Haberler
Ana Sayfa / Dini Bilgiler / TÖVBEKARIN SAYFASI….

TÖVBEKARIN SAYFASI….

Allahü teala cümlemizden razı olsun İnşallahü teala.Aynen öyle kum saati ters çevirilmiş alta düşen son kum tanesiyle zaman dolacak.Bundan önce gaflet pamuğunu kulağımızdan çıkarıp silkelenmemiz lazım.Estağfirullah din konusunda bizim gibilerin görüşünün ne kıymeti olur.Riyazet demek istediyseniz İslam alimleri buyuruyor ki;

Nefs, kötü isteklerden [dinin yasakladığı şeylerden] kurtarılınca, kalb temizlenir.
Kalbi temizlemek için riyazet ve mücahede gerekir. Riyazet, nefsin arzularını yapmamaktır. Nefsimiz, haramları, mekruhları arzu eder. Bunlardan kaçmak gerekir. Mücahede, nefsin istemediği şeyleri yapmak demektir. Nefsimiz, iyilik ve ibadet yapmak istemez. İyilik ve ibadet ederek kalbi temizlemelidir!

Nefsin istediği her şey, sonsuz ahiret nimetleri yanında kıymetsizdir. Ahiret nimetleri altın ise, dünya menfaatleri teneke bile değildir. Bu geçici basit menfaatler, sonsuz nimetlerle mukayese bile kabul etmez.

İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Allahü teâlânın emirlerini yapmamak kalbin bozuk olmasındandır. Kalbin bozuk olması, dine tam inanmamaktır. İmanın alameti, dinin emirlerini seve seve yapmaktır. [Namaz kılmayıp günah işleyenin, (Benim kalbim temiz, sen kalbe bak) demesinin çok yanlış olduğu buradan da anlaşılır.]

Kalb, sevgi yeridir. Sevgi bulunmayan kalb ölmüş demektir. Kalbde, ya dünya sevgisi veya Allah sevgisi bulunur. Allah’ı anarak, ibadet yaparak, kalbden dünya sevgisi çıkarılınca, kalb temiz olur. Bu temiz kalbe, Allah sevgisi, kendiliğinden dolar. Günah işleyince, kalb kararır, hastalanır, dünya sevgisi yerleşir ve Allah sevgisi gider. Kalbin bu hali, bir şişeye benzer. Su doldurunca, havası çıkar. Suyu boşaltınca, hava kendiliğinden dolar.

  • 2009.12.02 23:24

    HIZIR ALEYHİSSELAM NEDEN Ab-ı Hayat suyunu İÇTİ

    Hızır aleyhisselamı hepimiz biliriz ( gerçek adı belya dır)O nun Abı hayat suyundan içtiğini ve kıyamete kadar ALLAH yolunda hizmet edeceğinide peki neden içti Abı Hayat suyunu hiç merak ettiniz mi Hızır Aleyhisselam bir gün gökyüzüne derin derin bakar öyle derin bakar ki ARŞ_I ALAda yazılı olan FATİHA suresini görür Fatiha suresine aşık olur ALLAH a yalvarır Ne olur YARABBİ bu sureyi bana indir Fakat ALLAH şöyle der
    —Ben bu sureyi Alemlere rahmet olarak göndereceğim Hz Muhammed (s a v) indireceğim
    Tabi Hızır Aleyhisselam bunu duyunca ALLAH a tekrar yalvarır
    —YABBİ ne olur beni Hz Muhammede (s a v) ümmet olarak ulaştır der ve duası kabul olur
    Bilindiği gibi Hızır Aleyhisselam Peygamberimizden (s a v) binlerce yıl önce doğmuştur Fakat Peygamberimizi (s a v) görmek ve O na ümmet olmak için ALLAH a yalvarır duası kabul olur ve ölümsüzlük (Abı Hayat) suyundan içer Peygamberimiz (s a v) Hızır Aleyhisselamla sohbet ettiği kaynaklarda vardır Halen belki aramızda ALLAH için kıyamete kadar hizmet edecektir
    Düşünün Hızır Aleyhisselam Peygamberimizden (s a v) binlerce yıl önce Peygamberimize (s a v) ümmet olabilmek için ALLAH a yalvarmış Peygamberimize (s a v) ümmet olmak işte bu kadar önemli biz ise Peygamberimizin (s a v) Ümmeti olarak dünyaya gelmişiz bu nimetin kıymetini biliyomuyuz Bunun için Şükür ediyomuyuz
    ALLAH IM BİZİ MÜSLÜMAN OLARAK YARATTIĞIN VE PEYGAMBERİMİZİN (S A V) ÜMMETİ OLARAK YARATTIĞIN İÇİN SANA SONSUZ KERE ŞÜKÜRLER OLSUN…

  • 2009.12.02 23:19

    Ya Ali, beş şeyi yapmadan uyuma…
    Resul-i Ekrem’in (s.a.a) Hz. Ali’ye (a.s) hitaben şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

    “Ya Ali, beş şeyi yapmadan uyuma: Bütün Kur’an’ı hatmetmeden, dört bin dirhem sadaka vermeden, Ka’be’yi ziyaret etmeden, cennetteki yerini korumaya almadan ve düşmanlarını razı etmeden…”

    Hz. Ali (a.s), “Ya Resulallah bu nasıl olur?” diye sorduğunda şöyle buyurdu: “Bilmiyor musun ki eğer “İHLAS” suresini üç defa okursan, Kur’an’ın hepsini okumuş gibi olursun.

    Eğer Fatiha suresini dört defa okursan, dört bin dirhem sadaka vermiş gibi olursun.

    Eğer “La İlahe İllallahu vahdehu la şerike lehu, lehu’l-mulku ve lehu’l-hamdu, yuhyi ve yumitu ve huve ala kulli şey’in qadir” (Allah’tan gayri ilah yoktur, tektir ve ortağı yoktur; mülk sadece onundur ve hamd sadece ona aittir; diriltir ve öldürür ve o her şeye kadirdir) duasını on defa okursan, Ka’be’yi ziyaret etmiş gibi olursun.

    Eğer “La havle vela quvvete illa billahi’l-Aliyyi’l-azim” (Yüce ve azametli Allah’a dayanmayan güç ve kuvvet yoktur) duasını on defa okursan, cennetteki yerini korumuş olursun.

    Eğer “Esteğfirullahe’l-Azime’l-llezi la ilahe illa Huve’l-Hayyü’l-Kayyumu ve etubu ileyhi” (Yüce Allah’tan mağfiret diliyorum; o ki ondan başka ilah yoktur; diridir, yaratıkları ayakta tutandır ve ben ona tevbe ediyorum) duasını on defa okursan, düşmanlarını razı etmiş olursun…

  • 2009.12.02 23:14

    İmam-ı Rabbani Hazretlerinden İnciler – 129

    Fırsatı elden kaçırmayınız. Geçici olan şânlar, şerefler sizi aldatmasın. Dünya lezzetleri, hakîkî lezzetlerden mahrum etmesin. Fârisî beyt tercümesi:

    Sana söyliyeceğim hep şudur:
    Çocuksun, yol ise korkuludur.

    Allahü teâlâ, bir kulunu gençlikte tevbe etmeye kavuşturursa ve bu tevbesini bozmaktan korursa, ne büyük nîmet olur. Diyebilirim ki, bütün dünya nîmetleri ve lezzetleri, bu nîmetin yanında, büyük deniz yanındaki bir damla su gibidir. Çünkü bu nîmet, insanı Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşturur. Bu ise, dünya ve âhıret nîmetlerinin hepsinin üstündedir. İmrân sûresinin onbeşinci ve Tevbe sûresinin yetmişüçüncü âyetinde meâlen, (Allahü teâlânın râzı olması nîmeti daha büyüktür) buyuruldu.

    Doğru yolda olanlara ve Muhammed Mustafâya “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmâtü etemmühâ ve ekmelühâ” uymakla şereflenenlere selâm olsun!

    Müjdeci Mektublar – 146

  • 2009.12.02 23:12

    İbâdetlerden zevk duymak ve bunların yapılması güç gelmemek, Allahü teâlânın en büyük ni’metlerindendir. Hele namâzın tadını duymak, nihâyete yetişmiyenlere nasîb olmaz. Hele farz namâzların tadını almak, ancak onlara mahsûsdur. Çünki, nihâyete yaklaşanlara, nâfile namâzların tadını tatdırırlar. Nihâyetde ise, yalnız farz namâzların tadı duyulur. Nâfile namâzlar, zevksiz olup, farzların kılınması büyük kâr, kazanc bilinir.

    Fârisî mısra’ tercemesi:
    Bu iş, büyük ni’metdir. Acabâ kime verirler?

    [(Nâfile nemâz), farz ve vâcibden ziyâde, başka namâzlar demekdir. Beş vakt namâzın sünnetleri ve diğer vâcib olmayan namâzlar, hep nâfiledir. Müekked olan ve olmıyan, bütün sünnetler nâfiledir. (Dürr-ül-muhtâr) ve (İbni Âbidîn), (Halebî) ve sâire]. Namâzların hepsinde hâsıl olan lezzetden, nefse bir pay yokdur. İnsan bu tadı duyarken, nefsi inlemekde, feryâd etmekdedir. Yâ Rabbî! Bu, ne büyük bir rütbedir!

    Arabî mısra’ tercemesi:
    Ni’mete kavuşanlara âfiyet olsun!

    Bizim gibi, rûhları hasta olanların, bu sözleri duyması da, büyük bir ni’metdir ve hakîkî se’âdetdir.

    Fârisî mısra’ tercemesi:
    Bâri kalbimize bir tesellî olsun.

    İyi biliniz ki, dünyâda namâzın rütbesi, derecesi, âhıretde, Allahü teâlâyı görmenin yüksekliği gibidir. Dünyâda insanın Allahü teâlâya en yakın bulunduğu zamân, namâz kıldığı zamândır. Âhıretde en yakın olduğu da (Rü’yet), ya’nî Allahü teâlâyı gördüğü zamândır. Dünyâdaki bütün ibâdetler, insanı namâz kılabilecek bir hâle getirmek içindir. Asıl maksad, namâz kılmakdır. Se’âdet-i ebediyyeye ve sonsuz ni’metlere kavuşmanızı dilerim.

    İnsan beşer, durmaz şaşar,
    Eyler hatâ, üçer beşer.
    Düz ovada yürür iken,
    Ayağı sürter, düşer!

    *Dilini muhafaza et, seni sokmasın. Çünkü o, büyük bir yılandır.
    * Allahü teâlâ rızka kefildir ama imana kefil değildir.

  • 2009.12.02 23:05

    Allahü teâlâ, sizi, beğendiği işleri yapmaya kavuştursun! İnsana önce îtikatını, îmanını düzeltmek lâzımdır. Bundan sonra, sâlih, yarar işleri yapmak lâzımdır. İbâdetlerin hepsini kendinde toplayan ve insanı Allahü teâlâya en çok yaklaştıran yarar şey, namazdır. Peygamberimiz “aleyhissalâtü vesselâm”, (Namaz dînin direğidir. Namaz kılan kimse, dînini kuvvetlendirir. Namaz kılmayan, elbette dînini yıkar) buyurdu. Namazı doğru dürüst kılmakla şereflenen bir kimse, çirkin kötü şeyler yapmaktan korunmuş olur. Ankebût sûresinin kırkbeşinci âyetinde meâlen, (Doğru kılınan namaz, insanı fahşâdan ve münkerden herhâlde uzaklaştırır) buyuruldu. İnsanı kötülüklerden uzaklaştırmayan bir namaz, doğru namaz değildir. Görünüşte namazdır. Bununla berâber, doğrusunu yapıncaya kadar, görünüşü yapmayı elden bırakmamalıdır. Büyüklerimiz, (Bir şeyin hepsi yapılamazsa, hepsini de elden kaçırmamalıdır) buyurdu. Sonsuz ihsân sahibi olan Rabbimiz, görünüşü hakîkat olarak kabûl edebilir. [Böyle bozuk namaz kılacağına, hiç kılma dememelidir. Böyle bozuk kılacağına doğru kıl demelidir. Bu inceliği iyi anlamalıdır.]

    Namazları cemaat ile ve huşû’ ve hudû’ ile kılmalıdır. Çünkü, insanı dünyada ve âhırette felaketlerden, sıkıntılardan kurtaracak ancak namazdır. Mü’minûn sûresi başındaki âyet-i kerimede meâlen, (Müminler herhâlde kurtulacaktır. Onlar, namazlarını huşû’ ile kılanlardır) buyuruldu.

  • 2009.12.02 23:02

    Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmın getirdiği parlak dîne uymak ve bu doğru yolda ilerlemek, böylece rızasına, sevgisine kavuşmak nasip eylesin! Çünkü, Allahü teâlâ, bütün ismlerinin ve sıfatlarının kemâllerini, üstünlüklerini, en sevgili kulu ve resûlü olan Muhammed aleyhisselâmda toplamıştır. Bütün bu üstünlükler, kula yakışacak şekilde Onda görünmektedir. Ona indirilmiş olan kitap, yâni Kur’an-ı kerim, bütün Peygamberlere “aleyhimüsselâm” indirilmiş olan kitapların hepsinin hulâsasıdır. Hepsinde bildirilmiş olanlar, bunda da vardır. Bu büyük Peygambere “aleyhisselâtü vesselâm” verilmiş olan din de, geçmiş dinlerin hepsinin süzülmüş kaymağı gibidir. Hak olan, doğru olan bu dînin bildirdiği her iş, geçmiş dinlerde bildirilen amellerden, işlerden seçilmiş, alınmıştır. Ayrıca meleklerin işlerinden de seçilmiş alınmış bulunmaktadır. Meselâ, meleklerden bir kısmına rükü’ etmek emrolunmuştur. Birçoklarına secde etmek, başka meleklere de kıyâm, yâni ayakta ibâdet etmeleri emredilmiştir. Bunun gibi, geçmiş ümmetlerden bazısına yalnız sabah namazı emredilmişti. Başkalarına, başka vakitlerin namazı emrolunmuştu. Geçmiş ümmetlerin ve mukarreb meleklerin ibâdetlerinden, amellerinden süzülenleri, seçilenleri, bu dinde emrolundu. Bunun için, bu dîni tasdik etmek, inanmak ve bu dînin emirlerine uymak, geçmiş bütün dinleri tasdik etmek ve hepsine uymak olur. Demek oluyor ki, bu dîni tasdik edenler, ümmetlerin en hayrlısı, en iyileri olur. Bu dîne inanmayan, beğenmeyen, buna uymak istemeyen de geçmiş dinlerin hepsine inanmamış, hiçbirine uymamış olur. Bunun gibi, insanların en üstünü, iyilerin seçilmişi olan Muhammed aleyhisselâma inanmayan, o büyük Peygambere dil uzatan bir kimse, Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının kemâllerine, üstünlüklerine inanmamış olur. Resûlullaha “aleyhisselâtü vesselâm” inanmak, Onun üstünlüğünü anlamak da, bütün kemâlleri anlamak ve inanmak olur. Demek ki, bu yüce Peygambere inanmayan, Onun getirdiği dîni beğenmeyen kimse, ümmetlerin, insanların en kötüsü, en aşağısıdır.

    Fârisî iki beyt tercümesi:

    Arabistânda doğan, Muhammed (aleyhisselâm),
    Dünya ve âhiretin efendisi Odur hemân!

    Toprak altında kalsın, ezilsin, batsın her zaman,
    Onun kapısında toz, toprak olmak istemeyen!

  • 2009.12.02 22:59

    Allahü teâlânın sevgili Peygamberine ayak uydurmayan bir kimse, felaketlerden kurtulamaz. Birkaç günlük dünya hayatını, Hak teâlânın râzı olduğu şeyleri yapmakla geçirmelidir. Bir kimsenin işlerinden, onun sahibi râzı olmazsa, onun yaşaması nasıl olur? Hak teâlâ, onun büyük, küçük her yaptığını bilmekte ve görmektedir. Hazırdır ve nâzırdır. Utanmak lâzımdır. Eğer bir kimsenin onun çirkin ve kötü işlerini gördüğünü anlasa, onun gördüğü yerde bozuk birşey yapmaz. Ayblarını, kusurlarını onun gördüğünü istemez. Müslümanlara ne oldu ki, Hak teâlânın hazır olduğunu bilerek, Onun beğenmediği şeyleri yapmaktan sıkılmıyorlar? Bu nasıl müslümanlıktır? Hak teâlâya, kendi kusurlarını gören bir kimse kadar kıymet vermiyorlar. Nefslerimizin kötülüklerinden ve işlerimizin bozuk olmasından Allahü teâlâya sığınırız. Hadis-i şerifte, (Lâ ilâhe illallah diyerek îmanınızı tâzeleyiniz!)(Sonra yaparım diyenler helâk oldu) buyuruldu. Yâni, iyi işleri geciktirenler, bu günün işini yarına bırakanlar aldandı, ziyân etti. Boş zamanı kıymetlendirmelidir. Bu zamanlarda, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmalıdır. Tevbe yapabilmek, Hak teâlânın büyük nîmetlerinden biridir. Hak teâlâdan, her ân bu nîmeti istemelidir. İslâmiyeti iyi bilen ve hakîkat âleminden haberi olan Allah adamlarından yardım beklemeli, bunlardan imdâd istemelidir. Böylece, Hak teâlânın lütfuna kavuşarak, Onun mukaddes tarafına çekilir. Ona karşı baş kaldıramaz olur. İslâmiyetten kıl ucu kadar ayrılık bulundukça, kendini tehlikede bilmelidir. Bu ayrılıkların, uygunsuzlukların hepsini yok etmelidir. Fârisî beyt tercümesi:

    Kurtulurum sanma sakın, ey Sâdî hoca!
    Muhammed aleyhisselâma uymadıkca.

  • 2009.11.01 05:37  edit

    Aklı olan kimse nefsine demelidir ki: “Benim sermâyem yalnız ömrümdür. Başka bir şeyim yoktur. Bu sermâye o kadar kıymetlidir ki verilen her nefes artık hiçbir şekilde ele geçmez. Nefesler sayılıdır ve azalmaktadır.” O halde nefeslerini iyi değerlendir ve bu fânî dünyaya yarın ölecekmiş gibi nazar et. Bütün azâlarını haramdan koru ve takvâya sarıl.

    Allah’ım! Ömrümüzü saadetle sona erdir. Rıza-yı ilâhiyyene ve Cemâlullâha nâiliyet nasib eyle! Sabah-akşam bizi afiyetten ayırma! Takvâyı bize azık kıl tevekkül ve güvenimizi sana yönelt! Bizi hak yolda sabit kıl! İbâdete lâyık ancak Sen’sin. Sen’i noksan sıfatlardan tenzîh ederim. Sana lâyıkıyla kulluk edemediğim için zalimlerden oldum.

    Hamd alemlerin Rabbi Allahu Teâlâ’ya; salât ü selâm Fahr-i Cihan Efendimiz Muhammed Mustafa’ya olsun!

  • 2009.11.01 05:32  edit

    Bir Üniversite Talebesine Nasihatleri

    1. ALLAH yolunda ol, dosdoğru ol, verdiğin sözün eri ol.
    Evladım, ağzın laf ediyorsa dilinle doğru ol, sözünle doğru ol. Sana inanan kişilere karşı sözünden cayma. Eğer sözünü tutarsan “söz” olur ve seni cennete götürür, tutmazsan “köz” olur.
    Elinle doğru ol. Kolunu, muzırda değil yardım işinde kullan. Tartıyla iş yapıyorsan terazinde, ölçüyle iş yapıyorsan metrende ve litrende doğru ol. Doğrunun doğruluğu bütün sülalesine akseder, hepsini hayra götürür.

    2. İnsanları sev ve kimseyi kendinden alçak görme. Tevazu sahibi ol, zira en halis ziynet alçakgönüllülüktür. Mütevazi olan kimse, en güzel ziyneti takınmıştır.
    Kimseyi kendinden aşağı görme. Hayatta haset etmeden say, kıskanmadan sev. Bazı insanlar, başkasındakini istemez. Öyle olma. Gıpta et, fakat haset etme. Zira ALLAH’ın huzuruna fesatla çıkılmaz.
    Memur olduğun zaman, sana gelen vatandaşlara sakın yüksekten bakma, yanına geleni ayakta bekletme. Yanında, daima bir sandalye bulundur ve oturtuver. Biraz dinlendirdikten sonra halini sor, işini hallet. Sakın ha “bugün git yarın gel” deme! İşini, o gün bitir. Eğer öyle yapmazsan on parmağım yakanda olacaktır.
    Eğer memursan ve başında müdürün varsa, haset etmeden say, kıskanmadan sev.
    İnsanlar muhteliftir. Bazısı daha kabiliyetli, bazısı daha yakışıklıdır. “Ben niye onun yerinde olmayayım” deme, elindekinden de olursun. “ALLAH bana bir verirse, arkadaşıma, komşuma iki versin” diye düşünürsen, seninki üç olur. Eğer arkadaşın veya komşun böyle düşünmüyorsa, onunki ikide kalır.
    Senden daha iyi hizmet edecek olan varsa, makamını ona ver. İşte vatanperverlik budur.

    3. Çalışkan ol, üretici ol. Zira Peygamber Efendimiz “Çalışmak ibadettir” buyuruyor. Evladım, alınteri olmadan hiçbirşeyin kıymeti bilinmez. Tarlanı ek, mahsülünü al, komşuna ver, ağaç dik… Sadaka-i cariye, iyi evlat yetiştirmek, ilmi eser bırakmak ve ağaç dikmektir ki, ağaç dikmek en efdalidir. Bunun için biz, heykel dikmeyeceğiz, yeşil ağaç, yeşil âbide dikeceğiz.
    Bir dut ağacı 400 sene, ceviz ağacı 700 sene, kestane ağacı 900 sene, çınar ağacı 1500 sene yaşar. Ihlamur ağacı dik, çiçeği şifalıdır.
    Bursa’da Osman Gazi’nin ve Orhan Gazi’nin diktiği bin senelik çınarlar var. Ben bekarken, her sene bir ağaç dikerdim. Şimdi evliyim ve yengen için de her sene bir ağaç dikiyorum.
    Ben reklam sevmiyorum, kendini methetmek gibi oluyor. Bu yüzden herkese söylemedim, fakat sen bil. Benim Fatih ve Bazayıt Camii yanında birer tane çınar ağacım var.

    4. Bildiğini öğret, temiz ol ve temizliğinle örnek ol. Münevver kişi, münevvir kişi demektir. Öyleleri var ki, üç fakülte bitirir de, hasedinden, kıskançlığından (dolayı) hiçbirşey öğretmez. Gerçek münevver, bildiğini yapan ve öğreten kişidir.
    Temizlik, ibadettir ve imanın yarısıdır. Eğer sokakta birisi hata yapmışsa (yola pislik yapmışsa) sen, onu ayağının ucu ile örtüver…

    5. Günde en az iki kişiye iyilik et, gönlünü al. Çünkü cennetin yolu, gönül almaktan geçer. Gönül almak, Cennetin Firdevs kapısını açmaktır. Bu beş maddenin en kolayı, fakat en “içten geleni” de budur. Bir gönül kazanmak, 40 vakit namaza bedeldir. Bir gönül kırmak ise, 40 vakit namazın sevabını kaybettirir. Ben sabahları kalkarken, “Ey ALLAH’ım, bana, bugün bir kişiye iyilik yapmak nasip eyle” diye dua ederim. Evden çıktığında veya eve dönerken karşından gelen ilk kişiye selam ver. Onun vermesini beklersen olmaz, evvela sen ver. İşte o zaman, o da sana karşılığını verecektir. Veren el, alan elden, sunan gönül, alan gönülden azizdir…

  • 2009.11.01 05:28  edit

    Nasihatler..
    21 08 2009

    Evliya Çelebi, Seyahatnâme’sinde babası Derviş Mehmet Zılli’nin öğütlerini naklederek gelecek nesillere şunları söylüyor:

    Ey oğul!

    – Helâl olanı ye, Besmelesiz asla yemek yeme!

    – Haram ve yasak edilen şeylere yaklaşma!

    – İyi adını kötüye çıkaracak davranışlarda bulunma!

    – Sırrını sakla!

    – Kötü ile arkadaş olma, pişman olursun!

    – Daima hedefin ileri olsun, geriye takılıp kalma!

    – Kimsenin hakkına göz dikme!

    – Sana ait olmayan bir şeye el uzatma!

    – İki kişi konuşurken gizlice dinleme!

    – Haline şükret, ekmek ve tuz hakkını gözet!

    – Davetsiz bir yere gitme, gidersen emin olduğun yere git!

    – Evden eve söz taşıma, komşularınla iyi geçin!

    – Güzel ahlâklı ol!

    – Herkesle iyi geçin!

    – Güler yüzlü ve tatlı sözlü ol!

    – İnatçı ve kötü sözlü olma!

    – İhtiyarlara hürmet et, senden büyüklerin önünden yürüme!

    – Kanaatkâr ol, çünkü kanaat tükenmez bir hazinedir!

    – Cimri olma, elin ve evin yoksullara açık olsun!

    – Elindeki imkânları israf etme!

    – Daima temiz ol, her an abdestli bulunmaya çalış!

    – Tanıştığın kimselerden bir şey isteme, yoksa itibarını kaybedersin!

    – Namazını terk etme, ilim ve erdemle meşgul ol!

  • 2009.11.01 05:23  edit

    Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın…”

  • 2009.11.01 05:21  edit

    HALİFE HZ. ÖMER (R.A.)’DEN NASİHATLER

    1. Sana kötülük yapan kimseyi ona iyilik yaparak cezâlandır.

    2. Hakîkatı anlayana kadar din kardeşinin davranışını iyiye yor.

    3. Müslüman kardeşinin ağzından çıkan bir lakırdıyı iyiye yorman mümkün oldukça kötüye yorma.

    4. Kendini töhmet altında bırakacak işlere mübâşeret eden, kendisi hakkında kötü düşünenleri kınamasın.

    5. Sırrını gizleyen murâdına erer.

    6. Sâdık arkadaşlar edin, gölgelerinde yaşarsın. Çünkü sâdık dostlar, huzurlu anlarda süs, sıkıntılı demlerde silahtır.

    7. Seni ölüme götürse de doğruluktan ayrılma.

    8. Seni ilgilendirmeyen işe karışma.

    9. Henüz vukû’ bulmamış şeylerden sorma.

    10. İhtiyâcını, onu gidermeni istemeyenlere iletme.

    11. Yalan yere yemîni hafîfe alma, Allah seni helâk eder.

    12. Kötülüklerini öğrenmek düşüncesiyle de olsa fâcirlerle arkadaş olma.

    13. Düşmanlarından uzak dur.

    14. Güvenmediğin dostlarından sakın. Güvenilir kimse de Allah’tan korkandır.

    15. Mezarlıklarda derin saygı içinde ol.

    16. Tâat ânında kendini zavallı gör.

    17. Günah işlemek istersen sonunu düşün.

    18. Herhangi bir işinde, Allah’tan korkanlarla istişâre et. Zîrâ Allah: Meâlen “Allah’tan, kulları arasında yalnız âlimler korkar,” buyurur.

  • tövbekar
    2009.11.01 01:41  edit

    Manevî Yönü…

    Süleymân Hilmi Tunahan’ın tasavvufî yönüyle ilgili olarak, dâmâdı ve bağlısı Kemâl Kacar tarafından Necip Fâzıl Kısakürek’e verdiği notlardan:

    “Süleymân Efendinin bâtın ilmine yâni tasavvuftaki mânevî cephesine gelince, şüphesiz bu husus ehline mâlumdur. Zâhirî akıl ve zekâ ile idrâki mümkün olamaz. Öyle ki, bir insan müslüman olabilir, tahsilli ve akıllı olabilir. Hattâ iç hayâtı münkir olamaz da yine tasavvuf ve irşâda ehil bir zât ile karşılaştığı halde, o zât ilâhî irâdeyle kendisini ona bildirmezse, dünyâlar bir araya gelse onun feyzlerinden haberdâr olamazlar. Bizim ise kendisinin mânevî cephesi üzerinde zerrece tereddüdümüz yoktur. Biz bu noktayı ilmelyakîn biliyoruz. Kendisinin tasarrufunu ve rûh melekeleri üzerindeki tesirini öz rûhumuzda ve vücûdumuzda hissetmiş, enfüsî ve kevnî kerâmetlerinin üstün irşâd hârikalarını fiil hâlinde ve hakkıyla müşâhede etmiş bulunuyoruz. Allah’ın bu husustaki inâyet ve lütfuna mazhar olduğumuza, kendilerinin kâmil ve mükemmel mürşid olduğuna Silsile-i sâdâd (Büyükler zinciri) kolundan otuz ikinci ferdi Selâhüddîn ibni Mevlânâ Sirâcüddîn hazretlerinin cismânî nisbet, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin de rûhânî nisbetle vârisleri bulunduğuna îmânımız tamdır. Kendisinin bu cephesini anlamayanların, hiç olmazsa aksini iddiâ etmemelerini ve kendisinde bir mürşid hâli görmediklerini söylemekten çekinmelerini, dünyâ ve âhiret yıkımına uğramamaları bakımından tavsiye ederiz.”

  • tövbekar
    2009.10.27 21:59  edit

    Alimlerden birine soruldu ki. «kul, tevbe ettigi zaman tevbesinin kabul edilip edilmedigini bilebilir mi?»
    Alim bu soruya su cevabi verdi: «Bu konuda kimse kesin bir hükme varamaz, fakat tevbenin kabul edilip edil­medigine isaret eden bazi alâmetler vardir. Baslicalari söyle siralanabilir:
    1 — Kulun kendisini günahtan uzak hissetmesi gerekir.
    2 — Kalbinden sevincin silindigini, her baktigi yerde Allah (C.C.)’in varligini hissetmesi gerekir.
    3 — Günahkârlardan uzak durarak iyilik isleyenlere yakinlik duymasi gerekir.
    4 — Dünya kazancinin azmi cok, ahiret amelinin çogunu az görmesi gerekir.
    5 — Kalbini devamli olarak Allah (C.C.)’in farz kildigi ibadetler ile ilgili görmelidir.
    6 — Az konusmasi, araliksiz bir düsünce hali yasamasi, daha evvel isledigi günahlardan dolayi devamli oiarak üzgün ve pisman görünmesi gerekir
    güzel bir site fotoraflarda suan aramizdan ayrilanlari gördüm rabbim rahmetinden mahrum eylemesin …

  • Diğer Haberlerden

    KADİR GECESİ……………

    05 EYLÜL 2010 PAZAR RAMAZANIN 27. GECESİ VE 09 EYLÜL PERŞEMBE RAMAZAN BAYRAMI. 10 EYLÜL …

    649 Yorum

    1. En kıymetli ay
      Câbir bin Abdullah hazretlerinin haber verdikleri bir hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz şöyle buyurdu:
      “Allahü teâlâ benim ümmetime, Ramazan-ı şerîfte beş şey ihsân eder ki, bunları hiçbir peygambere vermemiştir:
      1- Ramazanın birinci gecesi, Allahü teâlâ mü’minlere rahmet eder. Rahmet ile baktığı kuluna hiç azap etmez.
      2- İftâr zamanında, oruçlunun ağız kokusu, Allahü teâlâya, her kokudan daha güzel gelir.
      3- Melekler, Ramazanın her gece ve gündüzünde, oruç tutanların affolması için duâ eder.
      4- Allahü teâlâ, oruç tutanlara, âhırette vermek için, Ramazan-ı şerîfte Cennette yer ta’yîn eder.
      5- Ramazan-ı şerîfin son günü, oruç tutan mü’minlerin hepsini affeder. Yâni Ramazan ayının tamamını oruçlu geçirenleri affeder.”
      En kıymetli ay
      İslâm âlimlerinin büyüklerinden, İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
      “Ramazan-ı şerîf ayında yapılan nâfile namaz, zikir, sadaka ve bütün nâfile ibâdetlere verilen sevâb, başka aylarda yapılan farzlar gibidir. Bu ayda yapılan bir farz, başka aylarda yapılan yetmiş farz gibidir. Bu ayda, bir oruçluya iftâr verenin günâhları affolur. Cehennemden âzâd olur. O oruçlunun sevâbı kadar, ayrıca buna da sevâb verilir. O oruçlunun sevâbı hiç azalmaz.
      Bu ayda, emri altında bulunanların işlerini hafîfleten, onların ibâdet etmelerine kolaylık gösteren âmirler de affolur. Cehennemden âzâd olur. Resûlullah, bu ayda, esîrleri âzâd eder, her istenilen şeyi verirdi. Bu ayda ibâdet ve iyi iş yapabilenlere, bütün sene, bu işleri yapmak nasip olur.
      Bu aya saygısızlık edenin, günâh işleyenin bütün senesi, günah işlemekle geçer. Bu ayı fırsat bilmelidir. Elden geldiği kadar ibâdet etmelidir. Allahü teâlânın râzı olduğu işleri yapmalıdır.
      Bu ayı, âhıreti kazanmak için fırsat bilmelidir. Kur’ân-ı kerîm Ramazanda indi. Kadir gecesi, bu aydadır.
      Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Ramazanın birinci gecesi kim namazda, Fetih sûresini okursa, Allahü teâlâ o kimseyi bütün sene korur.”
      İftar duâsı
      Güneşin battığı iyi anlaşılınca, önce E’ûzü ve Besmele okuyup, (Allahümme yâ vâsi’al-magfireh igfirlî ve li-vâlideyye ve li-üstâziyye ve lil-müminîne vel müminât yevme yekûmülhisâb) denir. Bir iki lokma iftârlık yiyip, (Zehebezzama’ vebtelletil-urûk ve sebetel-ecr inşâallahü teâlâ) denir ve yemeğe başlanır.
      Ramazân-ı şerîfte, hurma ile iftâr etmek sünnettir. Hurma veyâ su, zeytin yâhud tuz ile iftâr edilir. Yânî, oruc bozulur. Sonra, câmi’de veya evde, cemâ’at ile akşam namazı kılınır. Bundan sonra, akşam yemeği yinir. Sofrada yemekleri yimek, bilhâssa Ramezânda uzun süreceğinden, akşam namâzının erken kılınması ve yemeğin, acele etmiyerek, rahat yinmesi için, az bir şeyle iftâr edip, yemeği duâdan ve namâzdan sonra yimelidir. Böylece, oruc erken bozulmuş, namâz da erken kılınmış olur. Ezanın güvenilir kimseler tarafından okunmadığı yerlerde, önce namaz kılınıp, sonra iftar etmek daha iyi olur. Böylece oruç tehlikeye sokulmamış olur. Terâvîh kılmak ve hatim indirmek de mühim sünnetlerdendir.

    2. Altın Değerinde Öğütler

      Adaletsiz sultan, susuz nehir gibidir.
      Amelsiz âlim tavansız ev gibidir.
      Cömert olmayan zengin yağmursuz bulut gibidir.
      Tevbesiz genç, meyvesiz ağaç gibidir.
      Sabırsız fakir, ışıksız kandil gibidir.
      Hayasız kadın tuzsuz yemek gibidir …
      Ölümden önce ahlakı güzelleştirmek seçkinlerin adeti ve yoludur.
      Salih amel kişinin (ayrılmaz) arkadaşıdır; kötü amel de böyle olduğu gibi…

    3. İslam Alimleri ve Buluslari

      Ne Newton ne Hipokrat ! İşte İslam Alimleri, işte buluşları…

      İslam Alimleri ve Buluşları Abdüsselam : ( 1926 – ) Pakistanlı Fizik Bilgini İlk nobel ödülü alan müslüman bilim adamı.

      Ahmed Bin Musa : ( 10. yüzyıl ) Sistem mühendisliğinin Öncüsü. Astronom ve Mekanikçi.

      Akşemseddin : ( 1389 – 1459 ) Pasteur önce Mikrobu bulan ilk bilim adamı. İstanbulun fethinin manevi babasıdır. Fatih sultan Mehmet’ in Hocasıdır

      Ali Bin Abbas : ( ? – 994 ) 1000 sene önce ilk kanser ameliyatını yapan bilim adamı. Kılcal damar sitemini ilk defa ortaya atan bilim adamıdır. Eski çağın en büyük hekimlerinden olan hipokratesin (Hipokrat) Doğum olayı görüşünü kökünden yıktı.

      Ali Bin İsa : ( 11. yüzyıl ) İlk defa göz hastalıkları hakkında eser veren müslüman bilim adamı.

      Ali Bin Rıdvan : ( ? – 1067 ) Batıya tedavi metodlarını öğreten islam alimi.

      Ali Kuşçu : ( ? – 1474 ) Ünlü Bir türk astronomi ve matematik bilginidir.

      Ammar : ( 11 yüzyıl ) İlk katarak ameliyatını kendine has biçimde yapan müslüman bilim adamı.

      Battani : ( 858 – 929 ) Dünyanın en meşhur 20 astrononumdan biri trigonometrinin mucidi, sinus ve kosinüs tabirlerini kullanan ilk bilgin.

      Beyruni : ( 973 – 1051 ) Dünyanın döndüğünü ilk bulan bilim adamı ümit burnu, amerika ve japonyanın varlığından bahseden ilk bilim adamı. Beyruni amerika kıtasının varlığını kristof colomb’un Keşfinden 500 sene önce bildirmiştir. Matematik, Jeoloji, Coğrafya, Tıp, Felsefe, Fizik, Astronomi gibi dallarda eserler yazmıştır. Çağın En Büyük Alimidir.

      Bitruci : ( 13. yüzyıl ) Kopernik’e yol açan öncülük eden astronom bilim adamı.

      Cabir Bin Eflah : ( 12. yüzyıl ) Ortaçağın büyük matematik ve astronom bilginidir . Çubuklu güneş saatini bulan ilk bilim adamıdır.

      Cabir Bin Hayyan : ( 721 – 805 ) Atom bombası fikrinin ilk mucidi ve kimyanın babası sayılır. Maddenin en Küçük parçası atomun parçalana bileciğini bundan 1200 sene önce söylemiştir.

      Cahiz : ( 776 – 869 ) Zooloji İlminin öncülerindendir. Hayvan gübresinden amonyak elde etmiştir.

      Cezeri : ( 1136 – 1206 ) İlk sistem mühendisi ve ilk sibernetikçi ve elektronikçi Bilgisayarın babası; oysa bilgisayarın babası yanlış olarak ingiliz matematikçisi Charles Babbage olarak bilinir..

      Demiri : ( 1349 – 1405 )Avrupalılardan 400 yıl önce ilk zooloji ansiklopedisini yazan alimdir … Hayatül hayavan isimli kitabı yazmıştır.

      Dinaveri : ( 815 – 895 ) Botanikçi Ve astronom bir alim olarak bilinir.

      Ebu Kamil Şuca : ( ? – 951 ) Avrupaya matematiği öğreten islam bilgini.

      Ebu’l Fida : ( 1271 – 1331 ) Büyük Bir bilgin tarihçi ve coğrafyacıdır.

      Ebu’l Vefa : ( 940 – 998 ) Matematik ve Astronomi bilginidir trigonometriye tanjant, kotanjant, sekant ve kosekantı kazandıran matematik bilginidir.

      Ebu Maşer : ( 785 – 886 ) Med-cezir olayını (gel-git) ilk keşfeden bilgindir.

      Evliya Çelebi : ( 1611 – 1682 ) Büyük Türk seyyahı ve meşhur seyahatnamenin yazarıdır.

      Farabi : ( 870 – 950 ) Ses olayını ilk defa fiziki yönden ele alıp açıklayıp izah getiren ilk bilgindir.

      Fatih Sultan Mehmet : ( 1432 – 1481 ) İstanbulu feth eden ve Havan topunu icad eden yivli topları döktüren padişahtır fatihin kendi icadı olan ve adı “şahi” olan topların ağırlığı 17 ton ve bakırdan dökülmüş olup 1.5 ton ağırlığındaki mermileri 1 km ileriye atabiliyordu bu topları 100 öküz ve 700 asker ancak çekebiliyordu..

      Fergani : ( 9. yüzyıl ) Ekliptik meyli ilk defa tesbit eden astronomi alimi.

      Gıyasüddin Cemşid : ( ? – 1429 ) Matematik alimi. Ondalık kesir sistemini bulan çemşid cebir ve astronomi alimi.

      Harizmi : ( 780 – 850 ) İlk cebir kitabını yazan ve batıya cebiri öğreten bilgin. Adı algoritmaya isim oldu rakamları Avrupa’ ya öğreten bilgin. Cebiri sistemleştiren Bilgin.

      Hasan Bin Musa : ( – ) Dünyanın çevresini ölçen, üç kardeşler olarak bilinen üç kardeşten biri..

      Hazini : ( 6 – 7 yüzyıl ) Yerçekimi ve terazilerle ilgili izahlarda bulunan bilgin.

      Hazerfen Ahmed Çelebi : ( 17. yüzyıl ) Havada uçan ilk Türk. Planörcülüğün öncüsü.

      Huneyn Bin İshak : ( 809 – 873 ) Göz doktorlarına öncülük yapan bilgin.

      İbni Avvam : ( 8. yüzyıl ) Tarım alanında ortaçağ boyunca kendini kabul ettiren bilgin.

      İbni Battuta : ( 1304 – 1369 ) Ülke ülke , kıta kıta dolaşan büyük bir seyyah.

      İbni Baytar : ( 1190 – 1248 ) Ortaçağın en büyük botanikçisi ve eczacısıdır.

      İbni Cessar : ( ? – 1009 ) Cüzzam hastalığının sebeb ve tedavilerini 900 sene önce açıklayan müslüman doktor.

      İbni Ebi Useybia : ( 1203 – 1270 ) Tıp Tarihi hakkında eşsiz bir eser veren doktor.

      İbni Fazıl : ( 739 – 805 ) 12 asır önce ilk kağıt fabrikasını kuran vezir.

      İbni Firnas : ( ? – 888 ) Wright kardeşlerden önce 1000 sene önce ilk uçağı yapıp uçmayı gerçekleştiren alim.

      İbni Haldun : ( 1332 – 1406 ) Tarihi ilim haline getiren sosyolojiyi kuran mütefekkir. Psikolojiyi tarihe uygulamış, ilk defa tarih felsefesi yapan büyük bir islam tarihçisidir. Sosyolog ve şehircilik uzmanı.

      İbni Hatip : ( 1313 – 1374 ) Vebanın bulaşıcı hastalık olduğunu ilmi yoldan açıklayan doktor.

      İbni Havkal : ( 10. yüzyıl ) 10 asır önce ilmi değeri yüksek bir coğrafya kitabı yazan alim.

      İbni Heysem : ( 965 – 1051 ) Optik ilminin kurucusu büyük fizikçi. İslam dünyasının en büyük fizikçisi, batılı bilginlerin öncüsü, göz ve görme sistemlerine açıklık kazandıran alim. Galile teleskopunun arkasındaki isim.

      İbni Karaka : ( ? – 1100 ) Dokuzyüz yıl önce torna tezgahı yapan bilgin.

      İbni Macit : ( 15. yüzyıl ) Ünlü bir denizci ve coğrafyacı. Vasco da Gama onun bilgilerinden ve rehberliğinden istifade ederek hindistana ulaştı.

      İbni Rüşd : ( 1126 – 1198 ) Büyük bir doktor, astronom ve matematikçidir.

      İbni Sina : ( 980 – 1037 ) Doktorların sultanı. Eserleri Avrupa üniversitelerinde 600 sene temel kitap olarak okutulan dahi doktor. Hastalık yayan küçük organizmalar, civa ile tedavi, pastör’ e ışık tutması, ilaç bilim ustası, dış belirtilere dayanarak teşhis koyma, botanik ve zooloji ile ilgilendi, Fizikle ilgilendi, jeoloji ilminin babası.

      İbni Türk : ( 9. yüzyıl ) Cebirin temelini atan islam bilgini.

      İbni Yunus : ( ? – 1009 ) Galile’den önce sarkacı bulan astronom.

      İbni Zuhr : ( 1091 – 1162 ) Endülüsün en büyük müslüman doktorlarından asırlarca Avrupa’da eserleri ders kitabı olarak okutuldu.

      İbnünnefis : ( 1210 – 1288 ) Küçük kan dolaşımını bulan ünlü islam alimi.

      İbrahim Efendi : ( 18. yüzyıl )Osmanlılarda ilk denizaltıyı gerçekleştiren mühendis.

      İbrahim Hakkı : ( 1703 – 1780 ) Büyük bir sosyolog, psikolog, astronom ve fen adamı. En ünlü eseri marifetnâme, Burçlardan, insan fizyoloji ve anatomisinden bahsetmiştir.

      İdrisi : ( 1100 – 1166 ) Yedi asır önce bügünküne çok benzeyen dünya haritasını çizen coğrafyacı.

      İhvanü-s Safa : ( 10. yüzyıl ) çeşitli ilim dallarını içine alan 52 kitaptan meydana gelen bir ansiklopedi yazan ilim adamı. Astronomi , Coğrafya, Musiki, Ahlâk, Felfese kitapları yazmıştır.

      İsmail Gelenbevi : ( 1730 – 1791 ) 18 yüzyılda osmanlıların en güçlü matematikçilerinden.

      İstahri : ( 10. yüzyıl ) Minyatürlü coğrafya kitabı yazan bilgin.

      Kadızade Rumi : ( 1337 – 1430 ) Çağını aşan büyük bir matematikçi ve astronomi bilgini. Osmanlının ve Türklerin ilk astronomudur.

      Kambur Vesim : ( ? – 1761 ) Verem mikrobunu Robert Koch’dan 150 sene önce keşfeden ünlü doktor.

      Katip Çelebi : ( 1609 – 1657 ) Osmalılarda rönesansın müjdecisi coğrafyacı ve fikir adamı.

      Kazvini : ( 1203 – 1283 ) Ortaçağın Herodot’u müslümanların Plinius’u , astronom ve coğrafyacı bilgin.

      Kemaleddin Farisi : ( ? – 1320 ) İbni Heysem ayarında büyük islam matematikçisi, fizikçi ve astronom.

      Kerhi : ( ? – 1029 ) İslam Matematikçilerinden.

      Kindi : ( 803 – 872 ) İbni Heysem’e kadar optikle ilgili eserleri kaynak olan bilgin. Fizik, felsefe ve matematik alanında yaptığı hizmetleri ile tanınmıştır.

      Kurşunoğlu Behram : ( 1922 – ? ) Genelleştirilmiş izafiyet teorisini ortaya atan beyin güçlerimizden. Halen prof. Behram Kurşunoğlu Amerika da florida üniversitesinde teorik fizik merkezinde başkanlık yapmaktadır.

      Lagarî Hasan Çelebi : ( 17. yüzyıl ) Füzeciliğin atası, osmanlılarda ilk defa füze ile uçan bilgin.

      Macriti : ( ? – 1007 ) Matematikte başkan kabul edilen Endülüslü Matematikçi ve astronom.

      Mağribi : ( 16. yüzyıl ) Çağının en büyük matematikçilerinden . Mağribinin eseri olan Tuhfetü’l Ada isimli kitabında üçgen, dörtgen, daire ve diğer geometrik şekillerinin yüz ölçümlerini bulmak için metodlar gösterilmiştir.

      Maaşallah : ( ? – 815 ) Meşhur islam astronomlarındandır. Usturlabla İlgili ilk eseri veren bilgindir.

      Mes’ûdi : ( ? – 956 ) Kıymeti ancak 18. 19. Yüzyıllarda anlaşılan büyük tarihçi ve coğrafyacı. Mesudi günümüzden 1000 sene önce depremlerin oluş sebebini açıklamıştır. Mesûdinin eserlerinden yel değirmenlerinin de müslümanların icadı olduğu anlaşılmıştır.

      Mimar Sinan : ( 1489 – 1588 ) Seviyesine bugün dahi ulaşılamayan dahi mimar. Mimar Sinan tam manası ile bir sanat dahisidir.

      Muhammed Bin Musa : ( 9. yüzyıl ) Dünyanın Çevresini ölçen 3 kardeşten biri. Matematikçi ve astronom.

      Mürsiyeli İbrahim : ( 15. yüzyıl ) Piri reisten 52 sene önce bugünkü uygun Akdeniz haritasını çizen haritacı. Günümüzden 500 sene önce kadar önce yaşamıştır.

      Nasirüddin Tusi : ( 1201 – 1274 ) Trigonometri sahasında ilk defa eser veren, Merağa rasathanesini kuran, matematikçi ve astronom.

      Necmeddinü-l Mısri : ( 13 yüzyıl ) Çağının ünlü astronomlarından.

      Ömer Hayyam : ( ? – 1123 ) Cebirdeki binom formülünü bulan bilgin. Newton veya binom formülünün keşfi ömer hayyama aittir.

      Piri Reis : ( 1465 – 1554 ) 400 sene önce bu günküne çok yakın dünya haritasını çizen büyük coğrafyacı. Amerika kıtasının varlığını kristof kolomb ‘dan önce bilen ünlü denizci.

      Razi : ( 864 – 925 ) Keşifleri ile ün salan asırlar boyunca Avrupa’ya ders veren kimyager doktor ünlü klinikçi. Devrinin En büyük bilgini İbni Sina ile aynı ayarda bir bilgin.

      Sabit Bin Kurra : ( ? – 901 ) Newton’ dan çok önce diferansiyel hesabını keşfeden bilgin. Dünyanın çapını doğru olarak hesaplayan ilk islam bilgini. Matemetik ve astronomi alimi.

      Sabuncu Oğlu Şerefeddin : ( 1386 – 1470 ) Fatih devrinin ünlü doktor ve cerrahlarındandır. Deneysel fizyolojinin öncülerindendir.

      Seydi Ali Reis : ( ? – 1562 ) Ünlü bir denizci, matematik ve astronomi alimidir.

      Şemsettin Halili : ( ? – 1397 ) Büyük bir astronomi bilginidir.

      Şihabettin Karafi : ( ? – 1285 ) orta çağın en büyük fizikçi ve hukukçularından.

      Takiyyüddin Er Rasit : ( 1521 – 1585 ) İstanbul rasathanesi ilk kuran çağından çok ileride asrın önde gelen astronomi alimidir.

      Uluğ Bey : ( 1394 -1449 ) Çağının en büyük astronomu ve trigonometride yeni çığır açan ünlü bir alim ve hükümdar.

      Zehravi : ( 936 -1013 ) 1000 sene önce ilk çağdaş ameliyatı yapan böbrek taşlarının nasıl çıkarılacağını ve ilk böbrek ameliyatını gerçekleştiren bilim adamı..

      Zerkali : ( 1029 – 1087 ) Keşif ve hizmetleri ile ün salmış astronomi alimidir.

    4. BİLİM DÜNYASI ZİKRİN FAYDALARINI KEŞFETTİ.
      Hollanda’da Van der Hoven isimli bir profesör hastaları üzerinde yaptığı araştırmalar sonucu Allah lafzını tekrar etmenin ruh ve beden sağlığına iyi geldiği tespitini yaptı.
      Toplumsal, ekonomik ve teknolojik yönden yaşanan hızlı değişim ve dünyevi kaygılarımız nedeniyle iç alemimizde oluşan maneviyat yoksunluğu; stres, tansiyon, asabiyet gibi psikolojik sorunlara davetiye çıkarıyor. Bunlardan en yaygın görüleni ise, halk arasında kaygı, gerilim ve sıkıntı hali olarak bilinen “anksiyete”.
      Günümüzde “küresel bir salgın” olarak nitelenen anksiyete durumunda, kişinin moral seviyesi en alt düzeye iniyor ve başına gelebilecek her şeyi en olumsuz yönüyle ele alıyor. Her an kötü bir haber alacak veya kötü bir şey olacakmış gibi hissediyor. Bu ruhsal belirtilere çarpıntı, nefes darlığı, terleme, titreme gibi bedensel belirtiler de eşlik edebiliyor. Yoğun anksiyetenin tedavisi için tıbbi ilaç ve nefes egzersizleri öneren Batılı uzmanlar, yaşanan maneviyat krizini atlatmak için şimdilerde farklı bir yönteme başvuruyor: Zikir… Rabbimiz’e yakın olmamızı sağlayan zikrin diğer hikmetleri bilim dünyasının sıkı araştırmalarına konu oluyor.
      El-Vatan isimli Suudi gazetesinde yayınlanan habere göre; Hollanda’da Van der Hoven isimli bir profesör, hastaları üzerinde yaptığı araştırmalar sonucu Allah lafzını tekrar etmenin ruh ve beden sağlığına olumlu katkıları olduğunu buldu. Düzenli olarak zikir ve Kur’an ile meşgul olmanın psikolojik rahatsızlıkları tedavi edebildiğini belirten Profesör Hoven, üç yıl süren araştırmaları souncunda Allah ism-i şerifini tekrarlamanın kişiler üzerindeki müspet etkisini bilimsel olarak ispatladığını belirtiyor.

      ALLAH LAFZINDAKİ HER BİR HARFİN VÜCUDA ETKİSİNİ İNCELEMİŞ
      Haberde, özellikle tansiyon ve stres problemi olan hastalara yaptırılan zikir esnasında, Arapça bilmeyenlere Allah lafzının düzgün şekilde telaffuzunun öğretildiğine yer veriliyor. Düzenli yapılan tekrarlar sonucu, hastalarda fark edilir bir iyileşme gözlemlendiği anlatılıyor. Allah lafzının harflerine dikkat çeken Hollandalı bilim adamı açıklamalarında, ismi şerifin ilk harfi ile çıkan “A” sesinin solunum sisteminden geldiğine ve nefes alışı kontrol ettiğine işaret ediyor. İkinci harf olan “Lam” harfi, dil ve üst damak ile yapılan kısa bir duraklamaya yol açıyar ve bu duraklamanın aynı şekilde tekrarlanması genel bir rahatlama ve gevşemeye sebep oluyor. Son harf olan “he”nin söylenişi ise, akciğerler ve kalp arasında bağlantı kuruyor, kalp atışlarını kontrol ediyor. Araştırmanın dikkat çekici bir başka özelliği de, Profesör Van der Hoven’ın bir gayri müslim olması. Zikrin hastaları üzerindeki olumlu etkisini gözlemleyen Hoven, Kuran-ı Kerim’i inceliyor ve İslami ilimler üzerine araştırmalar yapıyor.

      SAĞLIKLI YAŞAM UZMANI DA ZİKRİ TAVSİYE EDİYOR

      Medyada sıkça rastladığımız ve ünlülerin diyetisyeni olarak tanınan sağlıklı yaşam uzmanı Doktor Ender Saraç da zikrin sağlığımıza olumlu katkılarını keşfeden bilim adamlarından. Sağlıklı yaşam, doğal tıp, doğru beslenme, obezite ve stres gibi konularda danışmanlık yapan Saraç, kısa süre önce piyasaya çıkan “Ruhsal Gelişimimiz ve Kader” adlı kitabında, “Hiçbirimiz boşuna yaratılmadık ve hiçbir şey, hiçbir olay tesadüf değil…” alt başlığında Allah’ın 99 ismini yani Esma-ül Hüsna’nın insanın ruhsal gelişimine destek olduğunu ayrıntılarıyla açıklayan yazar, ayrıca ilginç bir tezde bulunuyor. “Ayetü’l-Kürsi, Felak ve Nas sureleri okunduğunda insanın aurasının kalınlaştığı yani korunduğu çok kısa süre içinde ince aletlerle tespit edilebilecek. insanlığa yararlı olabilecek enerji bizim inanç sistemimizde var” diyen Saraç, “Toplumda daha olumlu enerjiler veren insanların oranı arttıkça, Batı’ya bile meditasyon ve reikilerden çok daha güzel şeyler sunacağız” diye ekliyor.
      EFENDİMİZ’İN SADIK ARKADAŞI HZ. EBU BEKİR’E İLK ZİKİR TALİMATI:
      “Dilini damağına yapıştır ve kalben gizlice zikret: Allah, Allah, Allah…”
      Efendimiz (s.a.v) ve onun sadık dostu Hz. Ebu Bekir (r.a), Medine’ye hicret ederken, izlerini süren Mekkeli düşmanlarından korunmak için Sevr Mağarası’na gizlenir. Gerek mağaraya giderken, gerekse mağaraya sığındıklarında Hz. Ebu Bekir’in tek korkusu vardır: Allah Rasulü’nün başına bir şey gelmesi… Becerikli bir iz sürücüsü, Mekke askerlerini Sevr mağarasına kadar getirir. Askerler mağaranın önüne geldiklerinde Efendimiz sakindir. Fakat, Mekkelilerin konuşmalarını ve ayak seslerini duyan Hz. Ebu Bekir’in endişesi hayli artar. Korkulu bir halde; “Ya Rasulallah, benim ölmemin önemi yok. Ama sana bir kötülük yaparlarsa, bütün ümmet helak olur” diyerek endişesini dile getirir. Efendimiz ise, huzur telkin eden haliyle onu en güzel şekilde teselli eder: “Tasalanma, Allah bizimle beraberdir…” Ve mağara arkadışına ilk zikir talimatını verir: “Dilini damağına yapıştır ve kalben gizlice haykır: Allah, Allah, Allah…” Peygamberimiz’in söylediği şekilde Allah’ı anan Hz. Ebu Bekir’in kalbi, dinginliğe kavuşur. Üzerlerine ilahi bir sekinet iner. Artık ne korku kalır gönlünde Hz. Ebu Bekir’in, ne de zerre kadar tasa…

    5. AKŞEMSEDDİN H.z

      Aksemseddin; Hazret-i Ebûbekir’in evladindan, Sihâbüddin Sühreverdi’nin torunudur. Babasi Seyh Hamza (Kurtbogan adiyla meshurdur) âlim biridir ve oglunu mükemmel yetistirir. Mübarek, dudak uçuklatacak kadar zekidir. Hizli ilerler ve genç yasta müderris olur. Osmancik medreselerinde talebe okutur. Evet yörede hatiri sayilir bir âlimdir, ancak isin hâkikatina varmak ister. Bunun tek yolu vardir ”ledün ilminde mütehassis bir velinin” huzurunda diz çökmek.

      Arar, sorar, istihareye yatar. Zihninde iki isim berraklasir. Bunlardan bir osman002.jpg (43111 Byte)tanesi Hâlep’te ki Zeynüddin Hafi Hazretleridir. Digeri Ankara’daki Haci Bayram-i Veli. Aksemseddin yakindan baslar. Önce Ankara’ya gider. Ancak Haci Bayram Hazretlerini kapi kapi teberrû toplarken görür ve yikilir. Nedenini, niçinini sormaz bile, oraciktan döner, yürür Hâlep’e. Ancak yolda gördügü rüyalarda, nasibinin Haci Bayram elinden oldugu isaret edilir. Hatta zincirlerle çekilir ki, uyandiginda izi vardir boynunda. Saskinlik ve pismanlik içinde Ankara’ya döner. Yüce veliyi orak tirpan çalisirken bulur. Mübârek garibin birine yardim eder ki kan ter içindedir. Aksemseddin bin pismandir, boyun büker… Ve kavusur affa.

      Haci Bayram Hazretleri bu mütevazi talebesini çok sever, O’na hususi bir ihtimam gösterir. Aksemseddin ayrica iyi bir hekimdir de. Pastör’den asirlar evvel hastaliga sebep olan mikroplari ve karantinanin mantigini anlatir. Hatta o yillarda ”seretan” adiyla bilinen kanseri teshis eder.

      Istanbul’un kusatildigi günlerde Fatih Anadolu’daki âlimleri ordugâha davet eder. Hepsi mükemmel insanlardir, ancak Aksemseddin’le aralarinda anlatilmaz bir muhabbet baslar. Nedendir bilinmez bu akça pakça veliyi görünce içi rahatlar. Tabiri caizse kani kaynar.

      Istanbul gibi bir sehri almak kolay degildir. Dev surlar, haçli yardimlari, derin hendekler, asilmaz zincirler, Rum atesi denen bela ve güçlü düsman. Bunlar bilinen seylerdir ve Fatih herbirine tedbir düsünür.

      YEMEGI IÇMEYI UNUTUR
      Ancak, bazi komutanlar (ki bir çogu baba emanetidir) zafere inanmazlar. Açiktan açiga ”Bu devletin askerine, akçesine yazik degil mi canim?” derler, ”Maceranin sirasi mi simdi?”

      Genç sultani Bizansla bogusmak degil, yanindakilerle ugrasmak yorar. Yemeyi içmeyi unutur, uykuyu dagitir. Kendini fena yipratir. Geceler boyu aglar ki yastigi hiç kurumaz. Muhasara baslayali 50 gün geçer, lâkin gözle görülür bir ilerleme yoktur . Rumlar yikilan surlari aninda yapar, o acaib atesleri ile zemini degil, suyu bile yakarlar. Fidan gibi yigitler ardarda düserler topraga. Sultan Mehmed kalabaliklar içinde yalnizdir. Hatta zaman zaman kusatmayi kaldirmayi düsünür.

      Aksemseddin hazretleri onun zihninden geçenleri okur. ”Sakin ha!” der, ”Asla vazgeçme!” Zira o, müjdeyi Hizir Aleyhisselam’dan alir. Zaferden zerre kadar süphesi yoktur. Sehir düsünce, Fatih derin bir nefes alir, büyük güç ve itibar kazanir. Genç sultanin simdi tek arzusu vardir. Mihmandâri Resulullah Hâlid bin Zeyd’in kutlu kabrini bulmak.

      Aksemseddin Hazretleri kusatmanin sürdügü siralarda türbenin bulundugu noktaya bir nur indigini görür. Fatih’i o mahalle götürür. Kisa bir murakabenin ardindan iki çinar dalini topraga diker ve kendinden emin bir ifadeyle. ”Büyük sahabe bunlarin arasinda yatiyor!” der. Ancak etraftan ”ne malum?” diyenler olur. Hatta birileri padisaha akil ögretirler. ”Bu dallari baska bir yere diktir bakalim” derler, ”ihtiyar molla farkedebilecek mi?” Fatih denileni yapar, hatta ilk isaret edilen yer kaybolmasin diye mührünü gömdürür. Ama Aksemseddin dallara bakmaz bile, ertesi gün milimi milimine ilk gösterdigi noktaya yönelir. Hatta bir ara durur ”Sultanimizin mührü” der, ”Ne ariyor orada?”

      Büyük veli bakar, bu mevzu çok tartisilacak, süpheye mahal birakmaz. ”Kazin!” buyururlar. Topragin bir kulaç altindan yesil somaki bir tas çikar. Üstünde kûfi harflerle ”Hâzâ kabri Halid bin Zeyd” yazilidir. Kalabalik bir hos olur. Derhal türbe ve mescid hazirliklarina girisirler.

      KAÇIS
      Günler geçer, Fatih, Aksemseddin Hazretleri’ne sikça gelip gitmeye baslar. Öyle ki devlet isleri oyuncak gelir gözüne. Sarayi, otagi birakip dösegi tekkeye sermeye niyetlenir. Nitekim bir gün ”N’olur” der, ”Beni de dervisleriniz arasina alin”.

      Aksemseddin, hani Fatih’e baba muamelesi yapan o gül yüzlü muallim birden ciddilesir, celalli bir edayla ”Hayir!” der, ”Osmanogullarinin dervise degil, sultana ihtiyaci var!”
      Ama Sultan Mehmed’i iyi tanir. Yine gelecek, hem bu kez israr edecektir. Buna firsat vermez. Pilisini pirtisini toplamadan uzaklasir Istanbul’dan. O yillarda kus uçmaz, kervan geçmez bir kuytu olan Tarakli’ya çekilir, sonra Göynük civarlarina yerlesir, kendi halinde talebe yetistirir. Ama dualari Fatih’le birliktedir.

      Göçemedin gitti yani…
      Aksemseddin Hazretleri birgün oglunu (4 yasindaki Hamdi Çelebi) dizine oturtur. Minik yavru bülbül gibi Kur’an okur. Mübârek bir ara hanimina döner. ”Biliyor musun?” der, ”Aslinda dünyanin mihneti, zahmeti çekilmez ama suncagizin yetim kalmasina dayanamam. Yoksa çoktaaan göçerdim!” Hanimi omuz silker. ”Amaaan efendi” der, ”sen de göçemedin gitti yani.” Mübarek “Iyi öyleyse!” deyip kalkar. Göynüklülerle helallesir ve mescide çekilir. Talebelerine ”okuyun” buyururlar. Bir ara gözleri kapanir, yüzü aydinlanir. Kollari yana düser ve berrak bir tebessüm oturur dudaklarina. Müridleri eve kosarlar ”Basiniz sagolsun.” derler, “Efendi göçtü!”

    6. Akşemseddin Hazretlerinin oğullarına ve talebelerine vasiyeti:
      – Her işe Besmele ile başla.
      – Temiz ol.
      – Daima iyiliği adet edin.
      – Tembel olma.
      – Namaza önem ver.
      – Nimete şükür, belaya sabr et.
      – Dünyanın mutluluğuna mağrur olma.
      – Kendini başkalarına meth etme.
      – Namahreme bakma, harama bakmak gaflet verir.
      – Kimsenin kalbini kırıp viran eyleme.
      – Düşen şeyi alıp, temizleyerek yersen; fakirlikten kurtulursun.
      – Edebli, mütevazi ve cömert ol.
      – Tırnağınla dişini kurcalama.
      – Elbiseni üzerinde dikmekten sakın.
      – Cünüp kimse ile yemek yemek gam verir.
      – Yalnız bir evde yatmaktan sakın.
      – Çıplak yatmak fakirliğe sebep olur.

    7. AKŞEMSEDDİN (K.S) HAZRETLERİNİN NASİHATLERİNDEN

      • Ey oğul! Her işe besmele ile başla.
      • Daima abdestli ve temiz ol.
      • Namazlarında tembellik etme. Kaza ve kaderin Haktan olduğunu bil. Sana ulaşan nimete şükret, belaya sabret; sakın Allahü Teala’ya isyan eyleme.
      • Kimseden incinerek sitem etme ve kimse de senden incinmesin. Kimsenin kalbini viran eyleme(yıkma).
      • Kardeşine ulaşan nimete asla haset etme.
      • Kimseyi kötüleme, yalan ve iftiradan sakın . Kardeşinin kusurlarını görme.
      • Ananı ve babanı duadan ihmal etme. Senden büyük kimsenin önünde yürüme.
      • Yalnız sefere çıkma.
      • Çok uyumak hastalığa sebeptir.
      • Geceler uyanık ol (namaz vezikirle meşgul ol), seher vakitlerinde Kuran-ı Kerim oku. Gece,gündüz Allahü Teala’ya dua ve ilticada bulun.
      • Allahü Teala’ya daima hamd et, azabından kork. Hep Salih kimselerle otur.
      • Dünya sultanlarının iltifatıyla sevinme . Dünyanın geçici sevinci seni oyalamasın.
      • İhsan ve ikramın bol olsun, sadakayı ihmal etme.
      • Sırlarını ifşa eyleme.
      • Kendini başkalarına medh eyleme.
      • Bu günden yarının tasasını çekme.
      • Na-mahreme sakın bakma, gaflet verir.
      • Sofradan düşeni yemek , zenginliğe sebeptir.
      • Daima edepli ol; ikram ettiğine de mütevazi ol.
      • Dişini tırnağınla kurcalama.
      • Evinde örümcek ağı olmasın.
      • Elbiseni üzerinde iken dikme.
      • Allahü Tealaya isyandan sakın ki hafızan ve zekan artsın.
      • Sahipsiz mala elini uzatma.
      • Ölümü aklından hiç çıkarma.

    8. Kuzu Göbeği Mantarı ve Bunun mucize faydaları
      Gök gürlemesi ve şimşeklerin çakması sonrasında ortaya çıkar. Kuzu Göbeği adında yumurta şeklinde bir mantar olup son derece lezzetli olur Ayrıca suyunu göze çekerler gözü parlatır. Mantarların besin maddesi olarak kullanılmasının yanında tedavi maksatlı kullanılması yeni bir keşif sayılmaz. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.v): ‘Mantar kudret helvası cinsindendir. Küme mantarının suyu göze şifadır.’ buyurarak bu besine dikkat çekmiştir. Yine Tirmizi’de yer alan bir rivayete göre halk: ‘Mantar toprağın çiçek hastalığıdır.’ deyince Resulullah Efendimiz (s.a.v): ‘Mantar menn’dendir (yani; Allah’ın İsrail oğullarına nimet olarak lütfettiği kudret helvası). Suyu göz için şifadır…’ buyurmuştur. Ebu Hüreyre konuya şöyle bir ilâvede bulunur: ‘Ben üç veya yedi mantar aldım. Onları sıkıp suyunu bir şişeye koydum. Gözünde rahatsızlığı olan bir hizmetçime tatbik ettim. İyileşti.’ Sonraki dönemlerde Peygamber Efendimizin (s.a.v) tavsiye ve uygulamalarını kendilerine rehber edinen her alanda olduğu gibi sağlık alanında da birçok çalışma yapan İslâm âlimleri çeşitli icraatlarda bulunmuşlardır. Mantarla ilgili rivayetlerden mülhem İbn-i Baytar daha 1200′lü yıllarda mantar suyunun mikrobik göz hastalıklarını tedavi ettiğini belirtmiştir.
      Ülkemiz doğa mantarları yönünden hem tür hem de çeşit zenginliğine sahiptir. Doğadan toplanarak yenen bu mantarlar kendilerine has koku lezzet ve hoş kokusuyla Halkımız tarafından rağbet görmekte ve büyük bir beğeniyle tüketilmektedir. Doğal olarak yetişen mantarlar; ormanlık bölgelerde ağaç altlarında ve ağaç Kütükleri üzerinde çayır alanlarda yılın belirli mevsimlerinde görülmektedir. Yetişme Devreleri çevreyle ilgili koşullarına bağlı olarak genellikle ilkbahar ve sonbahar aylarıdır. Bazı Serin bölgelerde yaz aylarında görülen türler de mevcuttur. Doğa mantarları yüksek Pazar değerine sahip olmaları nedeniyle yılın belirli zamanlarında –ağırlıklı olarak ilkbahar Ve sonbahar aylarında- bilinçsizce toplatılarak dış ülkelere satılmaktadır. Bu şekilde dışsatımı yapılan birçok doğa mantarı bilinçsiz toplamalar nedeniyle tehdit altında olup Bazı türler yakın bir gelecekte tükenme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Örneğin özellikle Kuzugöbeği olarak bilinen ve ihracatı yapılan Türleri birçok yöremizde artık Bulunmamaktadır. Bazı yörelerimizde ise zor bulunur hale gelmiştir. Bu durum toplama Yapan kişiler tarafından da bilinmesine rağmen maddi getirisi nedeniyle toplama işlemi Doğayı sömürecek şekilde sürdürülmektedir. Toplayıcılar mantarları çok küçük ve kökleri ile topraklı bir şekilde sökmektedir. Böyle bir toplama işlemi özellikle kuzugöbeği türleri için son derece tehlikelidir. Çünkü Bu türler Sınıfından olup sporları diğer şapkalı mantar türleri gibi Olmayıp İçerisinde bulunmaktadır. Sporların doğaya Yayılması; mantarın büyüyüp gelişmesi yaşlanıp çatlaması ve İçinden sporların Kolayca çıkabilmesiyle mümkün olmaktadır. İşte bun edenle yeni oluşmakta olan çok küçük Mantarların koparılması son derece hatalıdır. Mantarların büyümesine fırsat Verilmediğinde kuzugöbeği gibi mantar türlerinin çoğalabilmesi toprakta kök Bölgesindeki misellerle mümkün olmaktadır. Kökler topraklı bir şekilde alındığında bu Yolla çoğalma imkânı da ortadan kalkmış olacaktır. Bu tür bilinçsiz toplamalarla doğa Mantarları giderek azalmakta ve neredeyse yok olma sınırına gelmiştir… Öyle ki artık rüyalarıma bile girmez oldular
      Türkiye her yıl ilkbahar aylarında tonlarca (400-500 ton) kuzu göbeği mantarını özellikle Avrupa ülkelerine ihraç etmekte ve bunun sonucunda önemli miktarda döviz girdisi sağlamaktadır. Köylüler bu mantarı toplamak için sabahın erken saatlerinden akşam saatlerine kadar ormana gidip mantar aramaktadırlar. Bu sürede toplanan mantarlar akşamüstü köye gelen aracılar tarafından peşin olarak satın alınmakta ve kısa sürede ihracatçı firmaya teslim edilmektedir. Mantarlar bu firmalarda boyutlarına göre tasnif edilir sapın topraklı kısmı kesilir daha sonra üçer kiloluk kasalar halinde paketlenip taze olarak Fransa Isviçre Almanya Ingiltere Belçika Hollanda Lüksemburg Avusturya Ispanya Amerika Isveç ve Norveç gibi ülkelere gönderilir. Talep fazlası ise dondurularak veya kurutularak daha sonra satılmak üzere depolanmaktadır. Dünyada Italya Ispanya ve Yunanistan gibi Akdeniz ülkelerinde yetişen kuzu göbeği hem çeşit hem de miktar olarak ülkemizde oldukça zengin durumdadır.
      Kuzu Göbeğinin Künyesi
      Morchella cinsine ait olan kuzu göbeği mantarları ortalama 5-15 cm boyunda kremden koyu kahverengiye kadar değişen renklerde bal peteğini andıran şapkası ile kolayca tanınabilecek bir yapıdadır. Üremelerini sağlayan sporlar askus adı verilen bir kese içinde bulunur. Bu keseden atılan sporlar uygun sıcaklık ve nemde toprakta çimlenerek mantarı meydana getirirler. Kuzu göbeği mantarının dünyada yaklaşık olarak 30 civarında türü bilinmektedir. Türkiye’de ise en yaygın olarak rastlanan türleri Morchella crassipes M. conica M. deliciosa M. esculenta M. elata M. distans ve M. rotunda’dır.
      Nerelerde Yetişir?
      Yurdumuzda çam ormanlarında bazen meşe dişbudak gürgen ve elma ağaçlarının çevresinde ilkbaharda özellikle Nisan ve Mayıs aylarında yağmurlardan sonra kuzu göbeğini bol miktarda bulmak mümkündür. Genellikle Ege Akdeniz ve Karadeniz bölgelerinde yetişen bu mantarlar Konya – Beyşehir – Göynem,Derebucak,Izmir-Bergama Muğla Kastamonu Aydın Denizli Çanakkale Uşak Balıkesir Sinop illeri ve çevresinde yaygın olarak tanınmakta ve toplanmaktadır.
      Dikkat!
      Ekonomik yönden orman köylüsüne büyük katkı sağlayan bu mantarların çeşit ve miktarında son yıllarda bir azalmanın olduğu gözlenmektedir. Azalma sebebi olarak yağmurların yeterince yağmaması yanında mantarların aşırı ve bilinçsizce toplanması görülmektedir. Bu mantardan gelecekte de aynı şekilde faydalanmak istiyorsak dikkat edilmesi gerekenleri şöyle sıralayabiliriz;
      Yapılan orman kesimleri ve şehirleşme nedeniyle türün yayılış alanı sürekli daralmakta olduğundan yayılış alanlarını genişletmeye yönelik koruma alanları oluşturulmalıdır.
      Türün aşırı toplanması engellenmeli bu konuda toplamanın yapıldığı orman köylerine gelir getirici alternatif üretimler sağlanmalı ve toplama konusunda halkın bilinçlendirilmesine yönelik çalışmalar artırılmalıdır.
      Mantar çoğunlukla daha eşeysel olgunluğa ulaşmadan yani sporlarını oluşturmadan gençken toplanmakta bu da türün yok olmasına neden olmaktadır. Diğer taraftan mantarın toprağıyla birlikte bulunduğu ortamdan çıkarılması oluşum evresinde çok önemli bir yapı olan sklerosiyumu (Morchella’nın yaşam döngüsünde olumsuz koşullara dayanıklı önemli bir evre) ortadan kaldırmaktadır. Bu nedenle hem genç mantarların toplanmaması hem de sklerosiyumun korunması için gerekli bilgi aktarımı yapılmalıdır.
      Görüldüğü gibi yapılan ihracatla elde edilen dövizle ekonomik yönden önemli miktarda gelir getiren bu mantar gerekli önlemler alınmazsa yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. Bunun için özellikle ilkbahar aylarında orman köylüsüne toplama ile ilgili bilgiler aktarılarak bu konuda bilinçlenmeleri sağlanmalıdır.

    9. Riyakârların Kıyamet Günü Halleri …
      Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular:
      -”Kıyamet günü insanlardan bir nefere cennete götürülmesi emredilir. Hatta cennete yaklaştırılır. Cennetin kokusunu duyar, köşk ve saraylarını ve Allâhü Teâlâ hazretlerinin cennet ehli için hazırlamış olduğu nimetleri görürler. Sonra nida olunur:
      -”Onları cennetten uzaklaştırın! Onların cennette nasipleri yoktur!” denilir.
      Onlar, evvelin ve âhirîn (evvellerinde ve sonlarında) hiçbir kimsenin benzerini duymadığı kadar büyük bir pişmanlıkla geri dönerler… Derler ki:
      -Ey Rabbimiz! Keşke evliyana hazırlamış olduğun bu nimetleri ve cenneti bize göstermeden önce bizi cehenneme atsaydın ya!” Allâhü Teâlâ buyurur:
      -”Bunu size murad ettim! Çünkü:
      1- Sizler, benimle halvet ettiğinizde, (insanlardan uzaklaştığınız zaman), azâim (büyük kötülükleri hemen işlemekle) bana karşı gelirdiniz…
      2- İnsanlarla karşılaştığınız zaman ise, “mühbit”(Allâhü Teâlâ hazretlerine karşı çok takvâlı ve Allah’tan çok korkan olarak görünüp kendinize çok dindar kişi) süsünü vererek riyakârlık yapıyordunuz. Kalbinizde bulunan duyguların aksine görünüyordunuz.
      3- İnsanlardan heybet duyar (insanlar, sizin sahtekâr dindarlığınızdan heybet duyardı) ama siz benim azamet ve haşmetimden heybet duymazdınız.
      4- İnsanlara saygı besler; bana karşı saygılı davranmazdınız.
      5- Siz bazı şeyleri insanlar için (yani insanların korkusundan) terkediyordunuz; benim için terketmiyordunuz.
      (Bütün bu sebeplerden dolayı) bu gün sizi cennetten mahrum etmekle beraber size çok şiddetli azabımı tattıracağım!”
      Sonra Allâhü Teâlâ buyurdu:
      “Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar. Halbuki sırf kendilerini aldatırlar da farkına varmazlar.”
      “Tenbîhü’l-Gafilin”de de böyledir.

    10. Şah Şucâ el-Kirmânî (k.s.) Hazretleri Kimdir ?
      Şah Şucâ el-Kirmânî (k.s.) hazretleri. Büyük velîlerdendir.
      Doğum tarihi kesin olarak belli değildir.
      Adı Şâh bin Şücâ, künyesi Ebü’l-Fevâris’tir.
      Kirman pâdişâhının oğlu idi.
      İyi bir tahsil gördü.
      Sonra tevbe edip tahtı bıraktı.
      Tevbesinin sebebi şöyle anlatılır:
      -”Şâh Şücâ dünyâya geldiği vakit, göğsünün üzerinde yeşil bir hatla “Allah celle celâlühü” yazılıydı. Gençlik zamanında gezip tozmayı, eğlenmeyi kendine iş edinmişti. Saz çalıp, şarkı söylerdi.
      Bir gece, bir mahallede, saz çalıp şarkı söylüyordu. Bir kadın evinden çıkıp, onu seyretmeye gitmişti. Kocası uyanıp karısını evde göremeyince, dışarı çıkıp karısını Şâh Şücâ’yı seyrederken görünce, Şâh Şücâ’ya; -”Ey zâlim! Tevbe etmenin zamanı gelmedi mi?” diye sordu. Şâh Şücâ’ bunun etkisinde kalarak;
      -”Geldi, geldi…” deyip elbisesini yırttı ve sazı kırdı. Eve gelip gusül abdesti alarak, kırk gün dışarı çıkmadı ve bir şey yemedi. Bunun için babası; -”Bize kırk yılda vermediklerini ona kırk günde verdiler.” demişti. İşi evliyayı bulup, onunla sohbet etmekti. Ebû Türâb Nahşebî, Ebû Hafs, Ebû Ubeyd Busrî ve Yahya bin Muâz gibi âlimlerle sohbet etmiştir. Ebû Osman Hîrî talebesi iken, Şâh Şücâ’nın izniyle Ebû Hafs’ın talebesi olmuştur. Ebû Hafs, Şâh Şücâ’ya bir mektup yazarak: -”Nefsime, amelime ve kusuruma bakıp ümitsizliğe düştüm.” dedi. Şâh Şücâ ona cevap yazarak şöyle dedi:
      -”Mektubunu kendi gönlüme ayna yaptım. Eğer hâlis bir şekilde nefsimden ümit kesecek olursam, saf bir şekilde Allâhü Teâlâya ümid bağlamış olurum. Şayet Allâhü Teâlâya saf bir şekilde ümit bağlarsam, Allahü Teâlâdan saf bir şekilde korkmuş olurum. 0 zaman kendi nefsimden ümit keserim. Nefsimden ümit kesince, Allâhü Teâlâyı zikredebilirim. Ben Allâhü Teâlâyı zikredince. Allâhü Teâlâ beni affeder. Allahü Teâlâ beni affedince halktan kurtulur, Allah dostları ile beraber olurum..” Şâh Şücâ Kirmânî buyurdu ki: “Evliyayı sevmekten daha kıymetli ibâdet olamaz. Evliyayı sevmek, Allâhü Teâlâyı sevmeğe yol açar. Allâhü Teâlâyı seveni Allâhü Teâlâ da sever.”
      “Âbidlerin yaptığı nafile ibâdetler arasında, evliyaya olan muhabbet gibisi yoktur. Şâh Şücâ Kirmânî hazretlerinin tasavvuf hakkında “Mir’ât-ül-Hukemâ” isimli bir kitabı var.
      Şâh Şücâ 276 (M. 889) yılında vefat etti.

    11. “HUGO MÜSLÜMAN OLDU MU?” TARTIŞMASI

      Ünlü Fransız yazar Victor Hugo’nun, 1855 yılında sürgündeyken yazmaya başladığı, insanlık tarihi ve gelişimini anlatan ve hala Fransa’nın gerçek anlamdaki tek destanı olarak kabul edilen, “La Légende des Siècles (Yüzyılların Efsanesi)” adlı eserinde; Allah, İslam, Kur’an ayetleri ve Hz. Muhammed ile ilgili çok sayıda şiirinin olduğu yüz yıllardır biliniyor. Ancak, aynı eserin Brüksel’de 28 Eylül 1859 yılında yapılan ilk baskısında yer alan İslam ve İslam peygamberine dair ‘Mahomet’, diğer baskılarından çıkarılmıştı. Yüzyılın Efsanesi’nde de yer alan “Mahomet”‘i Le Centre national de la recherche scientifique (Fransa Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezi), ancak, Hugo’nun ölümünden yüzyıl sonra yani 1985 yılında yayınlamıştı. Bu yayınla birlikte Hristiyan dünyasında bir çok tartışmaya neden olan Hugo’nun Müslüman olduğu da tartışılmaya başlanmıştı.

      “HUGO, HZ MUHAMMET’İ ÇOK GÜZEL ANLATIYOR”

      Hugo’nun ‘Mohamet’i nin orijinal metinlerini Le Centre national de la recherche scientifique’den elde eden Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi Dil Eğitim Merkezi Fransızca Bölümü Öğretim Görevlilerinden Yakup Yaşa, uzun bir çalışma sonucu eseri Türkçe’ye çevirdi. Yakup Yaşa, “7 yıldır yaklaşık 400’e yakın Fransızca şiiri Türkçe’ye çevirdim. Uzun süredir Hugo’nun Hz. Muhammed’e yazdığı şiir üzerinde çalışıyordum. Fransa’da çeşitli üniversitelerde görev yapan edebiyatçı akademisyenlerle görüştüm. Hugo’nun şiirinin orijinalini bulup Türçe’ye çevirdim. Çeviriyi henüz bitirdim. Üniversitede üzerinde çalışmalarımız sürüyor. Hugo şiirinde Hz. Muhammed’i o kadar güzel anlatıyor ki etkilenmemek mümkün değil. Bu anlatımlar Hugo’nun İslamiyet’le ne kadar ilgili olduğunu gösteriyor” dedi.

      “KİM OLDUĞUNU YALNIZCA ALLAH BİLİR”

      “Son zamanlarda Hugo ile ilgili yazılan en ciddi yapıtlardan biri olan ve ünlü yazın araştırmacısı, Henri Guillemin imzasını taşıyan “Hugo” adlı eserin ön sözünde, Hugo’nun şu sözlerine yer veriliyor: “Je m’ignore ; je suis pour moi-même voilé, DIEU Seul sait qui je suis et comment je me nomme : Ben bile kendimi tanıyamıyorum ; kendi kendime yabancıyım, kim olduğumu ve adımın ne olduğunu, yalnızca Allah bilir.”

      OĞULLARINI VAFTİZ ETTİRMEDİ

      Hugo’nun, gerek iki oğlu gerek erkek torununun vaftiz edilmediğini ve Hristiyanlık adetlerine göre defnedilmediğini belirten yazar, ayrıca kitabın bir çok yerinde onun sürekli evinde gizli ibadet ettiğini belirtir. Bu durum ve “Mahomet” mersiyesindeki içerik, detaylar ve anlatılan öykü Hugo’nun Müslümanlığının konuşulur hale gelmesine en büyük etkendir. Yaşar’ın çevirdiği dizeler şöyle:

      L’AN NEUF DE L’HEGIRE (HİCRİ DOKUZUNCU SENE)MAHOMET HZ.MUHAMMED

      Vazifesinin yakın olduğu içine doğmuştu
      Metindi, kimseyi kınamıyor, incitmiyordu
      Yolda gördüğü kimselerle selamlaşıyordu
      Her gün sanki biraz daha yaşlanıyordu
      Oysa sadece yirmi ak vardı siyah sakalında
      Durup su içen develeri izliyordu arada sırada
      Böylece, deve güttüğü zamanları hatırlıyordu.
      Sanki Cenneti görmüş, İlahi Aşkı bulmuştu
      Sanki kâinatın yaratılışına şahit olmuştu
      Alnı dik, yanakları kusursuz, benzersizdi
      Kaşları ince, bakışları anlamlı ve keskindi
      Boynu, Gümüş bir testinin boğazıydı sanki.
      Tufanın sırlarını bilen Nuh’un havası vardı.
      Ona danışmaya gelenlere, adil davranırdı
      Kimi itiraf eder, kimi güler ve inkâr ederdi
      Sessizce dinler, en son konuşurdu kendisi
      Ağzından dua ve zikir hiç eksik olmazdı
      Çok az yer, karnının üzerine taş koyardı.
      Boş durmaz, koyunlarını sağıp oyalanırdı
      Oturur yere, elbiselerini kendi yapardı
      Artık genç değildi, eski gücü de kalmamıştı
      Yine de, herkesten daha fazla oruç tutardı
      Altmış üç yaşında, bir ateş sardı vücudunu
      Kutsal Kitap Kur’an’ı bir kez daha okudu
      Sonra, sancağı, Said’in oğluna teslim etti.
      Onlara: “Artık aranızdan ayrılma vakti geldi
      Allah birdir, hep onun yolunda savaş” dedi.
      Mahzundu, bakışlarında, yurdundan zoraki
      Sürülen yaşlı bir kartalın hüznü vardı sanki
      Yine, her günkü vaktinde mescide geldi,
      Ali’ye tabi olanlar da arkasından geliyordu
      Ve, kutsal sancak rüzgarda dalgalanıyordu.
      Benzi soluktu, döndü ve kalabalığa seslendi
      “Ey insanlar, ömür bitiyor, hayat gelip geçici
      Biz, karanlıkta birer zerreyiz, yüce olan O’dur
      Ey insanlar, O’ndan başka rehberim yoktur
      Onsuz bir değerim olmazdı.”
      Bir zat ona : “Ey müminlerin gerçek Sultanı!
      Seni dinler dinlemez, herkes inandı sözüne
      Sen doğduğunda, bir yıldız doğdu gökyüzüne
      Kisra sarayının üç kulesi birden devrildi” dedi.
      O da: “Melekler ölümümü müzakere etti;
      Vakit tamam, dinleyin! Eğer herhangi birinize
      Bir kötülük yaptıysam, çıksın herkesin önünde
      Ben ölmeden, gelsin intikamını alsın şimdi;
      Kime vurmuşsam, o da bana vursun” dedi.
      Ve uzattı usulca asasını oradan geçenlere.
      Yaşlı bir kadın, bir koyunu kırpıyordu eşikte
      Ona: “Tanrı yardımcın olsun!” diye seslendi.
      Bakışlarında bir hüzün vardı, oldukça bitkindi
      Dalgındı; birden, şöyle dedi: “Herkes duysun!
      Allah benim adımı andı! Bundan emin olun
      Topraktan insan, nurdan bir peygamberim
      İsa’nın getirdiği dini tamamlamaya geldim.
      Ashabım, ben sabır taşıyım, İsa tatlı dilliydi.
      Zira her şafak, doğacak güneşin müjdecisi
      İsa benden önce, ama ne Tanrıdır ne de oğlu
      O, gülü koklayan Bakire Meryem’den doğdu.
      Unutmayın, ben de etten kemikten bir faniyim
      Kuruyan bir balçıktan başka bir şey değilim;
      Şu dünyada başıma gelmeyen şey kalmadı;
      Çektiğim çilelere, yol olsa, dayanmazdı
      Baskı ve işkenceden, şu bedenim çok çekti;
      Ve eğer işlediğimiz her bir günahın bedeli
      Korkunç bir haşere olsaydı, o karanlık mezarı
      Bize dar eder, cehenneme çevirirdi orayı.
      Tekrar tekrar bedenlenir cehennem ehli
      Ve kurtlar yeniden kemirir tüm bedenlerini
      Böylece, defalarca tükenir ve yeniden dirilir
      Cezalarını çekince de, yeniden huzura erişir.
      Ben, kutsal savaşların mütevazı meydanıyım
      Bazen bir efendi bazen de bir köle gibiyim
      Kelamım, tıpkı çöldeki kum ve Kuyular gibidir
      Bir sözüm korkutuyorsa, bir diğeri müjdecidir;
      Ey inananlar! Çektiklerimi görüyorsunuz işte!
      Karşıma alıp, insanı aldatıp yeniden delalete
      Sürüklemek isteyen o dehşet saçan iblisleri
      Engellemeye çalıştım, bağladım o pis ellerini
      Çoğu zaman, Yakup gibi, karanlıklar içinde
      Çarpıştım durdum, görmediğim kimselerle;
      Fakat insanlar beni özellikle öldürmek istedi
      Bana karşı sürekli kin ve kıskançlık besledi
      Ben ise, asla, Hak davamdan vazgeçmedim
      Onlarla savaştım, ama kimseden incinmedim
      Savaş boyunca: “Bırakın yapsınlar!” diyordum
      Kanlar içinde tek yaralı ben olayım istiyordum
      Varsın hepsi vursun bana, zaten durmazlar ki
      Zira sağ ellerine Ayı, sol ellerine Güneşi
      Versem de, düşmanlarım vazgeçmezdi asla
      Yine de saldırırlardı bana şu çileli yolculukta
      Fakat ne olursa olsun geri adım atmadım
      Zira bu kutsal dava uğruna tam kırk yıl savaştım
      İşte, böyle geçen bir ömrü nihayet tamamladım
      Şimdi Allah’a gidiyorum, dünyayı geride bıraktım.
      Greklerin Hermès’i, Yahudilerin de Lévi’ yi
      Desteklediği gibi siz de hiç bırakmadınız beni
      Çektiğiniz bu sıkıntılar, mutlaka son bulacak
      Bu soğuk, ıssız geceye elbet Güneş doğacak
      Müminler, asla ümidinizi kesmeyin O’ndan
      Zira Kronnega dağlarını aslan yuvası yapan,
      Denizleri incilerle, karanlıkları da yıldızlarla
      Donatan Allah, elbet sizleri de koymaz darda.
      Sonra: “O’na inanıp teslim olun”diye ekledi
      İnanmayan, ancak, inkâr da etmeyenlerin yeri
      Cennet ile cehennemi ayıran duvarın üzeri
      Kararmıştır kalpleri, günah işlemek tek işleri;
      Hiç kimse tamamen günahsız değildir belki
      Ama çabalayın ki, Allah cezalandırmasın sizi
      Namaz kılın, bütün azalarınız değsin yere
      Zira o dayanılmaz cehennem ateşi, sadece
      O’nun için yere kapanmayan bedenleri yakar
      O, kapkaranlık dünyayı, masmavi gökle açar;
      Misafiri sevin, dürüst olun, adaletle hükmedin
      Yüce katında türlü türlü nimetler var sizin için
      Yedi göğü geçmek için altın eğerli atlar,
      Ve yıldırımları geride bırakan hızlı arabalar
      Huriler, tertemiz, hep ter ü taze ve neşeli
      İncilerden yapılmış köşklerde oturur her biri
      Cehennem ateş ehlini bekler, vay hallerine!
      Ateşten ayakkabıları olacak ve giydiklerinde,
      Sıcaklıkları kazan gibi beyinlerini kaynatacak
      Cennet ehli ise, pek neşeli ve gururlu olacak.”
      Biraz durdu, hep ümitli olmalarını öğütledi
      Sonra, ağır adımlarla yürümeye devam etti
      Ardından : “Ey insanlar! Size sesleniyorum
      Vakit saat doldu, ebedi bir âleme gidiyorum
      Belki bu sizinle son görüşmemiz, acele edin
      Beni tanıyan herkes gelip son kez dinlesin
      Bir hatam olduysa, yüzüme söylesin” dedi.
      Kalabalık sessizce sağa sola açılıp yol verdi
      Gitti ve Ebufleya Kuyusunda sakalını yıkadı
      Biri ondan üç drahmi istedi, çıkardı verdi
      “Şimdi, mezara bırakmaktan daha iyi” dedi.
      Herkesin, bir güvercininki gibi ışıl ışıldı gözleri
      Bakıp, kendilerini hep kollayan o yüce insana,
      Ağlıyordu halk; evine kadar eşlik ettiler ona
      Birçoğu gözünü bile kırpmadan orada bekledi
      Bütün geceyi dışarıda taşların üzerinde geçirdi
      Ve ertesi Sabah, günün ağardığını fark edince
      “Ben artık kalkamıyorum, dedi, Ebubekir’e
      Kitap’ı alıp yanına, sen kıldıracaksın namazı.”
      Eşi Aişe de o sırada cemaatin arkasındaydı
      Ebubekir okuyor, Muhammed ise dinliyordu
      Nihayet, okuduğu ayetleri usulca bitiriyordu
      O, dua ve zikrini yaparken herkes ağlıyordu
      Ve, Ölüm Meleği çıka geldi akşama doğru
      “İçeri girebilir miyim” diye müsaade istedi
      “Gelsin” dedi. Dünyaya açtığı o ilk günkü gibi
      Yine ışıl ışıl parlıyor ve gülümsüyordu gözleri,
      Ve, Melek ona : “Allah seni bekliyor” dedi
      Memnuniyetle, dedi. Şakakları şöyle bir titredi
      Bir an aralandı dudakları ve ruhunu teslim etti.

    12. Arş-ı azamı , kürsü, levh-i mahfuz, kalem, sidretülmünteha, tuba ağacı, İsrafil’in suru ve ruhların berzahını bildirir.
      Ey aziz, malim olsun ki, müfessirler ve muhaddisler ittifak etmişlerdir ki: Hak Taala arş-ı azamın nurundan ve onun altında, kırmızı yakut renginde arşın ayağına bitişik dört sütun üzerinde bir büyük kürsü yaratmıştır. Onun sütunları yerin derinliklerine erişmiştir. Gökler, yerler ve kaf dağı kürsünün boşluğunda, çölde bir sofra misalidir. Ama bu tür benzetmelerden muart, miktarları sınırlamak değildir, büyüklüklerini anlatmaktır. Çünkü onların miktarlarını ancak onları var eden âlemin yaratıcısı bilir. Arştan murat, taht mülküdür, kürsüden murat da Allah’ın ilmidir, diye itikat edenler, hata etmişlerdir; âyet ve hadislere muhalif gitmişlerdir.
      Hak Taala, arş-ı azamın altında, onun nurundan yeşil bir zebercet renginde büyük ve yeşil bir levha yaratmıştır. Etrafını kırmızı yakut renginde yer etmiştir. Zümrüt renginde bir yeşil kalem yaratmıştır ki, uzunluğu yüz yıllık mesafe gitmiştir. Onun içinde mürekkebi beyaz nur çıkardı. Çünkü Hak Taala, ona: “Ey kalem yaz!” diye nida kılmıştır. O an, bu heybetten kalem, ıstıraba gelmiştir ve gök gürültüsü sadası gibi bir sada ile tesbih edip, Hak’kın yürütmesiyle levh-i mahfuz üzerinde yürümüştür ve kıyamete dek hep olup olacakları yazmıştır. Levh-i mahfu yazıyla dolmuştur. Ondan sonra akan aktı kalem kurudu) tabirince, kalem kuruyup kalmıştır. iyi olan iyi, kötü olan kötü olmuştur. Lakin Hak taala, her gece ve gündüzde levh-i mahfuza üçyüzaltmış kere nazır edip, her nazarda bir nesne mahvedip yerine bi nesne koyar. Murat ettiğini işler. Nitekim: “Allah dilediği hükmü kaldırır, dilediğii de yerinde bırakır. Bütün kitapların esası onun katındadır.” (13/39) buyurmuştur Hak Taala bütün kulların işlerini levh-i mahfuza yazmıştır ki, göklerdekiler ve yerdekiler şunu bilsinler: Bütün yaratıkların hükümleri oradaki ilim üzere yürür ve ona uyar. O halde, levh-i mahfuzu ve kalemi inkar eden münafıktır.
      Hak Taala arş-ı azamın altında ve onun nurundan, kürsü karşısında, cenetlerin üstünde beyaz inci benzeri bir boşluk yaratmıştır ki, bu, sidretülmünteha ve tuba ağacının asıl beslendiği yerdir. cebrail’in ve ona yakın meleklerin makamı buradadır. Hak Taala sidretülmüntehada büyük bir ağaç yaratmıştır ki, ona tuba ağacı derler. Onun aslı sarı altındandır. Dalları kırmızı mercandandır. Yaprakları yeşil zümrüttendir. Çeşitli meyveleri şekerdendir. Sonsuz dalları, cennet köşklerine sartmıştır. Sayısız meyvelerinden, cennettekiler zevkle toplarlar. Sidretülmünteha ve arş-ı azam arasında yetmişbin perde tabakası yaratılmıştır; ta ki, sidrede olan melekler, arşın nurunun şiddetinden yanmayalar. Hak Taala arş-ı azamın altında ve onun nurundan arşın ayağına bitişik, kırmızı mercan renginde, boynuz ve kovan şeklinde, oldukça büyük ve uzun, içi boş bir nesne yaratmıştır. Onun boşluğunda birinci ve ikinci berzahı kılıp, yani insanların bedenlerine gelecek olan ruhların ve gelip gitmiş ruhların mekanı olup, göklerin ve yerlerin tabakaları yuvarlak ekmekler gibi onda düzülüp, o, onlara dokunmaksızın hepsini kuşatmıştır. Bu kuşatıcı boşluk, İsrafil’in surudur. Onun iç düzeyi, bal kovanındaki mumun yüzündeki gözenekler gibi göz göz olup, ilk berzah aleminde, bedenlere gidecek ruhlar için, ikinci berzahta bedenlerden çıkıp haşrı bekleyen ruhlar için o yüzeyin gözenekleri mesken ve sığınak olmuştur. Ruhlar, o çukurcuklarda, mertebelerine göre kıyamete kadar yuva ve makam tutup, her biri kendi makamında ikamet kılmıştır.

      Kaynak : Marifetname – Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri

    13. Sidretülmüntehada olan meleklerin vasıflarını ve durumlarını, arşın horozu olan tavusun renklerini ve zikirlerini
      Ey aziz, malum olsun ki, müfessirler ve muhaddisler ittifak üzere demişlerdir ki: Hak Taala, sidretülmüntehada vekil kıldığı meleği, büyük bir cüssede ve acaip şekilde yaratmıştır. Onun yetmiş yüzü vardır. Her yüzünde yetmiş ağzı vardır. Her ağzında yetmiş dili vardır. Her dili, başka bir lügatla Hak Taalayı devamlı tesbih eder. Hak Taala, sidrede dörtbin saf melek yaratmıştır. Her saffın meleklerinin sayısı onbine yetmiştir.
      Birinci safta olan melekler, sürekli secdeye varıp: “Sübhanallah” derler,
      ikinci safta bulunan melekler, daima oturup: “Elhamdülillah” derler.
      Üçüncü safta duran melekler, hep rükua varıp: “La ilahe illallah” derler.
      Dördüncü safta kalan melekler, kıyamda durup: “Allahü ekber” derler.
      Hak Taala, sidrede, yeşil zümrütten, minare şeklinde bir büyük direk yaratmıştır ki, sidreden yüksekliği yetmişbin fersah mesafededir. O direğin başında beyaz inciden büyük bir kubbe yaratmıştır. O kubbenin üzerinde tavus kuşu şeklinde, çeşitli cevherler renginde bir acaip melek yaratmıştır. Oun bin beşyüz kanadı vardır. Her kanadında yüzbin saçağı vardır. Her bir saçağı üzerinde üç satır yeşil yazıyla yazılmış yazılar vardır.
      Birinci satırda: “Bismillahirrahmanirrahim“,
      ikinci satırda: “La ilahe illallah Muhammedün resulüllah“,
      üçüncü satırda: “Onun zatından başka her şey yokluğa mahkumdur” (28/88), yazılmıştır.
      İşte buna arş horozu derler ki, o kanatlarını yaydıkça, onun saçaklarından cennettekiler üzerine nisan yağmuru gibi Hak’kın izniyle rahmet iner. Namaz vakitlerinde, o arş horozu, kanatlarını birbirine vurup, feryat ile öter. Kanatlarının her bir saçağından başka bir sada peyga olup, cennetlerin ağaçlarının dallarını sabah rüzgarı gibi sallar. Onun ötüşünden, cennette olan huri ve gılman mesrur olup, odalardan başlarını çıkarıp, birbirlerini müjdelerler ki; “Muhammed sallallahüaleyhivesselamın ümmetinin namaz vakti gelmiştir. Şimdi hepsi ibadetle meşguldür.” Hak Taâlâ, arş horozuna nida eder ki: “Ey kuş, niçin böyle feryat edersin?” O melek der ki: “Ey Allahım, mümin kulların dünyada sana ibadete yöneldikçe, ben onlar için senden rahmet isterim.” O zaman ona, Hak’kın hitabı gelir ki: “Ey kuş, dünyada beş vakit namazını eda eden kullarıma rahmet edip, cehennem ateşinden azat ederim. Naim cennetleriyle onları hisselendirir ve sevindiririm.” Bu hitap ile arş horozu hoşnut olmuştur. (Kudretiyle kainatı yaratan Allah münezzehtir. O, kainatları hikmetiyle benzersiz yaratmıştır. İlmiyle her şeyi kuşatmış ve her şeyi tek tek saymıştır.)

      Kaynak : Marifetname – Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri

    14. Nisan Yağmuru Nelere Şifalıdır ?
      Nisan ayının on dördünde başlar, Mayıs ayının on dördünde biter.
      Bu zaman içinde yağan yağmurlara “Nîsân yağmuru” denir ve çok faydalıdır.
      * Yılanların zehiri, Balıkların incisi, Hatta bal arısının balı gibi pek çok harikulade nimet hep bu yağmurun suyundan oluşur.
      * Nisan yağmuru zahmetlere rahmet, dertlere devâ, hastalılara şifâdır.
      * Sular içerisinde en saf su Nisan yağmurunun suyudur.
      * Nisan yağmuru ile çalınan yoğurt tutar. (Tecrübe ile de sabittir)
      * Nisan yağmurunda ıslanan yeni elbise çürümez.
      Saç dökülmez.
      Hele okunan! Nisan yağmuru suyu, Allâh’ın izniyle sar’a hastalığına şifâ, Ruh hastalıklarına deva, Ağrılara karşı çok yararlıdır.
      * Hattâ: “Çocuğu olmayan kimse bundan içerse, biiznillâh çocuğu olur” denilmiştir.
      * Ebu Suud efendi bu konuya temasla diyor ki: “Bu, içen kimseye faydalıdır; bütün hastalık ve ağrılara karşı yararlıdır. Hattâ çocuğu olmayan kimse bundan içerse (biiznillâh) çocuğu olur.
      Kim bu sudan bir takım maksat ve arzularının meydana gelmesi niyetiyle içerse arzusu yerine gelir
      İbn-i Ömer (r.a.)nın rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte Peygamberimiz (a.s.) şöyle buyurmuşlardır:
      “Nefsim yedi kudretinde musahhar olan Allâh-ü Teâlâ’ya yemîn ederim ki, bana Cebrâîl (a.s.)gelip şöyle haber verdi. Kim Nisan yağmurundan bir miktar alır sonra ona
      70 fâtiha-ı şerîfe,
      70 âyet-ül kürsî,
      70 ihlâs-ı şerîf,
      70 felâk,
      70 nâs sûresi okur ve o sudan yedi gün peş peşe sabahları (aç karnına) içerse,
      Allâh-ü Teâlâ o kimsenin cesedindeki, hattâ damarlarındaki, kanlarında ki, etlerindeki ve âzâlarının cemisindeki bütün dertleri çıkarır ona âfiyet ihsân eder.” [275]
      Nisan Yağmuruna okunacak duâ ve sûreler:
      1- Salavât-ı Şerîfe 70 defa,
      2- İstiğfâr-ı Şerîf 70 defa,
      3- Fâtiha-ı Şerîfe 70 defa,
      4- Âyet-ül Kürsî 70 defa,
      5- Lekad câ eküm 70 defa,
      6- Yasîn-i Şerîf 1 defa,
      7- Elem neşrah leke 70 defa,
      8- İnnâ enzelnâhü 70 defa,
      9- Kâfirûn 70 defa,
      10- İhlâs 70 defa,
      11- Felak 70 defa,
      12- Nâs 70 defa,
      13- Sübhânallâhi vel hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber ve lâ havle ve lâ guvvete illâ billâhil aliyyil aziym 70 defa,
      14- Lâ havle ve lâ guvvete illâ billâhil aliyyil aziym 70 defa,
      15- Salavât-ı Şerîfe.70 defa
      * “Kim ki bu adab usül üzerine Nisan suyu üzerine okur da bir hafta sabahları aç karnına içerse, kesinlikle ömür boyu itikat hastalığı görmez” buyurulmuştur.

      NOT: Nisan yağmurunu alma şekli:
      Kap yüksek bir yere konmalı, yağmur direk kaba dökülmeli, oluktan olmaz.

    15. Din Garip Başladı
      Sahabeler sordular:
      -”Ya Rasûlellah (s.a.v.) senin üzerine selâm olsun! Bizden sonra bizden daha faziletli kimse var mı?”
      Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular:
      -”Evet! Var.” Sahabeler yine sordular:
      -”Onlar seni görecekler mi? Ya Rasûlellah (s.a.v.)!” Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular:
      -”Hayır!” Sahabeler sordular:
      -”Onlar o zaman nasıl olacaklar?” Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular:
      -”Sudaki tuz gibi… Onların kalbleri erir; sudaki tuz eridiği
      gibi…!”
      Sahabeler sordular:
      -”Onlar o zaman nasıl yaşayacaklar?” Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular:
      -”Sirkedeki kurt gibi…!” Sordular:
      -”Ya Rasûlellah (s.a.v.)! Onlar dinlerini nasıl muhafaza ederler?” Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdu:
      -”Eldeki kor ateş gibi! Eğer yere bırakırsan söner: eğer tutar
      veya elinde sıkarsan elini yakar!”
      Bidatlerden Sakının
      Rivayet olundu:
      Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular:
      -”İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki o zaman sünnetim eskiyecek ve bid’at yenilenecektir. O gün benim sünnetime tabi olan garip olacaktır ve tek başına kalacaktır. İnsanların bid’atlarına uyan ise elli veya daha çok arkadaş bulacaktır.
      Ebû Behîc el- Iryâz bin Sâriye (r.a.)’dan rivayet olundu. Bu-yurdular.
      -”Efendimiz (s.a.v.) hazretleri bize çok belîğ ve te’sirli bir vaaz etti. 0 vaazdan dolayı kalbler ürperdi ve gözler yaşardı. Biz:
      -”Ya Rasûlellah (s.a.v.)! Bu sanki veda vaazı! Bize vasiyet et!” dedik. Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular:
      -”Size takvayı (Allah’tan korkmanızı), dinlemenizi ve itaat etmenizi tavsiye ederim! Üzerinize bir köle âmir olarak tayin edilse bile ona itaat edin! Sizden yaşayanlar bundan sonra (ümmetimin arasına) birçok İhtilafların çıktığını görecektir. Size benim sünnetlerime ve benden hidâyet üzere olan ve halkı hidâyete davet eden hülefâ-i râşidînin (râşid olan halifelerin) sünnetini tavsiye ederim! Azı dişlerinizle onu ısır(arak sünnetime ve hülefâ-i râşidinin sünnetine yapışın). Sonradan uydurulan işlerden ve dine sokulanlardan sakinini Çünkü dinde uydurulan her şey, bidattir ve her bidatte dalâlettir.”
      Şeriat ve Tarikat
      Mümine düşen vazife, Efendimiz (s.a.v.) hazretlerinin sünnetine tabi olmak, bid’at ve dalâlet olan her şeyden kaçınmaktır. Mümin zahirini şeriat ve bâtınını da tarikat ile ıslâh etmelidir ki, haliyle kıyamet gününde Efendimiz (s.a.v.) hazretlerinin şefaatine nail olsun da, cehennem azabından kurtulup, cennette girebilsin!
      Mümin âhirette cennetlerde, bostandan asla ayrılmayan meyveli ağaç gibidir. Münafık ise cehennemin derekelerinde; bostanda bulunan kesilmeyi bekleyen meyvesiz ağaç gibidir.

    16. Hikâye (Doğruluk)
      Ebû Amr ez-Zücâcî (r.h.)’dan hikâye olundu. Buyurdular:
      -”Annem vefat etti. Annemden bana miras olarak bir ev kaldı. O evi elli dinara sattım. Hacca gitmek üzere yola çıktım. Bâbil şehrine vardığımda kafileden (hırsız ve çapulcu kafilesinden) bir adam benim karşıma çıktı. Bana sordu:
      -”Beraberinde ne var?” ben kendi içimden;
      -”Doğru söylemek daha hayırlıdır!” dedim. Ve adama:
      -”Elli dinar var!” dedim. O da:
      -”Ver onu bana!” dedi.
      Ben de o elli dinarın hepsinin içinde bulunduğu keseyi ona verdim. Adam keseyi çözdü. Altınları saydı. Onların elli dinar olduğunu görünce bana;
      -”Al bunları! Senin doğruluğun bu altınları almaktan beni menetti!” Adam sonra bineğinden indi. Bana;
      -”Sen bin!” dedi. Ben;
      -”Hayır! Ben binmek istemiyorum!” dedim. O;
      -”Hayır olmaz! Bineceksin!” diye ısrar etti. Mecburen bineğine bindim. O bana;
      -”Ben de senin peşinde yayan geleceğim!” dedi.
      Bir sonra ki sene beni buldu. Ölünceye kadar bir daha benden ayrılmadı.
      Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular:
      -”Size sıdkiyeti (doğru) olmayı tavsiye ederim.
      Çünkü sidik (doğruluk) kişiyi birre (iyilik ve ihsana) götürür.
      Birr (iyilik ve ihsan) kişiyi cennete götürür.
      Adam sürekli doğru söyler, doğruyu araştırır. Hakikati ifâde eder. Hatta bu davranışından dolayı Allâh’ü Teâlâ hazretlerinin katında “sıddîk” olarak yazılır.
      Size yalandan kaçmayı ve asla yalan söylememeyi tavsiye ederim. Çünkü yalan kişiyi fücura götürür; muhakkak ki fücurda sahibi cehennem ateşine götürür. Kişi yalan söyler, sürekli yalan konuşur ve hatta bu hareketinden dolayı Allâh’ü Teâlâ hazretlerinin katında “kezzap” yalancı olarak yazılır.”

    17. Kıyamet Üç Kısımdır
      Bil ki kıyamet üç kısımdır:
      1- Küçük kıyamet,
      2- Orta kıyamet,
      3- Büyük kıyamet…
      Küçük kıyamet: Her bir kişinin (kendi) ölümüdür.
      Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular: -”Ölen kişinin gerçekten kıyameti kopmuştur.”
      Orta kıyamet: Birinci nefhâ (israfil Aleyhisselâm’m birinci üf-leyişi) ile bütün mahlukatın ölmesidir.
      Büyük kıyamet: İkinci nefhâ (İsrâfıf Aleyhisselâm’ın ikinci üf-leyişi) cesetlerin haşr edilmesi ve ceza için mahşere sevk edilmeleridir.
      Fena ve Baka
      Bakî hayat, ancak nefis ve onun kötü sıfatlarından fena bulduktan sonra elde edilir.
      Kişinin nefs-i emmâre ve kötü vasıflarından kurtulmasının yolu da ihlâs ile Allâhü Teâlâ hazretlerini zikretmektir. Allah’ın büyük ism-i şerifi olan lafza-i celâlin Allah İsm-i şerifinin) manâsı tecelli ettiği zaman, vücûd, âlemi izmihlale uğrar, fani olur. Tevhit denizinde istiğrak hâli hâsıl olur. Kişi Tevhit denizine daldığı zaman, kendisinden her şey kaybolur. Allâhü Teâlâ hazretlerinin gayri her şey onun nazarında gaiptir… Bu, kişinin suya daldığı zaman (sudan) gayri hiçbir şeyi görmemesi gibidir…
      Zikir ve gaflet…
      Şeyh Ebû Yezîd el-Bestâmî (k.s.) hazretleri buyurdular:
      -”Kim, kalbi Allâhü Teâlâ hazretlerinden gafil olduğu halde, “Allah,” derse; bu takdirde o kişinin hasmı Allâhü Teâlâ hazretleridir.”

    18. Çöldeki Zâhid
      Çölün ortasında yaşayan ve ibadetle meşgul olan bir zâhid vardı. Memleketlerinden hacca giden hacılar, zâhidi ziyarete geldiler. Susuz çölde yaşayan zâhidi merak ediyorlardı.
      Yanına vardıklarında kızgın kumların üzerinde, huşû içerisinde namaz kıldığını gördüler.
      Zâhid, sanki çayırda, çimende, güller içerisindeymiş gibi rahatlıkla secde ediyor, ayaklarının altında ipek halılar varmış gibi namazını kılıyordu. Tenceredeki suyu kaynatacak kızgınlıktaki kumlar, etkilemiyordu onu.
      Hacılar uzun bir süre, zâhidin namazını ve duasını bitirmesini beklediler. Hacılardan gönül gözü açık biri, zâhidin ellerinden ve yüzünden abdest suyunun damladığını farketti.
      Hacı zâhide sordu:
      ”Buralarda kuyu yok, vaha yok, bu su nereden geliyor?” Zâhid ellerini gökyüzüne kaldırarak, ”Gökten geliyor” demek istedi. Hacılar,
      ”Ey din sultanı! Bizim sorunumuzu hallet. Senin halin bize, yakîn imanı versin. Sırlarından bir sır göster. Gerçek müslüman olalım” dediler. Zâhid,
      ”Yâ rabbi! Hacıların duasını kabul et. Yâ rabbi! Rızkınız gökyüzündedir buyurmuştun. Ben rızkımı gökte aramaya çalıştım. Sen bana göklerden bir kapı aç’‘ diye dua etti.
      Zâhidin bu yakarışı sırasında, gökyüzünde fil şeklinde bir bulut belirdi. Sonra bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Hacıların hepsi tulumlarını açarak suyla doldurdular.
      Zâhidin duasını ve bu duayı Allah’ın kabul buyurmasını gözleriyle gören hacılar, velîler hakkındaki yanlış düşüncelerini terkettiler.

      Kaynak : Mesnevide Geçen Hikayeler.

    19. Gemideki Derviş.
      Bir derviş gemiyle seyahat ediyordu. Yükü ve eşyası olmadığı için, bir köşeye kıvrılıp uyumuştu. Gemide bir kese altın kayboldu. Her tarafı aradılar, ancak bulamadılar. Biri kenarda uyuyan dervişi göstererek,
      ”Şu fakiri de arayalım, belki ondadır” dedi. Parasını kaybeden dervişi uyandırdı. ”Gemide bir kese altınım kayboldu. Herkesi aradık, seni de arayacağız. Üstündekileri çabuk çıkar” dedi.
      Hırsızlıkla suçlanmak, dervişe dokundu. Rabbine iltica etti ve, ”Yâ rabbi! Bu zavallı kulunu hırsızlıkla suçluyorlar. Yardımını ulaştır” diye dua etti.
      Dervişin duası biter bitmez, denizin her tarafından yüz binlerce balık başını çıkardı. Her birinin ağzında çok değerli, paha biçilmez bir inci vardı.
      Derviş balıkların ağzından birkaç inciyi alıp, geminin içine fırlatıp attı. Sonra da iskemlede oturur gibi havada oturdu.
      Gemidekilere, ”Haydi gidin. Yoksul bir hırsız aranızda bulunmasın. Geminiz sizin olsun. Hak benim olsun. Allah’a yakın olup sizden uzak olmak, benim hoşuma gider. O, beni hırsızlıkla suçlamayacağı gibi ipimi de gammazın eline vermez” dedi.
      Gemidekiler dervişe ”Ey büyük zat! Bu yüce makamı sana neden verdiler?’‘ diye seslendi. Derviş önce kinaye yoluyla onlara yaptıklarını hatırlatmak için, ”Bir fakiri töhmet altında bırakıp, Hakk’ı incitmemem yüzünden verdiler” dedi. Sonra da, ”Hâşâ! Fakiri suçlayıp töhmet altında bırakmaktan değil, mânevî sultanlara gösterdiğim saygı ve edepten dolayı verdiler” dedi.
      ***
      Gönül sahibi olanlar, gece ve gündüzün birbirinden çekindiği ve ayrıldığı gibi dünyadan öyle uzaktırlar.
      Gönül sahibi has kulları ayıplamak, padişahı hırsızlıkla suçlamaya benzer.

      Kaynak : Mesnevide Geçen Hikayeler.

    20. Nisan Yağmuru Hakkında Hadis-i Şerifler…
      Peygamberimiz (s.a.v)’den rivayet olundu ki:

      ‘’Cebrail a.s Bana öyle bir ilaç öğretti ki, (o ilaç sayesinde,insanların) doktorların ilaçlarına hiç ihtiyacı kalmaz…’’

      Eshab-ı Kiram : (o ilaçtan) Bize de haber ver,Ya Rasulullah dediler, Rasulullah (s.a.v):

      ‘’Nisan yağmurunu alınız (toplayınız). Ona; 70 defa Fatiha-i şerife, 70 defa İhlâs-ı şerif, 70 defa Felak suresini, 70 defa Nâs suresini, 70 defa Tesbih duasını (SübhanAllahi vel-hamdü
      Lillâhi ve lâ ilâhe illallâhü vâllahü ekber ve lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil-aliyyıl-azîm) okuyunuz. Sonra, 7 gün devamlı olarak sabah akşam birer bardak içiniz. Beni hak Peygamber olarak gönderen Cenâb-u Hakk’a yemin ederim ki, Cebrâil Bana dedi ki ; “Bu sudan içen kimsenin, cesedinden, damarından, sinirinden, etlerinden, o kimseye ağrı, acı veren rahatsızlığını Cenâb-u Hakk giderir ve o kimseye sıhhat ve afiyet verir.’’

      Yine başka bir Hadis-i Şerif’te :

      ‘’Beni hak Peygamber olarak gönderen Cenâb-u Hakk’a yemin ederim ki, çocuğu olmayan bir erkek, bu sudan hanımına içirirse, Allahü Teala’nın izni ile hanımı hamile kalır. Hanımının başı ağrıyan bir erkek bu sudan hanımına içirirse, bu su ona (sıhhati için) yeterlidir. İçen kimsenin balgamını keser. Rüzgar ona zarar vermez, çirkin haller kendisine isabet etmez. Bel ağrısından, karın ağrısından, şikayeti kalmaz. Alaca hastalığından korkmaz. Göğüs ağrısı çekmez. Kalbine gelen vesvese (evhâm), gönlünden çıkar gider. Kendini çok beğenmek, hased, kibir, düşmanlık, gıybet ve koğuculuk (gibi manevi hastalıklar dahil), dünyada yaşayan her fani (geçici) olanlar için Allahü Teala’nın izni ile fayda vericidir..’’

      Tefsir-i Kebir (Kur’an-ı Kerim Tefsiri)’den
      “Nisan Yağmuru” Suyunun Toplanacağı Günler

      ”Nisan Yağmuru” suyunun toplanacağı günler, Rumi Takvimi Nisan Ayının 7′sinden Nisan Ayının sonuna kadardır.
      2011 Nisan yağmuru suyu toplanacak tarih ise,
      Rumi 7 Nisan 1427 = Miladi 20 Nisan 2011′e tekabül ediyor.
      Miladi 21 Nisan 2011‘den 13 Mayıs 2011‘e kadar Nisan Yağmur suyu toplanabilir.
      Toplanan “Nisan Yağmuru” Suyu Nasıl Hazırlanır?

      – Bir Fatiha üç ihlâs-ı Şerif okunup, Piran-ı İzamın Ervâh-ı Kudsiye-i mübârekelerine hediye edilir.
      – Niyet edilir.

      1 – 70 Adet Salât-ı Münciye
      2 – 70 Adet Fatiha-i Şerife
      3 – 70 Adet Ayet’ül Kürsi
      4 – 70 Adet Legad caeküm .. (Tevbe Süresinin Son İki Ayeti)

      لَقَدۡ جَآءَڪُمۡ رَسُولٌ۬ مِّنۡ أَنفُسِڪُمۡ عَزِيزٌ عَلَيۡهِ مَا عَنِتُّمۡ حَرِيصٌ عَلَيۡڪُم بِٱلۡمُؤۡمِنِينَ رَءُوفٌ۬ رَّحِيمٌ۬ فَإِن تَوَلَّوۡاْ فَقُلۡ حَسۡبِىَ ٱللَّهُ لَآ إِلَـٰهَ إِلَّا هُوَ‌ۖ عَلَيۡهِ تَوَڪَّلۡتُ‌ۖ وَهُوَ رَبُّ ٱلۡعَرۡشِ ٱلۡعَظِيمِ
      (Lekad caeküm rasulün min enfüsiküm azizün aleyhi ma anittüm harisun aleyküm bil mü’minine raufün rahiym* Fe in tevellev fe kul hasbiyellahü la ilahe illa hüve aleyhi tevekkeltü ve hüve rabbül arşil azıym)

      5 – 1 Adet Yâsin-i Şerif
      6 – 70 Adet Kâfirûn Süresi
      7 – 70 Adet Îhlâs-ı Şerif
      8 – 70 Adet Felak Süresi
      9 – 70 Adet Nâs Süresi
      10 – 70 Adet Tesbih Duası

      سُبْحَانَ ٱللهِ وَٱلْحَمْدُ ِللهِ وَلاَ اِلٰهَ اِلاَّ ٱللهُ وَٱللهُ اَكْبَرُ وَلاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِٱللهِ ٱلْعَلِىِّ ٱلْعَظِيمِ
      (SübhanAllahi velhamdülillahi velaa ilahe illAllahü vAllahü ekber velaa havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azıym)

      11 – 70 Salât-ı Münciye

      okunur.

      Not 1 : Yukarıdaki sayılanlar okunurken bitinceye kadar arada dünya kelamı konuşmamaya dikkat edilmelidir.
      Not 2 : Her 70 adet okunduktan sonra ve Yasin-i Şerifteki her “Mübîn” den sonra “Yâ Şafii” denir ve sıcak nefesle suya “Hûu” diye üflenir.
      Not 3 : Bu sudan sabah ve akşam birer bardak olmak üzere 7 gün abdestli olarak içilir. (İçmeden önce, 1 Fatiha 3 Îhlas-ı şerif okuyup Piran-ı İzama hediye etmeye ve sabah aç karnına içmeye dikkat edilmelidir.)
      Not 4 : Bu sudan içen kişinin cesedinden Allahü Teala her türlü derdi kaldırır. Ona tüm hastalıkdan ve açlıkdan afiyet verir. Gözlere şifa verilir. Ateşi giderir, balgamı keser, göğüs ağrısını giderir, Menfaati sayılamıyacak kadar çoktur.

    21. Resûlullahın ve evliyânın sünneti

      Hazreti Ali buyurdu ki:

      “Yanında Allahü teâlânın, Resûlünün ve evliyâsının sünneti olmayan kimsenin, yanında mu’teber hiçbir şey yok demektir.” Bunun üzerine Hazreti Ali‘ye, “Allahü teâlânın, Resûlullahın ve evliyânın sünneti nedir?” diye sorulunca, şöyle cevap verdi:

      “Allahü teâlânın sünneti, sırrı gizlemektir. Çünkü sırrı gizlemek vacibdir. Resûlullahın sünneti, insanlara karşı müdârâ etmektir. (Müdârâ; dîni korumak için dünyalık vermektir.) Evliyânın sünneti, insanlardan gelen sıkıntılara katlanmaktır.” Kim âhireti için amel yaparsa, Allahü teâlâ onun din ve dünyâ işlerine kâfi gelir. Kim kalbini güzelleştirirse, Allahü teâlâ da onun dış görünüşünü güzelleştirir. Kim, Allahü teâlâya karşı kulluk vazîfelerini yaparken, riya, ucb ve şöhretten uzak kalırsa, Allahü teâlâ onunla insanlar arasını ıslâh eder. Yanî Allahü teâlânın sevdiği kimseyi insanlar da sever.

      Yahyâ bin Mu’âz-ı Râzî şöyle buyurdu:

      “Dünyâ onu terk etmeden önce, dünyâyı terk eden kimseye ne mutlu. İçine girmeden önce, kabrini ihya edene, kabrinde kendisine arkadaş olacak sâlih amelleri işleyene, ölümle Rabbine kavuşmadan önce, emirlerine uyup, yasaklardan sakınmak sûretiyle Rabbini râzı edene ne mutlu.”

      Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî şöyle buyurdu:

      “Birisine rastladığın zaman, kendini ondan üstün görmeyerek; belki o, Allahü teâlânın katında benden üstündür, derecesi daha yüksektir demelidir.

      Eğer küçük ise; bunun günâhı yoktur. Ben ise, Allahü teâlâya isyanda bulundum. Şüphesiz, Allahü teâlâ katında o benden daha hayırlıdır demelidir.

      Eğer büyük ise; o, Allahü teâlâya benden çok ibâdet etti demelidir.

      Eğer âlim ise; ona, bana verilmeyen ve benim kavuşamadığım şeyler verildi. O, ilmi ile amel ediyor, benim bilmediğim şeyleri biliyor demelidir.

      Eğer cahil ise; o, bilmediği için günah işledi. Ben ise bildiğim hâlde günah işledim. Hem ben, hangimizin hüsn-i hatime (îmânla), hangimizin sû-i hatime (imansız) gideceğini bilmiyorum demelidir.

      Eğer kâfir ise; o, belki Müslüman olur da iyi amel işleyebilir, ben ise (Allahü teâlâ korusun) onun eski hâline düşebilirim, demelidir.”

    22. Kimlere Selâm Verilmez
      Kişi tanıdığı ve tanımadığı bütün ehl-i islâm’a selâm verir. (Ancak:)
      1- Tavla oynayana.
      2- Satranç oynayana,
      3- Teğannî yapana,
      4- Şarkı-ı türkü söyleyene,
      5- Def-i haceti için oturana,
      6- Güvercin uçurana,
      7- Hamamda çıplak olana,
      8- Hamamın dışında çıplak olana selâm verilmez.
      Hamamda Selâm
      İbnü’ş-Şeyh haşiyelerinde buyurdu:
      Hamama giren kişi, orada insanları sayıca az ve sessiz görürse onlara selâm verir. Yok eğer insanları çok ve konuşurlarken görürse onlara selâm vermez. Çünkü onlar ma’siyetle meşguldürler.
      imam Gazâlî İhyâ-u Ulûmiddin”de buyurdular:
      Hamama girildiğinde selâm verilmez. Kendisi hamamda iken eğer biri selâm verirse, “selâm” lafzı ile mukabele edilmez. Belki sükût eder; eğer başkası cevâp vermiş ise… Eğer kendisi cevâp vermek istiyorsa; “Allah sana afiyet ve sıhhat versin,” denilir. Hamamın iç kapısını açarken, söze başlamak için; “Allah sana afiyet ve sıhhat versin,” demesinde bir beis yoktur.
      Kadınlara Selâm
      Kûrtubi Tefsirinde buyuruldu:
      (Kadınlara selâm vermek caizdir . Ancak:) Yabancı genç kadınlara selâm verilmez. Çünkü (selâm ile ve) şeytanın dürtmesi (vesvese vermesi) sebebiyle onlarla konuşmak korkusu veya hain gözlerin bakışlarından dolayı genç kadınlara selam verilmez.
      Kadınlardan mahrem olanlara ve (yabancı da olsa) yaşlılarına selam vermek güzeldir.
      Selâma Karşılık Verilmeyen Yerler
      1- Hutbede iken,
      2- Cehrî (sesli) olarak Kur’ân-ı kerim okurken,
      3- Hadis-i şerif rivayet ederken,
      4- ilim tedrisatında iken,
      5- Ezanda,
      6- ikâmet okurken, selâma karşılık verilmez.
      Camide Selâm
      Yine kişi;
      1- Teşbih çekmek,
      2- Dua okumak,
      3- Evrâd-ü ezkâr okumak,
      4- Kur’ân-ı kerim okumak,
      5- Namazı beklemek,
      6- Ve benzerî ibâdet ile meşgul olmak için;
      Mescid’e girip orada oturduğu (ibâdete başladığı) zaman kendisine selâm verilmez ve bu kişi kendisine selâm verenlerin selâmına mukabelede bulunmaz.
      (İbâdet için değil de;) ziyaretçi camiye girdiğinde, (kendisinden sonra) camiye girenlerden biri selâm verirse, caizdir.
      Kişi camiye girdiğinde namaz kılanlardan başkası yoksa (camide bulunanların hepsi ibâdetlerle meşgul ise); bu takdirde camiye giren kişinin;
      (Es-Selâmü aleynâ ve alâ ibâdillahis-salihîn) “Selâm bizim üzerimize olsun ve Allah’ın sâlih kulları üzerine olsun,” demesi uygun olur.
      Selâm vermez. Zira selâm vermek, başkası tarafından cevap verilmesi gereken bir tekliftir. Camide namaz kılanlar, hem namazlannı bitirmeden önce ve hem de namazlarını bitirdikten sonra bile selâma mukabelede bulunamazlar. Sahih olan da budur.
      Kâfire Selâm Vermek
      İmam Nevevi (r.h.) buyurdular:
      (Kâfirlere selâm verip vermeme konusunda) doğru olan cihet. Kafirlere selâm vermeye başlamak haramdır. Çünkü bu, kâfiri şerefli ve aziz kılmak manâsını taşır. Zira selâm vermek karşı tarafı aziz kılmak, demektir. Kâfirleri, yüceltmek ise haramdır.
      Kâfir ve zimmîlerin hidâyete ermeleri için dua edilir… Hatta çok makbul bir harekettir. Efendimiz (s.a.v.) hazretleri sahabeler, evliya ve âlimler insanlığın hidâyeti için dua etmişlerdir.
      Şöyle bir hadis-i şerif de mevcuttur:
      Amr ibni Ahtab (r.a.)’dan rivayet olundu: Buyurdular:
      -”Efendimiz (s.a.v.) hazretleri su istediler. Ben kendisine bir kap dolusu su getirdim. İçinde bir kıl vardı. O saçı çıkarttıktan sonra Efendimiz (s.a.v.) hazretlerine ikram ettim. Efendimiz (s.a.v.) hazretleri dua ettiler:
      -”Allah’ım! Onu güzelleştir!” (Râvi buyurdular):
      -”Onu yetmiş üç yaşlarında iken gördüm. Hâlâ başında ve sakalında beyaz bir kıl yoktu.” Müsned-i Ahmed: 21813,
      Bidat Ehline Selam
      Tayyibî (r.h.) buyurdular:
      Tercih edilen görüşe göre bid’at ehline selâm verilmeye başlanılmaz. (Başlangıç onların tarafından olabilir.) Selâm verdiği kişinin eğer halini bilmez, sonra da o kişinin, kâfir, zimmî ve bid’at ehli olduğu ortaya çıkarsa; onu tahkir için;
      -”Selâmımdan döndüm (selâmımı geri aldım,” der.

      Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi(k.s.), Ruhu’l Beyan Tefsiri: 5/421-425.

    23. Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerinin Azalarının Yaratıldığı Şeyler
      Bazı hikmet ehli buyurdular:
      Allâhü Teâlâ hazretleri, Muhammed Mustafa (s.a.v.) hazretlerini yarattı..
      Onun başını bereketten,
      Gözlerini hayadan,
      Kulaklarını ibretten,
      Dilini zikirden,
      Dudaklarını teşbihten.
      Yüzünü rızâ’dan,
      Sadrını (göğsünü) ihlastan,
      Kalbini rahmetten,
      Gönlünü şefkatten,
      Ellerinin ayasını (iki elinin içini) cömertlikten,
      Saçlarını cennet bitkilerinden,
      Tükürüğünü cennetin balından yarattı…
      Allâhü Teâlâ, Efendimiz (s.a.v.) hazretlerini bu sıfatlarla mükemmel kıldıktan sonra, onu peygamber olarak bu ümmete gönderdi. Ve Allâhü Teâlâ buyurdu:
      -”Bu benim size hediyemdir. Hediyemin kadr-ü kıymetini bilin ve ona ta’zîm edin (ona saygı gösterin.)” Zühretü’r-Riyâd’da böyledir.
      İsmail Hakkı Bursevi(k.s.), Ruhu’l Beyan Tefsiri: 5/391.

    24. Ölülerde Selâm Alırlar – Mezar Ziyareti
      Hadis-i şerifte buyuruldu:
      “Herhangi bir kul, dünyada (hayatta iken) tanımış olduğu bir kişinin mezarına uğrar da ona selâm verirse; muhakkak ki o (ölü kişi) kendisine selâm vereni (görür) tanır ve selâmına mukabelede bulunur.“
      Kaynak : Kenzu’l-Ummâl: 42556
      Mezar Ziyareti
      İmam Suyûtî (r.h.) hazretleri buyurdular:
      Hadis-i şerifler, eserler ve rivayetler, delâlet ediyorlar ki: “Muhakkak ziyaretçiler, ne zaman (mezara veya bir zatın kabrine gelirse) o ziyaret olunan kişi; kendisini ziyaret edeni mutlaka;
      1- Tanır,
      2- Sözünü işitir
      3- Kendisiyle ünsiyet kurar,
      4- Ve onun selâmına mukabelede bulunur…
      Bu (durum yani ölülerin kendisini ziyaret edenleri tanımaları bütün ölüler hakkında) umûmidir…
      Hem şehitler hakkındadır ve hem de diğer ölüler hakkındadır. Bununda belli bir vakti yoktur. Ve sahih olan da budur.
      Çünkü Efendimiz (s.a.v.) hazretleri, kabir ehline, işiten ve akıl erdiren kişiye verilen selâm ile selâm vermeyi ümmetine meşru kıidı
      Şerhü’l Şir’ati’l-lslâm, Es seyyid Alizâdenin “Şir’atü’l-lslâm” isimli kitaba yazmış olduğu bir şerhtir. Fıkhî konular takva yönü tercih edilerek yazılmış Islâmî edepler üzerine duran ve hayatın bütün noktalarını Kitap ve sünnet-i seniyyeye göre açıklayan ve çok ince malûmatları içeren değerli bir kitaptır.
      Kitap, Arabî dil ile yazılmıştır. Şir’atü’l-lslâm kitabının, 1282 H. tarihinde İs-tanbul’da “Vakıa matbaasında yapılan baskısı 583 sayfadır. Ruhu’l-Beyân tefsirinin kaynaklarından biri olan bu değerli kitabı bütün okuyucularımıza tavsiye ederiz. Gerçekten başka kitaplarda bulamayacakları sahih ve derde derman olabilecek bilgileri bu kitapta bulabilirler…
      Şerhü’l Şir’ati’l-lslâm, s. 580, Şir’atü’l-lslâm Şerhinde şöyle bir hadis-i şerif rivayet etmektedir:
      Herhangi bir kişi, bir Müslüman kardeşinin kabrini ziyaret eder ve ona selâm verir ve onun yanında (mezarının yanı başında) oturursa; (mezardaki ölü) kendisiyle ünsiyet bulur ve onun selâmına mukabelede bulunur ta o kişi kalkıncaya kadar (dünyada bir tanıdığı ziyaretine gelmiş gibi kendisiyle ünsiyet kurar)… Şerhü’l Şir’ati’l-lslâm, s. 580,

      İsmail Hakkı Bursevi(k.s.), Ruhu’l Beyan Tefsiri: 5/431.

    25. Hikâye (Bursa Kaplıcaları ve zikir)
      Hikâye olundu:
      Sâlihlerden bazıları, bir gece Bursa kaplıcalarına girdi.
      Havuzun üzerine büyük bir tahtın kurulmuş olduğunu gördü.
      Tahtın üzerinde cinlerin Sultanlarının kızı vardı.
      Onunla beraber, bu cin taifesinden büyük bir kalabalık vardı.
      Bu sâlih zât, onlara kaplıca suyunun aslını sordu.
      “Bu kaplıca suyunun aslı nedir?” dedi.
      Cinler Sultanının kızı, o sâlih zatı bazı cinlerle beraber kaplıca suyunun kaynağına gönderdi.
      O sâlih zât, kaplıca sularının kaynağında soğuk su olarak aktığını gördü. Hayretle;
      -”Halbuki kaplıca suyu çok sıcaktır!
      Bu soğuk su kaplıca suyunun kaynağı nasıl olabilir?” diye sordu.
      Onlar:
      -”Bizden bir cemaat, her hafta bu suyun (kaynağının) başında Allâhü Teâlâ hazretlerinin ismini ve “Hû” ism-İ şerifini okurlar.
      İşte onun (yani Zikrullah’ın) harareti sebebiyle kaplıcanın suyu sıcak olmaktadır, dediler.

      Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi(k.s.), Ruhu’l Beyan Tefsiri: 5/440-441.

    26. Müslümana Sen Müslüman Değilsin Demeyin.
      Ey o bütün iymân edenler! Allah yolunda adım attığınız vakit iyi anlayın, dinleyin; size İslâm selâmı veren kimseye dünya hayatının geçici metâına göz dikerek- “Sen mü’min değilsin.” demeyin. Allah yanında çok ganimetler var… Önce siz de öyle idiniz. Allah kerem buyurdu da, sizleri iymân ile tanıttı. Onun için iyi anlayın, dinleyin. Muhakkak ki Allah, ne yaparsanız habîr bulunuyor. [Nisâ Suresi; Ayet 94]
      Bu âyet-i kerime, Mirdâs bin Nehîk (r.a.)’ın durumu hakkında nazil oldu. Fedek ehlindendi. Müslüman olmuştu. Kavminin içinde ondan gayri iman eden kimse yoktu. Efendimiz (s.a.v.) hazretleri, onun kabilesine bir seriyye gönderdi. Seriyyenin üzerinde de (komutan olarak.) Gâlib bin Fudâle el-Leysî (r.a.) vardı. Seriyye onlara ulaşınca; hepsi kaçtılar. Mirdâs (r.a.) Müslüman oluşuna güvenerek yalnız olarak orada kaldı. Seriyye Fedek’e ulaşınca tekbir getirdiler. Mirdas (r.a.)’da onlarla beraber tekbir getirdi. Mirdas (r.a.) bir dağın dolambacındaydı, beraberinde koyunları vardı. Mirdâs (r.a.) (büyük bir sevinçle sahabelerden meydana gelen) Seriyyenin yanına indi. Ve;
      -”Allah’tan başka ilâh yoktur. Muhammed (s.a.v.) Allah’ın Rasûlüdür!” Esselâmü aleyküm!” dedi.
      Fakat, Usâme bin Zeyd (r.a.) hemen onu öldürdü. Mirdas (r.a.)’ın koyunlarını önlerine katıp sürüp götürdü.
      Durumu Efendimiz (s.a.v.) hazretlerine haber verdiler. E-fendimiz (s.a.v.) hazretleri, çok şiddetli bir şekilde kızdı. Ve buyurdu:
      -”Siz, onun beraberinde bulunanları (mal ve koyunlarını) dileyerek öldürdünüz. Halbuki o:
      Allah’tan başka ilâh yoktur. Muhammed (s.a.v.) Allah’ın Rasûlüdürî Diyordu. (Öyle mi?)”
      Usâm bin Zeyd (r.a.):
      -”O (Mirdas bin Nehik r.a.) diliyle tevhid kelimesini söyledi. Kalbiyle söylemedi!” diye kendisini savundu. Başka bir rivayette ise;
      -”Silâh’tan korktuğu için tevhid kelimesini söyledi!” dedi. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v.) hazretleri,
      -”Kalbini açıp baktın mı? Doğru mu söylüyor, yoksa yalancı mı?” buyurdular.
      Sonra Efendimiz (s.a.v.) hazretleri, şu âyet-i kerimeyi Üsâme bin Zeyd (r.a.)’a okudu:
      Ey o bütün iymân edenler! Allah yolunda adım attığınız vakit, iyi anlayın, dinleyin; size İslâm selâmı veren kimseye dünya hayatının geçici metâma göz dikerek- “Sen mü’min değilsin.” demeyin. Allah yanında çok ganimetler var… Önce siz de öyle idiniz. Allah kerem buyurdu da, sizleri iymân ile tanıttı. Onun için iyi anlayın, dinleyin. Muhakkak ki Allah, ne yaparsanız habîr bulunuyor.”
      Bunun üzerine Üsâme bin Zeyd:
      -”Ya Resûlellah (s.a.v.)! Benim için istiğfar et! (Bağışlanmam için dua et!) dedi. Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular:
      -”Lâ ilahe ifiallâh-Allahtan başka ilâh yoktur! (Kelimesiyle) beraber nasıl? (onu öldürdün?)” dedi.
      Üsâme bin Zeyd (r.a.) buyurdular:
      -”Efendimiz (s.a.v.) hazretleri, “Lâ ilahe iliallâh-Allahtan başka ilâh yoktur! (Kelimesiyle) beraber nasıl? (onu öldürdün?)” cümlesini öyle tekrarladı ki hiç durmadı. Hatta ben, daha Önce değil de bu anda Müslüman olmayı istedim. Sonra Efendimiz (s.a.v.) hazretleri, benim için istiğfar edip bağışlamamı diledi. Ve Bana;
      1- Koyunları iade etmemi,
      2- Mü’min bir köle azâd etmemi emretti.

      Sahih-i Müslim: 140, EbÛ Davud: 2272,

    27. H.z Allah Kullarını Nasıl Razı Edecektir ?
      Allâhü Teâlâ hazretlerinin kullarını râzî edeceğini Efendimiz (s.a.v.) hazretleri şöyle beyân ettiler:
      Enes (r.a.) hazretleri buyurdular:
      -”Biz Efendimiz (s.a.v.) hazretlerinin huzurunda oturuyorduk. Gördük, Efendimiz
      (s.a.v.) hazretleri tebessüm etti. Hatta dişleri bile göründü.
      Hazret-i Ömer (r.a.) sordular:
      -”Seni güldüren nedir ya Rasülallah !“
      Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular:
      -”Ümmetimden iki kişi. Rabbü’l-lzzetin huzurunda diz çöktürülmüş bir halde hesâb
      veriyorlardı. Onlardan biri:
      -”Ya Rabbi! Bu kardeşimden benim hakkımı al!” dedi.
      Allâh’ü Teâlâ hazretleri:
      -”Kardeşinin hakkını ver!” dedi. 0:
      -”Ya Rabbi! Benim hasenat ve sevâblanmdan bir şey kalmadı!” dedi.
      Allâh’ü Teâlâ
      hazretleri, talibe (hakkını arayan kişiye):
      -”Nasıl yapalım? Onun hasenat ve sevâblanndan bir şey kalmadı!” dedi.
      O kişi:
      -”Ya Rabbi! Benim günahlarımı üstlensin!” dedi.
      (Enes r.a.) buyurdular: (Bunun üzerine) Efendimiz (s.a.v.) hazretlerinin gözlerinden yaşlar akmaya başladı.
      Efendimiz (s.a.v.) hazretleri sesli ağladı.
      Sonra Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular:
      -”Bu o büyük gün içindir. O gün kişi, kendisinden günahını yüklenecek birine
      muhtaç olur!”
      Hakkını taleb eden kişiye, Allâh’ü Teâlâ hazretleri buyurur:
      -”Başını kaldır! Cennetlere bak!“
      O kişi, başını kaldırır ve der ki:
      -”Ya Rabbi! Gümüşten şehirler ve altından saraylar görüyorum. İncilerle donatılıp
      süslendirilmişler! Ya Rabbi! Bunlar hangi peygamberindir? Hangi sıddîkındır? Hangi şehidindir?“
      Allâh’ü Teâlâ hazretleri, buyurdu:
      -”Kim ücretini verirse onundur!” Adam sordu:
      -”Ya Rabbi! Bunların ücretini vermeye kimin gücü yeter?” dedi.
      Allah buyurdu:
      -”Sen!” Adam:
      -”Ne ile?” dedi. Allâh’ü Teâlâ hazretleri buyurdular:
      -”Kardeşini affetmekle…!”
      -”Ya Rabbi! Kardeşimi affettim!” dedim.
      Allâh’ü Teâlâ hazretleri buyurdu:
      -”Kardeşinin elinden tut; onunla cennette gir!“
      Sonra Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular:
      -”Allah’tan korkun! Ittikâ edin! Kardeşlerinizin arasını düzeltin!
      Muhakkak’ki Allâh’ü Teâlâ hazretleri, kıyamet günü mü’minlerin arasını İslah edip düzeltecektir.“

      Kaynak : Kenzü’l-Ummâl: 8873

    28. Münafıkların Özellikleri
      İnsanlar inançları bakımından üç gruba ayrılmıştır: Mü’min, Kâfir ve Münafık. Mümin, Allah’a, Hz. Peygamber’e ve O’nun haber verdiği şeylere kalben inanıp, kabul ve tasdik eden kimseye denir. Kâfir, İslâm dininin temel prensiplerine inanmayan, Hz. Peygamber’in yüce Allah’tan getirdiği kesin olan ve tevâtür yoluyla bize kadar ulaşmış bulunan esaslardan (zarûrât-ı dîniyye) bir veya birkaçını yahut da tamamını inkâr eden kimseye denir.
      Hak dine inanlarla bunu açıkça inkâr edenlerden sonra üçüncü bir inanç ve davranış grubu vardır. Bu gurupta bulunanlar haz/Allah’ın birliğini, Hz. Muhammed’in peygamberliğini ve onun, haz. Allah’tan getirdiklerini kabul ettiklerini söyleyerek, Müslümanlar gibi yaşadıkları halde, kalpten inanmayan kimselerdir ki, bunlara münafık denir. Münafıkların içi başka dışı başkadır.[1]
      Kutsal Kitabımız Kuran-ı Kerim’in ikinci suresi Bakara suresinin ilk ayetlerinde bu üç grubun özellikleri belirtilmiştir. Müminlerin özellikleribizlere şöyle bildirilmiştir.الم {1} ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِّلْمُتَّقِينَ {2} الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقِيمُونَ الصَّلاةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ {3} والَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ وَبِالآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ {4} أُوْلَـئِكَ عَلَى هُدًى مِّن رَّبِّهِمْ وَأُوْلَـئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ{5}‏ “
      Elif Lâm Mîm, Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir. Onlar gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda harcarlar. Onlar sana indirilene de, senden önce indirilenlere de inanırlar. Ahirete de kesin olarak inanırlar. İşte onlar Rab’lerinden (gelen) bir doğru yol üzeredirler ve kurtuluşa erenler de işte onlardır.”[2] Kâfirlere gelince onlar ise şu şekilde anlatılmaktadır. إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنذِرْهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ {6} خَتَمَ اللّهُ عَلَى قُلُوبِهمْ وَعَلَى سَمْعِهِمْ وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ عظِيمٌ {7} “Küfre saplananlara gelince, onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir, inanmazlar. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözleri üzerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır.”[3]
      Kur’an-ı Kerim’de ve Sevgili Peygamberimizin hadis-i şerifler ışığında münafıkların özelliklerini üç ana başlıkta incelemeye çalışacağız.
      1. Münafıkların itikatları (inançları) bozuktur: Münafık, kaybolmak, eksilmek, geçmek ve tükenmek anlamında “n-f-k” kökünden türemiştir. Din ıstılahında ise, kalbi ile inanmadığı halde inkarını saklayıp, dili ile inandığını söyleyerek mümin görünen kimseye denir. Yapmış olduğu bu davranış şekline ise nifak denir.[4]
      Münafıkların en önemli özelliği itikatta yanlış inançta olmalarıdır. Çünkü inanç bakımından münafıkların en belirgin özelliği inanmadıkları halde inanmış gözükmeleridir. Kuran-ı Kerim’de münafıkların özellikleri arasında ilk zikredilen husus budur. وَمِنَ النَّاسِ مَن يَقُولُ آمَنَّا بِاللّهِ وَبِالْيَوْمِ الآخِرِ وَمَا هُم بِمُؤْمِنِينَ {8} يُخَادِعُونَ اللّهَ وَالَّذِينَ آمَنُوا وَمَا يَخْدَعُونَ إِلاَّ أَنفُسَهُم وَمَا يَشْعُرُونَ {9} فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ فَزَادَهُمُ اللّهُ مَرَضاً وَلَهُم عَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ {10} وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ لاَ تُفْسِدُواْ فِي الأَرْضِ قَالُواْ إِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ {11} أَلا إِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلَـكِن لاَّ يَشْعُرُونَ {12} وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ آمِنُواْ كَمَا آمَنَ النَّاسُ قَالُواْ أَنُؤْمِنُ كَمَا آمَنَ السُّفَهَاء أَلا إِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَاء وَلَـكِن لاَّ يَعْلَمُونَ {13} وَإِذَا لَقُواْ الَّذِينَ آمَنُواْ قَالُواْ آمَنَّا وَإِذَا خَلَوْاْ إِلَى شَيَاطِينِهِمْ قَالُواْ إِنَّا مَعَكْمْ إِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِئُونَ {14} اللّهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ وَيَمُدُّهُمْ فِي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ {15} أُوْلَـئِكَ الَّذِينَ اشْتَرُوُاْ الضَّلاَلَةَ بِالْهُدَى فَمَا رَبِحَت تِّجَارَتُهُمْ وَمَا كَانُواْ مُهْتَدِينَ {16} “İnsanlardan, inanmadıkları halde, “Allah’a ve ahiret gününe inandık” diyenler de vardır. Bunlar Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar da farkında değillerdir. Kalplerinde münafıklıktan kaynaklanan bir hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını artırmıştır. Söyledikleri yalana karşılık da onlara elem dolu bir azap vardır. Bunlara, “Yeryüzünde fesat çıkarmayın” denildiğinde, “Biz ancak ıslah edicileriz!” derler. İyi bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir. Fakat farkında değillerdir. Onlara, “İnsanların inandıkları gibi siz de inanın” denildiğinde ise, “Biz de akılsızlar gibi iman mı edelim?” derler. İyi bilin ki, asıl akılsızlar kendileridir, fakat bilmezler. İman edenlerle karşılaştıkları zaman, “İnandık” derler. Fakat şeytanlarıyla (münafık dostlarıyla) yalnız kaldıkları zaman, “Şüphesiz, biz sizinle beraberiz. Biz ancak onlarla alay ediyoruz” derler. Gerçekte Allah onlarla alay eder (alaylarından dolayı onları cezalandırır); azgınlıkları içinde bocalayıp dururlarken onlara mühlet verir. İşte onlar, hidayete karşılık sapıklığı satın almış kimselerdir. Bu yüzden alışverişleri onlara kâr getirmemiş ve (sonuçta) doğru yolu bulamamışlardır.”[5]
      Bu âyetlerin Medine ve civarındaki birtakım münafıklar hakkında inmiş olmasında fikir birliği vardır. Rivayet edildiğine göre bunlar Evs ve Hazrec kabilelerine mensup bazı kimselerle, onlarla birlikte olanlardır ki, başkanları Abdullah b. Übeyy b. Selûl’dür.[6] Münafıklar Allah’a ve Resülullaha inanmış değillerdir. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilmektedir. وَيَقُولُونَ آمَنَّا بِاللَّهِ وَبِالرَّسُولِ وَأَطَعْنَا ثُمَّ يَتَوَلَّى فَرِيقٌ مِّنْهُم مِّن بَعْدِ ذَلِكَ وَمَا أُوْلَئِكَ بِالْمُؤْمِنِينَ “(Münâfıklar), “Allah’a ve peygambere inandık ve itaat ettik” derler. Sonra da onların bir kısmı bunun ardından yüz çevirirler. Hâlbuki onlar inanmış değillerdir.”[7]
      Münafıklar Allah’a ve Resulüne inanmadıkları gibi müminlerle de dostlukta bulunmazlar ve ayrıca kâfirlerle de dost oldukları halde onlarla beraber gözükmemeye özen gösterirler. Yani iki grup arasında gidip gelirler. Allah-u Teala Kutsal Kitabımızda şöyle buyurmaktadır. مُّذَبْذَبِينَ بَيْنَ ذَلِكَ لاَ إِلَى هَـؤُلاء وَلاَ إِلَى هَـؤُلاء وَمَن يُضْلِلِ اللّهُ فَلَن تَجِدَ لَهُ سَبِيلاً “Onlar küfür ile iman arasında bocalayıp dururlar. Ne bunlara (Mü’minlere) ne de şunlara (kafirlere) bağlanırlar. Allah kimi saptırırsa ona asla bir çıkar yol bulamazsın.”[8]
      Bu sebeple İtikadi anlamda münafıklığın sonucu Allah’ın azabıdır. Yüce Rabbimiz birçok ayette şöyle Münafıklar için ahiret azabını bildirmektedir. Birkaç ayet zikredersek; إِنَّ الْمُنَافِقِينَ فِي الدَّرْكِ الأَسْفَلِ مِنَ النَّارِ وَلَن تَجِدَ لَهُمْ نَصِيراً “Şüphesiz ki münafıklar, cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar. Onlara hiçbir yardımcı da bulamazsın.”[9] Bir başka ayette mealen şöyle buyrulmaktadır. “Allah, erkek münafıklara, kadın münafıklara ve kâfirlere, içinde ebedî kalmak üzere cehennem ateşini vadetti. O, onlara yeter. Allah onlara lanet etmiştir. Onlar için sürekli bir azap vardır.”[10]
      2. Münafıkların ibadet anlayışları bozuktur: Münafıkların bir başka özelliği ise, inanmadıkları şeyleri yerine getirdiklerinden dolayı ibadetleri zoraki yaparlar. Yapmış olduğu ibadetleri Allah’ın rızasını kazanmak için değil de insanlara gösteriş için yerine getirirler. Bu ise makbul olan bir davranış şekli değildir. Yüce Rabbimiz bu hususu bizlere şöyle bildirmektedir. إِنَّ الْمُنَافِقِينَ يُخَادِعُونَ اللّهَ وَهُوَ خَادِعُهُمْ وَإِذَا قَامُواْ إِلَى الصَّلاَةِ قَامُواْ كُسَالَى يُرَآؤُونَ النَّاسَ وَلاَ يَذْكُرُونَ اللّهَ إِلاَّ قَلِيلاً “Münafıklar, Allah’ı aldatmaya çalışırlar. Allah da onların bu çabalarını başlarına geçirir. Onlar, namaza kalktıkları zaman tembel tembel kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar ve Allah’ı pek az anarlar.”[11]
      3. Münafıkların ahlaki özellikleri bozuktur: Münafıklar yalancıdırlar, yeminlerini her zaman kendilerine kalkan edinirler, insanları Allah yolunda olmalarını engellerler, gösterişlidirler ve sözlerini hep süslü göstermeye çalışırlar. Kur’an-ı Kerim’de “Münafikun” diye münafıkların hayat tarzlarını ortaya koyan müstakil bir süre vardır. Bu sürenin ilk ayetlerinde Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır. إِذَا جَاءكَ الْمُنَافِقُونَ قَالُوا نَشْهَدُ إِنَّكَ لَرَسُولُ اللَّهِ وَاللَّهُ يَعْلَمُ إِنَّكَ لَرَسُولُهُ وَاللَّهُ يَشْهَدُ إِنَّ الْمُنَافِقِينَ لَكَاذِبُونَ {1} اتَّخَذُوا أَيْمَانَهُمْ جُنَّةً فَصَدُّوا عَن سَبِيلِ اللَّهِ إِنَّهُمْ سَاء مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ {2} وَإِذَا رَأَيْتَهُمْ تُعْجِبُكَ أَجْسَامُهُمْ وَإِن يَقُولُوا تَسْمَعْ لِقَوْلِهِمْ كَأَنَّهُمْ خُشُبٌ مُّسَنَّدَةٌ يَحْسَبُونَ كُلَّ صَيْحَةٍ عَلَيْهِمْ هُمُ الْعَدُوُّ فَاحْذَرْهُمْ قَاتَلَهُمُ اللَّهُ أَنَّى يُؤْفَكُونَ {4}وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ تَعَالَوْا يَسْتَغْفِرْ لَكُمْ رَسُولُ اللَّهِ لَوَّوْا رُؤُوسَهُمْ وَرَأَيْتَهُمْ يَصُدُّونَ وَهُم مُّسْتَكْبِرُونَ {5}هُمُ الَّذِينَ يَقُولُونَ لَا تُنفِقُوا عَلَى مَنْ عِندَ رَسُولِ اللَّهِ حَتَّى يَنفَضُّوا وَلِلَّهِ خَزَائِنُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَلَكِنَّ الْمُنَافِقِينَ لَا يَفْقَهُونَ {7} “(Ey Muhammed!) Münafıklar sana geldiklerinde, “Senin, elbette Allah’ın peygamberi olduğuna şahitlik ederiz” derler. Allah senin, elbette kendisinin peygamberi olduğunu biliyor. (Fakat) Allah o münafıkların hiç şüphesiz yalancılar olduklarına elbette şahitlik eder. Yeminlerini kalkan yaptılar da insanları Allah’ın yolundan çevirdiler. Gerçekten onların yaptıkları şey ne kötüdür! … Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider. Konuşurlarsa sözlerine kulak verirsin. Onlar sanki elbise giydirilmiş kereste gibidirler. Her kuvvetli sesi kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakın! Allah onları kahretsin! Nasıl da (haktan) çevriliyorlar! O münafıklara, “Gelin, Allah’ın Resülü sizin için bağışlama dilesin” denildiği zaman başlarını çevirirler ve sen onların büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün. … Onlar, “Allah Resûlü’nün yanında bulunanlara (muhacirlere) bir şey vermeyin ki dağılıp gitsinler” diyenlerdir. Halbuki göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır. Fakat münafıklar (bunu) anlamazlar.”[12]
      Münafıklar kötülüğün yayılmasını arzu ederler ve bunun için çalışmalarda bulunurlar, iyiliğin yayılmasına ise engel olurlar. Ayrıca cimridirler. Hayır yolunda harcama yapmadıkları gibi hayrada teşvikçi olmazlar. Kur’an-ı Kerim bu hususa şöyle işaret etmektedir. الْمُنَافِقُونَ وَالْمُنَافِقَاتُ بَعْضُهُم مِّن بَعْضٍ يَأْمُرُونَ بِالْمُنكَرِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمَعْرُوفِ وَيَقْبِضُونَ أَيْدِيَهُمْ نَسُواْ اللّهَ فَنَسِيَهُمْ إِنَّ الْمُنَافِقِينَ هُمُ الْفَاسِقُونَ “ Münafık erkekler ve münafık kadınlar birbirlerindendir (birbirlerinin benzeridir). Kötülüğü emredip, iyiliği yasaklarlar, ellerini de sıkı tutarlar. Onlar Allah’ı unuttular; Allah da onları unuttu. Şüphesiz münafıklar, fasıkların ta kendileridir.”[13] Sevgili Peygamberimiz bir hadislerinde münafıkların alametlerini şöyle ifade etmektedir. آيَةُ المُنَافِقِ ثَلاثٌ: إِذَا حَدَّثَ كَذَبَ ، وَإِذَا وَعَدَ أَخْلَفَ ، وإِذَا آؤْتُمِنَ “Münafığın alâmeti üçtür: Konuşunca yalan söyler, söz verince sözünden cayar, kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder.”[14]
      Bu hadiste sayılan üç alâmetten birincisi, yani yalan söylemek, sözün bozuk olmasına; ikincisi yani va’dinden dönmek, niyetin bozukluğuna; üçüncüsü olan hıyanet de fiilin, davranışın bozukluğuna delâlet eder. Yüce Rabbim imanımızı kâmil eylesin, amelimizi Salih ve makbul eylesin, ahlaken en güzel davranış şekillerini hayatımıza aktarmayı nasip etsin.
      .

      1TDV. İslam İlmihali, c.1, s.77

      [2] Bakara, 2/ 1-5

      [3] Bakara, 2/6-7

      [4] Dini Kavramlar Sözlüğü, DİB. Yayınları, s.496

      [5] Bakara, 2/8-16

      [6] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili c.1,

      [7] Nur, 24/47

      [8] Nisa, 4/143

      [9] Nisa, 4/145

      [10] Tevbe, 9/68

      [11] Nisa, 4/142

      [12] Münafıkun, 63/1-7

      [13] Tevbe, 9/67

      [14] Buhârî, Îmân 24

    29. Amellerin Arz edilmesi.
      Bil ki, Ümmetin amelleri, sabah ve akşam Efendimiz (s.a.v.) hazretlerine arz olunur. Efendimiz (s.a.v.) hazretleri, bütün üm-metini simalarından ve amellerinden tanır. Efendimiz (s.a.v.) hazretleri işte bundan dolayı onların (ümmetinin) üzerine şahitlik eder.
      Ameller, Perşembe günleri, Aliâhü Teâlâ hazretlerine arz edilir.
      Diğer peygamberