkiran leke zâkiran, leke rahiben, leke mitvâan, ileyke mucîben ev münîben tekabbel tevbetî veğsil havbeti ve ecib daveti ve sebbit hücceti vehdi kalbi ve seddid lisânî veslüî sehîmete kalbî.“
      “Rabbim, bana yardım et, Aleyhime yardım etme. Bana başarı ver, aleyhime başarı verme. (Düşmanlara haberleri olmaksızın) belâ ver, aley­hime verme. Hidâyetimi kolaylaştır ve bana isyan edene karşı bana zafer ver. Rabbim, beni Sana şükreden, Seni zikreten, Senden korkan, Sana itaat eden, Sana icabet eden yahut Sana yönelen yap. Benim tevbemi ka­bul et, günâhımı yıka, duamı kabul et, dâvamı sabit kıl, kalbime hidâyet ver, dilimi düzelt ve kalbimin kıskançlığını gider.”[39]
      Hz. Âişe’den rivayet edildiğine göre, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ona şöyle söyle dedi:
      “Allâhümme innies’elüke minel-hayri küllihi âcilihî ve âcilibimâ alimcü minhu ve mâ iem âlem. Ve eûzü bike mîne’şşerri küllihîâcilihî ve âcilihi mâ alimtü minhu ve mâ İem a’lem ve es’elüke’I-cennete ve mâ karrebe ileyhâ min kavlin ev amelin vee’ûzü bike mine’n-nâri ve mâkarrabe iley-hâ min kavlin ev amelin ve es’eîüke hayre mâseelekebihîabdüke ve resû-lüke muhammedün (sallallahu aleyhi ve selleme) ve eûzü bike min şerri meztezeke minhu abdüke ve resûluke muhammedün (sallallahu aleyhi ve selleme) ve es’elüke mâ kazayte lîmin emrin en tec’ale âkıbetehu reşeden.”
      “Allah’ım! Hayrın hepsini Senden istiyorum, hem dünyadakini hem de âhirettekini. Hayırdan bildiğimi ve bilmediğimi de istiyorum. Ben Sen­den cenneti ve söz ile amelden ona yaklaştıran şeyi istiyorum. Ateşten ve söz olsun yahut amel olsun bunlardan ateşe yaklaştıran şeylerden de Sa­na sığınırım. Senin kulun ve Peygamberin Muhammed’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Senden istediği şeylerin hayırlısını ben Senden istiyorum. Se­nin kulun ve Peygamberin Muhammed’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Sana sığındığı şeylerin şerrinden Sana sığınırım. Benim için takdir ettiğin işin akıbetini selâmet kılmanı Senden İstiyorum. “[40]
      İbni Mes’ud’dan rivayete göre, demiştir ki şu sözler Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in dualarından idi:
      “Allâhümme innâ nes’elüke mûcibâti rahmetike ve azâitne mağfireti-ke vesselâmete min külli ismin ve’lğanîmete min külli binin ve’îfevze bi’î-cennete vennecâte minennâr.
      “Allah’ım! Senin rahmetini gerektirenleri ve mağfiretinin büyüğünü, her günahdan selâmeti ve her iyilikten de mükâfat, cennete ulaşmayı ve ateşten kurtulmayı Senden isteriz.“[41]

    443. TÖVBE VE İSTİĞFAR DUALARI
      Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:
      “Günâhların için mağfiret dile ve sabah akşam Rabbine hamd ederek tesbihde bulun. (Sübhânellâhi ve Bihamdihi, söyle.)”[ Mü’min Sûresi: 55]
      Yine Allah Tealâ:
      “Günâhın için ve erkek-kadin mü’minler için mağfiret dile,” buyur­muştur.[ Muhammed Sûresi: 19]
      “Allah’dan mağfiret dileyiniz. Muhakkak surette Allah’ın mağfireti bol­dur, merhameti geniştir.“[ Nisa Sûresi: 106]
      “Yasaklardan sakınanlar için Rableri yanında (ağaç ve meskenleri) alt­larından nehirler akan cennetler vardır. Orada devamlı kalacaklardır. Hem de tertemiz zevceler vardır. (En büyük nimet olan) Allah’ın rızası vardır.
      Allah kullarını (her hal ve hareketleri ile) görendir. (Allah’ın azabından korkup) yasaklardan sakınan o mü’minler duâ edip derler: Ey Rabbimiz! Biz iman ettik, bizim günahlarımızı bağışla ve bizi ateş azabından koru. Onlar sabredenler, sadakat gösterenler, Allah’a ibâdet edenler ve seher vakitlerinde mağfiret dileyenlerdir.”[ Âl-i İmrân Sûresi: 15-17.]
      “Sen (ey peygamberim) o inkarcıların içinde iken Allah onlara azâb edecek değildi. Allah’dan mağfiret dilerlerken de Allah onlara azâb ede­cek değil.”[ Enfâl Sûresi: 33.]
      “O kimseler ki, bir kötülük yaptıkları zaman yahut nefislerine zulmet­tikleri zaman, hemen Allah’ı anarlar ve günahları için mağfiret dilerler. Allah’dan başka günahları kim bağışlayabilir! Hem de onlar bildikleri hal­de, yaptıkları günah üzerinde ısrar etmezler.”[ Âl-i İmrân Sûresi: 135]
      “Kim bir kötülük işlerse yahut (Allah’a isyan sureti ile) kendine yazık ederse, sonra da Allah’dan mağfiret dilerse, Allah’ı çok bağışlayıcı, çok merhamet edici bulur.“[ Nisa Sûresi: 110]
      Rabbinizden mağfiret isteyin, Sonra O’na tevbe edin.”[ Hûd Sûresi: 3]
      Allah Tealâ Nuh’dan haber vererek şöyle buyurmuştur:
      “Dedim ki, Rabbinizden mağfiret dileyin; çünkü o çok bağışlayan-dır.”[ Nuh Sûresi: 10.]
      Allah Tealâ Hud peygamberden haber vererek şöyle buyurmuştur:
      “Ey Kavmim! Rabbinizden mağfiret isteyin sonra O’na tevbe edin.”[ Hûd Sûresi: 52] Mağfiret dilemek konusunda âyetler çok olup bilinmektedir. Yazdığımız bir kısım âyetlerle uyarma elde edilmiş olur.
      Mağfiret dileme üzerinde rivayet edilen hadisler çok olduğundan onla­ra nihayet vermek mümkün olmaz. Fakat ben bunların bir kısmına işaret edeceğim:
      Sahâbî olan El-Eğarru’1-Müzenî’den (Radıyallahu Tealâ Anh) ya­pılan rivayete göre Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyur­muştur: “Benim kalbime bir dalgınlık gelir. Ben de günde yüz defa Al­lah’a istiğfarda bulunurum.“[ Müslim, Ebû Dâvud.]
      Ebû Hüreyre’den (Radıyallahu Anh) yapılan rivayetde demiştir ki, ben Resûlüllah Saİlallahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle dediğini işittim: “Allah’a yemin ederim ki ben, günde yetmiş defadan çok Allah’dan mağ­firet dilerim ve ona tevbe ederim.”[ Buharı. Tirmizî.]
      Seyyidii’l-İstiğfâr Duası (İstiğfarın Büyüğü):
      Şeddad İbni Evs’den (Radıyallahu Anh) yapılan rivayete göre Pey­gamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:
      “İstiğfarın başı, kulun şöyle demesidir:
      “Allâhümme ente rabbî Iâ ilahe illâ ente. Halaktenî ve ene abdüke ve ene ala ahdike ve va’dike ve mestetâtü e’ûzü bike min şerri mâ sana’tü ebûu leke bini’metike aleyye ve ebû’u bizenbî. Feğfir lî. feinnehû lâ yeğfiru’z-zünûbe illâ ente.”
      “Allah’ım! Sen Rabbimsin. Senden başka İlâh yoktur. Sen beni yarat­tın, ben Senin kulunum. Sana verdiğim (tevhidden ibaret) söz ve va’d üze­reyim, gücüm yetesiye.. Yaptığım şeylerin kötülüğünden Sana sığınırım. Bana olan nimetini itiraf ediyorum. Günahımı da itiraf ediyorum. Beni bağışla; çünkü Senden başkası günahları bağışlayamaz; ancak Sen bağış­larsın. Kim bu sözlere kesinlikle inanarak gündüz bunları söyler de o gün akşamlamadan önce ölürse, o kimse cennet ehlindendir. Kim de bu söz­lere kesinlikle inanarak bunları geceleyin söylerde, sabahlamadan önce ölürse, o kimse cennet ehlindendir.”[ Buhârî. Tirmizî. Nesâî.]
      İbni Ömer’den (Radıyallahu Tealâ Anhüma) yapılan rivayetde şöyle anlatmıştır:
      “Biz bir meclisde Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in yüz defa:
      “Rabbiğfir lî ve tüb aleyye inneke ente’t-tevvâbü’r-rahîm.“
      “Rabbim, beni mağfiret et, tevbemi kabul et. Sen (evbeleri çok çok kabul eden merhamet sahibisin, dediğini sayardık.“[ Ebû Dâvud. Tirmizî. İbn Mâce. İbn Sünnî. Nesâî. Hâkim, el-Müstedrek. (Tirmizî, bu sahih hadistir, demiştir.)]
      îbni Abbas’dan (Radıyallahu Anhüma) yapılan rivayetde demiş­tir ki, Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur” Kim istiğfara devam ederse Allah ona her darlıktan bir çıkış, her üzüntüden bir rahatlık verir ve ummadığı yerden ona rızık ihsan eder.”[ Ebû Dâvud. İbn Mâce. Nesâî, el-yeymü velleyletü. Ahbed b. Hanbel]
      Ebû Hüreyre’den (Radıyallahu Anh) yapılan rivayetde demiştir ki, Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur.
      “Canım kudret elinde olana yemin ederim ki, eğer günah işlemeseydi-niz, Allah sizi giderirdi de günah işleyen bir kavim getirirdi. Onlar Al-lah’dan mağfiret dilerlerdi. Allah’da onları bağışlardı.”[ Müslim.]
      Abdullah İbni Mes’ud’dan (Radıyallahu Teafâ Anh) yapılan ri­vayete göre: “Üç defa duâ etmek ve üç defa istiğfarda bulunmak Resû­lüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in hoşuna giderdi.”[ Ebû Dâvud.] Bu hadis toplu dualar bölümünde az önce geçmişti.
      Ebû Bekir Es-Sıddîk’m (Radıyallahu Anh) azadlısından yapılan rivayetde demiştir ki, Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu: “Günde yetmiş defa günaha dönse bile, istiğfarda bulunan kimse, günahda ısrar etmiş olmaz.“[ Ebû Dâvud. (Tirmizî demiştir ki, bunun isnadı sağlam değildir.)]
      Enes’den (Radıyallahu Anh) yapılan rivayetde demiştir ki, Resû­lüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle buyurduğunu işittim: “Allah
      Tealâ buyurdu: Ey insanoğlu! Sen bana duâ ettiğin ve benden umduğun müddet, senden olan günahları sana bağışlarım; ve ey insanoğlu, senin günahların gökteki bulutlara kadar olsa bile beis görmem. Sonra benden mağfiret dilesen, seni bağışlarım. Ey insanoğlu! Eğer yer dolusu günah­larla bana karşı çıkıpda sonra hiç bir şeyi bana ortak koşmayarak (küfür üzerinde olmayarak ölüp) bana geiirsen, ben de sana yer dolusu mağfiret ihsan ederim.”[ Tirmizî. Dârımî. (Tirmizî demiştir ki, bu hasen hadisıir.)]
      Güzel bir isnadla Abdullah İbni Büsr’den (Radıyallahu Tealâ Anh) yapılan rivayetde demiştir ki, Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöy­le buyurdu: “Amel defterinde çok istiğfar bulan kimseye ne mutlu!. ..”[ İbn Mâce. Nesâî, el-yevmü velleyletü.]
      İbni Mes’ud’dan (Radıyallahu Tealâ Anh) yapılan rivayetde de­miştir ki, Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu: “Kim:
      “Esteğfirullahelİezî lâ ilahe illâ huve’î-hayyu ’1-kayyûmu ve etûbü ileyhi.“
      “Hayat sahibi olup her şeyi idare edip ayakta tutan, kendisinden baş­ka hiç bir ilâh bulunmayan Allah’dan mağfiret dilerim.” derse savaştan kaçmış olsa bile, günahları bağışlanır.”[ Ebû Dâvud, Tirmizî, Hâkim, el-Müstedrek. (Hâkim demişiir ki, bu hadis Buharı ve Müslim’­in şartı üzere şahindir.)]
      Derim ki, bu bölüm doğrusu çok geniştir. Bunu kısaltmak konuyu kav­rama bakımından daha kolaydır. Bunun için bu kadarla yetiniyoruz.
      İstiğfar ile ügili olarak Rebî İbni Huseym’den (Radıyallahu Anh) şu söz nakledilmiştir. O demiştir ki: Sizden hiç biriniz, “Esteğfirullahe ve etûbü ileyhi.” “Allah’dan mağfiret dilerim ve ona îevbe ederim” deme­sin bunu söylemek günah ve yalan olur; eğer günahından tevbe etmemiş­se… Doğrusu şöyle demelidir: ALLÂHÜMME’ĞFİR LÎ VE TÜB ALEY­YE. (Allah’ım beni bağışla ve tevbemi kabul et.) Allah’ım beni bağış­la ve tevbemi kabul et, diye söylediği söz güzeldir. Fakat Alîah’dan mağ­firet dilerim, sözünü kerih görmesi ve onu yalan sayması görüşüne katıl­mayız. Çünkü “Esteğfirullah” sözünün manası, Allah’ın mağfiretini dilerim, demektir. Burada yalan yoktur. Bundan önce geçen îbni Mes’ud’-un hadisi bunu reddetmeye yeterlidir.
      Fudayl’dan (Radiyallahu Anh) rivayet edilmiştir: Günahı söküp atma­dan istiğfar yapmak, yalancıların tevbesidir. Allah kendisinden razı ol­sun, Râbia El-Adeviye’den nakledilen söz buna yakındır. O şöyle demiş­tir: Bizim istiğfarımız, çok istiğfara muhtaç olur. (Günahları kökünden atarak tevbe etmediğimizden çok istiğfarda bulunmamız gerekir,)
      Kabe’nin örtülerine tutunarak bir A’rabî’in şöyle dediği nakledilmiş­tir: Allah’ım! Günahlarıma ısrarla senden mağfiret dilemem yüzsüzlük­tür. Senin afv ve mağfiretinin genişliğini bildiğim halde, istiğfarda bu­lunmayı terk etmem de aciziyettir. Bana muhtaç olmadığın halde, bana ne kadar çok nimetlerle şefkat gösteriyorsun. Ben ise, sana muhtaç oldu­ğum halde günahlarla buğzunu kazanıyorum. Ey söz verdiği zaman onu yerine getiren, azabla korkutunca da bağışlayıp afv eden Allah! Benim bü­yük günahımı senin büyük afvimn içine koy; ey merhamet edenlerin en merhametlisi!..
      Sabahtan Akşama Kadar Susup Konuşmamanın Yasaklığı
      Güzel bir isnadla Hz. Ali’den (Radıyallahu Anh) yapılan riva-yetde demiştir ki, Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’den şöyle ezber­ledim: “Buluğa erdikten sonra yetimlik yoktur. (Çocuk malına ve işine sahib olur). Birgün akşama kadar (cahiliyet devrinde yapıldığı gibi) su­sup konuşmamak yoktur. (Hayırlı şeyler söylenir, zikir yapılır). “[Ebü Dâvud.]
      İmam Ebu Selman EI-Hattabî’den (Radıyallahu Anh) “Meâlimu’s-Sünen’de rivayet edilmiştir. O, bu hadisin açıklamasında şöyle demiştir: Cahiliyet devri insanlarının âdetlerinden ve ibâdetlerinden biri de susmak idi. Onlardan biri ibâdet maksadıyla tenhaya çekilir ve gece-gündüz su­sar ve konuşmazdı. Müslümanlar bundan yasaklandılar. Zikretmekle ve hayırlı söz söylemekle emredildiler.
      Kays İbni Ebi Hâzim’den (Allah ona rahmet etsin) yapılan riva-yetde, o şöyle demiştir: Ebû Bekir Es-Sıddîk Ahmes kabilesine Zeyneb adındaki bir kadının yanına vardı. Onu konuşmuyor bir halde gördü. Bu­nun üzerine şöyle dedi: Bu kadında ne var ki, konuşmuyor? (Yanında bulunanlar) dediler: O konuşmamayı kasdetmiştir. Ebû Bekir ona konuş; çünkü bu yaptığın helal olmaz. Bu cahiliyet işlerindendir, dedi. O da ko­nuştu.

    444. KORKU BÖLÜMÜ

      Fasil : KORKU BÖLÜMÜ
      Konu : Korku Hakkında
      Ravi : Ebu Hüreyre
      Hadis : Resulullah (sav) buyurdular ki: “Kim korkarsa akşam karanlığında yol alır. Kim akşam karanlığında yol alırsa hedefine varır. Haberiniz olsun Allah`ın malı pahalıdır, haberiniz olsun Allah`ın malı cennettir.”
      HadisNo : 1678

      Fasil : KORKU BÖLÜMÜ
      Konu : Korku Hakkında
      Ravi : Enes
      Hadis : Resulullah (sav) ölmek üzere olan bir gencin yanına girmişti. Hemen sordu: “Kendini nasıl buluyorsun?” “Ey Allah`ın Resulü, Allah`tan ümidim var, ancak günahlarımdan korkuyorum” diye cevap verdi. Resulullah (sav) da şu açıklamayı yaptı: “Bu durumda olan bir kulun kalbinde (ümit ve korku) birleşti mi Allah o kulun ümid ettiği şeyi mutlak verir ve korktuğu şeyden de onu emin kılar.”
      HadisNo : 1679

      Fasil : KORKU BÖLÜMÜ
      Konu : Korku Hakkında
      Ravi : Aişe
      Hadis : Ben Resulullah (sav)`ı ciddi bir şekilde, küçük dili görünecek derecede güldüğünü görmedim. O, sadece tebessüm ederdi. (Buhari`nin bir rivayetinde şu ziyade mevcuttur: “Resulullah (sav) bir bulut görecek olsa bu yüzünden bilinirdi. Ben (bir seferinde): “Ey Allah`ın Resulü, halk bir bulut görecek olsa, yağmur getirebilir ümidiyle sevinir, halbuki sen bir bulut gördüğünde üzüldüğünü yüzünden okuyorum, sebebi nedir?” diye sordum. Bana şu cevabı verdi: “Ey Aişe! Bunda bir azab bulunmadığı hususunda bana kim te`minat verebilir? Nitekim geçmişte bir kavm rüzgarla azaba uğratılmıştır. O kavim azabı gördükleri vakit “Bu gördüğümüz, bize yağmur getirecek bir buluttur” demişlerdi.)
      HadisNo : 1680

      Fasil : KORKU BÖLÜMÜ
      Konu : Korku Hakkında
      Ravi : Ebu Zerr
      Hadis : Resulullah (sav) buyurdular ki: “Ben sizin görmediğinizi görür, işitmediğinizi işitirim. Nitekim sema uğuldadı, uğuldamak da ona hak oldu. Semada dört parmak sığacak kadar boş bir yer yoktur, her tarafta Allah`a secde için alnını koymuş bir melek vardır. Allah`a yemin olsun, benim bildiğimi siz bilse idiniz az güler, çok ağlardınız, yataklarda kadınlarla telezzüz etmezdiniz, yollara, çöllere dökülür, (belanızı defetmesi için) Allah`a yalvar yakar olurdunuz.” Ebu Zerr (ra) ilave etti: “Keşke sökülen bir ağaç olsaydım.”
      HadisNo : 1681

      Fasil : KORKU BÖLÜMÜ
      Konu : Korku Hakkında
      Ravi : Ebu Hüreyre
      Hadis : Resulullah (sav) buyurdular ki: “Mü`min, Allah indindeki ukubeti bilseydi, cennetten ümidini keserdi. Eğer kafir Allah`ın rahmetini bilse idi, cennetten ümidini kesmezdi. [Rezin ilavesidir. Hadise Müslim tahric etmiştir: Tevbe 23, (2755); Keza, Tirmizi de tahric etmiştir: Da`avat 108, (3536)]
      HadisNo : 1682

      Fasil : KORKU BÖLÜMÜ
      Konu : Korku Hakkında
      Ravi : Ebu Bürde Amir İbnu Ebi Musa
      Hadis : Bana, Abdullah İbnu Ömer (ra): “Biliyor musun babam babana ne demiş?” diye sordu. Ben: “Bilmiyorum” dedim. Bunun üzerine: “Babam, senin babana: “Ey Ebu Musa! Resulullah (sav)`la olan İslamımız, onunla olan hicretimiz, onunla olan bütün amellerimiz bizim için sabit ve devamlı olsa, ondan sonra işlediğimiz amellerin de herbirinden başa baş kurtulsak bu seni memnun eder mi?” dedi. Baban, babama şu cevabı verdi: “Vallahi hayır! Biz ondan sonra cihad yaptık, namaz kıldık, oruç tuttuk, çok hayırlar işledik. Bizim elimizde çok insan Müslüman oldu. Biz bütün bunların ecrini ümid ediyoruz.” Babam tekrar dedi ki: “Fakat ben, Ömer`in ruhu yed-i kudretinde olan Zat-ı Zülcelal`e kasem olsun, bunların bize sabit kalmasını, O`ndan sonra yaptıklarımızdan da başa baş kurtulmayı isterim.” Ben atılıp: “Senin baban, vallahi benim babamdan daha hayırlıymış” dedim.
      HadisNo : 1683

    445. Yabancı kadını görüp, azab-ı ilahiden korkarak, başını ondan çevirene Allahü teâlâ ibadetin tadını duyurur
      (Hadisi Şerif)
      AF VE MAĞFİRET BÖLÜMÜ faslinda 1 sayfada 8 kayitli hadis var

      Fasil : AF VE MAĞFİRET BÖLÜMÜ
      Konu : Af Ve Mağfiret Hakkında
      Ravi : Ebu Eyyub
      Hadis : Resulullah (sav) buyurdular ki: “Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah Teala hazretleri sizi helak eder ve yerinize, günah işleyecek (fakat tevbeleri sebebiyle) mağfiret edeceği kimseler yaratırdı.”
      HadisNo : 4141

      Fasil : AF VE MAĞFİRET BÖLÜMÜ
      Konu : Af Ve Mağfiret Hakkında
      Ravi : Ebu Hüreyre
      Hadis : Resulullah (sav) buyurdular ki: “Nefsim kudret elinde olan Zat`a yemin ederim ki, eğer siz hiç günah istemeseniz, Allah sizi toptan helak eder; günah işleyen, arkadan da istiğfar eden bir kavim yaratır ve onları mağfiret ederdi.” [Rezin şu ziyadede bulundu: “Resulullah (sav) buyurdu ki: “Nefsim elinde bulunan Zat-ı Zülcelal`e yemin olsun ki, günah işlemediğiniz takdirde ondan daha büyük olan ucb`e düşeceğinizden korkarım.” [Bu rivayet, Münziri`nin et-Terğib ve`t-Terhib`inde kaydedilmiştir (4.20)]
      HadisNo : 4142

      Fasil : AF VE MAĞFİRET BÖLÜMÜ
      Konu : Af Ve Mağfiret Hakkında
      Ravi : Ebu Hüreyre
      Hadis : Resulullah (sav) (bir hadis-i kudsi`de) Rabbinden naklen buyururlar ki: “Bir kul günah işledi ve: “Ya Rabbi günahımı affet!” dedi. Hak Teala da: “Kulum bir günah işledi; arkadan bildi ki günahları affeden veya günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi vardır.” Sonra kul dönüp tekrar günah işler ve: “Ey Rabbim günahımı affet!” der. Allah Teala Hazretleri de: “Kulum bir günah işledi ve bildi ki, günahı affeden veya günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi vardır. Sonra kul dönüp tekrar günah işler ve: “Ey Rabbim beni affeyle!” der. Allah Teala da: “Kulum günah işledi ve bildi ki, günahı affeden veya günah sebebiyle muaheze eden bir Rabbi olduğunu bildi. Dilediğini yap, ben seni affettim!” buyurdu.”
      HadisNo : 4143

      Fasil : AF VE MAĞFİRET BÖLÜMÜ
      Konu : Af Ve Mağfiret Hakkında
      Ravi : Enes
      Hadis : Resulullah (sav) buyurdular ki: “Allah Teala Hazretleri diyor ki: “Ey Ademoğlu! Sen bana dua edip, (affımı) ümid ettikçe ben senden her ne sadır olsa, aldırmam, ben seni affederim. Ey Ademoğlu! Senin günahın semanın bulutları kadar bile olsa, sonra bana dönüp istiğfar etsen, çok oluşuna bakmam, seni affederim. Ey Ademoğlu! Bana arz doluşu hata ile gelsen, sonunda hiç bir şirk koşmaksızın bana kavuşursan, seni arz doluşu mağfiretimle karşılarım.”
      HadisNo : 4144

      Fasil : AF VE MAĞFİRET BÖLÜMÜ
      Konu : Af Ve Mağfiret Hakkında
      Ravi : Cündeb
      Hadis : Resulullah (sav) buyurdular ki: “Bir adam: “Vallahi Allah falancayı mağfiret etmiyecek!” diye kesip attı. Allah Teala Hazretleri de: “Falancaya mağfiret etmiyeceğim hususunda yemin eden de kim? Ben ona mağfiret ettim, senin amelini de iptal ettim!” buyurdu.”
      HadisNo : 4145

      Fasil : AF VE MAĞFİRET BÖLÜMÜ
      Konu : Af Ve Mağfiret Hakkında
      Ravi : Ebu Hüreyre
      Hadis : Resulullah (sav) buyurdular ki: “Beni İsrail`de birbirine zıd maksad güden iki kişi vardı: Biri günahkardı diğeri de ibadette gayret gösteriyordu. Abid olan diğerine günah işlerken rastlardı da: “Vazgeç!” derdi. Bir gün, yine onu günah üzerinde yakaladı. Yine, “vazgeç” dedi. Öbürü: “Beni Allah`la başbaşa bırak. Sen benim başıma müfettiş misin?” dedi. Öbürü: “Vallahi Allah seni mağfiret etmez. Veya: “Allah seni cennetine koymaz!” dedi. Bunun üzerine Allah ikisininde ruhlarını kabzetti. Bunlar Rabbülaleminin huzurunda bir araya geldiler. Allah Teala Hazretleri ibadette gayret edene: “Sen benim elimdekine kadir misin?” dedi. Günahkara da dönerek: “Git, rahmetimle cennete gir!” buyurdu. Diğeri için de: “Bunu ateşe götürün” emretti. Ebu Hüreyre (ra) der ki: “(Adamcağız Allah`ın gadabına dokunan münasebetsiz) bir kelime konuştu, bu kelime dünyasını da, ahiretini de heba etti.”
      HadisNo : 4146

      Fasil : AF VE MAĞFİRET BÖLÜMÜ
      Konu : Af Ve Mağfiret Hakkında
      Ravi : Ebu Hüreyre
      Hadis : Resulullah (sav) buyurdular ki: “Bir adam vardı, (günah isteyerek nefsine zulmetmekte) çok ileri idi. Ölüm gelip çatınca oğullarına dedi ki: “Ben ölünce, cesedimi yakın, külümü iyice ezin ve rüzgarın önünde saçın, Allah`a yemin olsun, eğer Rabbim beni bir yakalarsa hiç kimseye vermediği azabı verir!” Ölünce, bu söylediği ona yapıldı. Allah da arz`a emrederek: “Sende ondan ne varsa bana toplayıver!” dedi. Arz da topladı. Adam ayakta duruyordu. “Sen böyle bir vasiyeti niye yaptın?” diye Rabb Teala sordu. “Senden korktuğum için ey Rabbim” cevabını verdi. Allah Teala hazretleri bu cevap üzerine onu affetti.”
      HadisNo : 4147

      Fasil : AF VE MAĞFİRET BÖLÜMÜ
      Konu : Af Ve Mağfiret Hakkında
      Ravi : Ümmü`d-Derda
      Hadis : Ebu`d-Derda (ra)`yı işittim. Demişti ki: “Resulullah (sav)`ı işittim, şöyle buyurdu: “Müşrik olarak ölenle, bir müslümanı haksız yere öldüren hariç, Allah bütün günahları affedebilir.”
      HadisNo : 4148

    446. “Euuzü billâahi mineşşeytaanir raciym Bismillâahi’r- rahmâani’r – rahıym”

      “İyiliği yap, kötülükten de sakın. Yanlarından kalktığında, halkın senin hakkında söylemelerinden hoşlanacağın şeyleri gözet ve onları yerine getir. Yanlarından kalktığında halkın senin hakkında söylemelerinden hoşlanmayacağın şeylere ise, dikkat et ve onları yapmaktan da sakın.”
      (Hadis-i Şerif)

      Zehirli Ok
      “Yabanci kadina sehvetle bakma şeytanın zehirli oklarından bir oktur. Kim onu Benim korkumdan dolayı terk ederse, kalbine öyle bir iman neşvesi ve halâveti atarım ki, onun zevkini gönlünün derinliklerinde duyar.”

      (Hadis-i Kudsi)

    447. ve aleyküm selam. ALLAH cc razi olsun , ben size tesekkür ederim bize bu imkani, verdiginiz icin !. slm ve dua ile tövbekar…

    448. Kur’ân’ı şifa için okuyabilir miyiz?

      Kur’ân iki şifadan söz eder Birisi bal, diğeri de Kur’ân’ın kendisi Bal, maddi bir şifa kaynağı iken, Kur’ân hem maddi hem manevi bir şifa kaynağıdır.

      Üç surede, üç farklı âyette Kur’ân kendisini bir “şifa” kaynağı olarak anlatır:

      “Rabbinizden size bir öğüt, gönüllerin derdine şifa, mü’minlere hidayet ve rahmet gelmiştir”1

      “İman edenler için o hidayet ve şifadır”2

      “Biz Kur’ân’dan mü’minlere şifa ve rahmet olan şeyi indiriyoruz”3

      Kur’ân’ın sunduğu bu şifa nasıl bir şifadır? Küfre, şirke, imansızlığa, zulme ve vicdansızlığa karşı bir şifadır Bu zaten açıkça ortada

      Kur’ân’ın davetine uyanlar bu şifayı tadıyorlar, anlıyorlar ve yaşıyorlar Çünkü Kur’an bu özelliğiyle insanlığın en büyük yaralarını tedavi ediyor

      İman ederek Rabbini tanıyan insan sahibini, malikini ve mabudunu buluyor, vahşetten, dehşetten ve bütün korkulardan kurtuluyor

      ***

      Acaba Kur’ân bildiğimiz psikolojik ve bedeni hastalıklarımızın tedavisinde nasıl kullanılır, nasıl kullanılmış?

      Kur’ân’dan istifade etmede örnek ve rehber olan Peygamberimiz bu konuda da bir öncülük ediyor, yol gösteriyor, bizzat kendi uygulamalarıyla ders veriyor

      Peygamberimiz bazı sureleri özellikle kendi hastalığına karşı okuduğu gibi, aile fertlerinden birisi hasta olunca da okurdu

      Peygamberimizin hanımı Hz Aişe (ra) diyor ki:

      “Ailesinden birisi hastalandığı zaman Resulullah (asm) Muavvizatı (Felak ve Nâs Sûrelerini) okuyarak onun üzerine üflerdi Vefatıyla sonuçlanan hastalığa yakalandığında bu sureleri okuyup onun üzerine üflemeye ve kendi eliyle meshetmeye başladım Çünkü onun elinin bereketi benim elimden daha fazlaydı”4

      Yine Hz Aişe’nin anlattığına göre, Peygamberimiz her gece istirahate çekileceği zaman İhlâs ve Muavvizeteyn sûrelerini okuyup avuçlarına üfler, sonra ellerinin yetişebildiği yere kadar vücudunun her tarafını meshederdi Hadisin devamında, “Sonra Resulullah hastalanınca ona böyle yapmamı bana emrederdi” diyor5

      Peygamberimizin sözünü ettiği bir diğer şifa suresi, hepimizin bildiği Fâtiha’dır “Fatiha her türlü hastalığa şifadır”6 buyuran Allah Resulü maddi/manevi bütün hastalıklara karşı Fatiha’nın okunması gerektiğini tavsiye eder

      ***

      Bu arada Kur’ân-ı Kerim’de “Rabbenâ” ve “Rabbi” ile başlayan pek çok dua âyetleri vardır Bu âyetleri maddi hastalıkların tedavisi için okuyabileceğimiz gibi, manevi, psikolojik hastalıklar için okumamız da pekâla mümkündür

      Hz İbrahim “Hastalandığım zaman bana şifayı veren O’dur” derken, şifayı doğrudan doğruya Allah’tan istiyor7

      Hz Eyyup ise seneler süren ağır hastalığına karşı o meşhur duasını okur, Rabbinden yardım ister, Cenab-ı Hak duasını kabul eder, ayağını yere vurmasını emreder Hz Eyyup da ayağını yere vurur vurmaz yerden şu fışkırır, bu sudan hem içer, hem de bütün vücudun yıkar, sağlığına kavuşur

      Kur’ân’daki şifa dualarını okumak, ilaç tedavisini ve tıbbın gerekli gördüğü diğer müdahaleleri terk etmek anlamına gelmemelidir

      Doktora gitmek, ilaç kullanmak, ameliyat olmak, perhiz yapmak da birer fiili duadır ve şifayı Allah’tan istemektir Yoksa ne ilaç şifa verir, ne de doktor Gerçek Şâfi, şifâ verici Allah’tır

      1 Yunus, 10:57
      2 İsrâ, 17:82
      3 Fussilet, 41:44
      4 Müslim, Selam:50
      5 Buharı, Tıb:39
      6 Dârimî, Fadlu’l-Kur’ân:12
      7 Şuarâ, 26:80

    449. s.a. abi tekrar hoşgeldin, inan merak ettim yazmayacak mı artık diye. allaha emanet.

    450. Allah’ı (C.C.) Zikretmenin Fazileti
      Ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:

      “Siz beni anin ki, ben de sizi anayim. Bana sükredin, sakin nankörlük etmeyin.”

      (Bakara Süre-i Celilesi; 152)
      Sabit-ül Bünnanî (R,A.) der ki ben Rabb’imin beni ne zaman anacagini biliyorum.» Dinleyenler bu söz karsisinda irkilerek «bunu nasil biliyorsun» diye sorarlar. Sabit-ül Bünnanî: «Ben O’nu ne zaman anarsam o da beni o zaman anar» diye karsilik verir.
      Yine ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:
      “Ey îmân edenler Allah’i sık sık anin.”

      (Ahzab Süre-i Celilesi; 41)
      Yine ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:
      «-— Arafattan indigimiz zaman Allah’i “Mes’arulharam” da anin. O size nasil hidayet verdiyse siz de O’nu zikredin»

      (Bakara Süre-i Celilesi; 198).

      Yine ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:

      «— Hacc görevlerinizi bitirince atalarinizi andiginiz kadar, hatta daha hararetli bir dil ile Allah’i aniniz» (Bakara Süre-i Celilesi; 200).
      Yine ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:
      “Bu derin düsünceliler ayakta, oturarak ve yanlari üstü uzanmislarken Allâh’i anarlar ve ey Rabb’imiz, sen bütün bu varliklari bosuna yaratmaadin, seni böyle bir isnadden tenzih ederiz, o halde bizi cehennem azabindan koru.» diyerek göklerin ve yerin yaratilisi hakkinda enine boyuna düsünceye dalarlar.”

      (Al-i Imran Süre-i Celilesi; 191).
      Yine ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:

      «— Namazi kilinca ayakta, oturuyorken ve yanüstü uzanmisken Allâh’i aniniz.»

      (Nisa Süre-i Celilesi; 103)
      Ibni Abbas (R.A.) yukardaki âyeti tefsir ederken: «Yani gece gündüz, denizde karada, evde, yolda, varlikta, darlikta, saglikta hastalikta, gizli açik her zaman ve her yerde Allah (C.C)’i aniniz.»
      Ulu Allah (C.C) münafiklari:

      «Allah’i çok az anarlar» diye kinamaktadir.

      (Nisa Süre-i Celilesi; 142)
      Yine ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:

      «— Rabb’ini, içinden yalvararak ve çekinerek, yüksek sesle konusmayarak sabah-aksam an da gafillerden olma.»

      (A´raf Süre-i Celilesi; 205)
      Yine ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:

      «— Allah’i zikretmek, hiç süphesiz, en büyük ibadettir»

      (Ankebut Süre-i Celilesi; 45)
      Ibni Abbss (R.A.) yukardaki âyeti hakkinda der ki. «Bu âyeti iki türlü anlamak mümkündür;

      1) Allah (C.C)’in sizi anmasi, sizin O’nun anmanizdan daha önemlidir.

      2) Allah (C.C)´i anmak, geride kalan her türlü ibadetten üstündür.»
      Buna dâir deha bir’ çok âyetler vardir.

      Peygamber’imiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      «— Gafiller arasinda Allah (C.C)’i anan kimse, kuru otlar arasindaki yesil otlar gibidir.»
      Peygamber’imiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      «— Gafiller arasinda Allah (C.C)’i anan kimse, cephe kaçaklari arasindaki savasçi gibidir.»

      Peygamber’imiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      «— Ulu Allah (C.C) söyle buyurur: “Beni andigi sürece, dudaklari benim adima kipirdadikça ben kulum ile birlikteyim.»

      Peygamber’imiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      «— Kulun isledigi ameller içinde, ona Allah (C.C)’in azabindan en kurtarici
      olani, Allah (C.C)’i anmaktir»

      Sahabiler «Cihâd da mi bunun ayarinda degil» diye sorarlar.

      Peygamber’imiz (s.a.v.) onlara: «Düsmana vura vura kilicin kirildiktan sonra yine bir kilici vura vura kirmak ve bir üçüncü kilici, yine düsmanla vurusa vurusa kirmak durumu disinda cihad bile onun oyarinda degildir.»

      Peygamber’imiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      “Cennet bahçelerinde gezinmek isteyen kimse ulu Allah’i sik sik ansin.»

      Peygamber (s.a.v.)´imize «en faziletli amel nedir?» diye sorarlar. Peygamber (s.a.v.)`imiz «Allah (C.C)’i anan dilin kurumadan can vermendir.”

      Peygamber’imiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      “Sabah-aksam Allah (C.C)’in adini an ki, sabah ve aksama günahsiz giresln.”

      Peygamber’imiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      “Sabah aksam Allah (C.C)’in adini dilden düsürmemek. Allah (C.C) yolunda düsman iie vurusurken kiliç kirmak ve mali cömertçe dagitmaktan daha faziletlidir.”

      Peygamber’imiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      «— Ulu Allah (C.C) buyuruyor: “Kulum beni içinden aninca ben onu içimden anarim. Beni kalabalik arasinda anarsa ben de onu daha hayirli bir kalabalik içinde anarim. Bana bir karis yaklasirsa ben de ona bir dirsek boyu yaklasirim. Bana bir dirsek boyu yaklasirsa ben de ona bir kulaç yaklasirim. Bana dogru yürüyünce ben ona dogru kosa kosa giderim.»

      Peygamber’imiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      «— Yedi kimse var ki, Allah (C.C), baska hiç bîr gölgenin bulunmadigi günde onlan Ars’inin gölgesi altina alir.»

      Bu yedi kimseden biri. Yalniz basina iken Allah (C.C)’i anarak O’nun korkusu île gözleri yasarandir.

      Peygamber’imiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      “Beni Iyi dinleyin. Size amellerinizin en hayirlisini, Rabb’inizin katinda en temiz olani, size en yüksek, derece kazandirani, kâgit ve altin para dagitmaktan sizin Için daha hayirli olani, düsman ile karsilasip onun boynunu vurmaktan veya boynunuzu ona vurdurup sehid olmaktan sizin hesabiniza daha faydali olani size söyleyeyim mi?»

      Sahabiler: “Bu amel nedir, ya Rasülallah (S.A.V)” diye sorarlar.

      Peygamber (S.A.V)´imiz «Allah (C.C)’i dilden düsürmemektir» diye cevap verir.”
      Peygamber’imiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      “Ulu Allah (C.C.) söyle buyuruyor: “Beni anmaktan benden bir sey istemeye firsat bulamayanlara, isteyenlere en degerli bagisi sunarim.”
      Fudayl (r.a.) der ki: «Ögrendigime göre ulu Allah (C.C.) söyle buyurur:

      “Ey
      kulum, beni sabahtan sonra bir saat ve aksamdan sonra bir saat anarsan, ikisi arasinda gecen zaman parçalarinda sana kâfiyim.”

      Alimlerden biri der ki: «Ulu Allah (C.C.) söyle buyurur:

      “Kalbine nazar atfettigim zaman benim zikrimin orada baskin oldugunu gördügüm kulun bütün karar ve davranislarina yön vermeyi üzerime alir. onun sözdasi ve yakini olurum.”

      Hasan-ül Basrî (r.a.) der ki: «Allah (C.C.)’i anmak iki türlüdür:

      Birincisi: Allah (C.C.) ile aranda kalacak sekilde gizli olarak O’nu anmandir. Zikrin bu çesidi, ne kadar güzel ve üstün derecelidir.

      Bundan daha degerlisi de Allah (C.C.)’i, O’nun haram kaldiklari ile karsilasinca anmaktir.»
      Rivayete göre Allah (C.C.)’in adini ananlardan baska herkes susuzluk içinde dünyadan ayrilir. Muaz Ibni Cebel (R.A.) der ki. «Cennetlikler sadece Allah (C.C.)’i anmadan geçirdikleri bir saate hayiflanirlar.»

      Peygamber’imiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      “Bîr oraya gelerek Allah (C.C.)’in adini anan kimselerin melekler çevresini kusatir, onlari rahmet bürür ve Allah (C.C.) da onlari yanindakiler arasinda anar.”

      Peygamber’imiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      “Bir araya gelerek Allah (C.C.)’in rizasindan baska hiç bir sey beklemeden O’nun adini ananlara gökten «Günahlariniz bagislanmis olarak kalkiniz, kötülükleriniz iyiliklere dönüstürülmüstür.” dîye seslenilir.

      Peygamber’imiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      “Bir yerde oturup da Allah (C.C.)’in adini anmayan ve Peygamber’ine sa-lat-ü selâm getirmeyen bir grup. Kiyamet Günü bu davranisi karsisinda hayiflanmak zorunda kalir.”
      Hz. Davud (A.S.) ulu Allah (C.C.)’a söyle dua eder. “Allah’im! Beni
      senin adini ananlarin meclisinden geçip gafillerin arasina katilmaya giderken görünce ayagimi kir, bu bana tarafindan bagislanmis bir nimet olur.”

      Peygamber’imiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      “Iyi bir toplantiya katilmak, mü´minin iki milyon kötü toplantida kazandigi günahi giderir.”
      Ebû Hureyre (R.A.) der ki. «Gök halki içinde Allah (C.C.)’in adi anilan kimselerin evlerini yildizlari biribirlerine gösterir gibi gösterirler.»

      Süfyan Ibni Üyeyne (R.A.) der ki; “Mü`minler bir araya gelip Allah (C.C.)’in adini andiklari zaman gerek seytan ve gerekse dünya onlarin yaninden kaçar. Seytan dünyayi «görüyor musun, ne yapiyorlar» diye hayiflanir. Fakat dünya seytana «Birak yapsirslar, yorulduklari zaman. teker teker hepsini enselerinden tutup sana getiririm.» diye karsilik verir.

      Ebû Hureyre {R.A.) bir gün carsiya girer ve: «Peygamber (S.A.V)’imizin mirasi camide bölüsülürken sizi burada görüyorum» der. Bu sözleri duyan esnaf ve halk çarsiyi pazari birakip camiye kosusurlar, fakat bölüsülen bir miras göremezler.

      Bunun üzerine Ebû Hureyre’ye: «Biz camide bölüsülen bir miras göremedik» derler. Ebû Hureyre onlara: «Peki, ne gördünüz» diye sorar. Onlar da «Allah (C.C.)’in adini anan ve Kur’ân okuyan kimseler gördük» derler. Ebû Hureyre onlara: «iste Peygamber’imizin mirasi budun» diye karsilik verir.

      Amesin Ebû salihden onun da Ebû Hureyre ve Ebû Hudri’den (R. Anhuma) rivayet ettiklerine göre Peygamber’imiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      «— Allah (C.C.)’in kullarin amellerini yazanlar disinda yer yüzünde devamli dolasan bir grup melegi vardir. Bunlar bir araya gelerek Allah (C.C.)’in adini anan bir mü´min grup görünce biribirlerine «Aradiginiz burada, gelin» diye seslenerek bir araya toplanirlar ve gök yüzüne yüceleinceye kadar bu grubun etrafini sararak beklerler.

      Göge çikinca ,Allah (C.C.) onlara: «Kullarimi ne ile mesgul iken biraktiniz» diye sorar, onlar da «Sana hamd ederken, seni noksan sifatlardan tenzih ederken ve seni yüceltirken yanlarindan ayrildik» diye cevap verirler.

      Ulu Allah (C.C.): «Peki, onlar beni gördüler mi» diye sorar, melekler: «hayir» diye cevap verirler. Allah (C.C.) onlara: «peki beni görseler ne yaparlar» diye sorar. Melekler de: «seni görselerdi, hamdleri, tesbihleri ve seni yüceltmeleri, daha kuvvetli olurdu.» diye cevap verirler.

      Allah (C.C.) onlara sorar. «Peki hangi seyden çekinerek bana siginiyorlar»

      Melekler «cehennemden» diye cevap verirler.

      Allah (C.C.) onlara: «Cehennemi gördüler mi» diye sorar. Melekler «Hayir» diye cevap verirler.

      Allah (C.C.) onlara: «Peki cehennemi görseler ne yaparlardi» diye sorar. Melekler de «Cehennemi görseler ondan daha cok kaçinirlar, daha cok nefret ederdi» diye cevap verirler.

      Allah (C.C.) onlara: «istedikleri nedir» diye sorar: Melekler «Cennet» derler.

      Allah (C.C.) onlara: «Peki, hic gördüler mi» diye sorar. Melekler: «Hayir» diye cevap verirler.

      Allah (C.C.) onlara: «Peki, cenneti görmüs olsalardi, davranislari ne olurdu» diye sorar. Onlarda: «Eger cenneti görselerdi, ona kersi daha güclü bir arzu duyarlardi» derler.

      Bunun üzerine Ulu Allah (C.C.) meleklere: «Sizi sahid tutuyorum ki, onlarin hepsinin günahlarini bagisladim» der.

      Melekler «aralarinda falan kimse de vardi, o zikretmek için degil, baska bir amaçla aralarina katilmisti» derler.

      Ulu Allah (C.C.): «Onlar öyle bir topluluktur ki, onlar ile birlikte oturan bedbaht olmaz.»
      Peygamber’imiz (s.a.v.) buyuruyor ki:

      «— Gerek benim ve gerekse benden önceki peygamberlerin söyledigi en faziletli söz «lâ ilâhe illallahu vehdehu lâ serike lehu (Allâh’dan baska ilâh yoktur, tektir, ortagi yoktur)» sözüdür.

      Bir kimse günde yüz kere “la ilahe illallahu vahdehu lâ serike lehül mülkü ve lehul hamdü ve huve alâ külli sey’in kadir”

      (Allah’dan baska ilâh yoktur, tektir, ortagi yoktur. Varligin mülkü O’nundur. Hand O’na mahsusdur, o her seye kadirdir)»
      derse on köle azad etmis gibi olur, amel defterine yüz iyilik yazilir ve kötülüklerinin yüz tanesi de silinir, o gün aksama kadar bu sözler onun seytandan koruyucusu olur. Ondan daha fazla bu sözleri söyleyenlerden baska hiç kimse onun yaptigindan dana üstün bir ibadet ile Allah (C.C)’in huzuruna gelmez.»

      Peygamber’imiz ((s.a.v.).) buyuruyor ki:

      «— Düzgün bir sekilde abdest alip arkasindan basini göge dikerek “Eshedü en la ilahe illallahu vahdehu lâ serike lehu ve eshedü enne Muhammeden abdühü ve resulühu” (Allâh’dan baska ilâh olmadigina. O’nun tek ve ortaksiz olduguna. Muhammed’in O’nun kulu ve rasul’ü olduguna sahadet ederim)» diyen bir kulun önünde cennetin bütün kapilari açilir ve dileginden içeri girer.»

    451. HIZIR A.S. NİYE KÖLE OLDU?
      Hızır Aleyhisselam sık sık insanların arasından ayrılır halvet eder kendi nefsi ile mücahade eder. Bir gün beni İsrail sokaklarında dolaşırken bir köle yaklaşıp ondan Allah için bir sadaka ver dedi.
      Hızır Aleyhisselam verecek bir malı olmadığından, benim sana verecek hiçbir şeyim yok ki dedi. Ama köle ısrarla bana Allah için ver, zira sen nurlu ve merhametli bir insansın deyince daha fazla dayanamaz peki öyleyse mademki Allah aşkına dedin. Beni yanında pazarda götür bir köle gibi sat parası senin olsun der.

      Adam, Hızır Aleyhisselam’ı pazarda 400 dirheme satar. Hızır Aleyhisselam köle olarak alan adam ona fazla bir iş vermek istemese de, o:
      “Ben yaşlıyım ama bir genç gibi çalışır size hizmet ederim” der. Hızır Aleyhisselam satın alan adam inançsız bir kimse olmasına rağmen merhametli birisidir. Nitekim adamın büyük bir hurmalık bahçe duvarı örülecektir, altı kişinin yapacağı işi Hızır Aleyhisselam verir, kendiside bir saatliğine evden ayrılır. Birde gelir bakar ki bir saat içinde koca bahçe duvarı örülmüş:
      “Bunu sen tek başına mı yaptın?
      “Evet” cevabını verir.

      Adam duruma şaşırır ve ona derki:
      “Bu oturduğumuz ev bize yetmiyor bahçenin bir tarafına bir ev inşaa etmek istiyorum bana yardım et.” Hızır Aleyhisselam ise ben tek başıma bu işi yaparım deyip işin başına geçer. Bir gün gibi kısa bir zaman diliminde bunu yaptığını gören adam:
      “Sende bir sır var, sen kimsin? Melek misin, cin misin” der. Hızır Aleyhisselam:
      “Ben Allah’ın yarattığı aciz ve garip bir kulum, sırf Allah adına köle oldum,” der. Sonra da başından geçen hadiseyi anlatır adama. Adam bu olay üzerine:
      “Sen Allah için köle oldun satıldın, şu dini bana bir anlat“, der. Hızır Aleyhisselam’ı dinleyen adam:
      “Benden bir isteğin var mı?” diye sorar ve Hızır Aleyhisselam:
      “Beni serbest bırakın Rabbime ibadet edeyim, ama yinede siz bilirsiniz” der.
      Bu söz üzerine adam ağlamaya başlar:
      “Mademki sen Allah için köle oldun satıldın, bende hem senin söylediklerine iman ettim hem de seni Allah için serbest bıraktım” der. Hızır Aleyhisselam Yüce Rabbisine secde eder ve şükürler olsun der.

    452. Cola`da Alkol Var
      ABD`li site Coca Cola`nın sır formülünü açıkladı. Açıklanan formülle birlikte Coca Cola`da alkol olduğu da ortaya çıktı.
      Yıllardır İsrail bağlantısı nedeniyle tepki gösterilen ve dolaylı yollardan ambargo uyguladığı Coca Cola ile ilgili şok bir iddia daha gündeme geldi.
      ABD`nin önde gelen bir sitesi Coca Cola`nın sır formülünü belgeleriyle açıkladı. Yıllardır yılan hikayesine dönen ve Coca Cola`nın, mahkeme kararlarına rağmen şirket sırrı gerekçesiyle yıllardır açıklamaktan kaçındığı ya da belli bir kısmını açıkladığı formülün içinde önemli miktarda alkol bulunduğu ortaya çıktı.
      Şirket, sitesinden duyurduğu haberde Coca Cola`nın formülünü tam olarak bulduğunu belirtirken, iddiasını da 1979 tarihli bir gazete makalesine dayandırdı. Söz konusu makalede, kolayı üretmek için geçerli içerik maddeler ve miktarları bulunuyor.
      Thisamericanlife.org adlı site, haberinde Atlanta Journal-Constitution gazetesinde 8 Şubat 1979 tarihinde yayınlanan makalenin resmine de yer veriyor.
      FORMÜLDE ALKOL DE BULUNUYOR
      Sitenin haberini, formülün açıklanmasından çok, Coca Cola`nın içinde bulunan maddeler önemli hale getiriyor. Açıklanan formüle göre, Colanın için kafein ve asit gibi maddlerin yanısıra tam 226,7 gram alkol bulunuyor.
      Açıklanan formülle ortaya çıkan bu durum, yıllardır İsrail bağlantısı nedeniyle gündemden düşmeyen ve sık sık İsrail`e yönelik ambargo listelerine giren Colaya bakış açısını kökten değişritecek gibi görünüyor.
      Açıklanan formül ve bulunan alkolle ilgili şu ana kadar şirketten herhangi bir açıklama yapılmazken, Diyanetin bu konuda ne diyeceği de merak konusu oldu.
      İŞTE AÇIKLANAN O FORMÜL…
      12 gram sıvı koka özü
      85 gram strik asit (limon asidi)
      28,35 gram kafein
      Şeker (işaretlerden ne miktar gerektiği anlaşılamıyor)
      9,4 litre su
      946,9 mililitre kireç suyu
      28,35 gram vanilya
      42,5 gram ya da renk vermek için daha fazla karamel
      7X çeşnisi (56,6 grama 18,9 litre şurup):
      226,7 gram alkol
      20 damla (1,297 mililitre) portakal esansı
      30 damla limon esansı
      10 damla küçük hindistan cevizi esansı
      5 damla kişniş
      10 damla neroli
      10 damla tarçın

      Kaynak : ROTAHABER

    453. Sihirli İksir: Sirke

      SİRKE, yemek ve salatalarımıza çeşni veren, ayrıca turşu yapımında kullanılan ekşi (asitli) bir maddedir.
      Ekşimiş üzüm ve elma suyu demek olan sirkede bol miktarda C vitaminiyle bazı madeni tuzlar bulunur. Bu yüzden sirkenin besin değeri yüksektir ve vücudumuza çok faydası vardır.
      Sirkede yüzde 6-7 oranında asetikasit (sirke ruhu) mevcuttur. Bilhassa bu sirke asidi; iştah açar, sindirim salgıların artırıp hazmı kolaylaştıran ve sirkeye ferahlatıcı hoş kokusunu veren maddedir.
      Yapılışı
      Tabii sirke, elma veya üzüm suyunun 15 gün kadar bir kapta üstüne tülbent örtülerek bekletilmesi ve süzülmesiyle elde edilir. Böylece meyve kalıntılarından arındırılır. Hava almasına imkân vermeyen şişelere tam dolacak şekilde aktarıldıktan sonra serin, loş ve güneş ışığı almayan bir mekânda saklanır.
      Kullanıldığı yerler
      Sirkenin tam bir şifa kaynağı olduğu günümüzde anlaşılmıştır ve hayatımız için önem arz eden çok sayıda mineral ve vitaminleri ihtiva ettiği bilinmektedir.
      Şifa amacıyla kullanmak için; bir bardak suya 2 tatlı kaşığı elma sirkesi ve 1-2 tatlı kaşığı bal katarak, günde 3 defa, mümkünse yemeklerden önce (fazla kilo problemi için de etkili olan elma sirkesi bu amaçla kullanılacaktır mutlaka) alınmalıdır.
      Yine her sabah aç karına bir defa alırsak sağlığımızı korumada faydalıdır.
      Sirkeyi salatalarda, çorbalarda vs aroma vermek ve iştah açmak için de kullanabiliriz.
      Sağlığımıza faydaları
      • Sirke asidi normal dozlarda dahi mikrop öldürücü özelliğe sahiptir. Bu sebeple bazı salğın hastalıklara karşı tıbbi ve ciddi bir tedbir olarak hep tavsiye edilir.
      • Yine bağışıklık sistemini güçlendirerek nezle, grip, boğaz ağrıları gibi enfeksiyonlara yakalanmayı engeller.
      • Sirke sindirimi kolaylaştırır. Hazımsızlığa iyi gelir. İştahı açar. Bu sebeple birçok yemek ve salatalarda tat ve çeşni için kullanılır.
      • Ayrıca barsak gazına ve kabızlığa iyi gelir.
      • Sirke mide hararetini giderir. Safrayı keser. Safra rahatsızlıklarına iyi gelir ve safra akıntısını tanzim eder.
      • Kalp ve sinirleri kuvvetlendirmede düzenli olarak elma sirkesi—bal karışımı alınması tavsiye edilir. Yine bu karışım muhtevasında olan A ve diğer vitaminlerle görmeyi keskinleştirir.
      • Sirke kandaki kolesterolu düşürerek kalp ve damar hastalıklarına karşı koruyucu rol oynar. İçerdiği doğal asitler ve enzimlerle kanın daha sağlıklı ve ince akmasını sağlar.
      • Elma sirkesi yüksek miktarda kalsiyum, yani kemik ve dişler başta olmak üzere insan vücudunun en temel minerallerinden birini ihtiva etmektedir. Böylece kemikleri mineral bakımından zenginleştirerek osteoporozu (kemik erimesi) önler.
      • Kadınlarda adet ağrılarına ve anormal akıntılara karşı tesirlidir.
      • Sirkeyle soğuk su friksiyonları en zararsız ateş düşürücü, keza vücuda sükûnet ve ferahlık veren bir tatbikat olur.
      • Egzama ve yaralara sürülürse büyük ölçüde şifa etkisi vardır.
      • Başta damarlar, karaciğer, böbrekler olmak üzere vücudu toksinlerden (zehirli atık maddeler) arındırır, yağlı – mukus kalıntılarını parçalar.
      • İdrar yolları enfeksiyonlarında, sindirim bozukluklarında, kramplarda, yaban arısı sokmalarında, saçta kepekte, uyku bozukluklarında, kulak çınlamasında da kullanılır.

      “Ne güzel katık!”
      PEYGAMBER EFENDİMİZ (asm), Mekke’nin fethinde, amcası Ebu Talib’in kızı Ümmehani’nin evini şereflendirmişti.
      Ona:
      “Yanınızda yiyecek bir şey var mı?” diye sordu.
      Ümmühani, mahcup bir ses ile cevap verdi:
      “Hayır, kurumuş ekmek kırıntıları, tuz ve biraz da sirke var. Ben de, bunları sana ikram etmekten utanırım…”
      Mübarek ömrü boyunca, önüne konulan hiçbir yemeği küçümsemeyen ve beğenmemezlik etmeyen Allah’ın Resulü:
      “Getir onları!” emretti. Sonra o kuru ekmekler suyun içine ufalandı. Bir miktar tuz ilave edildikten sonra da, üzerlerine sirke döküldü!
      Bu mütevazi yemeği, afiyetle yiyen Peygamber Aleyhisselam, Rabbine hamd duaları ettikten sonra, şöyle buyurdu:
      “Ey Ümmühani! Sirke ne güzel katıktır! Sirkesi bulunan bir ev, katıktan mahrum sayılmaz!”

    454. Rafine Tuzun Zararları

      Hadisi şerifte:”Yemeğe tuz ile başlayandan Allah(c.c.) 330 çeşit hastalığı uzaklaştırır.Bu hastalıklar delilik,cüzzam,bağırsak rahatsızlığı ve diş ağrısıdır.Kalanı Allah’ın yüce bilgisinde saklıdır”buyurulmuştur.

      Dr. Aidin Salih
      Tuz derken, bugün ki rafine edilmiş sofra tuzu (NaCI,sodyum klorür) değil doğal, işlenmemiş kaya tuzunu veya deniz tuzunu kastediyoruz.Bu tuzlar iyot,magnezyum,potasyum,çinko,silikat gibi insan sağlığı için gerekli makro ve mikro elementleri içerir.Gri kaya tuzu(turşu tuzu), deniz tuzu (kalın olan),ingiliz tuzu,hindistan tuzu doğal tuzlardandır.Bunlar ve benzeri tuzlar bağırsakları temizleyip ishali durdurur,kabızlığı ve çeşitli kokuları gideriri,mişde asiti üretimine yardımcı olur,donmuş maddeleri eritir,diş taşlarını temizler,safrayı ve balgamı söker,yaraları temizler ve kurutur,diş etlerini ve dalağı kuvvetlendirir,cildi güzelleştirir.

      Çiğ sebze ve salatalara tuz katmak doğru değildir.Çünkü tüm bitkiler suni gübre ile yetiştirildiği için,sebzeler ,tahıllar,meyveler tuz içerir.Rafine edilmiş sofra tuzu turşunun kalitesini,sıcak yemeğin tadını bozar.Rafine edilmiş katkılı sofra tuzu veya yapay tuz,bütün katkılı yiyecekler gibi,sağlığa zararlıdır ve doğal tuzun yerini tutamaz.

      Sofra tuzuna eklenen katkı maddeleri;

      Sodyum alüminyum silikat(E173): Renklendirici ve nem tutucu olarak kullanılan katkıdır.Zehirlidir ve katkı maddeleri dahil her türlü maddeye karşı aşırı duyarlılığa neden olabilir.Dünyanın çoğu ülkesinde yasaklanmıştır.Alimünyum bazlı nem tutucuların beyin dokularına yerleşerek öğrenme bozukluğu,zeka geriliği ve felçlere sebep olduğu tespit edilmiştir.

      Titanyum Dioksit: Nano parçacıkları nem tutucu ve beyazlatıcıdır.Bunlarla birlikte iyotlu tuza potasyum iyodür katılmaktadır.Potasyum iyodürün iyot stabilizörü Sodyum Tiyo sülfattır.Potasyum iyodür çok zararlı bir maddedir ve tek başına troid bezinin dengesizliğine neden olur.

    455. Ramazan… Cuma günü… Cuma vakti… Cami… Cemaat tek tük camiye girmekte. İmam kürsüde… Girenlerin arasında… O… Hızır… Hızır a.s. da genç ihtiyar arasında onlardan biri gibi gidiyor bir köşeye oturuyor. Kürsüde imam sohbete başlıyor… Hızır’ın yanına kırklarında bir adam gelip oturuyor. Cami yavaş yavaş dolmakta…

      Adam, bir müddet sonra uyuklar bir vaziyette sallanıyor, ha uyudu ha uyuyacak. Hızır a.s. adamı dürtüklüyor:
      – Uyuyacaksın, der. Adam:
      – Uyumam, beni rahat bırak.

      Hızır a.s. ses etmez, ancak ezan okundu okunacak, adam ha uyudu ha uyuyacak, bir daha dürtükleyerek:
      – Uyuyacaksın dedim, der. Adam:
      – Ben de sana uyumam, beni rahat bırak dedim. Rahat bırak beni. Rahat bırak yoksa, Hızır olduğunu söylerim. Buradan çıkamazsın. Bu kalabalık sakalında bir tel bırakmaz.

      Hızır a.s. susar ve gözlerine kapar, boynunu büker Allah’a yönelerek:
      – Ya Rabbim! Bu nasıl iştir. Bu kulun benim kim olduğumu bildi. Bu nasıl iştirki bendeki listede bunun ismi yok.
      Cevap gelir:
      – Sana verilen listede beni sevenlerin isimleri var. O ise benim sevdiklerimden…

      Allah sevdiklerinden etsin… Sevmek, seviyorum demek bir iddia. İş sevilenlerden olmak…

    456. Bir gün Ebu Bekir Sıddık (r.a) Resulüllah(S.A.V)’ın evine geldi. İçeri gireceği sırada, Hz. Ali Bin Ebi Talib (r.a) da geldi.
      Hz. Ebu Bekir (r.a.) (Geri çekilip) :
      -Ya Ali sen buyur, gir dedi.

      O da cevap verip, aralarında, aşağıdaki uzun konuşma oldu:

      -Ya Ebu Bekir! Sen önce gir ki, her iyilikte önde olan, her hayırlı işte ileri olan, herkesi geçen sensin.

      Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
      – Sen önce gir ki! Resulüllah’a (s.a.v) daha yakın sensin.

      Hz. Ali (r.a) :
      -Ben, senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah (s.a.v)’tan işittim.
      “Ümmetimden, Ebu Bekir’den daha üstün bir kimsenin üzerine güneş doğmadı” buyurdu.

      Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
      – Ben, senin önüne nasıl geçebilirim ki, Resulüllah (s.a.v) kızı Fatıma(r.a)’yı sana verdiği gün,
      “Kadınların en iyisini, erkeklerin en iyisine verdim” buyurdu.

      Hz. Ali (r.a) :
      – Ben, senin önüne geçemem. Çünkü Resulüllah (s.a.v):
      “İbrahim(a.s)’ı görmek isteyen Ebubekir’in yüzüne baksın” buyurdu.

      Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
      – Ben, senin önüne geçemem. Çünkü Resulüllah(s.a.v):
      ‘Adem (a.s)’ın hilm sıfatını ve Yusuf (a.s)’ın güzel ahlakını görmek isteyen Ali Mürteza’ya baksın’ buyurdu.

      Hz. Ali (r.a) :
      – Senin önünde gidemem. Çünkü Resulüllah (s.a.v):
      “Ya Rabbi! Beni en çok seven ve ashabımın en iyisi kimdir? dedi. Cenab-ı Hak:Ya Muhammed! Ebu Bekir Sıddıktır,” buyurdu.

      Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
      – Ben, senin önüne geçemem. Çünkü Resulüllah (s.a.v) Hayber’de:
      “Yarın sancağı öyle bir kimseye veririm ki, Allahü Teala onu sever. Ben de, onu çok severim” buyurdu.

      Hz. Ali (r.a) :
      – Ben, senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah (s.a.v)
      “Cennetin kapıları üzerinde ‘Ebu Bekir Habibullah’ yazılıdır” buyurdu.

      Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
      – Ben, senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v) Hayber gazasında, bayrağı sana verip
      ‘Bu bayrak Melik-i Galibin, Ali Bin Ebi Talib’e hediyesidir’ buyurdu.

      Hz. Ali (r.a) :
      – Ben, senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
      “Ya Eba Bekir, sen benim gören gözüm ve bilen gönlüm yerindesin”.

      Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
      – Ben, senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
      “Kıyamet günü Ali cennet hayvanlarından birine binmiş olarak gelir. Cenab-ı Hak buyurur ki ‘Ya Muhammed!(s.a.v) Senin baban İbrahim Halil, ne güzel babadır. Senin kardeşin Ali Bin Ebi Talib ne güzel kardeştir.’

      Hz. Ali (r.a) :
      Ben, senin geçemem. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
      “Kıyamet günü, Cennet meleklerinin reisi olan Rıdvan adındaki melek Cennete girer. Cennetin anahtarlarını getirir, Bana verir. Sonra Cebrail (a.s) gelip, Ya Muhammed (s.a.v)! Cennetin ve cehennemin anahtarlarını, Ebu Bekir Sıddık’a(r.a) ver, istediğini Cennete, dilediğini Cehenneme göndersin der.”

      Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
      Ben, senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah (s.a.v) buyurdu ki:
      “Ali kıyamet günü benim yanımdadır.Havz ve Kevser yanında, benimledir. Sırat üzerinde benimledir. Cennette, benimledir. Allahü Teala’yı görürken, benimledir.”

      Hz. Ali (r.a) :
      Ben, senden önce giremem. Çünkü Resulüllah(s.a.v)
      “Ebu Bekir’in imanı, bütün mü’minlerin imanı ile tartılsa, Ebu Bekir’in imanı ağır gelir” buyurdu.

      Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
      Ben, senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
      “Ben ilmin şehriyim, Ali onun kapısıdır.”

      Hz. Ali (r.a) :
      Ben, senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
      “Ben sadıklığın şehriyim.Ebu Bekir onun kapısıdır.”

      Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
      Ben, senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
      “Kıyamet günü Ali bir ata biner, görenler, acaba bu hangi peygamberdir? Derler.Allahü Teala, bu Ali Bin Ebi talib’dir, buyurur.”

      Hz. Ali (r.a) :
      Ben, senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
      “Ben ve Ebu Bekir, bir topraktanız. Tekrar bir olacağız.”

      Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
      Ben, senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
      “Allahü Teala, ey Cennet! Senin dört köşeni, dört kimse ile bezerim.Birir Peygamberleri üstünü Muhammed’dir(s.a.v).Biri, Allah’dan korkanların üstünü Ali’dir.üçüncüsü kadınların üstünü Fatımat’üz Zehra’dır. Dördüncü köşesindeki de temizlerin üstünü Hasan ve Hüseyin’dir.”

      Hz. Ali (r.a) :
      Ben, senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
      “Sekiz Cennetten şöyle ses gelir’Ebu Bekir! Sevdiklerinle birlikte gel, hepiniz Cennete girin.”

      Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
      Ben, senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
      “Ben bir ağaca benzerim,Fatıma bunun kökü,Ali gövdesi, Hasan ve Hüseyin meyvesidir.”

      Hz. Ali (r.a) :
      Ben, senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
      “Allahü Teala Ebu Bekirin bütün kusurlarını affetsin. Çünkü O kızı Aişe’yi bana verdi.Hicrette bana yardımcı oldu.bilal-i Habeşi’yi, benim için azad etti.”

      Resulüllah(s.a.v’)in bu iki sevgilisi, kapıda böyle konuşurlarken, kendileri içeriden dinliyorlardı. Hz. Ali’nin sözünü kesip içeriden buyurdu ki:
      -Ey kardeşlerim Ebu Bekir ve Ali! Artık içeri girin.Cebrail (a.s) gelip dedi ki, yerdeki ve yedi kat göklerdeki melekler sizi dinlemektedir.kıyamete kadar birbirinizi övseniz, Allahü Teala yanındaki kıymetinizi anlatamazsınız.

      İkisi birbirine sarılıp, birlikte Resulullah’ın(s.a.v) huzuruna girdiler.

      Resulullah’ın(s.a.v):
      -Allahü Teala ikinize de yüzbinlerce rahmet etsin. İkinizi sevenlere de, yüzbinlerce rahmet etsin ve düşmanlarınıza da yüzbinlerce lanet olsun, buyurdu.

      Hz. Ebu bekir Sıddık dedi ki:
      -Ya Resulallah(s.a.v) Ben Ali kardeşimin düşmanlarına şefaat etmem.

      Hz.Ali dedi ki:
      -Ya Resulallah(s.a.v) Ben de Ebu Bekir kardeşimin düşmanlarına şefaat etmem ve başını kılıç ile bedeninden ayırırım.

      Hz. Ebu bekir Sıddık(r.a):
      -Ben, senin düşmanlarına Kevser havzından su vermem, buyurdu.

      Hz. Ali de:
      -Ben, senin düşmanlarını Sırat üzerinden geçirmem, buyurdu.

      Hz. Ali (r.a.) ve Hz. Ebu Bekir (r.a.) taraftarlarının ve düşmanlarının kulakları çınlasın.

    457. BESMELENIN FAZILETI Saliha bir kadının, münafık ve cahil bir kocası vardı. Bu kadın ” Bismillahirrahmanirrahim ” diye besmele çekmeden, hiçbir işine başlamazdı. Kocası,onun bu haline kızar, kadıncağıza yapmadığı eziyeti bırakmazdı. O saliha kadın ise, kocasının eza ve cefalarına sabreder ve onun doğru yola gelmesi için Allah’a dua ederdi.

      Birgün,kadının kocası iyice öfkelenmişti..Karısına yapacağı eziyet ve kötülük için bir bahane arıyor ve kendi kendine :
      ” Şuna bir oyun çevireyimde görsün ; bakalım onu rezil olmaktan kim kurtaracak ? ” diye söylenip duruyordu. Başkalarına açıkça söyleyemediği inkarcılığı,artık bütün çirkinliğiyle,içinde dolup taşmıştı.

      Hanımını çağırdı,ona bir kese altın vererek :
      – Bunu iyi sakla !!! diye tenbih etti. Kadında kocasının emri üzerine hemen gitti,besmeleyi çekerek keseyi iyice sakladı. Bu arada kocasıda onu gizlice takip ediyordu. Sonra karısının haberi olmadan keseyi, karısının sakladığı yerden aldı. İçindeki altınları boşaltarak, keseyi derin bir kuyuya attı. Aradan çok geçmeden karısını çağırdı ve :
      – Sana verdiğim bir kese altını hemen getir. dedi.
      Kadın koştu ; keseyi sakladığı yere,
      ” Bismillahirrahmanirrahim ” diyerek elini uzattı.
      Tam o anda, Allahu Tealanın emriyle, kese kadının sakladığı yerde içindeki altınlarla beraber aynen duruyordu. Islanan keseden suları damlıyordu. Kadın kesenin neden ıslak olduğunu anlayamadı ve keseyi kocasına getirdi. Adam içi altınla dolu keseyi görünce çok şaşırdı ve karısının söylediklerinin ne kadar doğru olduğunu anladı.
      Sonra karısına ;
      – Sana çok zulmettim,çok canını yaktım,beni affet. diye yalvarmaya başladı. Allah’a tevbe ve istiğfar etti. İbadetlerine bağlı bir insan oldu. O günden sonra dua ve yakarışlarında hep şöyle derdi ;
      – Ya Rabbi ! Bana dünyam ve ahiretim için hayırlı, Saliha bir kadını eş olarak verdiğin için,sana hakkıyle şükretmekten acizdim,beni affet Alah’ım…
      O saliha kadın ise ;
      – Ya Rabbi ! Sana şükürler olsun ki,duamı kabul edip kocamı salihlerden eyledin,diye dua ediyordu.

      Bu hikayeden alınacak ibretler ve çıkarılacak hikmetler çoktur.Büyükler demişlerki ; ” Sabrın kendisi acıdır,lakin meyvesi tatlıdır.”

    458. Birgün Server-i Enbiyâ ‘s.a.v.’ mescidde oturmuş idi. Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Sultân-ı Enbiyâ, hazret-i Cebrâîl ile söyleşirdi. Eshâb-ı kirâm mescide gelip, Seyyid-i kâinâtı meşgûl görüp, bildiler ki, hazret-i Cebrâîl ile söyleşir. Sükût edip, oturdular. O sırada hazret-i Alî ‘r.a.’ içeri girip, selâm verip, yerine oturdu. Hazret-i Osmân ‘r.a.’ gelip, selâm verip, yerine oturdu. Sonra Ebû Bekr ‘r.a.’ gelip selâm verdikde, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm ayak üzerine kalkdı. Sultân-ı Enbiyâ hazretleri de ayak üzerine kalkdı. Eshâb-ı kirâm, Server-i kâinâtı ayak üzere kalkdığını görüp, hepsi ayağa kalkıp, hayret etdiler. Zîrâ Fahr-i âlem, Eshâb-ı güzînden kimseye ayak üzerine kalkmamışdır. Sonra bu husûsu, hazret-i Resûl-i ekremden sordular.
      Buyurdular ki:
      – Ebû Bekr-i Sıddîk mescide girip, selâm verdiği zemân, Cebrâîl aleyhisselâm Ebû Bekr-i Sıddîka ta’zîm için ayak üzerine kalkdı. Ben de ayak üzerine kalkdım. Sonra, yâ kardeşim Cebrâîl, Ebû Bekre ne için ta’zîm etdiniz, diye sordum.
      Dedi ki:
      – Yâ Resûlallah! Ebû Bekre ta’zîm bana vâcibdir. Zîrâ Ebû Bekr benim hocamdır. Ben sordum,
      – Neden dolayı hocandır.
      Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki:
      – Yâ Muhammed ‘sallallahü aleyhi ve sellem’! Hak Sübhânehü ve teâlâ, Âdem aleyhisselâtü vesselâmı yaratdığı zemân, meleklere, hazret-i Âdeme secde ediniz, diye emr etdi. Benim hâtırıma geldi ki, secde etmiyeyim. Ben ondan efdalim. Zîrâ ki, o balçıkdan yaratılmışdır, dedim. Bunun üzerine olmağa niyyet eyledim. O zemân ki, Ebû Bekrin rûhu arş altında nûrdan bir köşk içinde idi. Köşkün kapısı açıldı, Ebû Bekrin rûhu çıkdı.
      Bana dedi ki,
      – Yâ Cebrâîl secde eyle. Sakın muhâlefet etme. Bunu üç kerre tekrârladı. Arkama üç kerre eliyle vurdu. O sırada kalbimden kibr ve enâniyyet ve inâd gitdi. Âdeme secde eyledim. Benden kibr ve enâniyyet, iblîse intikâl edip, Âdeme secde etmedi. Ebedî tard edilip, mel’ûn oldu ve ben de ebedî se’âdete kavuşdum. Yâ Muhammed ‘sallallahü aleyhi ve sellem’! Ebû Bekr bu şeklde bana hoca olmuşdur, dedi.

    459. ETME BULMA DÜNYASI
      Bir adam, karısı ve yaşlı babası. Kadın kayınpederini istememekte, huysuzluk etmekte, evin huzurunu boznaktadır.
      Bir gün kocasına:
      – Bey… bey.. Bezdim bezdim. Bir gün göremedim. Gençliğim gidiyor. Ya ayrılalım, babanla kal., ya da al babanı al da nereye getirirsen getir beraber kalalım. Yoksa ben gidiyorum.
      Adamcağız şaşkınbiraz da sitemli bir vaziyette:
      -Ne diyorsun hanım, o babam babam; öldüreyim mi, atayım mı? Kimi var bizden başka bakacak, dese de karısı ısrarda ısdrar ediyordu.
      Adam baktı olacak gibi değil babasını dağa bırakmaya karar verdi. Yanına oğlunu da alarak yola koyulurlar. Babasına da:
      – Baba, torununla beraber dağa oduna gidiyoruz, istersen sen de gel” der. Baba gelinin dırdırını dinlemektense onlarla beraber ağın yolunu tutar..
      yola koyulu dağlara, ormanların içlerine girip bir müddet gittikten sonra, babasına:
      – Baba sen burada biraz dinlen. Bizde odun toplayalım, der ve oradan ayrılırlar.
      Odun toplamadan, babasını orada bırakarak dönerler.
      Yolda oğlu:
      – Dedemi almadık baba.
      – Dedeni oraya bıraktık. Artık ihtiyarladı orada kalacak.
      Torun ısrar eder:
      – Dedemi isterim… . En sonunda babasına ne dese desin fayda etmeyceğini anlayan çocuk:
      – Baba, sen ihtiyarladığında ben de senin gibi seni getirip dağa mı bırakacağım? der demez adamın aklı başına gelir.
      ir. Babasını almaya karar verir İhtiyar, kendisini almak için yoldan geri dönen oğluna:
      – Evlâdım, sen beni bırakıp gidemezsin. Çünkü ben babamı bırakmadım. Ölünceye kadar hizmet ettim.
      Adam babasını alıp eve getirir.
      «Bu dünya etme-bulma dünyası» diye… Sen ne yaparsan sana da onun aynısının yapılacak.

    460. Mazlûmun duâsından korkun. Çünkü onunla Allahü Teâlâ arasında perde yoktur.
      (Hadîs-i Şerif—Tirmizî)

    461. Saygıdeğer Tövbekar hoşgeldin tekrar……

    462. Zakkum yesinler…
      Mesela Bugün gazetesi, “Sucukta domuz, biberde zehir”
      Taraf gazetesi, “Bal tutan şeker yalar”
      Cumhuriyet gazetesi, “Zehir yiyoruz”
      Haber Türk gazetesi, “Gıdada çok vahim tablo” başlıklarını tercih ederken, Takvim gazetesi, “Kim bu firmalar?” sorusunu yöneltiyordu.
      Takvim’in can alıcı sorusuna cevap arayacağız. Ancak önce gazetelere bu başlıkları attıran sebeplere bakalım.
      2009 geçeli 7 ay olmuş… Tarım ve Köyişleri Bakanlığı önceki gün, 2009 yılı gıda denetim raporunu açıklamış. Aslında benzer çalışmalar her yıl yapılır ancak kamuoyu ile paylaşılmazdı. Bu veriler, ‘bilgi edinme’ taleplerinde bile verilmez, zorlama yöntemlerle elde edilirdi.
      Bu yıl, gecikmeli de olsa raporu yayınlamışlar. Bakanlık bu raporu yayınlarken, aslında ‘övünülecek bir tablo’ gibi sunuyor. Tarım Bakanlığı’ndan bakınca ‘bu kadar zehir kadı kızında da oluyor’ çünkü…
      Sözü, ‘hepsi de zehir olabilirdi’ demeye getiriyorlar…
      Dün aksam bir kanalda, TBMM Başkan Vekili’nin kardeşi de olan Tarım Bakanlığı müsteşar yardımcısı Nihat Pakdil konuşuyor ve diyor ki: “Ürkmeye gerek yok! Toplum tedirgin olmasın. Bizi izlemeye devam etsin…”
      Ürkülmemesi istenen tablo şu:
      – Kıymaya; tavuk kemiği, domuz eti…
      – Dönere; öğütme tavuk bacağı…
      – Yoğurda; nişasta, jelâtin…
      – Süte; katı yağ…
      – Süt tozuna; tebeşir, pudra şekeri…
      – Kaşar peynirine; patates püresi…
      – Lahmacuna; kemik külü…
      – Kırmızı bibere; kiremit tozu…
      – Karabibere; boya…
      – Kalitesiz bulgura; boya…
      – Kırmızı ete; domuz…
      – Beyaz ete; klor…
      – Bayat tavuklara; çamaşır suyu…
      – Salama; bayat salam…
      – Sosise; hayvansal atık…
      – Sucuğa, tavuk ayağı…
      – Helvaya; ucuz siyah susam…
      – Bala; naftalin, şeker, parafin ve antibiyotik…
      – Baklavaya; fıstık yerine bezelye…
      – Zeytinyağına; pamuk, kanola, ayçiçeği ve pamuk yağı…
      – Zeytin havuzlarına; paslı demir…
      – Baharata; kurutulmuş ot…
      – Pekmeze; hidrol, parafin…
      – Fıstık tozuna; bezelye ve boya…
      Hiç ürkütücü değil, öyle değil mi? Pekmeze petrol ürünü olan ‘parafin’ katılmasında ne sakınca olabilir ki? En kötü ihtimal de öldürür. Her yeri sorunlu bir dünyada, ha üç gün önce ölmüşsün ha üç gün sonra… Bu kadarcık için, Tarım Bakanlığı’nın yönetimini huzursuz etmeye değer mi?
      Önce ben olmak üzere herkes otursun oturduğu yerde!
      Yoğurt diye ‘domuz jelâtini’ yemişsiniz, ne sakıncası var? Burası laik bir ülke. Laik bir ülkede, İslam Şeriat’ının kurallarını mı uygulasalardı?
      * * *
      Söz konusu kanaldaki konuşmasında müsteşar yardımcımız, “Denetlediğimiz sorunlu ürünleri imha etmiyoruz. Amacımız üreticiyi cezalandırmak değil, eğitmek…” diyor.
      Ne güzel değil mi? Bozuk ürünleri imha etmemek lazım. Zaten bu ülkenin, henüz üzerinde düşünmeye değer bulmadığı katkı maddelerinin hepsi petro-kimya ürünü, zehirler…
      Hem israf, ‘haram’ değil mi? İçinde zehir var diye imha mı edilir? Hiçbir şey yapamazsak,fakir fukaraya ve kurda kuşa vermeliyiz öyle değil mi?
      Üç beş çocuk veya delikanlı, ömrünü hastane köşelerinde ilaç bağımlısı olarak geçirse ne olur ki? Zaten dünyanın efendisi Siyonist şirket ve kuruluşlar; ‘dünyanın nüfusu fazla, dünyanın kaynakları bize yetmiyor ki, üç beş çulsuzla paylaşalım!’ demiyorlar mı? Söyleyin Allah’ınızın aşkına, adamlar haksız mı?
      Şeytan’ın fısıltılarına kulak kabartıp, şeytan gibi hedonistleşen -yani hazzının peşinde koşan- topluluklar için, içeriğin ne önemi olabilir?
      Hazperestler bu zehirleri hak etmiyorlar mı? Şeytan ve yeryüzündeki küresel işbirlikçileri emredip, onlarda yemiyorlar mı?
      Günümüz hedonist toplulukları için, ‘ambalajı güzel olsun, tadı damağımızda kalsın’ yeter. Hani meşhur bir reklamda işlendiği gibi: ‘Ambalajı janjanlı olsun’ tamamdır. Bu harammış, şüpheliymiş, zehirliymiş ne önemi var?
      ‘Onu yasakla, bunu yasakla olmaz ki canım. Onu yemeyelim, bunu yemeyelim peki ne yiyelim?’ Haksız mı hazperestler? Elbette haklılar. Tarım Bakanlığı da böyle düşünmüş olmalı ki; ambalajların ‘güzelliği’nden dem vuruyor…
      Biliyor musunuz, Allah c.c. Kur’an-ı Kerim’in hiçbir yerinde ‘helal yiyiniz demiyor!’ Ya ne diyor? ‘Helal ve tayyib olanları yiyiniz.’ Nedir ‘tayyib’ olan? ‘Temiz…’
      Biliyor musunuz? Allah c.c. sadece hak ettiklerimizi ve layık olduklarımızı verir. ‘Namuslu kadınlar namuslu erkeklere, namuslu erkekler namuslu kadınlara’ layık görüldüğü gibi, özenli insanlara özenli gıdalar. Özensiz insanlara petro-kimya gıdalar çok bile.
      Neymiş efendim. Yoğurtta, sütte jelâtin varmış. Jelâtin de domuzun deri ve kemiklerinden elde edilirmiş…
      Türkiye; hiçbir besin -dolayısıyla insan için dolgu malzemesi olmaktan öte hiçbir- değeri olmayan bu ürünü üretmeyerek, 17 batılı ülkeden ithal ediyormuş… Bazı üreticilerde bunu yoğurda, süte, çorbaya, sucuğa, ona buna katıyormuş… Bu güya yasakmışmış.
      Yapmayın Allah’ın aşkına! Bayramda misafire ikram ettiğiniz şekerde, bakkaldan çocuğunuzu sevindirmek için aldığınız şekerleme ve keklerde, iftarınızı açmak için içtiğiniz çorbada jelâtin olduğunu hatta sakızların aspartam, sakarin gibi kanserojen maddelerle birlikte sunulduğunu bilmeyen var mı?
      ‘Hayır’ diyen varsa ya doğruyu söylemiyor olmalı ya da… Yediği ürünün içeriğini bilmeyen hazcılar, bilseler ne olur ki? Sanki tüketim alışkanlıklarını mı değiştirecekler?
      Ekmeğinizdeki yağ asidi ve diğer katkı maddeleri çok mu masum? Süngerimsi ekmekleri yiyebilen insan, bu zehirleri yese ne olur, yemese ne olur?
      Değişen tek şey, sağlık harcamalarımızdır. 2008’de 10 milyar dolar olan ilaç tüketimi nasıl 2009’da 15 milyar dolar olmuşsa, 2010’da da 20 milyar dolar olur. Üçbeş de ‘ilaç şehidi’ veririz o kadar! İlaveten üç beş yüz daha hastane açarız, birkaç kapitalistimiz daha köşe döner, bizde bizi iyileştirenlere ‘dua’ eder dururuz.
      Nasıl olsa, hep birden Cennet’e gideceğiz. Burada uzak durduğumuz tabiî gıdalar, orada bol bol var… Hatta hûri ve gılmanlar sunacaklar, bizde yiyeceğiz… Yalancı dünyada, bu zehirlilerden yesek ne olur, yemesek ne olur?
      Dünyanın güzel/tabiî nimetlerini cehenneme gidecekler yesin, nasıl olsa cehennemde zakkumdan başka yiyecek yok onlar için.
      Ne dersiniz, hâlâ Takvim gazetesinin “Kim bu firmalar?” sorusuna cevap aramaya gerek var mı?
      Kaynak : Kemal Özer

    463. İSMAİL HAKKI BURSEVİ (k.s ) ÇEKTİGİ ÇİLELER !

      Kendisi şöyle anlatır :

      Allahü Teala, adeti ilahiyyesi üzerine beni bulundugum dereceden daha yüksek bir dereceye yükseltti. Daha önce sahip olmadıgım bir meziyeti kalbime akıtarak, beni ilim ve irfan sahibi eyledi. Allahü Tealanın bu şekilde derecemi yükseltip , bana ilim ve irfan ihsan etmesi yedi senede meydana geldi. Fakat bu feyz ve yükseklige kavuşmak, başa gelen bela ve musibetlerin, meşakkatlerin acısını tatmaya baglı oldugundan, pek cok meşakkat ile karşılaştım.Bir taraftan diger tarafa, bır memleketten başka memlekete gitmek suretiyle çok meşakkat ve sıkıntılar çektim. Mihnet ve acı, insanı bulundugu mertebeden aşagı indirmez. Bilakis başa gelen bela ve musibeti kadere rıza ile karşılamak iyi akıbetlere vesile olur.

      İlk önce yolculuk yaptıgım memleket Üsküp idi . Yedi sene sonra oradan Bursa’ya gittim. Yedi sene sonra Kıbrıs’a gitmem icap etti. Yedi sene sonra Harem-i şerife gittim. Yedi sene sonra Hicaz’a gittim. Orada çocuklarım vefat etti. Hac yolunda çok sıkıntılar çektim. Hatta kıymetli kitaplarım ve eşyalarımın hepsi elimden gitti. Eşkıya tamamını yaktı. Çölde ölümle yüz yüze geldim.Herşeyden ümidimi kesip ölümü beklemeye başladıgım anda Hızır Aleyhisselam geldi ve beni çölden kurtardı. Bu sırada bana manevi derecelerden tevhid-i ef’al, tevhid-i sıfat ve tevhid-i zat makamları verildiBütün bunlar karşısında ilahi emre boyun egdim. Yedi sene sonra Ebu Yümn’ün kabrini ziyaret maksadı ile dogum yerim olan Aydos’a gittim. Yedi sene sonra ikinci defa olarak hacca gittim. Yedi sene sonra Bursa’dan Şam’a gitmem emrolundu. Bütün akrabalarımdan uzak kaldım.

      İşte bir çok musibet ve çilelerle geçirdigim bu yollar kırk seneyi geçiyor. Allahü Teala diledigini yapar. Kimse O’na bunu niçin böyle yaptın diye soramaz. Karşılaştıgım ve çektigim bu sıkıntılar, tamamen manevi işaretlerle meydana gelmiştir. Güzel akıbet, ancak Allahü Teala’nın fermanı üzere meydana gelendir. Resülüllah Efendimiz ; ‘’ Benim çektigim sıkıntıyı hiçbir Peygamber çekmemiştir ‘’ buyurmuştur. İnsana gelen bela ve sıkıntılar, kalbi aydınlatır. Bela ve musibet zamanında tecelli-i ilahi meydana geldigi için kalb genişler. Bütün bunlardan dolayı en şiddetli meşekkat, Peygamberler hakkında meydana gelmiştir. Onlarınkinden daha hafifi evliyada görülür. Bu itibarla büyük zatlar hep meşekkat ve sıkıntı çekmişlerdir. Resülüllah Efendimiz kendisine çok eziyet ve sıkıntı veren kavmi hakkında ; ‘’ İlahi ! Kavmime hidayet eyle. Çünkü onlar bilmiyorlar.’’ Buyurarak hidayetleri için dua ettiler.

    464. Veysel Karâni Hazretleri

      Karen’de parlayan pırlanta ….

      Efendimiz’in (Sallallahü aleyhi ve sellem) bilinen iki hırkası vardır. Bunlardan biri Kaside-i Bürde’nin yazarı büyük şair Kaab bin Züheyr’e verilir ki, Topkapı Sarayı’nı ziynetlendirir. Diğeri de Kareli Üveys’e gönderilir. Hasılı bu iki kutlu miras da İstanbulumuz’a nasip olur. Belki de ona bu yüzden İslambol derler… Kimbilir? Peki siz Karen adında bir yer duydunuz mu? Yalanı yok ya, ben duymamıştım. Ta ki Veysel Karani hakkında bir şeyler okuyana kadar.

      Karen, Yemen taraflarında adı bilinmedik bir beldedir. Etrafı kum dağları ile çevrilidir, kuraktır, çoraktır. Ortalıkta birkaç kuyu vardır, üç beş ağaç. Sonra hepsi birbirine benzeyen toprak damlı evler… Sadece develerin ve bedevilerin yaşayabildiği bu kavurucu coğrafyanın sakinleri kervan ağırlamakla geçinirler. Bir şey ekip biçmezler, hayvanlarını ise Üveys isimli bir çobana emanet ederler.

      Üveys garip biridir. Dünyadadır, ama ne dünyalığı vardır, ne de dünyalık gibi bir kaygısı. Güttüğü develer için ücret istemez. Verenden alır, vermeyene sormaz bile. Adı üzerine çobandır işte, fakirdir. Ama iş cömertliğe geldi mi onunla yarışmak kimsenin harcı değildir. Paylaşacak çok şeyi yoktur, ama hayırda daima başı çeker.

      Üveys, bizim bildiğimiz ismi ile Veysel Karani Hazretleri mütevazı yaşar. Ama halinden memnundur. Sessiz, dostları arasında yalansız, dolansız bir hayat sürer. Issız vadilerde, kaya kovuklarında ibadet eder. İnsanlar ona hep divane gözüyle bakarlar, ama aldıran kim?

      ANASININ KÖLESİ

      Mübareğin çok yaşlı bir annesi vardır. Hem kör, hem de kötürümdür. Veysel Karani onun eli ayağı, gözü kulağıdır. Yedirir, içirir, yıkar, paklar. Kadıncağıza bebek gibi bakar. Ne derse, ama ne derse yapar. En olmayacak arzularını bile ikiletmez. Bir yüz ifadesinden bin mânâ çıkarır ve hepsini de getirir yerine. Tabiri caizse, anasına kölelik eder.

      Veysel Karani Hazretleri haram bilmez, yalan söylemez. Hoş, sahrada bir başına dolanan böylesi bir insanın günaha girme şansı da azdır ya. O, gün boyu zikreder, af diler. Ümmet-i Muhammede dua eder. Ama en bilinen özelliği Allah ve Resulüne duyduğu tarifsiz aşktır. Veysel Karani’nin tek arzusu vardır. Yüzü suyu hürmetine kainatın yaratıldığı Server’i görebilmek. Efendimizi düşündükçe burnunun direği sızlar, yüreği bir hoş olur. Yumruk iriliğinde bir şeyler gelir, oturur boğazına. Hani o, anlaşılamayan ve anlatılamayan şeyler.

      Ve gün gelir muhabbet ve Muhammed kelimeleri yüreğinde buluşur, dışarı taşar. Efendimizin hasreti kor olur, ciğerini yakar. Onu bir kez, ama bir kez görebilse, bir solukluk olsun sohbetinde bulunabilse ve adına sahabe denilen kutlu kadroya katılabilse…

      Annesi itiraz etmese de, bu yolculuğa razı değildir. Omuzlarını kaldırıp boynunu büker. Mahzun bir üslupla ‘İstiyorsan git!’ der, ‘Git bakalım, beni kime emanet edeceksen?’ Doğrusu onu bırakabileceği kimse yoktur. Bu yaşlı kadına incitmeden kim bakabilir ki? Onun nazını kim çeker sonra?

      HASRETİNİ YÜREĞİNE GÖMER

      Üveys hasretini yüreğine gömer. Bir daha bu konuda tek kelime etmez. Ama o günden sonra daha fazla ağlar, daha fazla yalvarır. Aşkını kayalara, kumlara, anlatır. Kuşlarla, develerle dilleşir, serin seher yeliyle selâmlar yollar Haremeyn’e. Ve ufuklar perde perde açılır, dağlar çekilir aradan. Artık o günboyu ibadet eder, sürüyü melekler bekler. Hayvanlar mı? İnanın muma döner.

      Evet Üveys, Allah Resulünün muhteşem sohbetine (madde planında) erişemez, ama mânâ aleminde çok şeye kavuşur. Efendimizle aralarında imrenilecek bir dostluk başlar. Hoş onlar için mesafelerin ne önemi vardır. Öyle ya alan uygun, veren olgun olduktan sonra ‘feyz’ nehir olur akar.

      Serveri Kainat zaman zaman mübarek yüzlerini Karen taraflarına döndürür ve ‘Yemen cihetinden rahmet rüzgarları esiyor’ buyururlar, ‘İhsan ve iyilikte Tabiinin en iyisi Üveys-i Karni’dir!’

      MÜJDELER

      Yine Efendimiz buyururlar ki: ‘Ümmetimden bir kimse vardır ki, Kıyamet günü Rabia ve Mudar kabilelerinin koyunlarının kılları adedince insana şefaat edecektir.’ (ki bu iki kabile sürülerinin çokluğu ile tanınırlar)
      Eshab-ı kiram sorar:
      – Ya Resullallah kimdir bu nasipli?
      – Allahın kullarından biri.
      – Peki adı nedir?
      – Üveys!
      – Ya memleketi?
      – Karen!
      – O sizi gördü mü?
      Efendimiz mânâlı mânâlı gülümser, ‘Baş gözü ile hayır!’ derler. Sahabeden ‘Hayret!’ diyenler olur, ‘Size böylesine aşık olan biri nasıl oluyor da koşmuyor huzurunuza?’ Efendimiz izah eder: – Onun gelmemesi de bana olan bağlılığındandır. İhtiyar bir annesi vardır. İman etmiştir. Ancak gözleri görmez, hareket edemez. Üveys gündüzleri deve çobanlığı yapar, kazandığını annesine harcar’.
      Hazret-i Ebubekir sorar:
      – Ya Resulallah biz onu görür müyüz?
      Efendimiz mübarek kafalarını ‘ne yazık ki hayır’ manasında sallar, ‘Sen göremezsin’ buyururlar, ama Hazret-i Ömer ve Hazret-i Ali’ye dönüp müjdeyi verirler: ‘Onu, siz göreceksiniz!’ Sonra bir bir vasıflarını tarif ederler ki, bu işaretlerden biri avucunun içindeki gümüşi beyazlıktır.

      ‘Aşık için zaman geçmez’ derler, ama aradan yıllar geçer. Hani o dakikaları asırlaşan yıllar… Efendimiz hayatlarının son soluklarını aldıkları demlerde mübarek hırkalarını çıkarır ve ‘Bunu Üveys-i Karni’ye verin!’ buyururlar.

      Resullullah’ın (Sallallahü aleyhi ve sellem) dar-ı bekaya göçmelerinin ardından Hazreti Ömer ve Hazreti Ali yollara düşer, Veysel Karani’nin izini bulurlar. Ahali böylesine şerefli iki kimsenin böylesine köhne bir yeri ziyaretine mânâ veremez. Hele ‘Üveys’i arıyoruz!’ cümlesine çok şaşırırlar. ‘O divanenin tekidir’ derler, ‘İnsanlardan kaçar. Kimseyle konuşmaz, kimseye karışmaz. Ağladıklarımıza güler, güldüklerimize ağlar. Neşe nedir bilmez. Aradığınız sakın başka biri olmasın!’
      Hazret-i Ömer dikkatle dinler, ‘Bilakis!’ der, ‘Aradığımız o olmalı!’

      Karenliler iki şanlı sahabenin önüne düşer, onları Arne Vadisi’ne getirirler. Veysel Karani’yi namaz kılarken görürler. Develer akıllı uslu dolanmakta, çobanlarını üzecek hareketlerden sakınmaktadırlar. Namazı biten Üveys misafirlerine döner. ‘Hoşgeldiniz!’ der. Hazret-i Ömer önce müsafaha eder, sonra gülümseyerek sorar ‘Kimsin sen?’
      – Abdullah! (Allah’ın kulu)
      – Evet hepimiz Abdullah’ız, ama seni ne diye tanırlar?
      – Üveys derler.
      – Sağ elini açar mısın?
      Açar. Efendimiz’in belirttiği işaret ayan beyan ortadadır. Büyük sahabe ‘Ben Hattapoğlu Ömer’im’ der, ‘Arkadaşım Ali bin Ebu Talip!’
      Vadiyi kısa ama mânâlı bir sessizlik kaplar. Sükutu yine Hazreti Ömer bozar: – Efendimiz sana selâm ettiler ve mübarek hırkalarını gönderip buyurdular ki ‘Alıp giysin, ümmetime dua etsin!’

      BEN GÜNAHKARIN BİRİYİM

      Veysel Karani ağlamaklıdır. Şaşkınlıktan titreyen bir sesle ‘Ya Ömer’ der, ‘Ben aciz ve günahkar bir kulum. Sizin aradığınız başka Üveys olmasın?’
      Hazret-i Ömer ‘Hayır sensin!’ buyurur. ‘Zira Efendimiz çizgi çizgi eşkalini verdi ve sen tamı tamına uyuyorsun buna.’
      O büyük mücahide, o koca Ömer’e itiraz ne mümkün. Hele müjdenin böylesini getiriyorsa.

      Üveys-i Karani mübârek hırkayı hasretle koklar, (ki ziyaret edenler iyi bilirler, Efendimizin gül teniyle ıtırlanan Hırka-i Şerif aradan geçen asırlara rağmen tarif edilemeyecek kadar güzel kokar) sonra yüzüne gözüne sürerek bir kuytuya çekilir. Mübarek alnını toprağa koyar ve ağlayarak yalvarır. ‘Ya Rabbi !’ der ‘Bu ne nimettir. Yüzü suyu hurmetine kâinatı yarattığın Server benim gibi bir acizi hatırlıyor ve mübarek hırkalarını Ömer ve Ali gibi iki güzide sultanla bu günahkâra yolluyor. Senden bir tek dileğim var: Ümmet-i Muhammedi affeyle. N’olur. Bu hırkanın hakkı için!’

      Gaibden bir ses gelir. ‘Şu kadarını sana bağışladım. Haydi giy hırkayı!’
      – Hepsini ya Rabbi! Hepsini.
      – Şunları, şunları, şunları da bağışladım.
      – Diğerlerinin hali n’olacak Ya Rabbi? N’olur, hırkanın ve hırkanın sahibinin hatırına…

      HIŞŞT BAKSANA GİDİYORLAR

      Tam bu sırada Karenlinin biri gelir ve o muhteşem huzuru bozar. ‘Misafirlerin dönmeye niyetliler’ diye ikaz eder güya, ‘Onlara diyeceğin bir şey yok mu?’
      Veysel Karani ‘Ahh!’ der, ‘Ahh bu hali bozmayacaktın işte. İnanın az kalmıştı. Bütün ümmeti Muhammed affedilmedikçe giymeyecektim hırkayı.’

      Aradan günler geçer. Karenliler şaşkın, hatta pişmandırlar. Öyle ya, elinin altında Üveys gibi bir cevher olsun da, sen onun kıymetini bilme. Ama bu kez mübareği hurmet ve ilgiyle bunaltırlar. Huzurunda el pençe divan durur, ısrarla nasihat isterler. Hele bazıları aşikare keramet bekler. Veysel Karani gibi mütevazı biri, ilginin böylesinden sıkılır. İşte tam o günlerde biricik annesi vefat eder ve onu Karen’e bağlayan hiçbir şey kalmaz. İşte şimdi yollara düşebilir.

      Mübâreğin ilk hedefi elbette Haremeyndir. Önce hacceder, sonra Medine’ye gider. Ancak o münevver şehrin hüzünlü yüzünü görür ve Resullulah’ın yaşamadığı Peygamber beldesinde duramaz. Çeker çarığını, yürür uzaklara. Bir ara Basra’da eyleşir, bir ara Kufe’ye yerleşir. Yine eskisi gibi deve güder. Aç kalır, açıkta kalır. Horlanır, aşağılanır. Garip bu ya milletin gücü hep ona yeter. Hatta ufacık veledler bile sataşır, taş yağdırırlar. Büyük veli, çığlık çığlığa saldıran afacanlara gülümser ‘N’olur ayaklarımı kanatacak kadar büyükleri atmayın’ der, ‘Abdestim bozulmasın e mi?’ Zira o güne kadar bir kez olsun abdestsiz basmamıştır zemine.

      MELEKLERİN İBADETİ

      Veysel Karani Hazretleri bazen sehere kadar secdede, bazen sabahlara kadar rükûda kalır. ‘Bırakın üç kere Sûbhane rabbiyel âla demeyi, ben bir keresini bile beceremiyorum’ diye yakınır. Eh onun özlediği ibadet meleklerinkinden farksız olmalıdır. ‘Namazda huşu öyle olmalıdır ki’ der: ‘Bağrına bıçak sokulsa duyulmaya.’

      Biri sorar: ‘Nasılsın?’ Cevap manidardır: ‘Akşama çıkacağını bilmeyen biri nasıl olursa!’ Sevenleri ısrarla nasihat isterler. O gülümser:
      – Allahü teâlâyı bilir misiniz?
      – Evet biliriz.
      – Öyleyse başka şeyleri bilmeseniz de olur.
      – Aman efendim bir nasihat daha.
      – Allahü teâlâ sizi bilir mi?
      – Elbette bilir.
      – Öyleyse başkaları bilmese de olur.
      Mübarek, Allahü teâlâdan çok korkar ve buyururlar ki: İnanın Allahü teâlâ’yı tanıyana gizli kalmaz.

      Veysel Karani hazretleri hayatını kendi ifadesiyle şöyle hülâsa eder. ‘Yüksekliği tevazuda buldum, liderliği nasihatte… Nesebi takvada buldum, şerefi kanaatte… Rahatlığı zühdde buldum, zenginliği tevekkülde.’

      Bizde ne takva, ne zühd, ne de tevvekkül. Eh bir şey bulamıyoruz tabii. Allahü teâlâ o büyüklerin yüzü suyu hürmetine sonumuzu hayreyliye.

      Veysel Karani Hazretlerinin kutlu hırkası elden ele geçer ve Van civarında hüküm süren İrisan Beyleri’ne gelir. Hicri 1028 yılında 2. Osman Han’a hediye edilen nurlu emanet İstanbul’da heyecanla karşılanır. Asitane halkı ona ‘Hırka-ı Şerif’ der, ramazanlarda ziyaret ederler. Buğulu gözlerle ilmeklerine dalar, Efendimizi hatırlarlar.

      Gel zaman git zaman büyük izdihamlar yaşanır. Hırkanın saklandığı ve sergilendiği küçük bina kalabalığı kaldırmaz olur. Abdülmecid Han bu mübarek hırkanın şerefine, Fatih’te koca bir mahalleyi istimlak eder ve biblo güzelliğinde bir cami yaptırır. Bu uğurda şahsi servetini fedadan çekinmez. Belki de şu ferah mabedi böylesine sevimli kılan, temelindeki ihlâstır, kimbilir?

      ASIRLIK GELENEK

      Ve asırlık gelenek yaşar. Hırka-i şerif, gözü yaşlı aşıkların ziyaretgahı olur. Medine’ye, Mescid-i Nebi’ye ulaşamayanlar hasretlerini burada dindirmeye çalışırlar. Cami çalışanları şirin mescidi güllerle bezerler, ki tasavvufta gül O’na işarettir. Efendimiz’e!

      Hele Ramazan günleri civar coğrafya Hırka-i Şerif’e akar. Müminler kar demez, kış demez ziyarete koşarlar. Anadolu’nun dört bir yanından gelen aşıklar yaşlı gözlerle yüce Serverin kutlu mirasına bakarlar.

      Allahü teâlâ bizleri yalan dünyayı Veysel Karani gibi görenlerden ve Resulü Ekrem’in (Sallallahü aleyhi ve sellem) şefaatine erenlerden eylesin!

    465. Dünyâ, insanın gölgesine benzer, kovalarsan kaçar, kaçarsan, o seni kovalar. Dünyâ, âşıklarına mihnet, lezzetlerine aldanmayanlara ni’met, ibâdet edenlere kazanç, ibret alanlara hikmet ve onu tanıyanlara selâmet yeridir. Dünyâ, ana rahmine nisbetle Cennet, âhirete nisbetle de çöplük gibidir.

      Peygamber efendimiz;

      (Dünyâ, geçilecek bir köprü gibidir. Bu köprüyü tamîr etmekle uğraşmayın. Hemen geçip gidin!) buyurmuştur.

      Ölümden önce olan her şeye dünyâ denir. Bunlardan, ölümden sonra faydası olanlar, dünyâdan sayılmaz, âhiretten sayılırlar. Çünkü dünyâ, âhiret için tarladır. Âhirete yaramayan dünyâlıklar, zararlıdır. Harâmlar, günâhlar ve mubâhların fazlası böyledir. Resûlullah efendimiz;

      (Dünyâ sizin için yaratıldı. Siz de âhiret için yaratıldınız! Âhirette ise, Cennetten ve Cehennem ateşinden başka yer yoktur) buyurmuşlardır.

      DÜNYA İLE ÂHİRET ZITTIR!..

      Dünyâ sevgisi, âhirete hâzırlanmaya mâni olur. Çünkü kalb, onu düşünmekle, Allahı unutur. Beden, onu elde etmeye uğraşarak ibâdet yapamaz olur. Dünyâ ile âhiret, doğu ile batı gibidir ki, birine yaklaşan, ötekinden uzak olur. Bir kimse, ibâdetini yapmaz, geçiminde, kazancında Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını gözetmezse, dünyâya düşkün olmuş olur. Allahü teâlâ herkesin kalbini bundan soğutur ve bunu kimse sevmez.

      Hadis-i şerifte;

      (Dünyâya, burada kalacağınız kadar, âhirete de, orada kalacağınız kadar çalışınız!) buyuruldu.

      Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri buyuruyor ki:

      “Bir gün Peygamber efendimiz;
      -Kalbe îmân nûru girince, genişler buyurunca, Eshâb-ı kirâm;
      -Yâ ResûlAllah! O nûrun kalbe girmesinin alâmeti nedir? diye arz ederler. Peygamber efendimiz de;
      -O nûrun kalbe girmesinin alâmeti; kulun, yüzünü âhirete çevirmesi, aldatıcı olan dünyâdan uzaklaşmasıdır buyururlar. Dünyâ görünüşte süslüdür, yaldızlıdır, ama aldatıcıdır, hîlecidir. Kendini sevenlerin gönüllerini çalar.”

      Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri oğluna nasihat ederek buyuruyor ki:

      “Ey oğlum, her zaman ilim, edep ve takvâ üzerine bulun. Geçmiş din büyüklerinin eserlerini inceleyerek, Ehl-i sünnet vel-cemâat yolundan ayrılma! Fıkıh ve hadîs-i şerîf öğren, câhil sofulardan olma! Şöhret isteme, zîrâ şöhret âfettir. Halkın işlediği işlere karışma, uzlete de çekilme, yalnız kalma. Çok söz söyleme, az söyle, halkın kötülük ve eğrilerinden arslandan kaçar gibi kaç! Dünyâ malına kapılma. Dünyâ arzusu dînin zâyi olmasına sebeb olur.

      Herkese şefkatle bak, hâinlikle bakma! Dışını süsleme, zîrâ dışın süsü; için, kalbin, rûhun harâb olduğunu gösterir. Başkalarıyla mücâdele etme ve hiç kimseden bir şey isteme, kimseye hizmet buyurma! Âlimlere, evliyâya, mal, can ve tenle hizmet et! Din büyüklerinin hâllerini inkâr etme! Zîrâ inkâr edenler, rahat ve kurtuluş yüzünü göremezler.”

    466. Hz Ali diyor ki, bir gün Resulullah (sav) beni huzuruna cagararak söyle buyurdular:
      – Ya Ali senin bana yakinligin Harun peygamberin Musa (as)´a olan
      yakinligi gibidir. Ancak benden sonra peygamber gelmeyecektir. Sana vasiyetler edecegim.
      Dinlersen sükür edenlerden olur ve sehid olursun. Allahü Teala seni kiyamet günü alim ve fakih olarak diriltir, dedi ve söyle devam etti:

      YA AL MÜMiNiN ÜÇ ALAMETi VARDIR
      – Namaz kilmak
      – OruÇ tutmak
      – Zekat ve sadaka vermek

      MÜNAFIKTA ÜÇ ALAMET VARDIR
      – Namaz yalniz kilarken yanlis ve noksan kilar. Toplum yaninda kilarken tam ve düzgün kilar.
      – Kendisini ögenlerin yaninda islerini düzgün yapar
      – Cenab- Hakk itoplum yaninda zikreder yalniz kalinca unutur.

      MÜNAFIKTA ÜÇ ALAMET DAHA VARDIR
      – Konustugu söz yalandir
      – Verdigi sözde durmaz
      – Emanete hiyanetlik eder

      ZALiMDE ÜÇ ALAMET VARDIR
      – Kendisinden zayif olanlari ezer
      – Gücü yettigi kadar baskalarinin malini zorla alir
      – Nereden yiyip ictigini, giyip kusandigin incelemez. Haram helal
      demez ne bulursa alir.

      KISKANÇLARDA ÜÇ ALAMET VARDIR
      – Toplumda bir kimseye yaltaklanir
      – Herkesin arkasindan giybet eder cekistirir
      – Basina bela gelenlere sevinir

      TENBELLERDE ÜÇ ALAMET VARDIR
      – Allah´a ibadet ederken tenbellik eder, hic nese duyamaz
      – Yaptigi ameli kusurludur ve bosa gider
      – Namaz vaktinde kilmaz gecirir

      TEVBE EDEN KiMSENIN ÜÇ ALAMET VARDIR
      – Haramlardan sakinip uzaklasir
      – ilim ögrenmeye hirsli ve azimli olur
      – Gögüsten cikan süt tekrar gerisin geriye girmedigi gibi o da tevbe
      ettigi günaha bir daha dönmez.

      AKILLI KMSEDE ÜÇ ALAMET VARDIR
      – Dünyaya deger vermez
      – Sikinti ceza cefa ceker de sikayet etmez
      – Sikinti ve musibetli anilarda sabr ve tahammül gösterir

      SABIRLI KiMSEDE ÜÇ ALAMET VARDIR
      – Kendisini arayip ziyaret etmeyenlere gidip ziyaret eder
      – Kendisine zulmedeni bagislar
      – Kendisini mahrum edenlere bagista bulunur

      AHMAKLI KIMSENIN ÜÇ ALAMET VARDIR
      – Farzlarda tembellik eder
      – Faydasiz bos seyleri çok konusur
      – Merhametsizdir. Mahlukata çok eziyet eder

      iYi KMSELERiN ÜÇ ALAMET VARDIR
      – Yedigi helaldir
      – Kendi sehrinde ilim meclislerinde bulunur
      – Bes vakit namaz cemaatle kilar

      BEDBAHT KiMSENIN ÜÇ ALAMETi VARDIR
      – Yedigi haramdir
      – ilimden nasibi yoktur
      – Namaz özürsüz yalniz basina kilar

      iYi NSANLARIN ÜÇ ALAMET VARDIR
      – ibadetlerini zamaninda yerli yerinde yapar
      – Haram olan seylerden uzak durur
      – Kendisine kötülük yapan kimseye iyilik eder

      KÖTÜ OLAN KMSENiNDE ÜÇ ALAMET VARDIR
      – Allah´n emirlerine karsi tembellik eder.
      – Herkese zarari dokunur
      – Kendisine iyilik edene kötülük eder

      SALiH KiMSEDE ÜÇ ALAMET VARDIR
      – Bilgisiyle amel edip dinini kuvvetlendirir
      – Kendisi icin begendigini baskalari icin de begenir
      – Cenab- Hakka karsi güzel amelde bulunur, O´nu hosnut eder

      MÜTTEK KiMSEDE ÜÇ ALAMET VARDIR
      – Kötü insanlardan uzaklasir
      – Yalan söylemekten sakinir
      – Harama düserim korkusuyla helalden bile sakinir

      GÜNAHKAR KiMSENN ÜÇ ALAMET VARDIR
      – Bütün idlerinde yanlis icindedir
      – Oyun ve calgr ile ugrasrr
      – Unutkan olur

      KALBi KARARMIS OLANIN ÜÇ ALAMETi VARDIR
      – Zayiflara acimaz, düskünleri esirgemez
      – Aza kanaat etmez, hic doymaz olur
      – Kendisine ögüt ve nasihat tesir etmez

      DOGRUNUN ÜÇ ALAMETi VARDIR
      – ibadetleri gizli yapar, gösteristen sakinir
      – Musibetleri gizler, Sikintisina sabreder
      – Dili zikirle megul olur

      FASIK ADAMIN ÜÇ ALAMETi VARDIR
      – Fitne ve fesad sever
      – Halkin hastalik ve musibete ugramasin sever
      – Iyi islerden uzak durur

      SÜFLI-ASAGI KiMSELERIN ÜÇ ALAMET VARDIR
      – Akrabasini azarlar, onlarla cekisir durur
      – Komsularina eziyet verir
      – Günah islemeyi sever

      Allah´IN SEVMEDiGi KiMSE DE ÜÇ iNSAN VARDIR
      – Çok yalan söyler, yalan yemin eder
      – Halka sikinti verir
      – Baskasinin sirtindan gecinmek ister

      ABiD OLANIN ÜÇ ALAMET VARDIR
      – Allah´n büyük, kendinin pek kücük oldugunu düsünür
      – Nefsinin isteklerine son verir
      – Allah rizasin kazanmayi gaye edinir

      iHLAS SAHiBiNiN ÜÇ iNSANI VARDIR
      – Gücü yeterse affeder
      – Malinin zekatin verir
      – Sadaka vermeyi sever

      CiMRi DE ÜÇ ALAMET VARDIR
      – Ac kalmaktan korkar
      – Dilenciden korkar, bir sey verince fakir olacam der.
      – Kendisine iyilik edene icinden kin besler

      SABIRLI iNSANDA ÜÇ ALAMET VARDIR
      – ibadetlerde sabirli olur
      – Günahlar birakmakta sabirli olur
      – Allah´tan gelen musibetlere sabirli olur

      FACiR ADAMIN ÜÇ ALAMET VARDIR
      – Çok yemin etmekle ögünür
      – Kadinlari aldatir
      – Herkese çok çok iftira eder

      YA ALi SENi SEVENDE ÜÇ iNSAN VARDIR
      – Malin senin yoluna sarfeder
      – Canin senin yoluna feda eder
      – Senin sirrini gizler, kimseye acmaz

      KAFiRiN ÜÇ ALAMETi VARDIR
      – Allah´n dininden süphe eder
      – Allah´n sevdiklerine düsmanlik eder
      – ibadetlerden gafil olur, ibadet bilmez

      AFFEDiLENiN ÜÇ iNSANI VARDIR
      – Allah´n azabindan korkar
      – Allah´n kahrindan korkar
      – Sirf Allah icin edilen nasihatlerden titrer

      Ya Ali, Allah indinde insanlarin hayirlsi, en iyisi herkese faydasi
      dokunandir. En kötüsü de, kin tutan, intikamci ve daima dargin duran kimsedir.
      Allah´n bugzettigi en kötü kimse de, ömrü uzun olup, ameli cirkin olandir.
      Bu kimselerin de günah süsü ile güzel, ici günah pisligiyle doludur.
      Ya Ali bundan daha kötüsü serrinden kurtulmak icin kendisine ikram olunan kimsedir. Bundan daha kötüsü zenginlere ikram edip fakirleri hice sayan kimsedir. Zenginlere cesitli, renkli sofralar hazirlayip yedirirler. Fakirlere karsi hic cömertlik etmeyen, bir parca ekmek bile vermeyen kimsedir.
      Bundan daha kötüsü yalniz bana yiyip kimseye bir sey vermeyen kimsedir.
      Ya Ali fazilet günahlar terketmektir. Cenab- Haktan korkmanin alameti haramlardan sakinmak ve uzak durmaktir.
      Dogru söyleyen kimsenin alameti, bir kimse ona dogru söyledin diye kizsa darilsa veya onu sevse,
      ona muhtac olsa bile yine de doru söylemesidir.

      YA ALi BES SEY VAR Ki GÖNLÜ ÖLDÜRÜR
      – Çok yemek
      – Çok uyumak
      – Çok konusmak
      – Çok gülmek
      – Rizik için korkmak

      BES SEY KALBi KARARTIR
      – Günah üstüne günah islemek
      – Tok oldugu halde yine yemek
      – Zulümle mal yigmak
      – Namazlar vaktinde kilmamak
      – Sol eliyle yemek-içmek

      BES SEY UNUTKANLIK GETiRiR
      – Fare artigin yemek
      – Kibleye karsi ufak su dökmek
      – Duran suya ufak su dökmek
      – Kül üzerine ufak su dökmek
      – Haram ile gecinmek

      BES SEY KALBi NURLANDIRIR PARLATIR
      – ihlas suresini cok okumak
      – Az yemek
      – ilim meclisinde bulunmak
      – Az pismi ekmek yemek
      – Gece namaz kilmak

      BES SEY DAHA KALBi NURLANDIRIR
      – ilim meclisinde bulunmak
      – Elini yetim basina sürmek
      – Gece seherde çok istifar etmek
      – Az yemek-içmek
      – Çok oruç tutmak

      BES SEY GÖZÜN NURUNU ARTTIRIR
      – Kabeye çok bakmak
      – Kur´an- Kerim´e bakmak
      – Anne-babanin yüzüne bakmak
      – Alimin yüzüne bakmak
      – Akar suya bakmak

      BES SEY iNSANI iHTiYARLATIR
      – Çok borçlu olmak
      – Gam kederi çok olmak
      – Çok çok güzel koku sürünmek
      – ibadet üzüntüsü bol olmak
      – Çok balgam gelmek

      Ya Ali cennet kapisinda gördüm ki, ´´ kim nefsinin arzu ve isteklerini
      red ederse, onun makam yeri cennettir ´´ yaziliydi.

      Cehennem de: Ya Rabbi, beni nicin yarattin? diye sorar. Cenab- Hak: Cimri ve kibirli olan kimseler icin seni yarattim, buyuruyor.

      Ya Ali, Allah´n rizasi, ana – babanin rzasnda, gazab da anne- babanin gazabinda gizlidir.

      Ya Ali, komsuna kafir olsa bile yardm et.

      Ey cennet yolcusu kardes; Acaba sen hangi siniftansin. Kendini hangi besin, hangi ücün icinde buluyorsun. Eger okuduklarini unuttun ise yeniden bir kere daha oku ve yerini tesbih et.

      Kara kalpli, siyah yüzlü müsün? Yoksa kalbi parlak, yüzü nurlulardan misin?
      Kendini ögren hangi zümre ve siniftansin???

    467. ÜÇ MESELE

      İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri rh.a., hac için yola çıkıp Medine’ye ulaştığında karşılaştığı Seyyid Muhammed Bâkır Hazretleriyle arasında şöyle bir konuşma geçer. Seyyid Muhammed Bâkır:
      -Sen kendi aklınca kıyas yaparak, Peygamber dedemin dinini ve hadislerini değiştiriyorsun, der.
      -Böyle bir şey yapmaktan Allah’a sığınırım efendim. Lütfen oturunuz. Rasulullah’a olduğu gibi benim size de hürmetim var, der İmam-ı Azam. Seyyid Muhammed Bâkır’a yer gösterir. Her ikisi de yerini aldıktan sonra Ebu Hanife Hazretleri söze başlar:
      -Üç mesele soracağım. Birincisi şu: Erkek mi daha güçsüz kadın mı?
      -Kadın erkekten güçsüzdür.
      -Mirasta adamın payı kaç, kadının kaçtır?
      -Erkeğin mirastaki payı iki, kadının birdir.
      -İşte bu ceddin Peygamber s.a.v.’in sözüdür. Eğer onun dinini değiştirmiş olsam, benim akıl ve kıyas yoluyla, kadın daha zayıf olduğu için ona iki pay, erkeğe bir pay düşer derdim.
      Ebu Hanife Hazretleri tekrar sorar:
      -Namaz mı daha üstün, oruç mu?
      -Namaz oruçtan üstündür.
      -İşte bu da deden Rasulullah’ın sözüdür. Eğer ceddinin dinini akıl ve kıyasla değiştirmiş olsaydım, âdet halindeki kadının kılamadığı namazları kaza et mesini, orucu kaza etmemesini emrederdim.
      Ebu Hanife Hazretleri üçüncü soruyu sorar:
      -Sidik mi daha pis, meni mi?
      -Sidik meniden pistir.
      -Eğer deden Peygamber s.a.v.’in dinini kıyasla değiştirmiş olsaydım, sidikten dolayı gusletmek gerektiğini ve meniden dolayı da sadece abdest almak gerektiğini söylerdim. Fakat akıl ve kıyasla bu dini değiştirmekten Allah’a sığınırım.
      Seyyid Muhammed Bâkır Hazretleri yerinden kalkar ve Ebu Hanife’yi kucaklar. Tebrik edip ona ikramda bulunur…

    468. Peygamberlerin Meslekleri
      Âdem Aleyhisselâm, çiftçi, yani zirâatçi idi.
      Nuh Aleyhisselâm, naccâr yani marangozdu.
      Idrîs Aleyhisselâm, terzi idi.
      Salih Aleyhisselâm, tüccar idi.
      Dâvud Aleyhisselâm, demirci olup zırh örerdi.
      Süleyman Aleyhisselâm, sepet örüp satardı. Büyük bir saltanatına rağmen, beytü’l-mâl yani hazineden maaş almayıp, sepet yapıp satarak kendi elinin emeğiyle geçinirdi. Ondan yer ve çocuklarına yedirirdi. Asla beyt’ül-malden alıp yemezdi.
      Mûsâ Aleyhisselâm, Şuayb Aleyhisselâm ve Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, çobandılar. Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerinin geçim­lerinin çoğu evinde yapmış olduğu dikişten idi. Hadis-i şerîfte şöyle:
      “Erkeklerden ebrâr yani iyilerin ameli (mesleği) dikiş işleri (terzilik), kadınlardan iyilerin işi de ip örmektir.”

    469. BİLİYORMUSUN SEN KİMSİN??
      Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeğe çalışırsınız.. Çünkü ALLAH’a inanıyorsunuz..” Fermanının sahibisin!..
      SEN,
      “Alemlere rahmet olarak gönderilen” ve dehşetli mahşer günü herkesin “Nefsi! Nefsi!” diye çırpınacağı bir zamanda, secdelere kapanıp; “Ümmetimi isterim Ya Rab!.. Ümmetimi bağışlamadıkça kalkmam” diye feryad edecek olan Habib-i Kibriya’nın ümmetisin!..
      SEN,
      Resûlullah’ın ashabına; “Orduya yardım ediniz” dediği zaman, bütün servetini alıp getiren ve Peygamberin “Çocuklarına ne bıraktın?..” sorusuna; ALLAH“’ı ve Resûlünü bıraktım Ya Resûllullah!” cevabını veren Hz. Ebûbekir’in yolundasın!..
      SEN,
      Devlet reisi olduğu halde, içi su dolu bir tulumu sırtına yüklenerek halk içinde dolaşan ve oğlunun; “Babacığım, niçin böyle yapıyorsun?” sorusuna; “Oğlum! Nefsimi biraz beğenir gibi oldum.. Onu zelil etmek, gururumu kırmak istiyorum” diyen Koca Ömer’in izindesin!
      SEN,
      Müslümanlar arasında açlığın ve kıtlığın hüküm sürdüğü bir zamanda Şam’dan kendisine ait zeytinyağı, üzümve buğday yüklü olarak gelen bir deveyi yükleriyle beraber yoksullara tasadduk eden Hz. Osman’ın ardındasın!..
      SEN,
      Cebinde bulunan 4 dirhem servetin 1 dirhemini gizlice, 1 dirhemini açıkça, 1 dirhemini gece ve kalan 1 dirhemini de gündüz , kimsesizlere sadaka olarak veren ve ALLAH Resûlünün; “Neden böyle yaptın ?”suâline ALLAH“Belki bunların birini olsun kabul eder düşüncesiyle diyen Hz. Ali’yi takip edensin!
      SEN,
      ALLAH yolunda cihada çıkan ve karşısında ATLAS Okyanusunu görünce, devesini dizlerine kadar denize sürerek, kılıcını çekip; “Ya Rabbi! Şahid ol! Önüme şu uçsuz bucaksız derya çıkmasaydı senin şanını daha ileriye götürürdüm!” diyen mücahidlerin peşindesin!..
      SEN,
      40 sene yatsı abdestiyle sabah namazını kılan İmam-ı Âzam’ların, Malazgirt Ovalarında ALLAH ALLAH sesleriyle at koşturan ve Anadolu kapılarını müslüman Türklere açan Alp Arslanların arkasındasın!..
      SEN,
      Misafir kaldığı evde gece sabaha kadar ayakta duran ve; “Biz Kur’anın bulunduğu odada ayaklarımızı uzatıp yatmaktan hayâ ederiz” diyen Osman Gazilerin torunusun!..
      SEN,
      Resûllullah’ın müjdesine nail olup, küfrün doğu kal’asını, istanbul’u fethederek İslam’a teslim eden, yeni bir çağ açan Fatihlerin, dünyayı müslümanlardan başkasına dar gören Yavuzların, karaların- denizlerin hakanı Kanûnilerin neslisin!..
      SEN,
      İstanbul’da okumaya başladığı Ezan-ı Muhammediyeyi, Çaldıran ovalarında bitiren, Tuna’da aldığı abdestin namazını Afrika çöllerinde kılan, Hazer kıyılarında getirdiği tekbir seslerinin yankılarını Viyana kapılarında duyan kahramanların evladısın!..
      SEN,
      Vatanını, mukaddesâtını müdafaa ederken düşman kurşunlarının darbeleriyle bağırsakları delik-deşik dışarıya fırlayan ve bir eliyle onları karnına iterken, diğer eliyle göğsünden bir başka kurşunu eliyle çıkarıp, yanında bulunan arkadaşına; “Al arkadaşım! Sağ olur da dönersen, şu kurşunu oğluma ver! Ve O’na de ki; “Bunu sana baban son nefesinde gönderdi ve O’da aynı şekilde oğluna aktarmazsa hakkımı helal etmem! “ dedi diye ulvî ruh örnekleri veren şehitler kafilesinin çocuğusun!..
      İŞTE SEN BUSUN..!
      Bu altın halkalara eklenebilecek daha binlerce halka içerisinde;
      Senin cevherin, aslın astarın, esasın budur işte!..
      Sen bu kapılar dışında başka bir kapının insanı,
      Bu altın halkalar dışında başka bir halkanın esiri olamazsın!
      Namazsız, niyazsız, maneviyatsız, ruhsuz, köksüz, kozmopolit, satılmış olamazsın!
      ALLAH’sız, Peygambersiz, Kitapsız olamazsın!
      “Bana dokunmayan bin yıl yaşasın!” “Neme lazım” “Evimden uzak”
      “Her koyun kendi bacağından asılır” gibi yahudi sözlerini ağzının sakızı yaparak, mücadele ve hizmet azmini yitiremezsin!
      Komşun aç iken, sen tok gezemezsin!
      İslam’ın yasak kıldığı günah yuvalarında vaktini öldüremez, aile fertlerini batının kokuşmuş hayat tarzına uyduramazsın!
      Yavrularını çağdaş asrın zihniyetine terkedip, cehenneme talip olamazsın!
      Sen kainatın en üstün varlığı olarak yaratıldın, buna layık olarak cennet bahçelerine talip olmalısın..
      Hem burada… Hem orada..

      YOLUN AÇIK OLSUN..!

    470. Abdestin Tıbbi Mucizeleri

      Ondört asır önce temizligin t’sinin bile olmadıgı bir ortamda gelen bu hikmetli reçete tam anlamıyla bir Kur’an Ahlâkıdır. Ancak abdestin getirdigi saglık mucizeleri temizlikten ibaret degildir. Akıllara durgunluk verecek bin bir biyolojik sır gizlidir onda. Üç gurupta özetlersek:

      1.Dolaşım Sistemine katkıları:

      Kalp, 100.000 km’ye yakın damar agıyla bütün vücudu besleyen çok geniş bir sistemin motorudur. Damarlar kalpten uzaklaştıkça kılcallarına ayrılarak son hücreye kadar her alanı, her dokuyu besler. Öyle ki hayati organ ve dokuları birden çok damar agı kontrol eder. Kılcal damarların işlevini devam ettirebilmesinin en önemli şartı ESNEKLİGİNİN korunmasıdır. Ne çare ki, stres ve oburluk (obezite) kılcalların işini bitirir. Bundandır ki obezite ve strese baglı olarak ortaya çıkan “esneklik kaybı” kalp-damar hastalıklarının ve bunamanın baş sebeplerindendir.

      Peki abdest bu korumanın neresindedir?

      Bu tehlikeli gidişten uzaklaşmanın en pratik ve saglam yolu, kan damarlarına genç yaşlardan başlayarak esneklik kazandırmaktır. Özellikle kalbe uzak olan bölgelerde (el, ayak gibi) bu jimnastigin yapılması daha önemlidir.

      Ama damarlara nasıl esneklik kazandirabiliriz diye düşünmeyin! Her şeyin bir çaresi var: Tabii ki egzersiz salonlarında -Ab shaper- larla bu iş olmaz. Damarlara esneklik kazandırmak için basit bir fizik yasasından faydalanabiliriz: “Isı farkiyla hareket“

      Evet, damarlarimizi isi farkindan istifade ederek açip kapatacagiz. Böylece esneklik ve esenlik bizim olacak.

      Özellikle agız, burun ve boynun iki yanının su ile temasi dolaşımı zenginleştirir. Işte on dört asır önce Islamiyet, suyun “altın” oldugu bir noktadan yeryüzüne yayılırken abdesti bu akıl almaz hikmeti içinde insanliga sunmuştur.

      Abdest ile, kalp ve dolaşim basıncı nefes alir. Beyin ve bütün sinir sistemi uyuşukluktan kurtulur. Zaten günümüzde psikolojik rahatsızlıkların tek dogal ilaci olarak gusül tarzi genel yikanma tavsiye edilmektedir. Hele (gusletmenin) tavsiye edilmesi çok hikmetlidir. Çünkü gusülde yapilmasi zorunlu olan agız içinin, burnun ve bütün vücudun yıkanmasının esprisi yeni yeni gün yüzüne çikmaya başlamıştır. Hipofiz bezinin (ki çok önemli hormonların salındıgı bir organdır) burun boşlugu ile yakın ilişkisine dikkatinizi çekmek isterim. Burada burna alınan su ne kadar derine çekilebilirse o kadar faydalı olacaktır. Hipofiz bezini dinlendirmenin en iyi yolu, damarlar vasıtasıyla beslenmesini artırmaktır. Işte su bu görevi yapar. Damarların ısı farki nedeniyle hareketini artırarak hipofize dolayısıyla vücudumuza çok önemli bir dinlenim saglar.

      2. Abdestin Bagışıklık Sistemine katkıları:

      Bagışıklık sistemimiz, dolaşım sistemimizden biraz farklı olarak dizayn edilmiştir. Asıl adı “lenf sistemi” olan bu mükemmel şebekede daha ince bir damar agı kullanılmıştır. Bu sistem aracılıgıyla mikroplara ve kansere karşı korunuyoruz. Bu kadar önemli olan lenf sistemini korumak da ayrıca önemlidir. Dolaşım sistemindeki damarlardan on defa daha ince olan lenf damar agının büzüşmesi sonucu çok agır hastalıklar ortaya çıkar (zatürre, anjin gibi)

      İşte abdest sanki bu sistem için düzenlenmiş gibidir. Lenf agının kıldan ince damarlarını zinde tutar. Hele de bu sistemin kontrol merkezleri olan burun arkası ve bogazın sık sık yıkanması korunma sistemimize “deli” katki yapar.

      Yine lenf sisteminin düzenli çalişması vücudun tepkileri açısından da çok önemlidir. Lenf sistemi iyi çalişan vücut, hastalık âninda aptalca tepkiler göstermez. Daha mâkûl, akıllıca tepki gösterir.

      3. Abdestin vücudun Statik Elektrigi giderici etkisi:

      Bütün hücreler çevresinde belli bir statik elektrigi vardir. Ancak vücudun tümü bu statik elektrigin olumlu dengesi içindedir. Bunu hissetmeyiz bile! Ne var ki gerek havada artan iyonlar, gerekse -özellikle çagımızda bir mesele olan- plastik giysiler vücudun dış yüzünde elektron artmasına neden olur. Bu olay dıştan ince dogru bizi etkilemektedir. Özellikle sinir sistemi üzerinde ciddi rahatsızlıklar oluşturur. Bir önemli etki de deri üzerinedir. Bu elektron artışı, deri altindaki mimik kaslarını yorar ve onlarin vaktinden önce esnekliklerinin kaybolmasına yol açar. Sonuç: yaşlılık belirtisi olan yüz kırışmalari !!

      “Abdestli ölen, ölüm acısı cekmez. Cünkü abdest imanlı olmanın alametidir. Namazın anahtarı, bedeni gunahlardan temizleyicisidir“. HADIS-I ŞERIF

    471. Tesbih namazı tevbenin, istiğfarın en büyüğü ve bütün vücudla yapılanıdır.
      Hazret-i Resûlü Ekrem (s.a.v) amcaları Hazret-i Abbas’a hitaben tesbih namazı ile alâkalı şöyle buyurmuşlardır:
      “Ey amca, sana on haslet haber vermekle ikram etmiş olayım ki, onu işlediğin vakit günahının evveli ve âhiri, yenisi ve eskisi, hatâen ve kasten yapılanı, küçüğü ve büyüğü, gizlisi ve aşikâr olanı mağfiret edilmiş olsun… Muktedir olursan bu tesbih namazını her gün kıl. Her gün kılmazsan ayda bir kere kıl. Onu da yapamazsan senede bir, onu da yapamazsan ömründe bir kere kıl.”
      Tesbih namazı 4 rek’attir. Bu namazda 300 defa şu tesbih okunur:
      Sübhaanellaahi velhamdü lillâahi velâa ilâahe illallaahü vellaahü ekber velâa havle velâa kuvvete illâ billâahil aliyyil azıym.
      Bu tesbih, namaz içinde şöyle okunur:
      15 Kere Sübhâneke’den sonra (Fâtiha’dan önce),
      10 Kere Zamm-ı sûreden sonra,
      10 Kere Rükûda,
      10 Kere Rükûdan kalkınca ayakta (kavmede),
      10 Kere Birinci secdede,
      10 Kere İki secde arasındaki oturmada (celsede),
      10 Kere İkinci secdede,
      Bu birinci rek’atte okunan tesbihlerin adedi 75’tir. İkinci rek’atte aynı sıralama ile yine 75 defa okunur. Üçüncü dördüncü rek’atler de böyle kılınır.
      Tesbih namazı, kılınması teşvik edilmiş bir namazdır. Bunu alışkanlık haline getirmek müstehaptır. Tembellik etmemek lâzımdır.
      Kılmasını bilmeyenlerin de istifade etmesi maksadıyla cemaatle de kılınabilir. Cemaatle kılınırsa imam olacak kimse bu namazı kılmayı evvelâ nezreder ve namazı kıldırırken tesbihleri her yerde cehrî (sesli) okur. Cemaat ise dinler.
      (Muhtasar İlmihal, Fazilet Neşriyat)

    472. Yılbaşı neyimiz olur? Ramazan bayramımız mı, kandilimiz mi, Kurban bayramımız mı?

      Biz Muharremlerle, Martlarla başlayan yıllar da biliriz… Ki, hiçbiri böyle şımarıklıkla, böyle ayyaşlıkla, böyle kumarbazlıkla açılmazdı. Hepsi, efendi yıllardı.

      Bu bahsi bu kadarla geçiyor ve Noel Baba’ya geliyorum: Memleketimize, herhâlde, Beyoğlu’ndan giren, Haliç’i atlayarak Fâtihlere, Aksaraylara, sonra Rumeli’ye ve Boğaz’ı aşarak önce Kadıköylere, Modalara ve sonra Üsküdarlara ve oradan Anadolu’ya geçen bu bunak, neyimiz olur? Babamız mı, dedemiz mi, amcamız mı yoksa Avrupalılıktan pîrimiz mi?

      İstanbul’un Tepebaşı’ndan Adana’nın Tepebağı’na kadar her yeri bilen, her yere uğrayan bu moruk kimdir, necidir?

      Bir fotoğrafına bakarsanız Havârîlere, öteki resmine bakarsanız Rasputin’e benzeyen bu iskambil papazı, aramızda nenin nesidir? Bunu hiç merak ettiniz mi?

      Siz bırakın da ben söyleyeyim onun kim olduğunu:

      O, Haçlı Seferleri’nden kalma bir kılınç artığıdır. O zaman silâhla giremediği yerlere, şimdi beyaz sakalıyla saygılar ve sevgiler toplayarak girebiliyor.

      O, evimize girerken eşeğini kapımızın arkasına bağlayan bir Piyer Lermit’tir. Kardeşlerini Mukaddes Savaş’a hazırlamaktan geliyor.

      O, adıyla sanıyla bir misyonerdir ki kılığını değiştirmiş ve bizi avlamaya, kucağında getirdiği oyuncaklarla en can alıcı noktamızdan, çocuklarımızdan başlamıştır. Bu cömertliğinin karşılığını istemeyecek mi sanıyorsunuz, fedâkârlığının sebebini düşünmediniz mi?

      Bırakın, onun hakkından ben gelirim: İşte sakalını çekince gördünüz, sakalı elimde kaldı ve altından Lücifer (şeytan) çıktı. Bilirsiniz ki, câsuslar da kıyâfetlerini ekseriyâ böyle değiştirirler. Bu, mezar beğenmeyen hortlağa ya yerini gösterin, yahut bırakın; Haç’ın da çarmıha gereyim onu.

      Tehlikeyi sezer de kendiliğinden gitmeye kalkarsa çıkarken ceplerini yoklamayı unutmayınız. Muhakkak bir şeyinizi çalmıştır.

      ARİF NİHAT ASYA

    473. ADEM ALEYHİSSELAM’IN YARATILIŞI . ( Adem Aleyhisselam’ın Topragı )

      Veheb bin Münebbih Hazretleri buyurdular ; Allahü Teala Hazretleri , Adem Aleyhisselam’ı yaratmayı murat ettiği zaman, yeryüzüne vahyetti yani yeryüzüne anlattı ve ona ilham etti.

      ‘’ Ben senden halife kılacagım, onlardan kim bana itaat ederse onu Cennetime koyarım ve onlardan kim bana asi olursa onu da Cehenneme koyarım.’’ Dedi. Yeryüzü ( Toprak ) ;

      ‘’ Benden bir varlık yaratacaksın da o da Cehennemlikmi olacak?’’ diye sordu : Allahü Teala Hazretleri:

      ‘’ Evet ‘’ dedi. Yeryüzü ( arz ) ağlamaya başladı. Topragın ağlamasından, kendisinden kıyamete kadar akacak olan pınarlar fışkırdı. Allahü Teala Hazretleri, yeryüzünün dört zaviyesinden toprağın siyahından,beyazından,kırmızısından,güzelinden ve ovasından kendisine bir avuç toprak getirmesi için, Cebrail Aleyhisselam’ı yeryüzüne gönderdi. Cebrail Aleyhisselam,yeryüzünden toprak almak için geldiğinde, toprak şöyle yalvardı :

      ‘’ Benden toprak alman için gönderen Allah’ın aşkına, benden bir şey alma,’’ diye yakardı.Çünkü Sultana yaklaşmakta birçok menfeatler olduğu gibi, büyük bir tehlıke de vardır.

      Cebrail Aleyhisselam,ondan bir şey almadan mekanına geri döndü.

      ‘’ Yeryüzü senin büyük adına yemin ederek bana yalvardı.Bunun üzerine ondan birşeyı almayı kerih ( çirkin ve kötü ) gödüm.

      Allahü Teala Hazretleri, Mikail Aleyhisselam’ı gönderdi. Mikail Aleyhisselam , yeryüzüne indi.Yeryüzü, Cebrail Aleyhisselam’a dediğinin aynısını söyledi. Mikail Aleyhisselam,bir şey almadan geri döndü ve Cebrail Aleyhisselam’ın söylediğinin aynısını söyledi.

      Allahü Teala Hazretleri, İsrafil Aleyhisselam’ı gönderdi. İsrafil Aleyhisselam da bir şey almadan döndü, Cebrail Aleyhisselam’ın dediği gibi mazeret beyan etti.

      Allahü Teala Hazretleri, ölüm melegi ( Azrail Aleyhisselamı ) gönderdi. Azrail Aleyhisselam, yeryüzüne geldiğinde, arz (yeryüzü ) ona:

      ‘’ Seni gönderen Allah’ın izzet ( ve üstünlüğüne ) sığınırım. Bugün benden alacagın bir avuç toprak yarın Cehennemde olacak ‘’ dedi, Azrail Aleyhisselam:

      ‘’ Bende o yüce ve aziz olan Allah’ın bie emrine asi olmaktan ona sığınırım,’’ dedi. Azrail Aleyhisselam, yeryüzünün dört köşesinde ( açı ve boyutunda ) kırk zira kadar bir avuç toprak kapıp aldı. Bundan dolayı topraktan yaratılan insan oglu, yeryüzünün değişik renklerinden dolayı değişik renk ve vasıflarda dünyaya gelmektedirler. Onlardan kimi beyaz,siyah,kırmızı, yumuşak ve serttir. Bütün zürriyet bu avuç topraktan oldu. İnsanın bedeninin aslı bu topraktır. İnsan vefat ettiği zaman, topragın alındığı yere defnedilir. Azrail Aleyhisselam bu toprağı aldıktan sonra göğe yükselir. Allahü Teala Hazretleri, Azrail Aleyhisselam’a sordu :

      ‘’ Yeryüzü sana yalvardığında ona rahmet edip acımadın mı ?’’ dedi. Azrail Aleyhisselam :

      ‘’ Ya Rabbi ! Senin emrinmi üstün, yeryüzünün yalvarması mı ? ‘’ dedi. Allahü Teala Hazretleri buyurdular:

      ‘’ Sen onun enladının ruhlarını kabzetmeye ( almaya ) elverişlisin.’’ Buyurdu.

      Ravzatül-ulema’da buyuruldu : Yeryüzü Allahü Teala Hazretleri’ne şikayette bulundu:

      ‘’ Ya Rabbi ! ( İnsanın yaratılması için benden alınan toprak ile ) ben eksiliyorum.’’ Dedi. Allahü Teala Hazretleri:

      ‘’ ( Senden alınan toprağın ) en iyi ve en güzel kokar bir şekilde elbette sana geri iade edeceğim.’’ Buyurdu. Onun için cenazelere misk ve güzel kokular sürülmektedir.

      Adem Aleyhisselam nerede yaratıldı ?

      Allahü Teala Hazretleri, Azrail Aleyhisselam’a emretti. Adem Aleyhisselam için yeryüzünden alınan topragı,Mekke ile Taif arasında bulunan Nu’man vadisine koydu. Bu topragın yarısını Cennette ve diğer yarısını ateşe koyduktan sonra onu orada Allahü Teala Hazretlerinin dilediği zamana kadar terk etti. Sonra onu çıkarttı.Sonra üzerine ‘’ Kerem ‘’ yağmurunu yağdırdı. Onu yapışkan bir çamur haline getirdi. Allahü Teala Hazretleri, o topraktan Adem Aleyhisselama suret ve şekil verdi.

      Adem Aleyhisselamın yaratılışında yaratıldığı yer hakkında ihtilaf ettiler. Bazı alimler tarafından denildi ki: Adem Aleyhisselam,gökte yaratıldı,Bazıları dünya cennetlerinden bir cennette yaratıldı.Nil’in ve diğer nehirlerin kendisine aktığı cennetler gibi.Müfessirlerin coguna göre, Adem Aleyhisselama ‘’ Adn cennet’’inde yaratıldığı ve oradan çıkarıldıgı görüşündedir.

      Adem Aleyhisselamın yaratılışı

      Hadis-i kudsi’de buyuruldu : ‘’ Ben Adem’in topragını kırk sabah ( yed-i ) kudretimle yoğurdum.’’

      Yani kırk gün, ( o alemin her günü ) dünya seneleriyle tam bin sene kadar uzun bir zaman dilimidir. Sonra Allah onu kırk yıl terk etti yani olduğu gibi bıraktı. Ta kuruyasıya kadar. Adem Aleyhisselam’ın çamuru ‘’ salsal ‘’ ( kuru balçık ) haline geldi. Salsal, kurumuş bir çamurdur.Gayet kuruduğu için ‘’ fehhar ‘’ yani balçıktan yapılan çanak,çömlek, testi ve bardak gibi ses veriyordu. Sonra Allahü Teala Hazretleri onun üzerine tam otuz dokuz (39) yıl ‘’ hüzün ‘’ üzüntü yagmurunu yağdırdı. Sonra onun üzerine bir sene de ‘’ sürur ‘’ yani sevinç yağmurunu yagdırdı. Bundan dolayı insan olgunun düşünce ve üzüntüleri çok olur. Lakin ekıbeti sevinçle biter.

      Melekler, Adem Aleyhisselamın ( daha kuru çamur halinde olan cesedine ) uğrayıp geçiyorlardı. Adem Aleyhisselam’ın suret ve şeklinin güzelliğine ve boyunun uzunluğuna taaccubla bakıp hayran kalıyorlardı. Çünkü uzunluğu beşyüz zira idi. Amma hangi zira ile beşyüz zira olduğunu ancak Allah bilir. Adem Aleyhisselam’ın başı göklere degiyordu. Melekler daha önce ona benzeyen bir suret görmemişlerdi.

      İblis ona uğradı, Adem Aleyhisselam’ı gördü. Ona, niçin hangi iş için yaratıldın dedi.İblis eliyle Adem Aleyhisselam’ın salsal halindeki cesedine vurdu. ( Çıkardığı sesten ) içinin boş olduğunu anladı. İçine girip öbür tarafından cıktı. İblis beraberindeki meleklere: Bu boş olarak yaratılmış ! Bir yerde sabit kalamaz ve dayanılmaz, dedi. Sonra meleklere :

      ‘’ Siz bunun sizden daha faziletli olduğunu mu sanıyorsunuz? Siz ne yapıyorsunuz? ‘’ dedi. Melekler :

      ‘’ Biz Rabbimize itaat ediyoruz,’’ dediler. Şeytan kendi kendi-ne şöyle söylendi: Eğer bu benden faziletli yaratılırsa vallahi ben ona itaat etmem.Eger ben ondan üstün olursam elbette onu helak edecegim.’’ Akıbeti söyledigi gibi oldu. Tükrüğünü azgında topladı ve sonra tükrüğünü Adem Aleyhisselam’ın salsal halindeki cesedine fırlattı. Melun şeytanın tükrüğü, Adem Aleyhisselam’ın göbeginin olduğu yere düştü. Allahü Teala Hazretleri, Cebrail Aleyhisselam’a, Adem Aleyhisselam’ın karnından şeytanın tükrüğünü oyup çıkarmasını emretti. Cebrail Aleyhisselam’ın oymasıyla Adem Aleyhisselam’ın karnı kazılmış oldu.

      Köpeğin yaratılışı

      Cebrail Aleyhisselam’ın oyup çıkardığı Adem Aleyhisselam’ın göbeginden köpek yaratıldı.Köpekte üç izellik vardır.

      1.Köpek Adem Aleyhisselam’ın çamurundan yaratıldığı için, insan olguna ünsiyet ve yakınlık etmektedir.

      2.Gecelerin çoğunu uykusuz geçirir, Cebrail Aleyhisselam onun çamuruna dokunduğu için.

      3. İnsan ve başkasını ısırır.Kendisine eziyet edildiği halde köpek sahibine ihanet etmez. İblisin tükrüğünün eser ve izi olarak.

      Adem Aleyhisselam’a ruh verilme zamanı

      Adem Aleyhisselam, Cuma günü ikindiden sonra yaratıldı.Yeryüzünden alınan topraktan yaratıldığı için kendisine ‘’ Adem ‘ adı verildi. Çünkü Adem Aleyhisselam, topragın her çeşidinden yaratıldı. Allahü Teala Hazretleri, Adem Aleyhisselam’a ruh üflemek istediği zaman, ruh’a Adem Aleyhisselam’ın içine girmesini emretti. Ruh:

      ‘’ Ya Rabbi ! Çok derin,uzak ve karanlık bir yerdir.’’ Dedi. Allahü Teala Hazretleri, ikinci kere emredince yine:

      ‘’ Ya Rabbi ! Çok derin,uzak ve karanlık bir yerdir.’’ Dedi. Üçüncü kere emredince yine:

      ‘’ Ya Rabbi ! Çok derin,uzak ve karanlık bir yerdir.’’ Dedi. Allahü Teala Hazretleri:

      ‘’ Ey ruh! Kerhen yani istemeyerek de olsa gir: kerhen de yani istemiyerek de çık. Bundan dolayı ruh bedenden ancak ( kerhen ) istemeyerek çıkar. Ruh, Adem Aleyhisselam’ın içine girdiğinde, Adem Aleyhisselam’ın başına,alnına,kulaklarına ve dillerine girmeye başladı. Sonra ruh, bütün cesedine sirayet etti. Hatta ruh ayaklarına indi. Ruh, çıkış yeri bulamadı. Burnuna geldi. Burnuna gelince aksırmaya başladı. Aksırdığı zaman, Rabbi ona:

      Elhamdülillahirabbilalemin ‘’ Hamd alemrin Rabbine mahsustur.’’ Dedi. Adem Aleyhisselam,’’ Elhamdülillahirabbilalemin ‘’ deyince, Allahü Teala Hazretleri, ona’’ Yerhamkellah ‘’ Allah sana rahmet etsin dedi. Allahü Teala Hazretleri : ‘’ Ey Adem seni bunun için yarattım’’ buyurdu. Ruh dizlerine kadar indiğinde, Adem Aleyhisselam, sıçrayarak ayağa kalkmak istedi.Ayağa kalkamadı.Buna gücü yetmedi. Ruh ayaklarına ulaşınca, ayağa kalktı. Allahü Teala Hazretleri, ‘’Ve kanel insane acüle’’ insan pek acelecidir, Huligal insane min acel ‘’ insan aceleci olarak yaratılmıştır’’ buyurdu.Böylece Adem Aleyhisselam, et,kan,kemik,sinir ve barsakları ( iç organları olan ) bir beşer ( insan )haline geldi. Sonra Allahü Teala Hazretleri ona , tırnaktan elbise giydirdi. Cesedi her gün, ziyadeleşmeye başladı.Hızla gelişti. Cesedinde dokuz kapı vardı. Başında iki kulak açıldı. Onlar ile işitmeye başladı. İki göz açıldı. Gözler ile görmeye başladı.İki burun deliği açıldı. Burun delikleriyle her tğrlü koku ve nefes aldı.Bir ağız açıldı.Ağzın içinde dili olup onunla konuşmaya başladı.Kendisine damak verildi.Damak ile her şeyin tadını buldu.İki kapı da cesedine açıldı. Onlar ön ve arkasıdır. Bunlardan da yediklerinin ve içtiklerinin ağırlıkları çıkmaktadır.

      Allahü Teala Hazretleri, Adem Aleyhisselam’ın: aklını dimağına,iştahını böbreklerine,Gadabını karaciğerine,şeceatini ( cesaretini ) kalbine, rağbetini ( bir şeye yönelmesini ) akciğerine, gülmesini dalağına, sevinç ve üzüntüsünü yüzüne koydu. Adem Aleyhisselam’ı, kemikle işitir,yağ ile görür, et ile konuşur ve kan ile bilir hale getiren Allahü Teala Hazretleri gerçekten noksan sıfatlardan münezzehtir. Adem Aleyhisselam, tam tesviye edilince, her şeyi kendisine verilince ona kendi ruhundan üfledi.

      Kaynak : Ruhu’ul Beyan Tercümesi – cilt – 1 – sayfa – 368-373

    474. İmam-ı Birgivi Hazretlerinin Vasiyeti
      « : Mart 23, 2007, 01:13:43 am »
      Bu mesajı alıntı ile cevaplaAlıntı

      Kardeşlerime, evlâdıma ve âhiret yolcularına vasiyetimdir ki, Allah-ü Teâlâ’nın emrettiği şeyleri yapınız. Kâzâya kalmış namazlarınızı kılınız, kalmış zekâtlarınızı veriniz. Oruçlarınızı tutunuz. Üzerinize farz oluyorsa hac yapınız. Her müslümanın öğrenmesi farz-ı ayn olan ilmihâl bilgilerini öğreniniz. Âlimlerin sohbetine devam ediniz. Güvenilir ve sağlam âlimlerin fetvasıyla amel ediniz. Tegannî dinlemeyiniz. Allah-ü Teâlâ’nın ismi anıldığı zaman “Teâlâ ve Tebâreke” veya “Azze ve Celle”, “Cellecelâlüh” diyerek tâzim ediniz. Resûlullah’ın ve diğer Peygamberlerin isimleri anıldığı zaman salevât getiriniz. Yazarken de bunları açık yazınız. Diğer âlimler ve meşayıh anıldığı zaman, (rahmetullahi aleyh) deyiniz. Hocanıza da hürmet gösteriniz. Yol göstermek hâriç, hocanın önünden yürümeyiniz. Ondan önce söze başlamayınız ve yanında çok konuşmayınız. Hizmetini severek yapınız. Her yerde hocanın rızâsını gözetiniz, îtirâz etmeyiniz, dövse veya bağırsa nasîhat bilip, incinmeyiniz. Hocanızın yakınlarına da hürmet gösteriniz.

      Akrabayı ziyâret etmeli, sıla-i rahmi, akraba ziyaretini terketmemeli. Anne ve babanın haklarını gözetmeli, onlara karşı yüksek sesle konuşmamalı ve kızgın bakmamalı, günah olmayan emirlerini yapmalıdır. Dövmesine ve bağırmasına sabretmelidir. Karşılık vermemelidir. Komşuların haklarını da gözetmeli, kokulu bir yemek pişirince, bir mikdârını komşulara vermelidir. Mümkün olduğu kadar komşuların ihtiyacını görmeli ve zarara uğrarlarsa yardım etmeli ve iyilik gelirse sevinmelidir. Diğer din kardeşlerini de sevmelidir. Kusurlarını mümkün mertebe affetmelidir.

      Müdâhene (yağcılık) etmemeli, dünyalık ele geçirmek için dîni vermemeli. Gerekirse müdârâ etmeli, dîni ve dünyâyı korumak için dünyalık vermeli idare etmelidir. Müdâra zararı gidermek için olur. Çok gülmekten, faydasız konuşmaktan sakınmalıdır. Alış verişte dînin emirlerine uymalı ve cemâate devam etmelidir. Bid’atlerden sakınmalı. Misvak kullanmaya devam etmeli.

      Duâya, Allah-ü Teâlâ’ya hamd ve senâ ile ve Resulüne salât ve selâm ile başlamalıdır. Dua ederken bütün müminlere dua etmeli, anneyi, babayı ve iyilik gördüğü kimseleri de dualarında anmalıdır. Yalvararak ve gizli dua etmelidir. Yalnız iken Allahü teâlâya yalvararak duâ etmeli, âcizliğini ve günâhlarını düşünerek ağlamalıdır. Allah-ü teâlâdan istikâmet, af, afiyet, rızâsına uygun muvaffakiyet istemelidir, îmânın gitmesinden korkup, dâima hüsn-i hatime (son nefeste îmân ile gitmeyi) istemeli, İslâm nîmetine her zaman şükretmelidir. Çoluk-çocuğuna ilmihâlini (lâzım olan din bilgilerini) öğretip, İslâmiyete uymayan şeylerden korumalı ve sakındırmalıdır. Çocukları yedi yaşında namaza başlatmalı, on yaşına girdiklerinde namaz kılmazlarsa zorlayarak kıldırmalıdır. Dâima istiğfar etmelidir.

    475. İmanı olmayanın hayrı

      Cüneyd-i Bağdadî (k.s.) bir kış gününde bir mecûsînin kuşlara yem dağıttığını görür ve aralarında şöyle bir konuşma geçer:

      – Sen hayır yapıyorum diye kendini boşuna aldatıyorsun. Allah evvelâ îmanı farz kılmış, geri kalan hayır-hasenatı ondan sonra emretmiştir. İman etmedikçe senin bu yaptığın iyilik Allah indinde makbule geçmez
      – Ben de biliyorum kabul olunmıyacağını. Fakat Allah bu yaptığımı görmez, bilmez mi? dedi.
      – Elbette görür ve bilir.
      – Öyleyse o da bana yeter, der ve bildiğine devam eder.

      Aradan zaman geçer. Cüneyd-i Bağdadî Hazretler bir hac mevsiminde Mescid-i Haram’ı tavaf ederken bir adamın ellerini açmış Allaha yalvarmakta olduğunu, hatta gözlerinden sel gibi yaşlar akıttığını görür. İyice dikkat eder, o zatın karlı bir havada kuşlara yem veren mecûsî olduğunu anlar. Tavaftan sonra yanına yaklaşıp hemen kollarından yakalar. Mecûsîde onu tanır ve şçyle der:
      – İşte Allah gördü ve bildi, deyip kelime-i şehadet getirip ruhunu oracıkta teslim eder.

      O anda Cüneyd-i Bağdadî (k.s.) Allah tarafından şöyle hitap olunur:
      – Ya Cüneyd! Sen Beytimi arzu ederek geldin ona kavuştun. O ise beni arzu ederek geldi bana kavuştu.

      Bir mecûsînin bile mubarek bir ayda Allah rızası için hayırda bulunması nelere vesile oluyor ….
      Allah cümlemizin sonunu hayreyleye!..

    476. TEVAZU

      Ahmed Rufai Hazretleri, bir gün talebelerine:
      – İçinizde kim bende bir ayıp görüyorsa bildirsin, dedi.
      Müritlerinden biri:
      – Efendim, sizde büyük bir ayıp var, diye cevap verdi.
      Ayıbını talebesine soracak kadar kendini aşmış bu mütavazi insan hiç kızmadı, talebesi böyle söylüyor diye üzülmedi, belki sadece ayıbından kurtulabilmek ümidiyle sordu:
      – Söyle dedi, kardeşim, o ayıbım nedir?
      Talebe gözleri dolu dolu:
      – Bizim gibilerin size talebe olması, dedi.
      Bu söz gönüllere çok tesir etmiş, sohbette bulunan herkes ağlamaya başlamıştı. Ahmed Rufai Hazretleri de ağlıyordu. Bir ara sadece;
      – Ben sizin hizmetçinizim, ben hepinizden aşağıyım diyebildi.

      Evet, keşke insanlar tabi olanlara bakıp, tabi olanlarda, tabi olunanı aramasalardı… Zira hem dün, hem bu gün o altın halkayı temsil eden büyüklerin etrafındaki insanlar, ne denli nezih olurlarsa olsunlar, onları gösterebilmekte çok acizdirler. Bugün dahi, bir büyük gönül erinin yanına gelip giden insanlar; idareciler, gazeteciler, din adamları, “Talebelerinin ufku hocalarının çok gerisinde.” demektedirler. Zaten, o cevher farkıdır ki, sair madenleri kirlerinden arındırır.

    477. TEFECİLİKTEN TEVBEKÂRLIĞA….

      Hasan-ı Basrî (k.s.) hazretlerinin talebelerinden Habîb-i Acemî (k.s.) hazretleri, önceleri çok zengin birisi idi. Tefecilik yapar, faizle para verirdi. Bir gün evinde, tam yemek yiyeceği sırada kapıya bir dilenci geldi ve ‘Allah rızâsı için bir sadaka’ dedi. Habîb, onun yüzüne kapıyı kapattı, o fakiri mahzun bir halde geri çevirdi. Sofraya döndüğünde kabın içindeki yemeğin kana döndüğünü gördü! Bu hâdise karşısında dehşete düştü! Kendisini bir korku sardı! Yerinde duramaz hâle geldi!..

      Bir cuma günü, Hasan-ı Basrî hazretlerinin evinin yolunu tuttu. Yolda giderken, oyun oynayan çocuklar, Habîb-i Acemî’yi görünce, aralarında;

      ‘ Kaçın, kaçın! Tefeci Habîb geliyor! Ayağından kalkan toz, bize de gelir ve biz de onun gibi bedbaht oluruz, diyerek kaçıştılar.

      Çocukların bu sözleri, ona çok ağır geldi.

      Hasan-ı Basrî hazretlerinin meclisine varıp elini öptü. Huzurunda tevbekâr oldu. O da Habîb’i talebeliğe kabul etti.

      Oradan ayrılıp evine dönerken, kendisine borcu olanlar onu görünce, alacaklarını talep eder korkusu ile kaçışmak istediler. Habîb-i Acemî bu vaziyeti anlayınca,

      ‘ Kaçmayın, bugün asıl benim sizden kaçmam lâzım, dedi. Ve kimden ne alacağı varsa, hepsini bağışladığını îlan etti.

      Çocukların yanından geçerken, çocuklar bu sefer birbirlerine,

      ‘ Kaçın, kaçın! Tevbekâr Habîb geliyor. Üzerine bizden toz bulaşmasın. Bulaşırsa, bizler Allâh’a âsî olmuş oluruz… diyerek kaçıştılar. Habîb, bu sözleri duyunca çok duygulandı. Yüreği sızlayarak, ‘Yâ Rabbbî! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun ki, bir tevbemle ismimi kötüler arasından çıkarıp iyiler arasına kaydeyledin’ diyerek Allâh’a iltica etti.

    478. TERZİNİN TÖVBESİ

      Bir terzi Allah dostlarından birine sorar:
      -Peygamberimizin, “Allahü teâlâ, günahkâr kulunun tövbesini, canı gargaraya gelmeden kabul eder” hadis-i şerifi hakkında ne buyurursunuz?
      Cevap vermeden o kimseye sorar mubarek zat.
      – Mesleğin nedir?
      -Terziyim, elbise dikerim.
      -Terzilikte en kolay şey nedir?
      -Makası tutup, kumaş kesmektir.
      -Kaç senedir, bu işi yaparsın?
      -Otuz senedir.
      -Canın gargaraya geldiği zaman kumaş kesebilir misin?
      -Hayır, kesemem!
      -Bir müddet zahmet çekip, öğrendiğin ve otuz sene kolaylıkla yaptığın bir işi, o zaman yapamazsan, ömründe hiç yapmadığın tövbeyi o zaman nasıl yapabilirsin? Bugün gücün yerinde iken tövbe et! O zaman belki yapamazsın, buyurdu.

      … ve tövbe…

    479. Hızır Geliyor

      Hoca, medresede ders verirken talebenin biri bazen ayağa kalkar. Hoca sebebini sorar. Talebe:
      – Efendim Hızır geliyor da ondan.
      Hoca:
      – Ben niçin göremem?
      Talebe :
      – Sorayım efendim, deyip tekrar geldiğinde sorar.
      Hızır Aleyhisselam’ın:
      – Hocan süsü ile çok uğraşıyor. Medreseye gelirken ayna önünde, cübbe sarık şöyle mi yakıştı, böyle mi yakıştı, diye fazlameşgul oluyor. bu gibi haller manevi terakkiye manidir, buyurduğunu hocaya bildirdiği günden itibaren, ayna karşısına geçmeyi terkedip, süslenmekten uzak kalan hoca efendinin, sarığı eskiyip sallanmaya başaldığından “Saçaklı Hoca” ismi verilmiştir. (Rahmetullahi Aleyh)

      Terakk-i maneviye mani olan zinetten uzak kalmalı.

    480. Papaz ve Hz.Ali (r.a.)

      Hz. Ali r.a. ordusu ile harbe gitmekteyken uğradığı son bir kaç konak yerinde su bulamaz. Sonunda bir kilise görür ve o yana yönelirler. Kiliseye varır su isterler. Kilisedekiler:
      -10 mil uzakta su var.
      Hz. Ali r.a.
      – Oraya gitmeye gerek yok şurayı kazın.
      İşaret edilen yer kazılır. Büyük bir taş ortaya çıkar. Uğraşırlar uğraşırlar değil taşı kaldırmak oynatamazlar bile.
      Hazret-i Ali r.a. gelir. Mübârek parmaklarını taşın altına sokarlar, sanki bire tüy misali kalkar. Taşın kalkmasıyla beraber saf, tatlı ve soğuk bir su fışkırır. Sevinç ve şükürle sular içilir, kaplar dolar
      Kilisenin Papazı diğer kilisedekiler uzaktan onları seyretmektedirler, durumu görünce, Sevinç içinde Hz. Ali’nin huzûruna gelir ve sorarlar::
      -Peygambermisiniz?. Yoksa…
      -Hayır ben peygamber değilim, ama son peygamberin dâmâdı ve halifesiyim!
      Papaz hemen kelime-i şehâdet getirerek Müslüman olup şöyle der:
      -Ey mü’minlerin emiri! Bu kiliseyi, bu taşı kaldıran zâtı bekleyip görmek için yapmışlardır. Kitaplarımızda yazar, büyüklerimiz anlatırdı; burada bir kuyu vardır. Üzerindeki taşı peygamber veya onun Halifesi kaldırabilir. Bu taşı sizin kaldırdığınızı görünce, yıllardır beklediğim arzuya kavuştuk.
      Hazret-ü Ali buyurdu ki:
      -Allahü teâlâya hamd olsun!

      Ve râhib orduya katılıp, şehit olmak saâdetine kavuşur..

    481. Boşa Yorulmuş

      Râbia-tül Adeviyye, bir gece, evinde geç vakitlere kadar namaz kılarken hasırın üzerinde uyuya kaldı. Bu arada evine bir hırsız girdi. Her tarafı aradı, çalacak bir şey bulamadı.
      Giderken;
      “Girmişken boş çıkmayayım” diyerek, Râbia hazretlerinin dışarıda giydiği örtüsünü aldı. Evden çıkarken yolunu şaşırdı, kapıyı bulamadı. Geri dönüp örtüyü aldığı yere bıraktı. Bu sefer rahatlıkla kapıyı buldu. Kapıyı bulunca tekrar geri dönüp, örtüyü aldı. Fakat yine kapıyı bulamadı. Bu hâl yedi defa tekrarlandı.
      Yedinci defâ tekrar örtüyü eline alınca şöyle bir ses duydu:
      “Ey kişi kendini yorma. O yıllardır kendini bize ısmarladı. Şeytanın ona yaklaşma gücü yok iken, hırsızın onun örtüsüne yaklaşması mümkün müdür? Git, yorulma, boşuna uğraşma. O uyuyorsa da dostu uyanıktır ve onu korumaktadır.”

      Bu hâdiseden korkup dışarı fırlayan hırsız, tövbe edip bu kötü huyundan vazgeçti.

    482. ALLAH NASIL MİSAFİR EDİLİR?

      Musa Aleyhisselâmın ümmeti:

      – Ya Musa! Rabbimizi yemeğe davet ediyoruz. Buyursun bir gün misafirimiz olsun. Nemiz varsa ikram etmeye hazırız, dediklerinde Musa Aleyhisselâm, onları azarladı. «Nasıl olur, Allah (haşa) yemekten, içmekten ve mekândan münezzehtir» diyerek bir daha böyle bir şeyi akıllarından bile geçirmemelerini tenbihledi. Fakat Musa Kelîmullah Turu Sina’ya çıkıp, bazı münasaatta bulunmak istediğinde, Allah tarafından şöyle nida olundu:

      – «Ya Musa neden kullarımın davetini bana getirip söylemiyorsun?»

      Musa Aleyhisselâm: «Ya Rabbi, böyle daveti size gelip söylemekten haya ederim. Nasıl olur, Zatı Ulûhiyetiniz onların söylediklerinden beridir» dedi.

      Allah (c.c.): «Söyle kullarıma, onların davetine Cuma akşamı geleceğim» buyurdu.

      Musa Aleyhisselâm gelip kavmini durumdan haberdar etti, hazırlığa başlandı, koyunlar, sığırlar kesildi. Mümkün olduğu kadar mükellef bir yemek sofrası hazırlandı. Çünkü misafir gelecek olan ne bir vali, ne bir padişah, ne bir başka yaratıktı. Kâinatın yaratıcısı misafir olarak gelecekti. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra, akşam üstü uzak yollardan geldiği belli; yorgun argın, üstü-başı birbirine karışmış bir ihtiyar gelip: «Ya Musa! Uzak yollardan geldim, acım, bana bir miktar yemek verin de karnımı doyurayım» dedi. Hz. Musa:

      – Acele etme, hele şu testiyi al da biraz su getir bakalım. Senin de bir katkın bulunsun. Biraz sonra Allah (c.c.) gelecek, dedi.

      Tabii adam daha fazla diretmeden çekip gitti. Yatsı vakti oldu, beklenen misafir halâ gelmedi. Sabah oluncaya kadar beklediler, halâ gelen giden yoktu. Neyse ümidi kestiler. Hz. Musa taaccüp içinde idi.

      İkinci gün Hz. Musa Tur’a gidip:

      – Ya Rabbi, mahcup oldum, ümmetim: «Ya Sen bizi kandırdın, ya Allah sözünde durmadı» diyorlar dediğinde, şöyle hitap olundu:

      – Geldim ya Musa, geldim. Açım dedim, beni suya gönderdin, bir lokma ekmek bile vermedin. Beni ne sen, ne kavmin ağırladı.» Bunun üzerine Hazreti Musa Kelîmullah:

      – Ya Rabbi bir ihtiyar geldi sadece, o da bir kuldu, Allah değildi. Bu nasıl olur? dediğinde Cenabı Allah:

      – «İşte ben o kulum ile beraberdim. Onu doyursa idiniz, beni doyurmuş olacaktınız. Çünkü ben ne semalara, ne yerlere sığarım, ben ancak aciz bir kulumun kalbine sığarım. Ben o kulumla beraber gelmiştim. Onu aç olarak geri göndermekle, beni geri göndermiş oldunuz» buyurdu.

      Demek ki, Allah için yapılan her şey, bizzat Allah’ın kendisine yapılmış gibi olmakta, Allah o kimseden razı olmaktadır.

    483. Duanın kabul edildiği bazı mekanlar

      Dua için, kabul edilmesinin umulduğu bazı mekânlar (yerler) vardır.

      a) Mescid-i Haram
      b) Mescid-i Nebevi
      c) Mescid-i Aksa

      Mesela:
      1- Kâbe görüldügü ân,

      2- Üç büyük mescid görüldüğü ân,

      3-En’am suresinin 124 cü ayetinde bulunan iki lafzatullah arasında durulup dua edildiği zaman.

      4-Tavafta yapılan dua

      5- Mültezemde ( Kâbenin kapısında) yapılan dua

      6- Zemzem kuyusunun yanında

      7-Zemzem suyunu içerken

      8- Safâ ve Merve tepeleri üzerinde

      9- Safâ ile Merve arasında sa’y yaparken

      10- Makamı İbrahimin arkasında

      11- Arafatta

      12- Müzdelifede

      13- Minada

      14- Üç cemerâtta; Haccda üç yerde şeytana taş attıktan sonra

      15- Peygamberler (a.s.) Hazretlerinin kabirlerinin yanında okunan dualar makbuldür.

      16- Salihlerin kabirlerinin yanında okunan dualar.
      Ehlince bilinen şartlara riayet edildiği zaman, Salihlerin ( Evliyanın) kabirleri yanında yapılan duaların kabul olduğu tecrübeyle sabittir.

    484. Anne Babaya ihsan…Ana Babaya iyilik…
      Ana ve babaya ihsan etmek farzdır. Âyet-i Celîle’de: “Allah’a kulluk edin. O’na hiç bir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya da ihsanda bulunun…” (S. Nisa 36) buyurulmuştur.
      konuyla ilgili Hadis-i şerifler..
      *Allahü Teâlâ’nın rızâsı, baba ve ananın rızâsındadır. Allahü Teâlâ’nın gazabı da ana babanın gazabındadır.
      *Baba ve ananın rızâsını kazanan dünya ve âhiret iyiliğini kendisi için bir araya getirmiştir.
      *Üveys-i Karânî Rh.A.’in ulaştığı bütün derecelere, anasına iyilik ve hizmet etmesi sebeptir. Eğer Allahü Teâlâ’ya yemin etmiş olsa, Hak Teâlâ, yemin ettiği şeyde onu doğru çıkarırdı. Yâ Ömer! Ona rastlarsan, Hak Teâlâ’nın mağfiret etmesi için sana duâ etsin!
      *Size vasiyet ederim: ana-babaya iyilik ömrü uzatır. Canım yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, ömründen üç sene kalan bir kul, ana-babasına ihsan ederse, üç seneyi Allahü Teâlâ otuz sene yapar. Eğer kötülük ederse, üç seneyi üç güne indirir. Ehil ve akrabâsına iyilik etmek ömrü artırır. Kötülük etmek de ömrü kısaltır. Ve rızkı daraltır Allahü Teâlâ’yı gazaplandırır.”
      *Ümmetimden üç sınıf insana Cehennem ateşi dokunmaz:
      1. Erine itâat edip onu memnun eden kadın,
      2. Ana babasına iyilik eden evlât,
      3. Allahü Teâlâ’nın kullarına merhametli olan insan.
      *İki günâh var ki, kişi bunların cezâsını dünyada görmeden ölmez: Biri, zulüm; diğeri, baba ve anasına eziyet etmektir.
      Başka günâhlar affedilebilir, yahut cezâsı âhirete tehir edilir. Lâkin bu iki günâhın cezâsı dünyadayken başlar. Dikkat etmeli…
      İmam-ı Gazâlî Rh.A. evlâdın ana babaya karşı olan edeplerini sıralamış:
      Sözlerini dinler,
      Özürsüz önlerinden yürümez,
      Günâh olmayan emirlerini yerine getirir,
      Ayağa kalkarlarsa o da kalkar.
      Yanlarında sesini yükseltmez.
      Çağırdıklarında hemen hazır olur.
      Kendilerini râzı etmeye gayret eder.
      Hizmetlerinden dolayı öfke göstermez.
      Çatık kaşla yüzlerine bakmaz.
      Yanlarında ayaklarını uzatmadığı gibi bir tabaktan berâber meyve yeseler, ikramlı bulunup,
      dikkatli olur.
      Ağrı ve meşakkati olsa, müteessir olmasınlar diye mümkün mertebe onlara duyurmaz.
      Buna benzer bütün hallerde dikkatli bulunur.
      Resûlüllah S.A.V.’e ana ve babaya dünyada iyiliğin en azı sorulduğunda:
      “Onlara sâhip çıkıp iyi hizmet etmek için:
      1. Açsa doyurmak,
      2. İhtiyâcı varsa elbise almak,
      3. Hizmete muhtaç iseler, cana minnet bilip her ihtiyaçlarını görmek;
      4. Çağırdıklarında hemen huzurlarında hazır olmak, ihsan ve iyilikte bulunmak,
      5. Günâh olmayan emirlerini yerine getirmek,
      6. Kendileriyle tatlı ve yumuşak konuşmak,
      7. İsimleriyle çağırmamak,
      8. Önlerinden değil, arkalarından gitmek,
      9. Sevip beğendiklerini onlar için de sevmek,
      10.Duâ ederken onlara da duâ etmek,
      11.Çağırdıklarında nâfile namaz kılıyorsa çıkıp cevap vermektir.

      Bedenle Olan Hakları:
      1. Evlât, ana-babasına hizmet eder… Zîra İsrâ Sûresi 24. Âyet-i kerimede “İkisine de acıyarak tevâzû kanatlarını ser…” buyuruluyor. Karşılarında avcı eline düşmüş, kurtulmak ümidi olmayan, yaralı kuş gibi merhamet ve tevâzû kanatlarını ser…
      Allah dostlarından biri: “Kardeşim gece namaz kılıp ibâdetle meşgul olurdu. Ben de yaşlı vâlidemin ayağını ovar ve hizmetinde bulunurdum. Bu sebeple benim sevâbımın kazancı ondan üstündür, değişmek teklif etse kabul etmem” demiştir.
      2. Hürmette kusur etmekten sakınır. Böyle yapmazsa hizmetler heder olur; sevap kazanmaz.
      3. Günâh olmayan emirlerini yerine getirir.
      4. Hac, cihad ve ilim öğrenmek gibi nâfile ibâdetlere onların rızâsı olmadan gitmez.

      Biri: -Yâ Rasûlallah, gazâya gitmek istiyorum. dedi.
      Efendimiz:
      “-Anan-baban var mı?
      -Var.
      -Onların yanında ol, hizmetlerinde bulun, senin cihadın budur. Buyurdu.
      5. Günâh olan emirlerini yapmaz.
      6. Gördüğü vakit ayağa kalkıp yanlarına gider, onlardan izinsiz veya onlar oturmadan oturmaz.
      7. Zarûret olmadıkça önlerinde yürümez.
      8. Sert bakmaz. Güler yüz gösterir.
      H.Ş. : Ana-babaya sert bakan onlara iyilik etmemiştir.
      9. Çağırınca hemen huzurlarında hazır olur.
      10. Onları râzı etmeye gayret eder.
      Dille Olan Hakları:
      1. Evlât tevâzû ile tatlı ve yumuşak söyler. Allahü Teâlâ “İkisine de iyi ve yumuşak söz söyle!” buyurdu. (S. İsrâ 23) Öyle ki, zavallı ve zayıf kölenin, sert ve haşin efendisiyle konuşması gibi…
      2. Yanlarında sesini edep dışı yükseltmez.
      3. Çok konuşmaz, kaba ve dokunan söz söylemez.
      4. Onları isimleriyle çağırmaz.
      5. Sözlerini kesmez, söz arasına girmez.
      6. Bir şey istediklerinde reddetmez.
      7. Onlarla konuşurken emir şeklinde “Yap” “Yapma” gibi ifâdeler kullanmaz.
      8. Sert sesle seslenmez.
      9. Âyet-i Celîle’de buyurulduğu üzere: “Öf bile demez” (S.İsrâ 23)
      Hasan-ı Basrî Hz.: “Âlim biri, kâfir ana-babasına hizmet için kuyudan su çekerken bezginlik gösterip de “Öff” dese, ondan hâsıl olan kötü kokudan bütün amelleri yok olur” demiştir.
      Âyet-i Celîle ve Hadis-i şeriflerde bildirilen evlât üzerindeki ana-baba hakları kâfir olan ana-babanın Din-i İslâm’a uygun olan emirlerini yapmayı da emreder.
      10.Hizmetlerinde son derece titiz davranır, aslâ kaba karşılamaz.

      Kalple Olan Hakları:
      1. “İkisine de acıyarak tevâzû kanadını indir” (S. İsrâ 24) âyet-i celîlesinde beyan buyurulduğu üzere, evlât ana-babasına karşı dâimâ merhametli olur.
      2. Her zaman, her hususta yapmış oldukları ihsan ve iyilikleri unutmaz sevgilerini muhafaza eder. Bu hususta peygamberimiz S.A.V. “Kalpler kendilerine iyilik edeni sevmek üzere yaratılmıştır” buyurdu.
      3. Sevinçlerine iştirak eder.
      4. Üzüntülerine ortak olur, dertlerini paylaşır.
      5. Her hususta konuşmalarına tahammül gösterir.
      6. Cefâlı hareketleri ve sitemli davranışlarına katlanır.
      7. Her haklarını gözetir ve incitmekten korkar.
      8. Hiç bir zaman incitmeyi kalbinden geçirmez.
      9. Kendilerinden sıkıntı görse dahi, çok yaşamalarını arzû edip onlar sâyesinde dünya ve âhirette şerefli şeylere ulaşmayı elde etmek ister.
      10. Kendine duâ ederken onlara da duâ eder.

      Vefatlarından Sonraki Hakları:
      Sünnet üzere ehil kimse tarafından yıkanıp helâl parasından alınan kefende, sünnete dikkat etmek sûretiyle şer’î hüküm üzere defnetmekte erken davranır.
      Borcu varsa, hemen öder.
      Yüksek sesle, yaka paça yırtarak ağlayıp feryat etmez. Bu gibi hallerden başkalarını da men eder.
      Velisi olmak hasebiyle cenâze namazını kendisinin kıldırması evlâdır.
      İsrâ Sûresi 24’de: “Ey Rabb’im! Onlar beni küçükken terbiye edip yetiştirdikleri gibi, sen de onlara merhamet et” buyurulduğu üzere duâ eder.
      Sünnet-i seniye üzere kabir kazıp lâhit yapmakta dikkatli olur. Kaabil olursa kabre kendisi koyar, Bir zarûret olursa vârislerini râzı eder. Hasım olanların yakınına defnetmez. Mümkün oldukça iyi ve sâlih kimselerin arasına defnedip kötülerden uzak bulundurmaya çalışır. Zirâ kötü kişiye yakın olmak, sıkıntıya sebep olabilir.
      Mezar kazan ve sâir hizmetlerinde çalışanların ücretlerini kısmaz, onları memnun eder. Kabrin üzerini balık sırtı gibi yüksekçe yapar. Pişmiş tuğla kullanmaz, güneşte kurumuş tuğla veya tahta kullanır. Ev ve civârına değil, kabristana defneder. Sünnet olan budur.
      Kabri başında sadaka verir, duâ eder, borçlarını öder, vasiyetinin tamamını yerine getirir.
      Nâfile namaz ve oruçlarında, sevâbını onlara hediye etmek üzere niyetlenir.
      H.Ş.:Evlâdın ana-babaya yaptığı hayırların mükâfâtı hiç eksilmeden kendi defterine aynen yazılır.
      H.Ş.:Ana-babaya iyilik, ihsandandır. Namazlarınla berâber, onlar için de namaz kılasın; oruçlarınla berâber onlar için de oruç tutasın; zekât ve sadakanın yanında onlar için de sadaka veresin.

    485. Bu Yüz Çiğnemeye Değil Öpülmeye Layıktır

      Ebû Zerr Hazretleri anlatıyor:
      Bir gün Bilal-i Habeşi ile sohbet ederken, bir mesele hakkında anlaşamayarak işi münakaşaya döktük. Bilal Hazretlerine:
      Sen bundan ne anlarsın siyah kadının oğlu, diyerek hakaret ettim.
      Hazreti Bilal bunu Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerine söylemiş, Resulüllah beni huzuruna çağırdı. Hemen Efendimizin huzuruna koştum.
      Peygamberimiz bana:
      – Sen rengi siyah diye Bilal’i küçük görmüş ona hakaret etmişsin. Doğru mu?
      Ben çok maçup olmuştum, utancımdan hiç bir şey söyleyemedim. Resulüllah devamla:
      – Demek sende hala cahiliyyet devrinin adetlerinden eser var. Halbuki islamiyette insanın derisinin hiç bir ehemniyeti yok. İslamiyet ırk, renk, ve soy – sop farkını ortadan kaldırmıştır. Müslümanlıkta Allah’tan kim daha fazla korkarsa o öbüründen daha üstündür. Sen bu hali nasıl işledin? Buyurdular.
      Ben Resulüllah (s.a.s) efendimizin bu sözleri karşısında ziyadesiyle üzülmüş ve ne yapacağımı şaşırmıştım. Resulüllah’ın huzurundan ayrıldıktan sonra doğru Bilal-i Habeşi Hazretlerinin evine gidip başımı evin eşiğine koydum:
      – Ey Bilal, mübarek ayakların bu kaba başın üzerine basarak geçmedikçe kendimi affetmeyeceğim ve buradan ayrılmayacağım, dedim.
      Biraz sonra Hazreti Bilal içeriden çıktı, beni tutarak kaldırdı ve bana :
      – Ey kıymetli kardeşim ben seni affettim, Allah da affetsin. Bu yüz çiğnemeye değil öpülmeye layıktır dedi ve beni kucaklayarak içeri aldı.
      Ben Bilal Hazretlerinin bu hareketine çok sevinmiştim. Bilal’in iki gözlerinden öptüm. Sevincimden gözlerim yaşarmıştı.

    486. Cinlerin Babası Cânn’ın Yaratılışı Ve Kavmi
      Allahü Teâlâ Hazretleri, gök ve yeri yarattı. Melekleri ve cinleri de yarattı. Melekleri semâ’da iskân etti (yerleştirdi), cinleri de yeryüzüne yerleştirdi. Cinler, “Cânn”ın evlâdıdır. Cânn, cinlerin babasıdır. Âdem Aleyhisselâm, beşerin (insanlığın) babası olduğu gibi… Allahü Teâlâ Hazretleri, Cânnı ateşin dumansız alevinden yarattı. Semâ ile gök arası onundur. Yıldırımlar oradan iner. Orada oturduklarında nesilleri çoğaldı. Cânnın yaratılması, yerle gök arasında yaşaması, Adem Aleyhisselâm’dan altmış bin sene önceydi. Cann ve kavmi, bu âlemde, yedibin sene kadar uzun bir ömür sürdüler.
      Sonra onların arasında hased (kıskançlık), aşırılık ve zulümler başgösterdi. Fesat ve fitne çıkarttılar. Birbirlerini öldürdüler.
      Allahü Teâlâ Hazretleri, onların başına dünya semâsının meleklerini gönderdi. İblis’i onların başına “âmir” tayin etti. İblisin (şeytanın) adı (o zaman) Azâzil idi. iblis, cinlerin en bilgi­niydi. Yeryüzüne indirildiler. Melekler, cinleri hezimete uğratıp, onları yerden çıkarıp, deniz adalarına ve dağların yüksek tepe ve oyuklarına sürdüler. Arzda sakin oldular. Üzerlerindeki ibâdet emri hafif idi. Çünkü meleklerden sınıfın her biri göklere yükselirdi. Korkulan şiddetli olurdu. Dünya semâsının melekle­rinin işleri bir üsttekilerine nazaran kolay olurdu. Allahü Teâlâ Hazretleri İblise yeryüzünün mülkünü (saltanatını) ve cennetin hazinelerini verdi. İblisin yeşil zümrüdden iki kanadı vardı. Bazen yerde Allah’a ibâdet ederdi, bazen gökte ve bazen de cennette ibâdet ederdi…
      Zamanla içine “ucub” girdi. Kendi kendini beğenme kaprisine kapıldı. Kendi kendine şöyle düşündü.
      -”Allahü Teâlâ Hazretleri, bu maddî ve manevî saltanatları bana verdiğine göre, ben Allah’a karşı meleklerden daha müker-rem ve sevimliyim,” dedi. Yine böylece dünyaya yönelip onunla mutmain olan herkese işinin değiştirilmesi emredilmiştir. Allahü Teâlâ Hazretleri, İblis ve ordusuna: “ben kılacağım, yaratacağım,” yapacağım, “Yeryüzünde,” gökte değil, çünkü, azgınlıklar ve zulümler yeryüzünde olmaktadır.
      “Halife“…
      Halife, Âdem Aleyhisselâm’dir. Çünkü Âdem aleyhisselâm, cin’den sonra geldi. Âdem Aleyhisselâm, yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Yani, “yeryüzünde siz meleklerden bedel bir halife yaratacağım ve sizleri kendime yükselteceğim.” Dedi. Onlar bunu kerih (sevimsiz) gördüler, hoş karşılamadılar. Çünkü onlar, ibâdet cihetinden meleklerin en önde gelenleriydiler.

    487. Hz. Allah katında isimlerin en sevimlisi Abdullah ve Abdurrahmandır. Âli, Reşid gibi Allah ile kulları arasında müşterek isimlerin verilmesi de caizdir.[1] “İsimlerin en sevimlisi” sözü Müslim, Ebu Davut, Tirmizi ve başka muhaddislerin İbn-i Ömer’den merfu olarak rivayet ettikleri bir hadis-i şeriftir.

      Münâvi der ki; Abdullah mutlak bir şekilde en efdal isimdir. Hatta Abdurrahman’dan da efdaldir. Bu iki isimden sonra isimlerin en faziletlisi Muhammed, sonra Ahmed, sonrada İbrahim’dir. Yine Münâvi’de Abdurrahim ve Abdülmelik gibi Allah’ın sıfatlarına abid kelimesini muzaf kılarak yapılan isimler, Abdullah ile Abdurrahman’a ilhak edilmiştir. Bu isimlerin koyulmasının fazileti kulluk ile isimlenmeyi murad etmekten dolayıdır. Hadis-i şerifte varid olmuştur ki; “Bir kişiye Cenâb-ı Hak bir erkek çocuk verir oda ona Muhammed ismini verirse, o kişide, çocuğu da cennette olurlar.” Cenâb-ı Hak’kın ibadet kasdıyla kendisine nispet etmediği peygamberimizin zikretmediği ve Müslümanların kullanmadığı isimler hakkında çok söz söylediler. Evla olan böyle bir ismi çocuğa vermemektir.

      Münye de şu hüküm yer almaktadır; “Kim esmaülhüsna dan birisine izafe edilen Abdulaziz gibi isimleri tasgir sığasıyla kasten söylerse kafir olur. Eğer ne dediğini bilmiyorsa, kasten yapmamışsa küfrüne hükmedilmez. Duyanın ona öğretmesi vacib olur.” Türkmenler gibi bazıları Hasan’a haso, Muhammed’e hamdo derler. Dikkat et acaba onlar için bu iki ismi terk etmek evladır denebilir mi?[2]Nurettin, Nurullah gibi nur ile alakalı isimlerin sahipleri belâlara maruz kalıp, hayatları çile kâr olur. Zîra nur Cenâb-ı Hak’kın zatının ismidir.[3]

      Çocuğa isim verilirken sağ kulağına ezan, sol kulağına kâmet okunur.[4] Bir kimsenin çocuğu dünyaya gelip ölürse isim koyup öyle defneder. Eğer erkek ise erkek ismi, kız ise kadın ismi, kız veya erkek olduğu bilinmezse hem erkekler hem de kızlar için kullanılabilecek bir isim koyar.[5] Ölü olarak dünyaya gelene İmam-ı Azam indinde isim verilmez. İmam-ı Muhammed’e göre verilir.[6] Kişinin babasını, kadının kocasını ismiyle çağırması mekruhtur. Tazim ifade eden “seyyidî” (efendi) gibi bir sözle çağırır.[7]

    488. MUHARREM-İ ŞERİF VE AŞURE GÜNÜH.Ş. (İbn-i Abbas R.A.den) : Zilhiccenin son günü ile Muharrem’in 1.nci günü oruç tutan, geçmiş yılı oruçla bitirip, gelecek yıla oruçla başlamış olur. Allah-ü Teala o kimsenin 50 yıllık günahını affeder.
      H.Ş.: Muharrem-i Şerif’te tutulan her oruca 30 gün oruç tutmuş sevabı verilir. Muharrem-i Şerif’in birinden onuna kadar oruç tutup, onuncu günü aşure pişirmenin ecri büyüktür. Böyle yapamayan hiç değilse 8-9-10.günleri oruç tutmalı.
      Bu ayda Perşembe, Cuma ve Cumartesi günleri peşpeşe oruç tutana 900 senelik nafile oruç sevabı ihsan olunur.
      Aşure günü vuku bulan hadiseler: Hadis-i Şeriflerde şöyle beyan edilmiş:
      1. İbrahim A.S.Aşure günü doğdu.
      2. Allah-ü Teala onu Nemrud’un ateşinden Aşure günü himaye buyurdu.
      3. Musa A.S. Firavn’un şerrinden kurtuldu ve düşmanları denizde boğuldu.
      4. İdris A.S. semaya (Yüce makama) yükseldi.
      5. Eyyüb A.S.’a şifa ihsan olundu.
      6. İsa A.S. semaya götürüldü.
      Bazı büyükler, “Bu güne aşure denilmesi; Allah-ü Teala 10 peygambere 10 ikramda bulunduğundandır.” dediler:
      1- Adem A.S.’ın tevbesi kabul olundu.
      2- Nuh A.S.’ın gemisi tufandan kurtuldu.
      3- Süleyman A.S.’a mülk (saltanat) verildi.
      4- Yunus A.S. balığın karnından kurtuldu.
      5- Yusuf A.S. babasına kavuştu.
      6- İdris A.S. semaya götürüldü.
      7- İbrahim A.S. Nemrud’un ateşinden kurtuldu.
      8- Musa A.S. Firavn’un şerrinden kurtuldu.
      9- Eyyüb A.S. hastalıktan şifa buldu.
      10- İsa A.S. semaya götürüldü.
      Cebrail, Mikail, İsrafil, Arş, Kürsi, Kalem, Gökler yer ve Cennet aşure günü yaratılmışlardır.
      Âdem A.S. ve Havva anamız aşure günü yaratıldı. Tuba ağacı o gün dikilmiş, kemal sahiplerinin cennete kavuşmasına sebep olan kıyamet aşure günü kopacak, müminler cennetteki makamlarına kavuşacak.
      Aşure günü ve gecesinde yapılacak ibadetler:
      H.Ş. Aşure gününün faziletine kavuşmaya bakınız. Çünkü o Allah-ü Teala’nın günler arasındaki seçtiği mübarek bir gündür. O günde oruç tutana Allah-ü Teala nezdinde bulunan meleklerin, peygamberlerin, şehitlerin ve Salihlerin ibadetleri kadar sevap verir.
      H.Ş. Aşure günü gusleden ölüm hastalığından başka hastalık görmez. Aşure günü bir hastayı ziyaret eden bütün insanları ziyaret etmiş gibi olur. Aşure günü bir kimseye su veren hiç isyan etmemiş gibi olur.
      O gün gusleden (Boy abdesti alan) bir sene ufak tefek hastalıklardan korunur.
      H.Ş. Aşure günü gusleden anadan doğduğu gün gibi günahlarından temizlenir.
      H.Ş. Aşure günü iki defa gusleden kişinin gözlerinde ebediyen hastalık olmaz.
      H.Ş. (İbni Abbas A.A.’den): Aşure günü oruç tutana 10 bin melek sevabı verilir. Muharrem’in Aşure gününde oruç tutana 10 bin şehit, 10 bin hac, 10 bin umre sevabı verilir. Muharrem’in onuncu günü olan Aşure gününde bir yetimin başını okşayana Allah-ü Teala o yetimin başındaki kıllar sayısınca cennette derece ihsan eder.
      Aşure günü akşamı bir mümine iftar veren kimseye ınd-i ilahide bütün müminlere iftar vermiş ve doyurmuş sevabı verilir.
      H.Ş.: (Ebu Hureyre R.A.den) Bir kimse Aşure günü çoluk çocuğuna iyilik yapsa onları sevindirse, Allah-ü Teala ona senenin güzel geçmesini müyesser kılar. Aşure günü oruç tutanın orucu 40 yıllık günahın affına sebep olur. Aşure gecesini ihya edip sabahında oruçlu olan kimse vefat ederken ölüm acısı duymaz.
      H.Ş.: (Hz.Ali R.A.’dan ) Aşure gecesini ihya edeni, Allah-ü Teala dilediği gibi diriltir.
      Zühretu’r-riyad’da bildirilmiş: “Rasülallah S.A.V.’den avcı eline düşmüş bir geyik yavrularını emzirip gelmek için şefaat istedi. Efendimiz bu isteği avcıya teklif etti. Avcı akşam olmadan gelmesini istedi, geyik: “Bu gün Aşure günüdür; bu güne hürmeten yavrularımızı gündüz emzirmeyiz.” dedi. Avcı;
      – “Ya Rasülallah! Bu geyiği zat-ı şerifinize hediye ettim” dedi. Efendimiz de geyiği salıverdi.
      Bu hadisede iki nükte vardır.
      1. Hayvanların dahi bu mübarek güne hürmet etmeleri.
      2. Bu günün şerefine hayvanın avcı elinden kurtulması.
      Aşure günü oruç tutmak sünnettir. Geçmişte büyükler bu gün çocuklarına bir şey yedirmezlerdi.
      Rasülüllah S.A.V. hurmayı mübarek ağzında ıslatır, çocuklara verir, onlar da bunun bereketiyle doyar ve akşama kadar bir şey yemezlerdi.
      H.Ş. : Aşure günü tutulan oruç bir senelik geçmiş günahların affına sebeptir.
      H.Ş.: Ramazanı şerif ve Aşure günü orucundan faziletli oruç yoktur.
      Aşure günü masraf görüp, eve ufak tefek bir şeyler almak, sene boyunca bereketin devamına sebeptir.
      O gün en az 10 kişiye selam verilir, veya bir kişiye 10 selam verilirse bütün Müslümanlara selam vermiş ecri ihsan olunur.
      O gün fakir fukara sevindirilir.
      İhlasla eda edilen ibadetler belalara manidir, sahibini korur. Şu sözü anlayanın kazancı büyük olur.

    489. 61-Fatiha suresinin iki kere vahy olunduğunu biliyor muydunuz?

      62-Bir kimsenin abdest aldığını sağlam olarak bildiği halde, abdestini bozup bozmadığı üzerinde şübheye düştüğünde, o kimsenin abdestli sayılacağını;(yakίn şekle zail olmaz.) ancak abdestini bozmuş bulunduğunu kesinlikle bildiği halde, sonradan abdest alıp almadığından şübhe eden kimsenin de abdestsiz sayılacağını biliyor muydunuz?

      63- Yeryüzündeki yaşayan insanlar cinnilerin 1/10’u olduğunu; insücin (insanlar ve cinler) toprakta yaşayan canlıların 1/10’u olduğunu, insanlar cinler ve arzda yaşayan mahlukların heyeti mecmuasının da havada yaşayan canlıların 1/10’u olduğunu, havada, karada yaşayan mahluklar ve insücinnin toplamının suda yaşayan mahlukların 1/10’u olduğunu,karada havada denizde yaşayan mahlukat ile insü cini heyeti mecmuası yeryüzüne memur olan meleklerin 1/10’u olduğunu, havada karada denizde yaşayan mahluklar, insü cin ve yeryüzünde görevli meleklerin heyeti mecmuasının da 1. kat semadaki meleklerin 1/10’u olduğunu,2. kat semadakilerin ise 1. kattakilerin 1/10’u olduğunu ….. biliyor muydunuz?

      64- Bir çok insanın şükür ve hamd kelimelerini yerinde kullanmadıklarını; şükrün bir nimet karşılığında yapılacağını, hamdin ise hem nimet hemde bela karşısında yapıldığını dolayısı ile hasta olan birinin “Çok şükür, iyiyim ” demesinin yanlış olacağını zira hastalığının artmasını temenni manasına delalet ettiğini biliyor muydunuz?

      65-Yapılması ve kaçınılması farz olan bir amelin ilmini öğrenmenin farz, yapılması vacip ve mekruh olan amelin ilmini öğrenmenin vacip, yapılması sünnet olan amelin ilminin sünnet,müstehap amelin ilminin müstehap, yapılması mübah olan amelin ilmini öğrenmenin mübah olduğunu biliyor muydunuz?

      66- Namaza başlama esnasındaki tekbiri (haşa) “Aaaallahüekber” şeklinde uzatmanın, (Allah lafza-i celali söylerken elifin uzatılmasının) “Allah var mı” şeklinde şüphe anlamı ihtiva ettiğini ve dolayısıyla böyle söyleyen birinin namaza başlamamış olacağını, bunu kasten söylemenin ise insanı küfre götüreceğini biliyor muydunuz?

      67- Namaza niyet konusunda dikkat edilmesi gereken bir hususun “Niyet ettim Allah’ım senin rızan için ….. namazının 4 rekat farzını (veya sünnetini v.s.) kılmaya” şeklinde niyet etmek yerine, namaz rek‘atını belirtmeden niyet etmenin daha uygun olacağını, zirâ Allah’ın o namazı 4 rek‘atle sınırlı tutmayıp daha fazla rek‘at sevabına mazhar kılabileceğini biliyor muydunuz?

      68-Eski takke vb. mübarek eşyaların atılması yerine temiz bir mahalle defnetmenin adaptan olduğunu biliyor muydunuz?

      69-Yemeğin başında ve sonunda tuz kullanmanın sünnet olduğunu ve Hz Ali r.a. efendimizin: “Yemeğe tuz ile başlayan kimseyi Allah-ü Teala 70 dertten kurtarır” dediğini biliyor muydunuz?

      70-Esneme geldiği zaman ağzın yumulması, eğer engellenemezse elle kapatılması icap ettiğini, kapatmanın adabının ise; Namaz dışında necaset kabilinden olduğu için sol elin içi ya da dışıyla ağzın kapatılması icap ettiğini, namazda kıyamda bu mümkün olmadığı için sağ elin içiyle ağzın kapatılması icap ettiğini biliyor muydunuz?

      71- “İnnellahe vemelaiketehü yüsallüne….” (Allah ve melekleri, Peygamber (efendimiz s.a.v)’e çok salevât getirirler. Ey müminler! Siz de ona salevât getirin ve tam bir teslimiyetle selam verin.” Ayeti kerimesi okunduğu zaman hemen salavat getirilmesi icap ettiğini zira bu ayetin bir emir olduğunu biliyor muydunuz?

      72- Seyri sülük yolunda ilerleyen bir kimse için namazlardaki tesbihleri 3’er okumakla yetinmenin sûi edep olduğunu, 5 ya da 7 okumanın icap ettiğini biliyor muydunuz?

      73 – Farz namazların son iki rekatında yanılarak zammı sure okunsa sehiv secdesinin icap etmediğini biliyor muydunuz?

      74 – Bir kimsenin sabah namazına kalkmak, erken uyanmak, ya da istediği bir zamanda kalkmak istediği zaman, yatacağı zaman üç kere Kevser suresini okur daha sonra da “Ya Rabbel Alemin, beni sabah namazına vaktinde (veya şu saatte) uyandır” derse Hz. Allah’ın izniyle uyanacağını biliyor muydunuz?

      75 – 6 Vakit üst üste namazı kazaya kalmamış kimsenin tertib sahibi olduğunu, bu kimselerin namazları kazaya kaldığı zaman, bu kazayı ilk vakit namazından önce kılması gerektiğini biliyor muydunuz?

      76 – Yatsı namazından sonra Emenerrasülü… ayetlerinin ihmal edilmemesi icap ettiğini, Zira Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in “Her kim geceleri bakara suresinin son iki ayetini okursa o gece afetlerden ve şeytanın şerlerinden emin olur” buyurduğunu, Hz. Ali (k.v.)‘nin de “Bakara suresinin son iki ayetini okumadan uyuyacak aklı başında bir Müslüman bulunacağını sanmıyorum” dediğini biliyor muydunuz?

      77 – Bir kimsenin başkasının kalemini dahi kullanmak istediği zaman izin istemesi icap ettiğini, ama aralarında samimiyet bulunan kişilerin örf ve adet dalaletince hiç sormadan da kullanmasında mahzur olmadığını biliyor muydunuz?

      78 – İmâm-ı Suyuti(r.a)’ın “Sadaka fakire verilirse 10 misli, âmâ ve âcize verilirse, 70 misli, yakın akrabaya verilirse 1000 misli, ana babaya verilirse 10 000 misli, talebe ve alime verilirse milyon misli mukabele eder.” Dediğini biliyor muydunuz?

      79 – İbrahim Ethem Hazretlerinin “Gündüz isyan eden gece ibadetine kalkamaz.” dediğini biliyor muydunuz?

      80 – Selam veren birisine “Ve aleyküm selam” (selam senin *de* üzerine olsun) diyerek atıf harfi olan vav’ı ilave etmek icap ettiğini, zira sadece aleyküm selam (selam senin üzerine olsun) demenin, sanki verdiği selamı tekrar ona iade etmek manasına geldiğini biliyor muydunuz?

      81 – Tavukların her ne kadar besmele ile islami usullere göre kesilseler dahi, içerisindeki bağırsaklar ve pislikler atılmadan sıcak suya atılmaları halinde necis olacağını, dolayısı ile yemenin caiz olmadığını, günümüzdeki hazır tavukların ise fabrikalarda üretilirken maalesef bu hassasiyete riayet edilmediğini için, bu tavukları yemenin İslam’a uygun bir hareket olmadığını, o yüzden çarşi-ü pazarda satılan tavuk dönerlere ulu-orta rağbet edilmemesi icap ettiğini biliyor muydunuz?

      82 – Kolonyaların kahir ekseriyetinde alkol olduğu için kolonya sürünen bir şahsın namaz kılması için takriben 15 dakika kadar beklemesi (alkol bu zaman zarfında uçacağı için) icap ettiğini, bazılarının ise kolonyayı alkolden arındırmak için kolonyaya tuz attıklarını biliyor muydunuz?

      83- Günahlardan af isterken, “Allah’ım seyyiatımı hasenata tebdil eyle” şeklinde dua edilirse, günahların affolunmakla kalmayıp, sevaba dönüşmesinin ümit edildiğini biliyor muydunuz?

      84- Pastanelerde tavuk göğsü olarak bilinen tatlının, tavuğun göğsündeki bir et parçasındaki etle kıvama erdirilerek yapıldığını,kullanılan tavuğunda muhtemelen hazır tavuk olduğu varsayımı gereği yenmesinin şüpheli şeyler hükmünde değerlendirilmesi icap ettiğini biliyor muydunuz?

      Peygamberimizin (s.a.v.): ”Bir kimsenin harcadığı paraların en faziletlisi, ailesine, yolunda kullanacağı vasıtasına ve yolunda beraberce çalışacağı arkadaşlarına sarfettiği paradır.” dediğini biliyor muydunuz?

      85- Ev içerisinde dahi olsa cemaatle namaz kılarken anne, kardeş dahi olsa bayanların mutlaka bir arka safta bulunmaları icap ettiğini, ancak münferiden (tek başına) kılınırken bu şartın aranmadığını biliyor muydunuz?

      ***

      Bir kimsenin (erkek) tek başına kılmak niyetiyle başladığı farz namaz esnasında, arkadan gelen başka birinin (erkek) “eğer farz kılıyorsan sana uyuyorum” gibi namazı beraber kılmaya çağırması halinde o andan itibaren (namazın kalındığı yerden) cemaat yapabileceklerini biliyor muydunuz?

      86- Nefsi terbiyede en son merhalenin mutmainne makamı olduğunu ve bu mertebeye gelmiş bir kişinin artık nefsinin Müslüman olup kendisine zarar vermeyeceğini, cennete de ancak mutmainne makamına çıkmış kişilerin gireceğini, dünyada bu makama çıkamamışların durumuna göre kabirde sıratta, cehennemde ulaşarak cennete girebileceğini biliyor muydunuz?

      87- Bir kadın öldüğü andan itibaren eşinden dinen nikahının düştüğünü dolayısı ile bakma hususunda namahrem sınıfına girdiğini, ancak kocası ölen bir kadın ise iddet müddeti beklemesi icap ettiğinden o anda nikahının düşmediğini biliyor muydunuz?

      88- Yemek yiyene ve Kur’an okuyana selam verilmemesi gerektiğini biliyor muydunuz?

      89- Banyo, hela gibi yerlerde bulunurken o esnada,ezan duası ya da normalde dua okunmasını icap ettiren sesler duyulsa bile (ezan, fatiha, Efendimize Salavat vb.) hiçbir duanın okunmaması gerektiğini hatta tuvalet terliğini giydikten sonra hela duasının bile okunamayacağını biliyor muydunuz?

      90- Yatsı namazını vaktinin son 1/3‘ünde kılmanın tahrimen (harama yakın) mekruh olduğunu biliyor muydunuz?

      91- Seferi bir kimsenin 2 rekat kılması icap eden farzı 4 rekat kılmasının tahrimen mekruh olduğunu ve vakit geçmeden farkına varırsa farzı 2 rekat kılarak namazı tekrarlamasının Hanefi mezhebine göre vacip olduğunu biliyor muydunuz?

      92- Hz Allâh’ın Peygamberimiz s.a.v’in yüzü suyu hürmetine, ümmetinin kalplerinden geçen vesveselerden, kötü düşüncelerden, konuşmadıkça ve amel etmedikçe sual etmekten vazgeçtiğini biliyor muydunuz?

      93- Ebu’l-Faruk (k.s.) Hazretlerinin kurban kesmenin ehemmiyetine binaen: “Eğer bir insan hali vakti yerinde olup da kurban kesmezse, Hz.Allâh(c.c.) kurbandan akacak kanı onun ya kendinden veya çoluk-çocuğundan veya malından ticaretinden servetinden varlığından mutlaka bir kan çıkaracaktır.” dediğini biliyor muydunuz?

      94- Kur’an-ı Kerim tilaveti nihayetinde soylemiş olduğumuz:
      “Subhane rabbike rabbil izzeti amme yesifun, veselamun alel murselin, velhamdulillahi rabbil alemin” Ayeti kerimesinin “- …aleminEl Fatiha” diyerek bitirilmesinin doğru olmadığını zira ayet olan bir ifadeyle başka bir şeyin ayrı ayrı okunmasının doğru olduğunu o yuzden ayrı olarak:

      “Lillehitealel fatiha” şeklinde nihayete erdirilmesinin daha uygun olacağını biliyor muydunuz?

      95- Namaz sonundaki tesbihler icin tesbihi kullanmanın takriri bir sunnet (ashap yaptığında
      efendimiz s.a.v.’in men etmeyip sukut ettiği) olduğunu; parmaklarla cekmenin ise fili sunnet olduğunu zira Peygamber efendimiz (s.a.v)’in: “Tesbih, tehlil ve takdise devam edin ve onları parmaklarınızla sayın. Zira kıyamette bu azalardan sual edilecek, onlar da -beni tesbihte kullandı- diyecekler. Gafil olursanız rahmetten mahrum kalırsınız” (Ramuz 319/5) dediğini biliyor muydunuz ?

      96- İnsanların sol omzunda bulunan meleğin memur, sağ omzunda bulunan meleğin ise amir olduğunu, sağdaki melek amir olması hasebi ile bir savap olduğunda anında yazdığını,
      solundaki melek ise gunah olduğu zaman amirine danıştığını ve amirin ise 6 saat kadar istiğfar eder ihtimaline karşı yazmayı beklettiğini bu yuzden işlediğimiz gunaha hemen istiğfar etmemiz icap ettiğini biliyor muydunuz ?

      97- Kiminle evlenileceğin ezelde muayyen olup, hic bir surette değişmeyeceğini hatta, Eshab-ı Kiram’dan bir zatın Peygamberimize (s.a.v.) “Falan kadınla evlenmek istiyorum, dua buyurun” demesi uzerine: “Eğer sana, İsrafil, Mikail, Cebrail, ve Hamele-i Arş, (A.S.) dua etse, aralarında ben de bulunsam, gene sen ancak senin icin yazılan kadınla evlenirdin.” (Ramuz:357/9) diyerek bu hakikate işaret ettiğini biliyor muydunuz ?

      98- Namazda zamlı sure olarak okunması yaygın olan Yasin suresinin 2. sayfasının 24.ayetinden itibaren (inni izen lefi zalelin..ilah) başlayıp sayfa sonuna kadar devam eden ayetlerin, 24. ayet değil de bir ust ayetten (e ettehizu..) başlamasının daha uygun olduğunu, zira 24. ayetten başlandığı zaman mananın yanlış anlaşıldığını;

      (24 – “Şuphesiz ki ben, o zaman apacık bir sapıklık icinde olurum.” 25 – “Şuphesiz ki ben, Rabbinize iman getirdim, gelin dinleyin beni.” ) sanki haşa iman eden kimsenin sapıklık icerisinde olduğu tevehhumunun anlaşılacağını biliyor muydunuz ?

      99-Vitir namazında kunut dualarından sonra Salati Munciye okuyanın o gunku namazlarının Mevla’ya tereddutsuz arzedilip kabulune sebep olduğunu bu cok onemli sigortadan gafil olmamamız icap ettiğini biliyor muydunuz?

    490. 31-Kur’anı Kerim okunmaya ilk başlandığı zaman “euzu besmele” çekilmesi icap ettiğini ama aralarda (bir sureden diğer sureye geçerken, hatim duası yapılırken felagtan sonra nas okumaya başlanacağı zaman vs.) sadece besmele çekmenin kafi olacağını biliyor muydunuz ?

      32- Mazeret banyosu yapılacağı zaman (cünüplük hali vs.) traşın gusül abdesti alındıktan sonra yapılması gerektiğini, eğer önce yapılırsa yarın ahirette o kılların pis halde iken gittiklerinden ötürü şikâyetçi olacağını biliyor muydunuz?

      33-Mezhep İmamımız İmam-ı Azam’ın hayatının son iki senesinde tasavvufla nasiplendiğini, bu çerçevede Silsile-i saadatın 4. sü ve kendi annesi ile evlenen Cafer-i Sadık Hazretlerine mürid olduğunu, ve tasavvufun ehemmiyetine binaen de “eğer son iki senem olmasa helak olmuştum.” dediğini biliyor muydunuz ?

      34- Cehennemin şiddetine binaen; Hz Allahın, ahirette bir kulu cehennemin yanına getirip; “Ey Kulum, , seni bir an (saniyeden daha az) cehenneme koyayım, sonra da ebediyen cennette kalacaksın” dediği zaman, o hararetin şiddetine muttali olan kişi: “Allahım! Ben cennet filan istemiyorum, beni bu cehenneme atma da ne olur beni toprak yap” diye yalvaracağının nakledildiğini biliyor muydunuz?

      35- Namazlardan sonra, bir defa Ayetül kürsî, 33 Sübhanellah , Elhamdülillah , Allahüekber)diyerek yüzüncü olarak da (Leilaheillellahüvahdehula……) okuyan kişinin hataları, deniz köpüğü kadar dahi olsa mağfiret olunacağını, İmam-ı Müslim Hz’lerinin rivayet ettiğini, İmam-ı Rabbani k.s’ nda “Farz namazlardan sonra 33′er defa tesbih, tahmid, tekbir ve bir defa da tehlil okuyarak 100′e baliğ olan tesbihatın okunmasındaki sır, Fakirin ilmine göre; namazın edası esnasında vaki olan kusur ve taksiratı telafi etmek ve bu ibadetin layıkı vechi ile yapılmadığını itiraftır” dediğini biliyor muydunuz?

      36-Meleklerinde Peygamberi olduğunu, ama beşerin Peygamberlerinin meleklerin peygamberinden faziletli olduğunu, meleklerin Peygamberinin ise normal beşerlerin umumisinden faziletli olduğunu, normal beşerlerinde (Peygamber olmayanlar) meleklerin umumisinden faziletli olduğunu biliyor muydunuz?

      37-Kelam ilminde, aydınlattığı bilgilerle tarihe damga vuran İmam-ı Gazali Hazretlerinin adeta bu hususta bir çağ açtığını ve; kendisinden önce gelen kelamcılara “mütegaddimun”, kendisinden sonra gelenlere de “muteahhirun” dendiğini, İlmi Kelam haricindeki diğer tüm ilimlerde de Sadettin-i Allame-i Teftezani Hazretlerinin aynı vasıflara haiz olması neticesinde, kendinden önce gelenlere “mutegaddimun”, kendisinden sonra gelenlere de “muteahhirun” dendiğini biliyor muydunuz?

      38-”Ecel geldiği zaman ne bir saat geri, ne de bir saat ileri gider” ayet mealinin, bazı amellerin ömrü uzattığı ile ilgili hadisi şeriflerle çelişmediğini, hakikatin ise;Mesela bir kişinin ömrü sadaka vermediği zaman 40 sene olacaksa ve sadaka verdiği zaman 70 olacaksa, Hz Allah, ezelde sadaka vereceğini bildiği için ömrünü 70 sene olarak takdim edeceğini ve böylece ziyadeliğin sadakaya nisbet edildiğini biliyor muydunuz?

      39-”Falanca zat Kur’an-ı Kerimi çok güzel okuyor” ifadesinin yanlış olduğunu, zira Kur’an-ı kerimin o kişinin okuyuş tarzına göre güzel ya da çirkin okuduğu tevehhümünün ortaya çıkacağı; o yüzden de “Güzel Kur’anımızı güzel okudu” demenin icap ettiğini biliyor muydunuz?

      40-Secde ayeti olan bir ayeti Kerimeyi aynı anda defalarca okunsa bile sadece bir secde yapmanın kafi olacağını, secde ayetini hemen yapmanın en müsasip olanı olduğunu ama ihmal edenlerinde herhangi müsait bir zamanda yapmalarının icap ettiğini zira üzerlerine vazip olarak kalacağını biliyor muydunuz?

      41-Halk arasında çok yaygın olan”Allah ıslah etsin” ifadesinin çok sakıncalı olduğunu , zira Hz Allah ıslah etmeyi murat ederse azapla ıslah edeceğini, bunun yerine “Allah hidayet nasip etsin.” Demenin uygun olacağını biliyor muydunuz?

      42-Evliyaullahtan birinin: Kur’an-ı Kerimin günlük hakkının en az 200 ayet olduğunu (~5 sayfa) söylediğini , bunu o gün okuyamayanların hiç olmazsa bunun yerine 50 ihlas okuması gerektiğini buna riayet edenlerinde hiç sıkıntı çekmeyeceklerini müjdelediğini biliyor muydunuz?

      43-Evliyaullahtan birinin hatırlattığı üzere çocuklara nur isminin(Nurettin, elifnur vb.) verilmemesi icap ettiğini, zira isimlerin semadan o isim sahiplerine müvafık olarak indirildiğini ve nur ismine sahip kişilerin dünya da ve ahirette çok sıkıntı içerisinde kalacaklarını biliyor muydunuz?

      44-Sefere niyet edip yola koyulan bir kimsenin seferi hükmüne girmesi için, mesela namazları kısaltması için 90 km nin geçmesi gerekmediğini,kendi beldesinden çıktığı andan itibaren seferi hükmünde olduğunu, mesela Ümraniyede ikamet eden bir kimse Konya’ya seferi olarak gitmeyi murat ettiği zaman Harem’e geldiğinde namaz kılacağında kısaltması icap ettiğini biliyor muydunuz?

      45-Miftahulkuluub kitabının müellifi bu kitabı Rasülüllah s.a.v.’in emri üzere yazdığını ve şu şekilde söylediğini “1259 senesinde Rebiussani ayında hücremizde müteveccih iken Efendimiz ( s.a.v ) zuhur ederek bu aciz kölelerini talfit ile; “Evladım Nuri vakitler bir acaip oldu.Aşık ve sadık ve hakikati arayan ümmetim kolaylıkla yollarını bulsunlar istiyorum.Çünkü bir çok kimseler kendilerini Evliyaullahtan olmadığı halde evliyalık taslayıp ehlullah kisvesine bürünüyor, şeriatıma da itibar etmeyip, geçmiş evliyanın hallerini de kendi hal ve tecellileriymiş gibi göstererek halkı aldatıyorlar, şeriatımı ihmal ediyorlar, ümmetimin hakiki tarikatlara yan bakmasına ve yollarını şaşırmalarına sebep oluyorlar.Onlara şeriat, tarikat, hakikat marifet ve vuslatın ne olduğunu anlatan bir risale hazırla” buyurdu.Bende emre uyarak bu eseri kaleme aldım.” dediğini biliyor muydunuz?

      46- Kerahet vakitlerinde sadece namazın mekruh olduğunu, diğer ibadetlerin mekruh olmadığını biliyor muydunuz?

      47-İmam-ı Rabbani Hazretleri k.s’nin; Bir kişinin Ramazan ayı manevi cihetten nasıl geçerse 11 ayı da o şekilde geçer.” Dediğini ve Receb-i Şerif ve Şaban-ı Şerif aylarının da nasıl geçerse Ramazan ayının öyle geçeceğini biliyor muydunuz?

      48-Namazdan sonraki tesbihata başlamadan önce çoğu kişinin elini üfleyerek tesbihe başladığını, doğru olanın ise kişinin içinden “Ya Şafii Huuuuuu” diyerek soldan sağa doğru sadırlarını üflemesi icap ettiğini biliyor muydunuz?

      49-Müslüman kadınların Müslüman olmayan kadınlarla olan mahremiyetlerinin erkeklerle olan mahremiyetleri gibi olduğunu mesela tokalaşamayacaklarını ya da başlarını açmalarının caiz olmadığını vs. biliyor muydunuz?

      50-Salati Ümmiye okurken bir çok kişinin “ümmiyyivveala….” Diyerek yanlış okuduğunu, doğrusunun ise “ümmiyi veala..” olduğunu biliyor muydunuz? (ümmi kelimesinin başında lamı tarif olduğu için lamı tariften sonra tenvinin gelmesi abestir.Ve bihi yüfta.)

      51-Tuvalet, banyo gibi süfliyatın olduğu mekanlara sol; cami gibi mübarek yerlere girerken sağ ayakla girmenin hikmetlerinden birinin de tıpça ısbat edildiğini, zira sağ ayak ilerideyken insan kalp krizi geçirse ön tarafına, sol ayak ilerideyken de arka tarafına düşeceğini biliyor muydunuz?

      52- Namazda tesbih olmadığı zaman tesbih çekerken, ellerin dizlerin üzerinde düzgünce konmuş vaziyette olduğu halde, okunan her parmak hafif sağa çekilmekle ifa edilmesinin en uygun olduğunu, bu şekilde parmakla saymanın azimet, tesbihle saymanın ise ruhsat olduğunu, evla olanın ise parmakla saymak olduğunu biliyor muydunuz?

      53-Kadınların, kocaları ile hayatta iken birbirlerinden memnun yaşadılarsa ve hoşnutlukla ayrıldılar ise cennette de kadın zevcin hanımı olacağını kadının birden fazla evlilik yapması halinde ise hangi kocasından memnun olarak ayrıldı ise onun hanımı olarak kalacağını biliyor muydunuz?

      54-Sünneti kılmamış kimsenin cemaatle namaz kılınacağı zaman cemaate uyması gerektiğini ancak sabah namazında 2. rekattaki tahiyyata yetişeceğini umarsa önce sünneti kılması gerektiğini biliyor muydunuz?

      55-İmamı Rabani (k.s) Hazretlerinin oğlu İmam-ı Masum hazretlerinin; “Kişi, farz, vacip ve sünneti müekkede olan ibadetlerde fıkıh kitaplarında ne yazılıysa ona tabidir.Onun dışındakilerde (sünneti gayrı müekkede, nafileler…) mürid mürşidine tabidir. (dua namazı rekatında vb.)” dediğini biliyor muydunuz?

      56- Tesbih namazında sehiv secdesini icap eden bir yanılma vuku bulursa, bu tesbihleri secde-i sehivde okumanın icap etmediğini biliyor muydunuz?

      57-(Hadisi Şerifte ifade edildiği üzre) Gıybet etmenin kefaretinin o kimse için istiğfar etmek olduğunu, eğer gıybet ettiği kimseye gıybeti ulaşmış ise helalleşmeleri lazım geldiğini biliyor muydunuz?

      58- Tüm bedenle yapıldığı için en büyük istiğfar olarak bilinen tesbih namazının sayısız hikmetlerinden birinin de ; üzerine hakkı olanların ruhlarına hediye edilse bin kere hakkını helal edeceğini ve hakkı geçipte ahirete intikal edenlerle helalleşme babından güzel bir fırsat olduğunu biliyor muydunuz?

      59-Cinlerinde kafir ve mümin olarak iki kısımda olduklarını, mümin olanlara Sünni, kafir olanlara da süfli denildiğini biliyor muydunuz?

      60-Sünnet-i hüdâ olan ezanın vâcip derecesinde bir sünnet olduğunu,evinde tek başına namaz kılan kimse, isterse kendi mahallesinden olmayan bir ezanın sesini duymasıyla bile bu mükellefiyetin ortadan kalkacağını, ama evde vb.cemaat olduğu zaman ise isterse kendi mahallesindeki mescitte okunan bir ezanla bile mükellefiyetin düşmeyeceğini zira ezanın cemaate mahsus bir sünnet olduğunu biliyor muydunuz?

    491. 21- Cinlerinde aynen insanlar gibi mümin ya da kafir olduğunu sayı olarak insanların 10 katı büyüklüğünde olduğunu, nasıl ki biz onları göremiyor ama onlar bizi görüyorsa ahirette de tam tersinin olacağını biliyor muydunuz?

      22- Radyodan okunan secde ayetleri için secde yapmak gerekmediğini, arabalarda Kur’an-ı Kerim ve diğer evradı şerifleri okumak ve dinlemenın çok büyük yanlış olduğunu, hatta toplu vasıtalarda okunduğu zaman yolculardan cünup ve diğer hallilerden dolayı kazaya bile neden olabileceğini biliyor muydunuz?

      23- Kaza namazlarına niyet edecek kimsenin “En son geçirdiğim öğle namazının farzına” gibi en son kelimesini getirmesinin daha uygun olacağını, sabah namazını herhangi bir nedenden dolayı kılamayan kimsenin o gün kaza edecekse sünneti ile beraber kaza etmesi gerektiğini ve kaza namazı niyeti ile değil de “bu günkü sabah namazının farzına/sünnetine” şeklinde niyet etmesi gerektiğini ama sabah namazını başka gün kaza edecekse sadece farzını ve kaza namazı niyetiyle namaza başlaması gerektiğini biliyor muydunuz ?

      24- Osmanlı devletinin kurucusu Osman Gazi’nin Şeyh Edebali hz. Evinde misafir olduğu zaman yatacağı oda da Kur’an-ı Kerim olduğu için ona hürmeten 6 saat yatmadan beklediğini ve bu 6 saatin 600 sene Osmanlının ayakta kalmasının hikmetlerinden biri olduğunu, o yüzden Kur’anı Kerime karşı ayak uzatmanın, göbekten aşağı indirmenin, sol ele almanın saygısızlık olduğunu hatta bazı kimselerin Hadisi Şerif yazan bir takvimin yanında bile ayak uzatmaktan haya ettiğini biliyor muydunuz?

      25- Namaz kılan kimsenin iki yerde çok uyanık olması gerektiğini, bunlardan birincisinin; iyyake na’büdü (ancak sana ibadet ederiz) ve iyyake nestein (ancak senden yardım dileriz) ayeti kerimesini okurken muhatabımızın Hz Allah olduğunu tasavvur etmemiz gerektiğini zira burada kul ile Allah arasındaki 70 bin perdenin kalkacağını, ikinci olarak da tahiyyat duasında “esselamü aleykü eyyühennebiyyü” (selam senin üzerine olsun Ey Nebi!) derken Peygamberimiz s.a.v ‘e selam verdiğimizi tasavvur etmemiz gerektiğini zira burada da kul ile Allah c.c arasındaki 7 bin perdenin kalkacağının Evliyaullahtan birinin haber verdiğini biliyor muydunuz?

      26- Mektubat-ı Rabbani kitabının ehemmiyetine binaen bir Allah dostunun “Usta yevmiyesinin 3 lira olduğu bir zamanda 500 liraya Mektubat bulursanız alın.” dediğini biliyor muydunuz?

      27- İnsan vücudunda toplam 384 meleğin olduğunu def-i hacet ihtiyacını gideren meleklerin ise bu ağır yükten dolayı derecece daha faziletli olduğunu, bu 384 melekten birisi bulunduğu bölgede vazifesini herhangi bir nedenden dolayı bırakırsa oluşan bu hastalığa tıpta “felç” dendiğini biliyor muydunuz?

      28- Dua yaparken öncelikle Allah’a hamd, Rasülüllah s.a.v efendimize de salavat getirilmesi icap ettiğini binaen aleyh “Elhamdülillahi Rabbil alemin, vessalatü vesselamü ala seyidine Muhammedin ve ala elihi vesahbihi ecmain ” diyerek duaya başlamanın adaptan olduğunu biliyor muydunuz?

      29- Yed-i Tũlâ sahibi üstatlarımızdan birinin Aspirin hapı için; “(Faydasını tam olarak) bilselerdi bu kadar ucuza satmazlardı ” dediğini ve içerken de; Asprin önce ikiye bölünmeli ve bir parçası alınarak o da ikiye bölünmeli ve çeyreğini sağ azı dişlerin arasına diğer çeyreğini de sol azı dişlerin arasına bırakarak kendi haline erimesinin beklenilmesini, eridikten sonra da kalan yarısını da aynı şekilde uygulanmasını tavsiye ettiğini ve bunun çok tesirli olduğunu biliyor muydunuz?

      30-Elbiselerin yeni alındığı zaman hemen giyilmemesi gerektiğini; Çünkü “Şüpheli şeylerden kaçınmadıkça hakiki iman etmiş olamazsınız” hadisi şerifi de göz önünde bulundurulduğunda; imal edilirken üzerine necis bir şeyin bulaşmış olabileceği ya da içki idrar vs. gibi ibadete mani olan şeyler sıçramış olabileceği şüphesi nedeni ile işi garantiye alarak, yıkandıktan sonra giyilmesinin daha uygun olacağını biliyor muydunuz ?

    492. 11- Bir Allah dostunun, hemen hemen emel ettiğimiz tüm fetvaların sahibi olan ve bir çok mübhem hususa açıklık getiren İmamı Azam hazretlerine hergün 1 fatiha 3 ihlası şerif okuyup hediye etmeyenin aklına şaşarım dediğini biliyor muydunuz?

      12- Namazın ilk rekatinde okunan surenin Kur’anı Kerimde ikinci rekatta okunan sureden önde olması icap ettiğini,

      *ikinci rekattaki surenin ilk rekattan kısa olması icap ettiğini,

      *ilk rekatta okunan sure ile ikinci rekatta okunan arasında sure bakımından bir atlama olacaksa(yani ilk rekatta okuduğu sureden hemen sonra gelen sureyi okumayıp başka sure okuyacaksa) kendini takip eden sureden sonra en az bir sure olması gerektiğini (mesela bir kimse fil suresinden sonra atlamayarak gureyş suresine devam etmek istemediği zaman, gureyş suresini takip eden eraeytellezi suresi atlanarak ondan sonra gelen herhangi bir sure okunmalıdır.Eraeytellezi okunmamalıdır.)

      *Birinci rekatta sure okuduysa ikinci rekatta ayet ya da sure okuyabileceği gibi; birinci rekatta ayet okuduğu zaman ikinci rekatta sure okuyamayıp sadece ayet okunması (mesela ilk rekatta yasin suresinin hepsini değil de birkaç ayetini okuyan birinin ikinci rekatta kafirun suresini okuyamaması ya da okuyacaksa birkaç ayetini okuyup tamamını okumaması gibi) gerektiğini biliyor muydunuz?

      13- Çorap çıkarırken soldan, giyilirken ise sağdan başlanmanın adaptan olduğunu biliyor muydunuz?

      14- İhya-i Ulumuddin başta olmak üzere birçok İslami eserin sahibi İmam-ı Gazali hazretlerinin Şafii mezhebine mensup olduğunu biliyor muydunuz

      15- Namazda niyet hususunda bir çok insanın yanlış bilgiye sahip olduğunu yani dil ile yapılan niyetin kafi olduğunu düşündüklerini ama; aslında niyetin kalp ile yapılmasının emredildiğini sadece kalp ile yapılırken aynı zamanda dil ile tekrar etmenin bir sakıncasının olmayacağını buradan da anlaşılacağı gibi kalp hazır olmadan sadece dil ile yapılan bir lisani niyetin niyet sayılmayacağını biliyor muydunuz?

      16- Duadan sonra (ellerin içinin nurla dolduğu için) ellerin içiyle yüzü sıvazlamanın gerektiğini sair zamanlarda ise yüzü sıvazlamanın gereksiz ve manasız olduğunu biliyor muydunuz ?

      17- Yemeğin başında besmele çekmeyi unutup ortasında aklına gelen kişinin; “Bismillahi fii evvelihii ve ahirihii ” demesi gerektiğini biliyor muydunuz?

      18- „Lâ ilâhe illallâhü vahdehû lâ şerîke leh. Lehül-mülkü ve lehül-hamdü yuhyî ve yümît. Ve hüve hayyün lâ yemûtü biyedihil-hayr. Ve hüve alâ külli şey’in kadîr”

      Duasının çarşı ve pazara çıkarken sürekli okunması gerektiğini, okumaya devam edenlerin milyonlarca günahının mağfireti, amel defterlerine milyonlarca sevabın yazılması ve derecesinin yükselmesine vesile olacağını Peygamber efendimizin haber verdiğini , Sahihi Buhari ve diğer müfessir ve muhaddislerin bu hadise hayran olduklarını ve hatta ashaptan bazılarının bu ecre nail olabilmek maksadıyla çarşıya çıktıklarını biliyor muydunuz?

      19- “Amellerinizi bozmayın” ayeti kerimesinde de ifade edildiği gibi başlanan bir ibadet yarı da kalmışsa tekrar yapılması gerektiğini, mesela namazı bozulan kimse ister farz olsun ister nafile olsun tekrarlaması gerektiğini, ama nafile bir namazı mesela bir tesbih namazını kaza ederken 4 rekat olsa bile 2 rekat kaza edilmesi gerektiğini çünkü nafile ibadetlerin 2 şer 2 şer emredildiğini biliyor muydunuz?

      20- Üstazlarımızdan birinin; yatsıdan sonra emenerrasülü okumanın gafiller için teheccüd namazı yerine geçeceğini söylediğini biliyor muydunuz ?

    493. 2- Vitir namazının ilk rekâtında elem neşrahleke, ikinci rekâtında tebbet üçüncü rekâtında da ihlas suresini okumaya devam edenlerin diş rahatsızlığı çekmediğini biliyor muydunuz?

      3- Namaz kılarken rükünleri alelacele yapıp dolayısı ile rükünlerden çalmanın hırsızlık olduğunu ve Peygamberimizin bu tür kimselere en büyük hırsız dediğini biliyor muydunuz?

      4- Cemaatle namaz kılarken cemaatten birisinin yaptığı yanlışın sehiv secdesini icap etmediğini ama imamın yaptığı bir yanlışta ise imam ve cemaate gerektiğini

      * sehiv secdesinin namazdaki her yanlış hareket sonucu da icap etmediğini, sadece (ilmihal kitaplarında da ifade edilen) namazın farzı olan rükünlerden birinin tehirinde; (geciktirilmesinde, ertelenmesinde) veya namazın vaciplerinden birisinin terk edilmesinde ya da tehirinde gerektiğini; namazın farzlarından (İftitah tekbiri, niyet….) birisinin terkinde ise namazın tekrarlanması gerektiğini; namazın sünnetlerinden birisini terkin sehiv secdesi gerektirmediğini biliyor muydunuz.

      5- İftitah tekbirinde “Allahu ekber” lafzının kulak yumşağına el değdiği anda bitmesi gerektiğini ve günümüzde insanların buna riayet etmeyerek büyük bir yanlışlık yaptığını; Tekbir esnasında ellerin içinin kıbleye bakması gerektiğini parmak aralarının ise ne tam açık ne de tam kapalı, kendi haline olacak şekilde ayarlanması icap ettiğini
      biliyor muydunuz.

      6- Erkeklerde sakal bırakmanın sünnet olduğunu ama bulunduğu çevre ve imkan dahilinde bunu yapamayarak ileriki zamanlara tehir eden bir kişinin traş olurken bile bu muzdaripliğini unutmaması gerektiğini bundan ötürü sakal traşında sol tarafından başlaması icap ettiğini ve traşı olana da, sünneti ihlal ettiği için “sıhhatler olsun” yerine, “kolay gelsin” demenin adaptan olduğunu biliyor muydunuz.

      7- Özellikle yatsı ve sabah namazlarını mümkün olduğunca cemaatle kılmamız gerektiğini, çünkü yatsıyı cemaatle edanın gecenin yarısını ibadetle eda etmiş kadar faziletli, sabah namazını cemaatle edanın da gecenin diğer yarısını ibadetle eda etmiş gibi faziletli, dolayısı ile ikisini cemaatle eda etmenin gecenin tamamını ibadetle ihya etmiş sevabına mazhar bırakacağını, Gecenin tamamını ibadetle geçirip sabah namazında cemaate iştirak etmeyen birinin, sadece namaza kalkıp cemaatle eda edenden daha az sevap işlemiş olacağını; biliyor muydunuz?

      8- Karşı cinse bakmanın dini hükmünü soran Hz Aliye Peygamber Efendimiz s.a.v ‘in “Nazar-ül üla leh vesseni aleyh” birinci bakman lehinedir(bakıp hemen gözlerini çevirmen) ama tekrar dönüp bakman aleyhinedir buyurduğunu ve bunun bizler içinde bir ölçü olduğunu biliyor muydunuz.

      9- İmam-ı Azam Hazretlerine göre ikindi namazının vakti her şeyin gölgesinin iki misline çıktığı zamana göre tanzim edildiği (asr-i sani), İmameyne göre ise bir misline çıktığı zamana göre tanzim edildiği (asr-i evvel) iki görüş arasında yaklaşık 45 dakika ihtilaf olduğu ve bu çerçevede ( günlük takvimlerin genelde İmameynin görüşü üzere belirlendiği için) şayet ikindi ezanı okunalı 45 dakikadan az olmuş ise o gün İmam-ı Azam’a göre amel edip öğle namazının kılınabileceği ama ikindi namazının ise İmam-ı Azam’a göre amel edildiği için takvimdekinden 45 dakika sonra kılınıp böylece öğle namazını kazaya bırakılmadan eda edilebileceğini biliyor muydunuz?

      10- Namazın önünden geçenler için Peygamberimiz s.a.v’in”Eğer bilselerdi 40 sene beklerler yine namazın önünden geçmezlerdi”dediğini, ancak Kabe’ deki izdihamdan dolayı namaz kılanın önünden geçmenin hiçbir mahzuru olmadığını biliyor musunuz?

    494. 1- Gusül abdesti alırken vücuttan durmadan kan aksa, bilerek ya da bilmeyerek yel çıksa guslü sil baştan almaya gereğin olmayıp gusle devam edilmesi gerektiğini, burada önemli olanın, hiç kuru yerin kalmamasını sağlamak olduğunu, çünkü guslün bozulmasını sadece meninin gerektirdiğini ve yukarıdaki gibi abdesti bozan durumların gusülde dahi sadece namaz abdestini bozduğunu ve guslün sıhhatine mani olmadığını biliyor muydunuz?

    495. CEVİZDE NELER VAR NELER !

      1-Cevizdeki yüksek orandaki omega-3 yağ asitleri kalp hastalıklarını, inmeyi, diyabeti, yüksek kan basıncını ve klinik depresyonu azaltıyor. Ceviz tüketimi kandaki kolesterol seviyesini düşürüyor, kalp atışlarında düzensizliği önlüyor.

      2-Cevizdeki fitosteroller, kalın bağırsak, göğüs ve prostat kanseri gibi kanser türlerinden korunma sağlıyor, bağışıklık sistemini güçlendiriyor…. Devamını Gör

      3-Ceviz, damarlarda daha az pıhtılaşma özelliği olan kan tipinin üretimine ve iyi kolesterol oranının kötü kolesterol oranına göre artmasına yardım ediyor, kolesterolün damarları tıkama aşamasında önemli bir adım olan şişme ve kızarıklığı azaltabiliyor.

      4-Cevizdeki l-arginin kan damarlarının iç tarafının pürüzsüz ve düzgün olmasını sağlayarak kan-damar sisteminin rahatlamasını sağlıyor. Cevizdeki yağ asitlerinin kalp hastalıklarını önleme etkileri var.

      5-Beyne benzeyen ceviz, kavrama ve anlamayı geliştiriyor. Asya’da ceviz hala beyin gıdası olarak kabul ediliyor, bu ülkelerde öğrenciler, sınavlardan önce ceviz yiyerek notlarını yükseltebileceklerine inanıyor.

      6-Omega-3 yağ oranı düşük çocuklarda daha yüksek hiperaktif olma özelliği, daha fazla öğrenim ve davranış bozuklukları, daha fazla huysuzluk ve uyku düzensizlikleri gözlemleniyor. Ceviz, bu sorunları önleyen omega-3 bakımından çok zengin.

      7-Cevizdeki yağ profili, fitosteroller ve magnezyum, safra taşı oluşumunun önüne geçiyor

      8-Cevizdeki melatonin, beyin bezesi tarafından salgılanan melatoninin insan vücudunun kullanıma hazır formunu içeriyor. Melatonin, gece çalışan ve zaman farkından dolayı uyku düzensizliği çeken kişilerde uyuma rahatsızlıklarını ortadan kaldırabiliyor.

      9-Cevizin, antioksidan özelliği dolayısıyla kardiyovasküler ve sinir sistemine zarar veren parkinson ve alzheimer gibi çok kuvvetli hastalıkların gelişimini erteleyebileceği veya azaltabileceği ileri sürülüyor.

      10-Ceviz, antioksidan savunmada önemli olan birtakım enzimlerde zorunlu kofaktörler olarak görev yapan manganez ve bakır içeriyor.

      ve ne enteresandirki hic dikkatinizi cektimi ? canabu hak teala hz leri cevizin icini insan beyni seklinde yaratmistir…

    496. Allâh’a itaat. O’nu Sevmek, Rasûlunu sevmek

      Ulu Allah (C.C.) buyuruyor:
      — De ki, “eger Allah’i seviyorsaniz, bana uyunuz ki, Allah da sîzi sevsin”

      (Al-i Imran Sûresi. 31)

      Allah (C.C)’in rahmeti üzerinde olsun. Bil ki, kulun Allah (C.C)’i ve O’nun Resul (S.A.V)’ünü sevmesi, onlara boyun egmekle, onlarin emrine uymakla olur. Allah (C.C)’in kullarini sevmesi de onlara magfiret suretiyle ikramda bulunmasidir.

      Denilir ki, kul gerçek kemâlin yalniz Allah (C.C)’da oldugunu, kendisine veya baskasinda gördügü her kemâlin gerçek kemalin Allah (C.C)’dan ve Allah (C.C) sayesinde oldugunu bilince ne Allah (C.C)’dan baskasini sevebilir ve ne de Allah (C.C)’a dayanmayan bir sevgiye gönlünde yer verebilir.
      Bu bilgi de Allah (C.C)’a ibadet etmek istegini. O’na yaklastiracak davranislari arzu etmeyi gerektirir. Böyle oldugu için Allah (C.C) sevgisi, ibadet istegi ile yorumlanmis ve yine bu sevgi ibadet ederken Peygamberimize ((s.a.v.).) uyma ona itaate tesvik sartina baglanmistir.

      Hasan el-Basrî’den (rehimehullahu) rivayet edildigine göre Peygamber’imizin ((s.a.v.).) zamaninda bir takim kimseler: «ey Muhammed! Biz Rabb’imizi cok severiz» demeleri üzerine yukaridaki ayeti kerime inmistir.

      Bisr el-Hafi (R.A.) diyor ki. «bir gece Peygamber’imizi ((s.a.v.).) rüyamda gördüm, bana dedi ki. «ey Bisr! Allah (C.C) senin dereceni arkadaslarin arasinda neden yüksek kildi, biliyor musun? «Hayir, ya Rasulallah» diye cevap verdim. Bunun üzerine Peygamber’imiz: salihlere hizmet ettigin için, mümin kardeslerine nasihat ettigin için, dostlarini ve yolumdan ayrilmayanlari sevdigin için ve yolumdan gittigin icin» diye kendi sorusuna cevap verdi. Peygamber’imizi ((s.a.v.).) buyuruyor ki:

      “Benim sünnetimi ihya eden beni sevmis olur, beni sevenler de Kiyamet günü cennette benimle birlikte olurlar.”

      Bize kadar intikal eden bütün meshur islami eserlerde belirtildigine göre ahlâkin bozuldugu ve halkin çesit çesit mezheplere kapildigi zamanlarda Resullerin efendisi olan Peygamberimiz (S.A.V)´in sünnetine simsiki sarilanlara yüz sehidin ecri verilecektir. Meshur «Sirat-ü! Islâm» adli kitabda da böyle yazar.

      Yine Peygamber’imiz ((s.a.v.).) söyle buyurur:

      “Bana yüz çevirenler müstesna, ümmetimin hepsi cennete girecektir»

      Sahabîler sordular. «ey Allah’in Resul’u! Yüz çevirenler, kimlerdir?»

      Peygamber’imiz sözlerine söyle devam etti, «kim bana uyarsa cennete girecek, bana isyan edenler, bana yüz çevirmisler demektir. Sünnetime uygun olarak yapilmayan her is, isyandir.»

      Ehl-i tasavvuftan biri der ki. Allah (C.C)’in farz kildigi ibadetlerden birini bile bile terkeden veya sünnetlerden birine bilerek uymayan bir seyhi havada uçarken, denizde yürürken, ates yerken veya daha baska olaganüstü davranislar gösterirken görseniz, bütün bunlara ragmen adamin davasinda yalanci oldugunu, gösterdigi olaganüstülüklerin «keramet» degil, olsa olsa «istidrac» oldugunu biliniz. Allah (C.C) böyle kimselerden cümlemizi korusun.

      Cüneyd ül-Bagdadî (rehimehullahu) der ki:

      «Allah (C.C)’a ancak yine Allah (C.C)’in sayesinde ulasilabilir. Allah (C.C)a ulasmanin yolu da Peygamber’imizin ((s.a.v.).) yoludur.»

      Ahmed ül-Hivarî (rehimehullahu) der ki:

      «sünnete uymaksizin islenen her amel batildir. Nitekim Peygamber’imiz ((s.a.v.).) söyle buyurur: Siratül islâmda bildirilmistir.
      “Sünnetimi yozlastiranlar sefaatimden mahrum kalirlar.»
      Hikâye edildigine göre, adamin biri bir delinin cahil sayilacak bir isini görür ve durumu Ma´ruf ul-Kerhrye (rahimehullahu) bildirir. Ma’ruf gülümseyerek der ki. «kardesim! Allah (C.C)’i sevenler içinde küçügü, büyügü, akillisi, delisi vardir. Senin gördügün bu adam. onlarin delilerinden biridir.»

      Cüneyd-üi Bagdadi (rehimehullahu) der ki:

      «bir gün seyhimiz Sirri (rehimehullahu) hastalandi, hastaliginin ne sebebini anlayabildik ve ne de nasil tedavi edilecegini bilebildik.
      Bize mütehassis bir doktor tavsiye ettiler, seyhin idrarini bir siseye koyarak ona götürdük, doktor idrara uzun uzadiya bakti. Sonra bize dönerek «zannederim bu idrar asik birine ait olsa» dedi. Ben bir nara koyuvererek bayilmisim, idrar sisesi de elimden düsmüs.

      Dönünce Sirri’ye durumu anlattim, gülümseyerek «Allah canini almasin. nasil da gördü!» diye cevap verdi. «Seyhim, demek ki, muhabbet idrardan bile belli olurmus» dedim, bana «tabii» karsiligini verdi.
      Fudayl (rehimehullahu) der ki:

      «sana. Allah (C.C)’i seviyor musun, diye sorduklari zaman sus. cevap verme. Çünkü eger hayir, diyecek olsan imandan çikarsin, buna karsilik, evet. diyecek olsan ve Allah (C.C)’i sevenlere yakismayacak tavsif de bulunsan Allah (C.C)’in gazabindan kork.»

      Süfyan (rehimehullahu) der ki:

      «Allah (C.C)’i sevenleri seven kimse, aslinda Allah (C.C)’i seviyor demektir. Allah (C.C)’a ikram eden kimselere ikram eden kimse, aslinda Allah (C.C)’a ikram ediyor demektir.»
      Sehl (rehimehullahu) der ki:

      «Allah (C.C)’i sevmenin alâmeti Kur’an-i Kerim´i sevmektir. Allah (C.C) ve Kur’an sevgisinin alâmeti ise Peygamber ((s.a.v.).) sevmektir. Peygamber ((s.a.v.).) sevgisinin alâmeti ise sünneti sevmektir. Sünneti sevmenin alâmeti ise. Ahireti sevmektir. Ahireti sevmenin alâmeti ise dünyadan hoslanmamaktir. Dünyadan hoslanmamanin alâmeti de Ahiret azigi olabilecek kadarinin disinda onun varligindan uzak durmaktir.»

      Ebul Hasan ül-Zencani (rehimehuilahu) der ki: «Ibadet binasinin temeli üç direk üzerinde oturur: Göz. kalb ve dil. Gözün ibadeti, ibret almakladir. Kalbin ibadeti, düsünmek ve duymakladir. Dilin ibadeti ise dogru konusmak ve Allah (C.C)’i zikretmekle olur.

      Nitekim ulu Allah (C.C) söyle buyurur:

      “Ey îman edenler! Allah’i çok çok zikrediniz. O’nu sabah – aksam noksan sifatlardan tenzih ediniz.”

      (Ahzab – 41)

      Anlatildigina göre bir gün Abdullah ile Ahmed Ibni Hab bir yerde birlikte bulunuyorlardi. Bu arada Ahmed Ibni Hab yerden bir et kopardi. Bunun üzerine Abdullah ona dedi ki: «bu hareket sana bes seye mal oldu:

      1 — Bu hareketle kalbini Allah (C.C)’i tesbih etmekten alikoydun.

      2 — Bü hareketle kendini Allah (C.C)’in zikrinden beska bir isle oyalanmaya alistirdin. 3 — Bu hareketinle baskalarinin da ayni davranista bulunmalarina ön ayak oldun.

      4 — O ot parçasini Allah (C.C)’i tesbih etmekten alikoydun.

      5 — Bu hareketinle Kiyamet günü Allah (C.C)’a kendi eleyhinde bir delil meydana getirdin.» (Revmak-ül Mucaniste böyle anlatilmistir.)

      Sirrî (R.A.) der ki:

      «bir gün Gürcaniyi kavrulmus un yutarken gördüm, «neden boska bir sey yemiyorsun» diye sordum, bana söyle dedi: Yiyecegi çignemek ile yutmak arasinda yetmis tesbihtik bir zaman geçtigini hesab ettim, o yüzden kirk yildir hic ekmek çignemedim.»

      Nakledildigine göre Seni Ibni Abdullah onbes günde bir yemek yerdi. Bütün Ramazan ayi boyunca sadece bir kere yemek yerdi. Bazen yetmis gün geçer de hiç yemek yemedigi olurdu. Yemek yedigi zaman zayiflar, aç kalinca kuvvetlendigi görülürdü. Mescid-i Haram’da otuz yil Ebu Hammad ül-Esved’e komsu oldu da yerken veya içerken hiç görülmedi, her an Allah (C.C)’i zikrederdi.

      Anlatildigina göre Amr Ibni Ubeyd (rehimehullahu) yalniz su üç sey için evinden disari çikardi: 1 — Cemaatle namaz kilmak.

      2 — Hasta ziyaret etmek.

      3 — Cenaze namazi kilmak.

      O derdi ki:

      «insanlari hirsiz ve yankesici olarak görüyorum. Ömür, paha biçilmez bir nadide mücevherdir. Ondan Ahirete kalacak bir hazine doldurmak gerekir. Iyi bilmelisiniz ki, Ahirete talip olanlarin dünya hayatindan el-etek çekmeleri gerekir. Ancak o zaman kulun ulasmak istedigi hedef tek olur ve içi ile disi arasinda uyumsuzluk kalmaz. Böyle bir hali muhafaza etmek, ancak kulun içini ve disini devamli kontrol altinda tutmasi ile mümkündür.

      Imam-i Siblî (rehimehullahu) der ki:

      «Ilk intisap ettîgim günlerde uykum bastirinca göz kapaklarma tuz sürerdim. Durum deha da agirlasinca mili kizdirip göz kapoklarima sürme çekerdim.»

      Ibrahim Ibni Hâkim der ki:

      «babamin uykusu geldigi zaman denize girer yüzmeye baslardi, o yüzerken denizdeki baliklar etrafina üsüsür, onunla birlikte tesbih ederlerdi.»

      Anlatildigina göre Vehb Ibni Münebbih (rehimehuvechu). geceleyin uyuma ihtiyacim üzerinden kaldirilmasi için Allah (C.C)’a dua etmis ve duasi kabul edilerek kirk yil hiç uykusu gelmemistir.

      Hasan El-Hallac (rehimehullahu), kendi kendine topugundan dizine kadar onüc pranga vurur ve bu durumda her gün ve gece bin rekat namaz kilardi. Cüneyd ül-Bagdadi (rehimehullahu) ilk intisab ettigi günleri çarsiya gelir, magazasini acar, içeri girer ve hemen namaza dururdu. Dört yüz rek’at kildiktan sonra evine dönerdi.

      Habesi Ibni Davud’un (rehimehullahu) kirk yil yatsi abdesti ile sebah namazi kildigi bildirilmistir.

      Mü’minin her zaman abdestli bulunmasi gerekir. Her abdest bozdugunda abdest tazeleyerek iki rek’at namaz kilmalidir. Nerede oturursa otursun, kibleye yüzünün dönük bulunmasina dikkat etmesi gerekir. Kendisini daima Peygamber’imizin ((s.a.v.).) huzurunda oturuyormus gibi farz ederek ona göre kendisine çeki düzen vermelidir. Ta ki, bu düsünce altinda her hareketi vakar ve agirbasli olsun, kabaliklara katlanarak her çirkin harekete karsilik vermesin, kusurlarina karsilik hemen istigfar etsin, kendini ve amelini begenip böbürlenmesin. Çünkü kendini begenmek, seytanin sifatlarmdandir. Tersine kendini küçümsesin, buna karsilik salihlere hürmet ve mühimseme nazar» ile baksin. Çünkü salihlere hürmet etmeyi bilmeyenleri Allah (C.C.) onlarla birarada bulunma nimetinden mahrum eder. Ibadete hürmet etmeyi bilmeyenlerin de Allah (C.C.), kalblerinden ibadet lezzetini çikarir.

      Anlatildigina göre Ebu Ali. Fudayl Ibni iyad’a (rahimehullahu) sordular kî:

      «ey Seyh! Insan ne zaman salih sifatini kazanir?» O söyle cevap verdi: “Kulun niyeti, baskalarina nasihat etmek, kalbinde Allah (C.C.) korkusu, dilinde dogru sözlülük bulunur ve bütün davranislari salih amel oldugu zaman o kimse salih sifatini tasimaya hak kazanir.”
      Ulu Allah (C.C.) Mi’rac’da Peygamber (S.A.V)’imize “ey Ahmed! Eger insanlarin günahlardan en kacinani ve dünyadan en el-etek çekmisi olmak istiyorsan. Ahirete yönel diye buyurdu.”

      Peygamber (S.A.V)’imiz «dünyadan nasil el-etek çekeyim» diye sordu.

      Ulu Allah (C.C) : «dünya varligi olarak sadece yiyecek, içecek ve giyecek kadar yaninda bulundur. Yarin için hic bir sey biriktirme, hic durmadan beni zikret» diye buyurdu.

      Bunun üzerine Peygamber (S.A.V)’imiz «Allah’im! Seni nasil devamli zikredeyim» diye sordu.

      Ulu Allah (C.C.) «insanlardan uzak durmakla, uykunu namaz, yemegini açlik yap» diye buyurdu. Nitekim Peygamber’imiz ((s.a.v.). buyuruyor ki:

      “Dünyadan uzak durmak hem bedeni ve hem de kalbi huzura kavusturur. Buna karsilik dünya tutkunlugu keder ve üzüntüyü arttirtr. Dünya sevgisi, her günahin basidir, ondan uzak durmak da her iyilik ve ibadetin ilk adimidir.”

      Anlatildigina göre salihlerden biri bir cematin yanindan geçiyordu. Bakti ki, bir doktor, hastaliklari sayiyor ve bahsettigi her hastaligin nasil tedavi edilecegini tarif ediyordu. Salih kisi doktora seslendi, «ey bedenlerin tedavi edicisi! Kalbleri de tedavi edebilir misin?»

      Doktor: “evet, hastaligini bana anlat” dedi. Salih kimse «bahsettigim kalbi atisinda da büzülüsünde de günahlar karartmistir. Onun tedavisi var midir?» dedi.

      Doktor su cevabi verdi: «böyle bir kalbin ilâci, gece-gündüz Allah (C.C.)’a yalvarmak, yakarmak. O’ndan af dilemek, O’na ibadet etmeye koyulmak. O’ndan özür dilemektir. Kalblerin tedavisi böyledir, sifa ise gayblerin bilicisi olan Allah (C.C.)’dandir.»

      Doktordan bu cevabi alan salih kisi yüksek bir nara atarak aglaya yoluna devam etti. Yürürken söyle dedi. «Sen ne iyi doktorsun, kalbimin tedavisini dogru bildin» Doktor sözlerini söyle bitirdi, «bu tarifim» tevbe ederek kalbiyle tevbelerin kabul edicisi olan Allah (C.C.)’a yönelenlerin tedavisidir.»

      Anlatildigina göre adamin biri bir köle satin alir. Köle efendisine der ki. «efendim, aramizda su üç sart bulunacak.

      1 — Vakit geldiginde farz namazlari kilmama engel olmayacaksin.

      2 — Gündüz bana ne is buyurursan buyur, geceleri bana is vermeyeceksin.

      3 — Evinde bana, benden baska hiç kimsenin giremeyecegi bir oda ayiracaksin.»

      Adam köleye «bu sartlarini kabul ediyorum, kalk evleri gez, kendine kendin bir oda seç» der.
      Evleri dolasan köle orada yikik bir ev bulunca «burayi seçtim» der. Adam «oglum, neden yikik bir ev seçtin» der. Köle «efendim. Allah (C.C.) ile birlikte olunca yikintilarin bakimli bahçe gibi oldugunu bilmiyor musunuz» der.

      Köle gündüzleri efendisine hizmet eder, geceleri Allah (C.C.)’ina ibadete ayirirdi.
      Bu böyle devam edip giderken bir gece efendi evi gezmeye çikar, kölenin kapisi önüne varinca odayi apaydinlik içinde ve köleyi de secdeye kapanmis görür, basindan asagi yerle gök arasina asilmis bir kandil göz kamastirici bir isik saçmaktadir. Köle Allah (C.C.)’ina su sözlerle yalvarip seslenmektedir.

      «Allah’im! Efendimin hakkini omuzlanma yükledin, ben de ona gündüzleri hizmet ediyorum. Eger böyle olmasaydi, gece-gün-düzlü sirf sana ibadet ederek geçirirdim. Beni mazur gör, ya Rabb’i.» Köle secdeye kapanmis böyle dua ederken efendisi ondan gözlerini ayirmiyor, nihayet tanyeri agarir, kandil geri alinir ve odanin tavani geriye kapanir.

      Adam geri döner, varip olup bitenleri karisina anlatir. Ertesi gece olunca bu sefer karisinin elinden tutarak odanin kapisi önüne ikisi gelirler. Köle yine secdeye kapanmistir, kandil yine basindan asagi sarkmistir.

      Kari-koca kapinin önünde dikilip gözyaslari içinde köleye bakarlar. Sonunda yine gün agarir.
      Bunun üzerine efendi köleyi çagirarak ona der ki, «sen Allah (C.C.) rizasi için azadsin, böylelikle kendini artik tamamen kendisine mazeret beyan ettiginin (Allah (C.C.)’in) ibadetine verebilesin.»

      Köle ellerini havaya kaldirarak su beyti söyler: Ey sir sahibi! Artik o sir açiga çikti.

      Halim baskalarina malûm olduktan sonra artik yasamak istemiyorum.

      Sonra Allah (C.C.)’a söyle yalvarir:

      «Allah’im! Senden ölüm istiyorum» Duasi biter bitmez derhal yere düser ve ölür.

      Iste salihlerin. Allah (C.C.) asiklarinin ve O’nun rizasi pesinde kosanlarin hali!

      Zehri Riyaz’da rivayet edildigine göre Hz. Musa (A.S.)´nin samimi bir arkadasi vardir, birlikte hos vakit geçirirlerdi. Bir gün dostu Hz. Musa (A.S)’ya «Allah (C.C.)’a yalvar, kendini bana iyice tanitsin» der.

      Dostunun ricasina uyarak Allah (C.C.)’a dua eden Hz. Musa (A.S)’nin duasi kabul edilir.

      Bir müddet sonra Hz. Musa (A.S)’nin dostu daglara düser, vahsî hayvanlara karisir, Musa (A.S) onu iyice kaybetmistir. Allah (C.C.)’a söyle yakarir:

      «Rabb’im! O benim yakin dostum, kardesimdi. Simdi onu kaybettim.»

      Gizli bir ses ona der ki: «ey Musa! Beni iyice taniyan kimse artik hiç bir insanoglu ile düsüp kalkmaz.»

      Rivayete göre bir gün Hz. Yahya (AS.) ile Hz. Isa (A.S.) çarsida yürürken karsidan gelen bir kadin aralarindan çarparak geçer. Hz. Yahya «vallahi ben bir sey anlamadim» der. Hz. Isa, Yahya (A.S)’ya «sübhanallah! Vücudun yanimda, ama kalbin nerede» der.

      Hz. Yahya (A.S) söyle karsilik verir:

      «Ey Halamoglu göz kapayip açasiya kadar bile kalbim Allah (C.C.)’imdan baskasi ile irtibat kursa Allah (C.C.)’i tanimadigimi anlarim.»

      Bildirildigine göre Allah (C.C.)’i gerçekten tanimak, dünya ve Ahiretin her ikisinden siyrilarak sirf Allah (C.C.)’a yönelmek, muhabbet sarabi ile bir kere sarhos olduktan sonra onun cemalini görünceye kadar ayilmamaktir. O kimse rabbinin nuru içindedir.

    497. Aşurenin Fazileti

      Ibni Abbâs buyurur ki;
      «Peygamber ‘imiz Medine’ye gelince Yahudilerin Asure Günü oruç tuttugunu gördü. Sebebini sorunca O’na “Bu gün ulu Allah Hz. Musa (A.S.) ile Israilogullarini Firavn’in kavmi karsisinda üstün çikardi. Biz de Hz. Musa’ya (A.S.) duydugumuz hürmete dayanarak bu gün oruç tutuyoruz.” diye cevap verdiler.

      Bunun üzerine Peygamber ‘imiz onlara «Biz Hz. Musa’ya (A.S.) sizden daha saygiliyiz» diye buyurarak ümmetine asure günü oruç tutmalarini emretti.
      Asure Günü’nün üstünlük sebebi hakkinda bize genis bilgiler gelmistir. Bunlara göre bu gün Hz. Âdem’in {A.S.) tevbesi kabul edildi, yine Hz. Âdem (A.S.) bu gün yaratildi ve Cennete girisi de bu güne rastlar.

      Ars, Kürsî, Gökler, yeryüzü, günes, ay, yildizlar ve Cennet bu gün yaratildi. Hz. Ibrahim (A.S) bu gün yaratildi ve yine bu gün atesten yanmaksizin kurtuldu. Yine bu gün Hz. Musa (A.S.) ile yanindaki mü’minler, suda bogulmaktan kurtuldular. Fir’avn ve adamlari bugün boguldu.

      Hz. Isâ (A.S.) bu gün dogdu ve yine bu gün göge Çikarildi. Yine bu gün Hz. Idris (A.S.) göge çikarildi. Nuh (A.S)’un Gemisi bu gün Cûdî tepesinde karaya oturtuldu. Hz. Süleyman (A.S)’a muhtesem saltanat bu gün verildi.

      Hz. Yûnus (A.S) baligin karnindan bu gün çikarildi. Hz. Yâkûb’un (A.S.) bu gün gözleri yeniden açildi. Hz. Yûsuf (A.S)’un kuyudan çikarilmasi bu güne rastlar. Hz. Eyyüb (A.S) tutuldugu hastaliktan bu gün kurtuldu. Yeryüzüne ilk yagmurun düsmesi de bu güne rastlar.

      Daha önceki ümmetler zamaninda bu gün oruç tutmak yaygindi. Hatta Ramazandan önce bu günde oruç tutmanin önce farz kilinip sonra bu emrin ortadan kalktigi ileri sürülür.

      Hicretten sonra bu günü oruçla geçiren Peygamber ‘imiz Medine’ye gelince, emrini yeniledi.

      Hattâ. Peygamberimizin ((s.a.v.).) fâni ömrünün son yilinda «Eger gelecek seneye kadar yasarsam. Asure Günlerin dokuzuncu ve onuncusunda oruç tutacagim» diye buyurdugu ve fakat o ysl içinde Allah’a kavustugu, buna göre onuncu günden baska bir gün oruç tutmadi ise de bu arzuyu gösterdigi ileri sürülür.

      Zilhicce’nin dokuzuncu ve onbirinci günü tutulmasi «Siz Asure Günü’nden bir gün önce ve bîr gün daha oruç tutarak Yahudilerin geleneginden ayrilin.» seklindeki hadisine dayanir. Cünki, yahudiler sirf Asure Günü oruç tutuyorlardi.

      Beyhâkî’ye göre Peygamber’imiz ((s.a.v.).) buyuruyor ki:

      «— Asure Günü kim aile halkina ve yakinlarina karsi cömert davranirsa. Allah da onu bütün sene boyunca genislige kavusturur.»

      Taberânî’nin kaydettigi ve rivayet zincirinde belirsizlik bulunan bir hadise göre. Peygamber’imiz ((s.a.v.).) buyuruyor ki:

      “Asure Günü verilen bir dîrhemlik sadakaya yediyüz bin dirhem gibi sevâb verilir.”

      Öte yandan. Asure Günü gözüne sürme çekenin o yil göz agrisina yakalanmiyacagini ve o gün yikananin hasta olmiyacagini ileri süren hadis uydurmadir.

      Hakim’in belirttigine göre, o gün gözlere sürme çekmek, bid´attir, Ibni Kayyum (R.A.) «Asure Günü sürme çekmeyi, tanegillerden yemek pisirmeyi, yag sürün meyi ve kokulanmayi tesvik ettigi Heri sürülen hadis, yakmalarin uydurmasidir» der.

      Bilesin ki, Asure Günü Hz. Hüseyin (R.A)’in ugradigi ihanet, onun derece yüceliginin artisina ve Allâh Katindaki yüksek mertebesini ve temiz ehli beytin safina katilisini gösteren bir delildir.

      Bu günde Hz. Hüseyin’in (R.A.) ugradigi ihaneti anmak isteyen kimse, Allah’in emrine uyarak ve Ulu Allah’in «Onlara Allâh’dan magfiret ve rahmet vardir. Iste onlar hidayete erenlerdir» mealindeki âyetle Hz. Hüseyin’e (R.A.) ayirdigi mertebeye saygi duyarak sadece sik sik «Innâ lillâhi ve in-na ileyhl râciûn» demesi gerekir. Bunun disinda hic kimsenin, sakin ve sakin râfizilerin ve benzerlerinin yas tutma, aglasma ve dögünme gibi geleneklerine uymamalidir. Çünki böyle davranmak, mü’min ahlâkina uymaz. Eger böyle davranmak mesru olsaydi, Hz. Hüseyin’in (R.A.) dedesi olan Peygamber imizin ölüm gününde yas tutmak daha yerinde oturdu.

      Yüce Allâh, bize kafidir, O ne gürel vekildir

    498. ALLAH KORKUSU

      Peygamber’imiz ((s.a.v.).) buyuruyor ki:

      Ulu Allah (C.C.). kanatlarının biri doğuya, öbürü batıya uzanan ayakları yedinci kat yere inen bir kus yarattı. Kusun üzerinde bütün varlıkların sayısı kadar tüy vardır. Ümmetimden kadın – erkek herhangi bir kimse bana salât-ü selâm getirdiği zaman ulu Allah bu kusa :

      Arsin altında bulunan nurdan bir denize dalmasını emreder. Kus denize dalıp çıkarak kanatlarını silkeleyince her tüyünden bir damla akar. Ulu Allah akan her damladan, üzerime kıyamete kadar selâî-ü selâm getiren kul hesabına istiğfar edecek bir melek yaratır.»

      Ehl-i Hikmet’ten biri söyle der:

      «Vücudun selâmeti az yemekte, ruhun selâmeti ez günah islemekte ve dînin selâmeti de varliklarin en hayirlisina (Peygamber (S.A.V)’imize) selât-ü se­lâm getirmektedir.»

      Ulu Allah (C.C.) buyuruyor ki:
      «Ey iman edenler! Allah’dan korkunuz ve O’na itaat ediniz ve her kes yarin için (kıyamet gününe ne amel islediğine) baksın (yani sadaka verin ve Allah’ın emrine uygun ameller isleyin ki. Kıyamet günü sevabını bulasınız) Allah’tan korkunuz, çünkü O, (iyilik olsun, kötülük olsun) yaptığınız her hareketten haberdardır»

      (59 – Hasr Suresi 18).

      Çünkü Kiyamet günü melekler, gökler, yeryüzü, gece, gündüz – iyilik olsun, kötülük olsun – insanoglunun isledigi her seye sehitlik edeceklerdir. Hatta vücudun azalari bile insanogluna karsi sahit tutulacaktir.

      Yeryüzü, günah islemekten sakinarak iyilige kosan (zahid) ve mü­min kulun lehine sahitlik ederek: «Bu adam üzerimde namaz kildi, oruç tuttu, hacca gitti, cihad etti» diyecek, günahtan ((sekmarak)) iyilige, kosan mümin kul da bu sahitlige sevinecektir. Buna karsilik Ayni yeryüzü, kâfir ve günahkârlarin aleyhinde de sahitlik ederek: «Bu adam üzerimde Allah (C.C)’a sirk kostu, ((zina isledi)), içki içti, haram yedi» diyecektir. Merhametlilerin en merhemettisi oian ulu Allah (C.C.) kâfir ve günahkârlari inceden inceye sorguya çekerse vay hallerine!

      Mümin, vücudunun bütün azalari ile Allah (C.C)’tan korkandir. Nitekim büyük ahlâk ve fikih bilgini Ebu Leys es-Semerkandî der ki:

      — Allah korkusunun, yedi alâmeti vardir:

      — Birinci alâmet dil’de belirir: Allah korkusu tasiyan kul dilini ya­landan, dedikodudan, koguculuktan, iftiradan ve bos konusmaktan aîi-kor. bunlar yerine onu zikirle, Kur’an okumakla ve ilmî konusmalarla mesgûl eder.

      Ikinci alâmet kalpte belirir: Allah korkusu tasiyan kul baskalarina karsi kalbinde düsmanlik, iftira ve kiskançlik barindirmaz. Çünkü kiskanclik iyilikleri mahveder.

      Nitekim Peygamberimiz ((s.a.v.).) söyle buyurur: «— Ates odunu nasil yerse (yakarsa) kiskançlik da iyilikleri öyle yer» (yok eder) Bilesin ki. kiskançlik, kalb hastaliklarinin baslicalarindan biridir ve ou hastaliklar da ancak ilimle ve iyi emeller isleyerek tedavi edilebilir.

      Üçüncü alâmet göz’de belirir: Allah (C.C) korkusu tasiyan kul. Haram yiyecege, haram içecege, haram giyecege… (kisacasi) haram olan hiç oir seye bakmaz. Dünyaya aç ve muhteris gözlerle degil, ibret almak amaci ile bakar. Helâl olmayan seylerden bakislarini uzak tutar. Nitekim Peygamber’imiz ((s.a.v.).) söyle buyurur: «— Kim gözünü haramla doldurursa Allah (C.C) da onun gözünü kiyamet günü atesle doldurur.»

      Dördüncü arâmet karin’da beîrrir: Allah (C.C) korkusu tasiyan kul, karnina haram lokma sokmaz, çünkü haram lokma yemek agir günahlardan biridir.

      Nitekim Peygamber’imiz ((s.a.v.).) söyle buyuruyor: «— insanoglunun karnina haram bir lokma inince, lokma midesinde kaldigi süreç yerde ve göklerdeki melekler tekrar tekrar üzerine lanet Yagdirirlar O lokmayi hazmederken öldügü takdirde varacagi yer cehennemdir.»

      Besinci alâmet eller’de belirir: Allah (C.C) korkusu tasiyan kimse, ellerini harama degil, Allah (C.C)’in rizasina uygun seylere dogru uzatir. Nitekim sahabîlerden Kâ’b’ul Ahbar’m (R.A.) söyle dedigi rivayet edilir:

      «—- Ulu Allah (C.C), her bir bölümü yetmis bin gözlü yetmis bin bölümü olan yakuttan yapilma bir kösk yaratmistir. Kiyamet günü bu köske ancak önlerine çikan haram seylerden Allah (C.C) korkusu ile uzak duranlar girebileceklerdir.» Altinci alâmet ayaklarda belirir: Allah korkusu tasiyan kimse, günah islemeye degil. Allah’in emrine uygun ve O’nun rizasini kazandiracak islere dogru yürür, alimlerle ve iyi amel isleyenlerle bulusmak gayesi ile adim atar.

      Yedinci alamet Amerde belirir: Allah korkusu tasiyan kimse ibadetini sirf Allah (C.C) rizasi için yapar, riyadan ve münafikliktan kaçinir, böylelikle Allah (C.C)’in haklarinda söyle buyurdugu kimselerden biri olur:
      “Rabb´inin katinda Ahiret, günahlardan korkanlar icindir”

      (43 – Zuhruf Suresi, 35)

      Böyleleri için Ulu Allah baska bir ayette söyle buyurur:
      “Günahlardan sakinanlar, hic süphesiz, cennetlerde ve pinarlar(´inin baslarin) dadirlar” (43 – Zariat Suresi, 15)

      Baska bir âyette de söyle buyruluyor:
      “Günahlardan sakinanlar cennet ve nimetler icindedirler”

      (52 – Tur Suresi, 17)

      Diğer bir âyette de söyle buyrulur:
      “Günahlardan sakinanlar emin bir makamdadirlar.” (44 – Duhan Suresi, 51)

      Bu ayetlere bakinca Ulu Allah (C.C)´in neredeyse “bu kimseler, Kiyamet günü cehennemden kurtulurlar” diye buyurdugu görütür.
      Müminin korku ile ümit arasinda bulunmasi gerekir. Buna göre bir yandan ümit kesmeksizin Allah (C.C)´in rahmetini beklerken diger yandan ibadet hali içinde çirkin hareketlerden vazgeçerek Allah’a tevbe eder.

      Nitekim ulu Allah (C.C.) söyle buyurur:

      “Sakin Allah’in rahmetinden ümit kesmeyin.”

      HIKAYE

      Hz.Davud – Allah (C.C)´in selami üzerine olsun. Kürsü üzerine oturmus Zebur okurken gözleri yerde sürünen kirmizi bir kurda ilisir ve icinden “Acaba Allah´in bu kurdu yaratmaktan muradi ne ola ki” diye düsünür. Bunu üzerine Allah´in izni ile dile gelen kurt O,na söyle der:

      “Ey Allah´in Resulü! Her gün, gündüzleri bin kere – Subhanallahi velhamdülillahi ve lailahe illellahu vellahu ekber (Allah´i noksanlıklarının her türlüsünden tenzih ederim, hamd O,na mahsustur. O´ndan baska ilah yoktur. Allah en büyüktür) demeyi Allah bana ilham etti.
      Geceleri ise yine bin kere – Allahümme salli ala seyyidina Muhammedininnebiyyil (ümmiyi) ve ala alihi ve sahbihi ve sellem (Allah´im! Okuma yazmasız Peygamberin olan Muhammed´e, O´nun soyundan gelenlere ve O´nun sahabelerine rahmet ve selam ihsan eyle) dememi ilham etti. Sen zikrederken neler söylüyorsun banada bildir de istifade edeyim.”

      Bu sözleri isiten Hz.Davud (A.S) kirmizi kurdu küçümsediğine pişman olur, Allah´dan korkarak O´na tövbe eder ve dergahına sığınır.
      Hz.Ibrahim (A.S) islediği bir günahı hatırlayınca baygınlık geçirir ve kalbinin çarpıntısı (neredeyse) bir mil uzaktan duyulurdu, Allah´in emri ile bir gün kendisine Cebrail (A.S) gelir ve derki:

      “Allah sana selam ediyor ve – dostundan korkan bir dost gördünmü – diye soruyor.

      Hz.Ibrahim (A.S) Cebrail´e söyle cevap verir; “Ey Cebrail kusurum aklıma gelince ve cezasinida düsündükce dostlugumu unutuyorum”

      İste Peygamberlerin, velilerin ve salihlerin tutumu budur. Ötesi var sen düsün.

    499. Şeytanın Düşmanlığı

      Her müminin, alimleri ve safihler» sevmesi, onlar ile düsüp kalkmayi huy edinmesi, gereken bilgileri onlara sorup edinmesi, nasihatlerini tutmasi, çirkin cavrantslardan kacinmasi ve seytani düsman bilmesi gerekir.

      Nitekim ulu Allah (C.C) söyle buyuruyor:
      “Seytan size düsmandir, siz de onu düsman tutun.”
      (En´am – 153)
      Yani Allah (C.C)’in emrine uyarak seytana karsi çikin, yoksa Allah (C.C)’in emirlerine karsi gelerek ona uymayin. Bütün tutumlarinizda, davranislariniz­da ve inançlarinizda samimiyetle ondan sakinin.

      Yaptiginiz her iste suurlu olun. Çünkü onun içinize riya sokmasi cirkin davranislari gözünüzde süslemesi her zaman mümkündür. Ona karsi koyarkan Allah (C.C)’dan yardim dileyin. Abdulah Ibni Mes’ud (R.A.) der ki:

      «bir gün Peygamber (S.A.V)´imiz bize bir Çizgi çizdi ve “iste bu. Allah’in yoludur” dedi. Sonra onun sagindan ve solundan birkaç cizgi daha çizdi ve söyle dedi. “Bunlarin her biri de birer yanyoldur, her birinin üzerinde bu yon yollara sapmaya çagiran birer seytan vardir.” Arkasindan bize su âyet-i kerimeyi okudu:

      “Hic süphesiz, bu benim dosdogru yolumdur, hep birlikte bunu takip ediniz. Yan yollara sapmayiniz ki, O’nun dosdogru yolundan sizi ayirmasinlar. Allah bunlari size, kötülükten sakinasiniz diye emretmektedir.” ((En´am – 53))
      Âyeti okuduktan sonra. Peygamber’imiz ((s.a.v.).) bize seytanin yollarinin çoklugu hakkinda açiklAma yapti.

      Peygamber (S.A.V)´imizden naklen bildirildigine göre söyle buyurmustur:

      Beni Israil zamaninda bir rahip vardi seytan bir gene kiza kasdederek onu bogor sonra da ailesine kizlarini rahibin tedavi edebilecegine inandirir, ailesi de kizi rahibe götürür.

      Rahip önce kizi tedavi etmeye yanasmaz, fakat ailesinin israrlarina dayanamayarak kabul eder. Tedavi için kiz rahibin yaninda bulundugu sirada seytan hemen rahibe kosar, onu kizin irzina geçmeye tesvik eder, rahip bir müddet direnirse de sonunda seytana yenilir ve hastasinin irzina geçer, gene kiz gebe kalir.

      Bunun üzerine seytan rahibe yeniden sokularak der ki, «kizin ailesi yakinda gelir, durumu ögrenirler ise rezil olursun. En iyisi onu öldür, ailesi sorarlarsa «kiziniz öldü» dersin. Rahip seytanin teklifini kabul eder, gene kizi öldürerek gizlice gömer.

      Bu sirada seytan yine bos durmaz. Hemen gene kizin ailesine kosar, «rahip kizinizi önce gebe birakti, sonra da öldürüp gizlice gömdü» diye olup biteni anlatip kalplerine vesvese eder.
      Bunun üzerine kizin yakinlari rahibe kosarlar, «kiz nerede» diye sorarlar, rahip seytanin ögrettigi cevabi verir, «öldü» der. (Durumu gelmeden önce seytandan ögrenen kiz yakinlari) Rahibi yakalayip götürürler, kizlarina karsilik onu öldürmeye karar verirler.
      Bu sirada seytan hemen rahibe kosar, «kizi bogulmasina ben sebep oldum, onu sana getirmelerini tavsiye eden de benim. Simdi de benim dediklerimi yaparsan seni onlarin ellerinden kurtaririm» der.

      «Can korkusuna düsen rahip», «ne yapmami istiyorsun?» diye sorar. Seytan, «bana iki kere secde edeceksin» der. Çaresiz rahip seytanin teklifini kabul ederek ona üstüste iki secde yapar, her seyi istedigi gibi sonuçlandiran seytan ikinci secdeden basini kaldiran rahibe son sözlerini söyler, «seninle artik hic bir ilgim yok» der ve kaybolur.

      Ulu Allah (C.C.) bu hissa hakkinda söyle buyuruyor:

      “Yahudileri savasa kiskirtan münafiklarin sözleri, tipki seytanin tutumu gibidir. Hani seytan insana önce «küfret» dermis de insan küfredince ben senden uzagim. Çünkü ben âlemîerin Rabb’inden korkanm» demisti.”
      (Hasr – 16)

      Rivayete göre Iblis bir gün Imam-i Sâfi´ye (rehimehullahu) sorar, «ey Imam! Beni diledigi gibi yaratan ve diledigi yolda kullanan sonra da dilerse cennete koyacak ve dilerse cehenneme gönderecek olan Allah (C.C) hakkinda ne düsünüyorsun, tutumunda adil midir, yoksa zalim mi?»

      Safiî onun bu sözüne düsünür sonra söyle cevap verir «behey herif! Eger seni senin arzuna uyarak yaratti ise sana zulmetmistir, yok eger kendi muradina binaen seni var etti ise O, yaptigindan mes’ul degildir.»

      Seytan aldigi cevabin korsisinda öyle perisan oldu ki, nerede ise yerin dibine geçeyazdi. Fakat çok geçmeden kendisini toparlayarak Safiiye dedi ki: «ey Imam! Ben bu soru ile yetmis bin abidin zihnini bulandirarak onlari kulluk divanindan çikardim.»
      Bilesin ki, kalb bir kale gibidir, seytan da oraya girip onu ele geçirmek, onu fethetmek isteyen bir düsman. Kaleyi düsmana karsi savunmak için onun kapilarindan giris yerlerinde ve gediklerinde nöbetçi bulundurmak gerekir. Bu nöbetçilik ve muhafizlik görevini kaleyi iyice tanimayanlar basaramaz.

      Kalbi seytanin vesveselerine karsi korumak, gereklidir, bu görev, her mükellefin omuzlarina yüklenmis bir «farz-i ayn» ´ dir. Gerekli olan bir neticeye kendisi olmaksizin ulasilmayan vasita da gereklidir.

      Seytanin sizma yollarini bilmeksizin kalbi ona karsi savunmakta basariya ulasilamaz. Demek ki, onun sizma yollarini bilmek farz oluyor. Seytanin kaleye benzettigimiz kalbe girmek için kullanacagi yollar ve sizma yerleri kulun bir takim sifatlaridir. Bunlar çoktur. Bazilari sunlardir:

      1. — Öfke ve azgin istek.

      öfke, akli ürkütüp kaçiran bir canavardir, akil zayiflayinca seytanin ordusu hücuma geçer. Insan öfkelendikçe, çocugun topla oynadigi gibi seytan onunla oynar.

      Anlatildigina göre Allah (C.C)’in velilerinden biri Iblise «ademoglunun nasil yendigini bana söyle» der. Seytan da «öfke ve azgin arzulari kabardigi zaman onu ele alirim» diye cevab verir.

      2 — Kiskançlik ve ihtiras.
      Insan bir seye karsi ihtiras baglayinca ihtirasi, gözünü kör ve kulagini sagir eder. Böyle olunca da seytana aradigi firsat verilmis olur. Aslinda kotu ve çirkin de olsa, arzusuna vardiran her vasita, muhterisin gözüne güzel gelir.

      Rivayete göre Hz. Nuh (A.S.) Allah (C.C)’in emrine uyarak her canli türünden birer çift alarak gemiye bindigi zaman tanimadigi bir ihtiyarin geminin bir kösesine sindigini görür, ona «gemiye niye girdin?» diye, sorar. Ihtiyar «adamlarinin kalblerine sizmak için girdim, öylece kalbleri benim elimde kalirken senin yaninda sadece vücudlari kalacak» diye cevap verir.

      Bu cevap üzerine ihtiyarin kimligini teshiste gecikmeyen Hz. Nuh (A.S) «defol buradan, ey Allah (C.C)’in düsmani, sen mel’un seytandan baskasi degilsin» diye onu kovmak ister.
      Bu sirada Iblis, Hz. Nuh (A.S)’a «ben insanlari bes sey vasitasi ile helake sürüklerim, simdi üçünü sana anlatacagim. Fakat geri kalan ikisini söylemem» der.

      O anda ulu Allah (C.C) Hz. Nuh (A.S)’a «sana ikisini söylesin, geriye kalan üc tanesi mühim degil» diye vahiy gönderir. Bunun üzerine Hz. Nuh (A.S) seytana «ikisini söyle yeter» der. Seytan Hz. Nuh (A.S)’a su karsiligi verir, «o ikisi öyle vasitalardir ki, beni hic yalanci çikarmamislardir, hic bir zaman beni hedefimden geri birakmamislardir, insanlari bunlar sayesinde mahvederim. Bunlar ihtiras ve kiskançliktir. Kiskançlik yüzünden ben kendim lanetlenerek kovuldum.

      Ihtirasa gelince, bir agacm meyvasi disinda cennetteki her sey Adem (A.S)’e mubah kilinmisti, ihtirasini alevlendirerek onu yasak agacin meyvasindon yemeye ikna ettim.»

      3 — Oburluktur.
      Isterse yenen yemek sirf helâl olsun. Çünkü oburluk nefsin asiri isteklerini güçlendirir, asiri arzular da seytanin silahlandir.

      Rivayete göre bir gün Iblis Hz.Yahya’ya (A.S.) görünür, elinde cesitli maddelerden yapilmis bir yular tomari vardir. Hz. Yahya (A.S): «bu yularlar nedir» diye sorar. Seytan «bunlar insanlari yakalamaya yarayan cesit çesit arzulardir» diye cevap verir.
      Hz. Yahya (A.S) seytana: «içlerinde bana ait olani var mi» diye sorar. Seytan der ki, «galiba bir keresinde karnini tikabasa doyurmustun da seni böylelikle namazdan ve zikirden alakoymustuk» Hz.Yahya (A.S): «baska bir sey var mt» diye sorar. Seytan «hayir» der.
      Bunun üzerine Hz. Yahya (A.S): «bir daha karnimi tika-basa» doldurmamak, bundan sonra boynumun borcu olsun» der.
      Seytan da Hz. Yahya’ya «andolsun ki. bundan sonra bende hiç bir müslümana nasihat etmeyecegim» diye karsilik verir.

      4 — Bu huylardan biri de elbise, ev mobilya da süs düskünlügüdür.

      Seytan insanin kalbinde süse düskünlük oldugunu görünce, bu yoldan tohum atar ve tohumlarin yumurtlamasini soglar. Seytan böyle seylere karsi zaafi olan kimseyi durmadan yeni evler yapmaya, yapilarin duvar ve tavanlarini türlü türlü geleneklere göre süslemeye ve odalarini genisletmeye çagirir, çesit çesit kiyafetler ve binek hayvanlari ile bezenmeye davet eder ve insani ömrü boyunca bu çesit arzularin esiri halinde tutar.

      Zaten bu yolda seytan insani bir kere kandirdiktan sonra ikinci bir sefer onu ele almasi gerekmez, çünkü bu zaaflarin biri digerini çeker, kulun ömrü doluncaya kadar bu yolda yürür, Nihayet günün birinde seytanin yolunda ve doyumsuz arzularin emrinde iken oluverir.
      Böyte kimselerin akibetinin kötü olmasindan korkulur. Allah (C.C) hepimizi korusun!

      5 — Bu huylardan biri insanlara umut baglamaktir. Sefvan Ibni Selim (R.A.) der ki: «bir gün Abdullah Ibni Hanzele’ye Iblis görünür ve der ki: «ya Ibni Hanzele! Sana bir sey ögretmek istiyorum.» Ibni Hanzele «ihtiyacim yok» diye karsilik verir.
      Seytan ona «bir dinle de bak, eger yararli ise kabul eder, degilse reddedersin» Ey Ibni Hanzele. Allah (C.C)’dan baska hiç kimseden kesin ümid baglayarak bir sey isteme. Kizinca ne hale düstügünü gör, çünkü öfkelendigin zaman seni kolayca ele geçiririm.»

      6 — Bu huylardan biri acelecilik ve sebatsizliktir.

      Peygamber’imiz ((s.a.v.).) buyuruyor ki:

      “Acelecilik seytandan agsr davranmak ise Allah’dandir.”

      Çünkü insan aceleye kapilinca, seytan ona, hiç ummadigi taraftan kötülügünü benimsetir.

      Rivayete göre Hz. Isa (A.S.) dogdugu zaman, yandaslari derhal Iblise kosup derler ki: «yeryüzünde bütün putlarin basi egildi» Seytan onlara «olan oldu, siz yerinizde kalin» diyerek hemen uçusa geçer. Yeryüzünün altini üstüne getirir, putlarin boyun egmesine sebep olan olayi» ögrenemez.

      Sonunda Hz. Isa’nin (A.S.) dogdugunu tesbit eder, çevresini bütün meleklerin kusattigini görür. Bunun üzerine hemen yandaslarinin yanina döner ve onlara söyle der:

      «dün gece dünyaya bîr peygamber geldi, bu çocuk hariç, hiç bir gebelik ve dogum hadisesi olmamistir ki, ben yaninda bulunmayayim. Bu geceden sonra artik putlara tapilmaz, bundan ümidinizi kesin. Bundan sonra ademoguliarina acelecilik ve densizlik yolu ile sokulmaya bakin.»
      6 — Bu huylardan biri para ve mal düskünlügüdür. Yiyecek – içecek ile diger zarurî ihtiyaçlarin ötesinde kalan bütün varlik, hayvanat ve akabat seytanin konagidir.

      Sabit ül-Bünananî (R.A.) der ki: «Peygamber’imize ((s.a.v.).) peygamberlik görevi verildigi zaman Iblis seytanlarina sunu söyledi: «bir sey oldu, ama nedir bilmiyorum, gidin iyice ögrenin.»

      Iblis’in adamlari her tarafi arastirdilar, fakat ne oldugunu ögrenemeyerek geri döndüler, «bir sey ögrenemedik» dediler. Bunun üzerine Iblis «ben size simdi haber getiririm» diyerek kayboldu.
      Bir müddet sonra çikageidi ve adamlarina «Allah (C.C) Hz. Muhammed (S.A.V)’i peygamber olarak görevlendirmistir» dedi.

      Bundan sonra Iblis adamlarini Peygamber (S.A.V)´imizin sahabilerine (Allah (C.C) onlardan razi olsun) göndermeye basladi, fakat hepsi her seferinde eli bos ve hayal kirikligi içinde dönüyorlardi, dönüste sözleri sunlar oluyordu, «hayatimizda bir gün böyle adamlarla karsilasmadik, tam yanlarina sokuluyoruz, namaza kalkiyorlar, böylece bütün gayretlerimiz bosa çikiyor.»

      Bu sözleri dinleyen Iblis adamlarina söyle dedi: «onlari bir müddet kendi hallerine birakin. Allah (C.C)’in izni ile yakinda bütün dünyayi fethedeceklerdir, o zaman biz de onlardan istediklerimizi sizdiririz.»

      Rivayete göre Hz. isa (A.S.) bir gün bir tas parçasini yastik edinerek yere yaslanir, bu sirada yanina gelen seytan ona: «ya Isa! Galiba dünyadan hoslaniyorsun» der.

      Bunun üzerine Hz. Isa (A.S.) tasi basinin altindan kaldirip atar ve seytana: «dünya ile birlikte bu da senin olsun» der.

      7 — Bu huylardan biri de cimrilik ve yoksul düsme korkusudur.
      insani fakirlere yardim etmekten, sadaka vermekten alakoyan, biriktirme ve varlik yigma hirsini kiskirtarak neticede aci azaba sürükleyen bu huydur. Pintiligin afetlerinden biri mal biriktirmek için çarsi – pazar dolasmaktir. Zaten böyle yerler seytanlarin cirit attiklari yerler­dir.

      8 — Bu huylardan bîri taassub.
      Kendi görüslerine körü – körüne baglanmak, karsi taraftakilere kin beslemek onlara küçümseyen bakislarla bakmaktir.

      Bu tutum, cemiyetin hem iyilerini ve hem de kötülerini birlikte helake sürükler.

      Hasan ül-Basrî der ki: duydugumuza göre Iblis söyle demis:

      «Muhammed (S.A.V)’in ümmetini ayartarak bazi günahlara soktum, fakat Allah (C.C)’dan af dileyip kusurlarini bagislatarak belimi kirdilar. Fakat ben onlara öyle günahlar isletiyorum ki, onlar için Allah (C.C)’dan af dilemezler. Bunlar bos arzu ve heveslere kapilarak burunlarinin dogrusuna gitmeye dayanir.»

      Seytan dogru söylüyor. Böyleleri, saplantilari yüzünden gunahlara sürüklendiklerini bilmezler ki. tevbe etsinler.

      — Bunlardan biri Müslümanlara su-i zânda bulunmaktir. Bundan hatta kötüleri itham etmekten bile kaçinmak gerekir. Herkesin kusurunu okuyarak, onun-bunun hakkinda kötü düsünceleri ileri süren kimse gördün mü, bilesin ki, onun ici pistir ve kendi iç pisligi, disina sizmaktadir.
      Su halde insan seytcnin içeri girmesini önlemek için kalbinin bu kapilarini kapatmali. Bunlara karsilik Allah (C.C)’i zikretmesine yardimci olmalidir.

      Ibni Ishak (rehimehullahu) söyle der: Kureys kâfirleri sahabîlerin Mekke’den Medine’ye hicret ettigini görünce ve Peygarsber’imizin ((s.a.v.).) yeni taraftariar kazandigini duyunca O”nun gücünden korkmaya basladilar, çünkü O’nun kendileri ile savasmak üzere ordu topladigini anlamislardi.

      Bunun üzerine her zamanki toplanti yerleri olan Kuzey Ibni Kilâb’in evi elan (Dar’ül Nedve’de) durumu görüsmek için biraraya geldiler. Kabilenin bütün kararlari bu evde yapilan toplantilarda alindigi için ona bu isim verilmistir. Kureys herseye mutlaka burada karar verirdi. Bu toplantilara kirk yasini doldurmamIs Kureys’ü oimayanler alinmazdi. Kureysliler dn bu sart aranmazdi. Ebu Cehil’in baskanliginda bir cumartesi günü toplanmislardi. Bundan dolayidir ki; cumartesi günü Mekir ve HiyLe günüdür» buyurulmustur. Necd’li bir ihtiyar kiligina girmis olan Iblis aralarinda bulunuyordu îblis’in aralarina girmesi söyle oldu. Ipek bir cübbe veya tay-lasan giyerek alimli bir ihtiyar kiliginda kapida belirmisti.

      Münafiklar bu «ihtiyar kimdir» diye sordular, iblis cevap verdi, «Necdli bir adem, ne için toplandiginizi duydum da söyleyeceklerinizi dinlemeye geldim, bazi noktalarda size fikir verme ve nasihatlerde bulunma ihtimali de vardir.» Bunun üzerine ona «içeri gir» dediler, o da girdi ve konusmalara katildi.

      Peygamber’imize ((s.a.v.).) ne yapilmasi gerektigi konusunda tartisiyorlardi. Yüz kisi idiler, bir rivayete göre ise onbes kisi idiler. Ileri gelenlerinden biri olan Ebul Buhteri -ki kâfir olarak Bedr savasinda öldü— su görüsü ileri sürdü.

      «O’nu zincire vurup hapsedin, kapiyi üzerine kitleyîn ve bundan sonra O’ndan evvel gelip geçmis sair ve büyücülerin basina geien akibetin O’nun da basina gelmesini bekleyin (yani zindanda ölmesini bekleyin).»

      Necd’li ihtiyar (yani aslinda seytan) bu fikre karsi cikarak der ki, «bu fikir isabetli degildir. Allah (C.C)’a yemin ederim ki: eger siz O’nu zincire vurup hapsedecek olsaniz, daha üzerine kapiyi kapatir-kapatmoz basina gelenleri adamlari duyacak, hemen baskin düzenleyip O’nu elinizden alacaklar, sonra da karsinizda hindi gibi kabararak mukavemetinizi kiracaklardir, o yüzden bu fikir isabetli degildir, baska bir çare düsünün.

      Ileri gelenlerden bir digeri olan Ebul Esved Rabia Bin Amrüt Amiri su görüsü ileri sürer: “O’nu aramizdan çikarir, beldemizden sürelim nereye isterse gitsin, hic ilgilenmeyelim.”
      Necd’li (Allah (C.C)’in laneti üzerine olsun) bu görüse de derhal karsi cikar ve der ki: «Vallahi bu da çikar yol degildir. Ne güzel konustugunu, ne kadar çekici bir mantiga sahip oldugunu ve ileri sürdügü yeni görüsler ile herkesin kalbini ne biçim büyüledigini görmüyor musunuz?

      Eger O’nu buradan kovacak olursaniz, bir arap kabilesine varip araya yerlesebilir, onlari tatli dili ile kandirarak size karsi kiskirtabilir. Sonra da toplayacagi bir ordu ile üzerinize yürüyerek elinizden iktidari alabilir ve size istedigini yapabilir.
      O’nun hakkinda baska bir çare düsünmelisiniz.» Bunun üzerine meshur Ebul Cehl söz alarak der ki, «vallahi, O’nun hakkinda benim bir fikrim var. Ama sizin sözleriniz buna uzak kaliyor. Bana kalirsa her kabileden gözü pek atilgan, becerikli birer delikanli seçeceksiniz, ellerine birer keskin kiliç vereceksiniz, üzerine cullanacaklar. hepsi bir adam vuruyormus gibi ayni anda kiliçlarini çekip üzerine indirecekler ve nefes almaya firsat vermeden canini alacaklar, böylece O’ndan kurtulmus oluruz.

      Bütün kabileler suc ortagi olacagi için O’nun kabilesi olan Abdül Menaf kabilesi, digerlerinin tümüne karsi O’nun kan davasini gütmeye cesaret edemezler, hep birlikte diyetini veririz, olur-biter.»

      Necd’li ihtiyar. (Allah (C.C)’in laneti üzerine olsun) Ebul Cehrin sözü bitince der ki: “görüs budur, baska core göremiyorum”
      Böylece o toplantIda Peygamber’imizi ((s.a.v.).) öldürmeye karar vererek dagildilar.
      Fakat bu sirada Cebrail (A.S.) Peygamber’imîze ((s.a.v.).) gelerek «bu gece her zamanki yataginda yatma diye talimat verir.

      Gece olunca Kureys kâfirlerinin seçkin silâhsörleri Peygamber ((s.a.v.).)’imizin evi önünde pusu kurdular, uyumasini gözetliyorlardi, uyuyunca üzerine cullanacaklardi.
      Öte yandan Peygamber’imiz ((s.a.v.).) Hz. Ali´yi (keremellahu vec-hehu) o gece yataginda yatmakla görevlendirdi. Hz. Ali (R.A) bu hadiseden sonra Peygamber ((s.a.v.).)’imizin cuma ve bayramlarda giyindigi yesil bir paltoyu üstüne çekerek yataga uzandi. Böylelikle Hz. Ali (kerremellahu vechehü) kendini (Allah (C.C)’a adayarak Peygamber ((s.a.v.).) ‘imizin hayatini kurtaran ilk müslu man oldu. Bu konuda bizzat Hz. Ali’nin söyledigi bir siir söyledir:

      Kendini iteri sürerek topraga ayak basanlann en hayirlisini korudum

      Beytül Atik’a ve Hacerul Esved’i tavaf edeni. O Allah (C.C)’in Resul’üdür. O’na tuzak kurmalarindan çekinmisti.

      Kudret eli her yere uzanan ulu Allah (C.C) O’nu tuzaktan korudu.

      Allah (C.C)’in Resul’ü. magarada güven içinde geceyi geçirdi.

      Allah (C.C)’in örtü ve himayesi altinda saklanarak.

      Ben ise onlari ve bana yapabileceklerini bekleyerek geceyi geçirdim. Kendimi ölüme ve esarete adamistim.

      O gece Peygamber’imiz (s.a.v.) silâhsörlerin önünde evden çikti. Allah (C.C) onlarin gözünü kararttigi için hic biri O’nu göremedi. Peygamber (S.A.V)´imiz «Yasin» suresinin su kismini okuyarak onlarin her birinin basina daha önce avucuna almis oldugu topragi saçmisti. Peygamber’imizin (S.A.V) okudugu âyetler sunlardir.

      Ulu (Allah (C.C)) buyuruyor ki:

      “YASIN, Hikmet dolu Kur’an hakki için, hiç süphesiz, «sen peygamberlerden birisin, dosdogru yol uyarinca. O kitab (Kur’an), gücü her seye yeten, bagislayici tarafindan indirilmistir, atalari ikaz edilmemis olan bir kavmi ikaz etmek için. Onlarin çogu üzerinde söz (hüküm) gerçeklesti, onlar artik iman etmezler.

      Biz onlarin boyunlarina, çenelerine kadar dayanan tasmalar taktik, bu yüzden baslarini saga sola çeviremezler. Ayrica biz onlarin önlerine ve arkalarina birer set çektik ve onlari örttük, bundan dolayi göremezler.”
      (Yasin – 1-9)

      Böylece Peygamberimiz ((s.a.v.).) evden ayrilarak diledigi yere yolcu oldu.
      bu sirada silâhsörlerin yanina, daha önce aralarinda bulunmayan bir yabanci geldi, onlara «burda ne bekliyorsunuz?» diye sordu. Silâhsörler: «Muhammed’i» diye cevap verdiler. Yabanci onlara dedi ki. «Allah (C.C) sizi hayal kirikligina ugratti. Vallahi O, sizin önünüzden geçip gitti. Giderken de her birinizin basina toprak serpti ve diledigi yolu tunu. Basinizin üstüne bakasaniz a!.»

      Bunun üzerine herkes eli ile basini yokladi, tepelerine topragin serpildigini gördüler. Hemen pusudan çikarak Peygamberimiz ((s.a.v.).)’in odasina girdiler, ve Hz. Ali’yi (kerremellahu vechehu) Peygamberimizin paltosuna bürünmüs yatakta buldular, «vallahi, bu Muhammed (S.A.V)’dir. iste. paltosuna bürünmüs, uyuyor» dediler.

      Bu düsünce ile sabahladilar, fakat yataktan Hz. Ali (keremellahu vechehu) kalkti. O zaman «bizimle geceleyin konusan yabanci dogru söylemis» dediler. Kur-an-i Kerimin su âyeti bu konuda indi.

      Ulu Allah (C.C) söyle buyuruyor:

      “Hani bir keresinde o kâfirler, ya öldürmek veya sürmek seni tutuklamak için tuzak kurmuslardi. Onlar tuzak kurarlar, ama AlLan onlarin tuzagini bosa çikarir. Hiç süphesiz Allah tuzaklarini en hayirli sekilde bosa çikarandir.”
      (Enfal Sûresi. 30)

      Bu konuda bir sair söyle der:

      Canini sikma! Zorlugun arkasi kolayliktir.

      Her seyin bir vakti ve takdiri vardir,
      Tekdir sahibi, bizim halimizi süphesiz görüyor Bizim tedbirimizin üstünde Allah (C.C)’in tedbiri vardir.

      Bu olayin arkasindan ulu Allah (C.C), Peygamber (S.A.V)’imizin Mekke’den Medine’ye göç etmesine izin verdi. Ibni Abbas (R.A.) «ey Robb’im! Bana dogru sekilde girip dogru sekilde çikmak nasib eyle. Bana kendi nezdinden yardima bir kilavuz ihsan eyle» âyet-i kerimesinin tefsiri sirasinda «Cebrail (A.S) Peygamber (S.A.V)’imize yanina Hz. Ebu Bekr (R.A)’i almasini emretti» der.

      Hakim, Hz. Ali (R.A)’ye dayanarak rivayet eder ki:

      Peygamber’imiz ((s.a.v.).) göçme emrini aldigi zaman Cebrail (A.S)’e «yanimda kim olacak» diye sorar. Cebrail (A.S.) de «Hz. Ebu Bekr (R.A)» diye cevap verir, öteyandan Peygamber (S.A.V)’imiz çikisini Hz. Ali (R.A)’ye bildirdi, yaninda bulunan emanetleri sahiplerine teslim etmek üzere onu yerine birakti.

      Hz. Ayse (R. Anha) hicret olayini söyle anlatir: Bir gün biz Ebu Bekr (R.A)’in (babamin) evinde otururken kusluk siralari, asagi – yukari günün en sicak saatlerinde Peygamber (S.A.V)’imizin eve dogru geldigini gördüm.
      Hz. Ebu Bekr (R.A)’in diger bir kizi olan Hz. Esma (R. Anhu) ise Taberanî nin rivayetine göre olayin bu kismi hakkinda sunlari söylemektedir: «Resulüllah (S.A.V), Mekke’de iken biri sabah, öbürü aksamleyin olmak üzere günde iki defa bize gelirdi. O gün ise (hicret öncesi günü) kustuk vakti eve gelmekte oldugunu görerek babama dedim ki. «babacigim, su gelen Resulüllah (S.A.V), basini sarmis, buraya dogru geliyor, oysa ki bu saatte bize gelmek huyu degildi.»

      Hz. Ebu Bekr (R.A). Esme’nin sözlerine söyle cevap verdi, «anam-babam O’nun ugruna feda olsun, yemin ederim ki, bu saatte O’nu buraya gelmeye mutlaka mühim bir olay sevketmistir.» Bundan sonra olanlari Hz. Ayse (R. Anha) söyle onlatmaya devam ediyor:

      «Resulüllah (S.A.V) kapiya geldi, içeri girmek için izin istedi. Hz. Ebu Bekr (R.A) izin verince içeri girdi. Ebu Bekr (R.A) oturmakta oldugu sedirden inerek O’na yer verdi. Oturunca Ebu Bekr (R.A)’e «yanindakileri disari çikar» dedi. Ebu Bekr (R.A) «bunlar senin ev halkindir yani Ayse (R. Anha) ve Esma (R. Anha)’dir dedi. Baska bir riveyette ise: «yabanci yok. Iki kizim var burada» diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamber’imiz ((s.a.v.).) söze girerek Ebu Bekr (R.A)’e «göç etmeme izin veriidi» dedi. Hz. Ebu Bekr (R.A) «anam-babam ugruna feda olsun, benim de yaninda gelmemi istiyor musun? diye sordu. Peygamber (S.A.V)´imiz «evet» dedi.

      Bu sirada Ebu Bekr (R.A.)’in agladigini gördüm, o zamana kadar hiçbir kimsenin sevincinden aglayacagini sanmazdim.
      Hz. Ebu Bekr (R.A.) Peygamber’imize ((s.a.v.).) «anam-babam yoluna feda olsun, su iki binek hayvanimdan birini kendine al» dedi. Peygamber’imiz ((s.a.v.).) «eger parasi ile satmaya razi olursan alirim» diye cevap verdi.

      Bir rivayette: (Dilersen kiymetini verir alirim) buyurdu, binek hayvanini ancak para karsiliginda kabul etmesi. Allah (C.C) yolunda yapacagi göçün hem mal ve hem de beden ile islenen bir ibadet haline gelerek eksiksiz bir mahiyet kazanmasini istemesinden ileri geliyordu.

      Hemen yol hazirliklarina giristik, azik torbalarini hazirladik içine bir pismis koyun koyduk. Kiz kardesim Esma bel kusagindan bir parça keserek dagarcigin agzini bagladi, bu yüzden adi ondan sonra «çift kusak­li» diye kaldi.

      Böylece yola çikan Rasûlüllah ((s.a.v.).) ile Ebû Bekr (R.A.) «Sevr» magarasina vardilar, üç gün burada saklandilar. «Sevr» Mekke yakinlarindaki bir dagin adidir, oraya ilk defa çikan Sevr Ibni Abdü’l-Menat’in adina izafeten bu ismi almistir. Diger bir rivayete göre Rasûlüllah ((s.a.v.).) ile Ebû Bekr (R.A.), evin arka kapisindan çikarak yola koyuldular.

      Yine bir rivayete göre yolda Ebü Cehl ile karsilastilar, fakat onlari onun gözlerinden Allah (C.C) sakladi ve o farketmeden geçip gittiler.

      Hz. Esma (R. Anha) der ki: Hz. Bekr (R.A.) bes bin dirhem olan bütün parasini yanina alarak bu yolculuga çikmistir.»

      Kureys’üler Peygamber’imizi ((s.a.v.).) ellerinden kaçirinca. Mekke’nin her tarafini aradilar, altini üstüne getirdiler. Her tarafa iz sürücüler cikardilar. Magaranin yolunu tutan izciler. onlarin izlerini tesbit ettiler ve magaranin agzina kadar izlerini sürdüler.
      Peygamber ((s.a.v.).)’imizi ellerinden kaçirmak, Kureys’lilere egir geldi, bu ise canlari çok sikildi, bu yüzden O’nu yakalayana yüz deve adadilar.

      Kadi Iyad’dan (R.A.) rivayet edildigine göre Sebir Dagi Peygamberi ((s.a.v.).)´mize: «Yâ Rasûlüllah! (S.A.V) Benden kaç, çünki üzerimde iken öldürülmenden ve o yüzden Allah (C.C)’in lanetine ugramaktan korkuyorum» diye seslendi. Buna karsilik Hira Dagi öa «Bana gel. yâ Rasûlellah! (S.A.V)» diye O’na seslendi.

      Rivayete göre Peygamber (S.A.V)’imiz ile Ebu Bekr (R.A.) magaraya girince Allah (C.C)’in emri ile magaranin agzinda hemencecik bir «ummu gaylan» agaci bitiverdi ve bu agacin varligi magaranin yolunu kâfirlerin gözlerinden sakladi, öte yandan ulu Allah (C.C), örümcege magaranin agzini agla örmesini emretti, bir çift yabanî güvercin de yine kapida yuva kurdular.

      Bunlarin hepsi müsrikleri magaraya girmekten aLakoydu. Yine rivayete göre, bugün HArem-i Serif’de görülen güvercinler o çiftin soyundan gelir. Peygamber ((s.a.v.).)’imize saglamis olduklari himayenin karsiliginda, nesillerinin artmasi ve Harem’de avlanma tehlikesinden uzak olarak güven içinde yasamakla mükâfatlandirildilar.

      Kureys kabilesinin her öbeginden seçilen delikanlilar, elleri sopali, boltcli ve kiliçli olarak magaranin kapisina dayandilar. Aralarindan biri
      ayrilarak magaranin agzin sokuldu, orda yuva yapmis bir çift güvercini görünce arkadaslarinin yanina döndü. Ona «Ne var. ne yok» dediler. O da «Kapida iki yabani güvercin görünce içerde hiç kimsenin bulunmadigini anladim» diye karsilik verdi. Peygamberimiz ((s.a.v.).) bu konusmayi içerden duydu ve Allah (C.C)’in düsmanlarini savdigini anladi.

      Buna ragmen delikanllardan biri «içeri girin» dedi. Fakat onlardan biri olan Ümeyye Ibni Half ona su cevabi verdi, «içeri girip ne yapacaksiniz. Kapi Muhammed (s.a.v.)’in dogumundan bile daha eski bir örümcek agi ile örülmüs, eger O içeri girmis olsaydi yumurtalarin kirilmis ve agin parçalanmis olmasi gerekirdi.»

      Bu durum Kureysiileri askerî harekâta girismekten kesinlikle alakoydu. Görüyor musun, agaç aranani nasil saklayarak kovalayani sasirtti, öte yandan örümcek geldi, magara kapisini perdeledi, boslugun yüzünü agi ile örerek izcilerin gözünü bagladi da aramaktan caydilar. Böylelikle örümcek Peygamber’imizi ((s.a.v.).) koruma serefi kazandi. Ibni Nakîb’in bu husustaki siiri ne kadar güzeldir:

      «Ipek böcegi koza örer, her çesit elbiseye yakisir.

      Fakat örümcek ondan daha üstündür. Peygamber ((s.a.v.).)’in basina ördügü ag sayesinde…»

      Buhari iie Müslim’in Hz. Enes (R.A)’den rivayet ettigine göre söyle demistir:

      Ebû Bekr (R.A.) bana söyle dedi, «Magarada iken Peygamber (S.A.V)´imize «eger izcilerden biri ayaklarinin ucuna baksaydi bizi görecekti» dedim. O bana «Sen bu iki kisiyi ne saniyorsun, bunlarin üçüncüsü Allâh (C.C)’dir», diye cevap verdi.»

      Siyer yazarlarindan birine göre Hz. Ebû Bekr (R.A), Peygamber ((s.a.v.).)’imize «Bunlardan biri ayak parmaklarinin ucuna baksa bizi görecekti» dedigi zaman Peygamber ((s.a.v.).)´imiz ona söyle cevap verdi:

      «Onlar o taraftan bize dogru gelselerdi, biz de bu taraftan giderdik.»
      Hz. Ebû Bekr (R.A), Peygamberimizin gösterdigi tarafa bakinca magaranin açildigini, bir denizin belirdigini ve bir geminin karaya yanasmis durdugunu gördü.

      Hasan’ül – Basrî’den rivayet edildigine göre Peygamber ((s.a.v.).)´imiz ile Hz. Ebu Bekr (R.A) gece magaraya dogru yol alirlarken Hz. Ebû Bekr (R.A) Peygamber ((s.a.v.).)’imizin bazan önünden bazan da arkasindan yürüyordu. Peygomber ((s.a.v.).)’imiz O’na bu davranisinin sebebini sorunca, Ebû Bekr (R.A.) su cevabi verdi. «Kilavuzluk aklima gelince önün sira yürüyorum, sonra gözetleme görevimi hatirlayinca geride kalip arkan sira yürüyorum.» Peygamber ((s.a.v.).)´imiz O’na: «Basimiza bir hal gelse benim ugruma seve seve ötür müsün?» diye sordu. Ebû Bekr (R.A) «Seni, Hakki teblig etmek üzere gönderene (Allâh (C.C)’a) yemin ederim ki, evet» diye cevap verdi.

      Magaraya vardiklarinda Ebû Bekr (R.A) Peygamber ((s.a.v.).)’imize «Oldugun yerde dur, yâ Rasûlallah ((s.a.v.).), ben magarayi senin için temizleyeyim» dedi ve öteyi – beriyi temizlemeye koyuldu. Magaranin zeminini el yordami ile yoklarken rastladigi her deligi paltosundan bir parça keserek tikiyordu, böyle böyle paltosunu bitirdi, fakat son bir delik acik kaldi, onu da her hangi bir canli çikip Peygamber ((s.a.v.).)´imizi isirmasin diye topugu ile tikadi.

      Bundan sonra Peygamber ((s.a.v.).)’imiz içeri girdi, basini Ebû Bekr (R.A)’in dizine dayayarak uykuya daldi, o sirada bir canli Ebû Bekr’in topugunu isirdi, fakat Peygamber ((s.a.v.).)’imizi uyandirmamak için kimildamadi, acidan gözleri yasarinca damlalardan biri Peygamber ((s.a.v.).)’imizin yüzüne akti ve O’nu uyandirdi. Peygamber ((s.a.v.).)’imiz Ebû Bekr (R.A)’e «Ne oluyor sana? diye sordu. «Anam-Babam yoluna feda olsun, isirildim» diye cevap verdi. Peygamber ((s.a.v.).)’imiz sokulan yere tükürük basti ve acisi dindi.

      Meshur Islâm Sâiri Hassan Ibni Sabit (R.A.) bu mevzuda ne güzel söyler:

      «O serefli, magaradaki iki kisinin ikincisi idi. O ikisi daga çikinca, düsman oranin her tarafini aradi.

      Düsmanlar bütün canlilardan ögrendiler ki;

      Peygamber ((s.a.v.).)’imize karsi duyulan sevginin dengi yoktur.»

      Peygamber ((s.a.v.).)’imiz Mekke’den persembe günü yola çikmisti, magaradan da Pazartesi gecesi ayrilmis olmaliydi, cünki orada üc gece kaldi. Bu olay Rebiülevvel ayinin baslarinda meydana geldi. Rebiüievvel ayinin onikinci Cum’a günü ise Medine’ye vardi.

      Anlatildigina göre adi Zekeriyya olan bir Zâhid siddetli bir hastaliga yakalanir, ölmek üzeredir, son demlerinde bir arkadasi basina gelir ve ona «Lâilâhe illallah. Muhammed’ür – Rasûlüllah» demeyi telkin eder, fakat zâhid bu telkini yüzünü eksiterek reddeder.

      Arkadasi ikinci sefer telkin eder, zâhid yine yüzünü çevirir, arkadasinin üçüncü telkinini ise «hayir, söylemiyorum» diye sözlü olarak reddeder. Arkasindan bayilir, basi arkadasinin dizleri üzerine düser, bir müddet böyle kalir, arkasindan biraz açilir ve gözlerin” açinca «bana bir sey dediniz mi?» diye sorar, ona «evet, sana üc kere Kelime-i Sehâdet getirmeni telkin ettik. Iki keresinde yüzünü döndün, üçüncüsünde de, «söylemiyorum» diye cevap verdin» derler.

      Zâhid onlara durumu söyle açiklar: «Bane Iblis geldi, elinde bir bardak su vardi, sagimda durdu, bardagi sallayarak «su ister misin?» dedi, «tabii» dedim. Bunun üzerine «Isâ Allah (C.C)’in ogludur» dedi, o yüzden yüzümü öbür tarafa çevirdim.

      Sonra ayak uçlarimdan yana bana sokuldu, ayni sözü söyledi, ona yine yüzümü döndüm.

      Üçüncü defa bana ayni cümleyi tekrar ettirmek isteyince «hayir, söylemiyorum» diye cevap verdim. Iste o zaman sü dolu bardagi hirsindan yere çaldi ve ortaliktan kayboldu.
      Iste ben seytani reddettim, yoksa sizin telkininizi degil, simdi söylüyorum: «Eshedü en la ilâhe illellâh ve eshedü enne Muhammeden abdühu ve rasûlühü.»

      Rivayete göre Ömer Bin Abdülâziz (R.A.) der ki: «Sâîihlerden biri, seytanin insanoglunun kalbinin neresinde oldugunu kendisine göstermesini Allâh (C.C)’dan ister. Bunun üzerine rüyada ici disindan görünen yari seffaf bir insan vücudu görür, adamin basi omuz ile kulagi arasindaki boslukta ve sol omuzu üzerinde kurbaga sekline girmis olarak seytani görür, uzun ince bir hortumu vardir, onu adamin omuzundan kalbine uzatmistir, bu yoldan oraya vesvese akitmaktadir. Fakat, adam Allâh (C.C)’in adini andigi zaman kurbaga kiligina girmis olan seytan görünmez oluyor.»

      Allah’im! Lânetik seytani ve kiskançlarin dilini üzerimize musallat eyleme.

      Peygamberlerinin sonuncusu olan Hz. Muhammed (S.A.V.) hürmetine sana zikir ve sükürde bulunmamiza yardim buyur.

    500. ABİ ELİNİZE SAĞLIK, TEŞEKKÜRLER…….ALLAH FAYDALANMAYI NASİP EYLESİN BİZLERE…

    Bir Cevap Yazın

    E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir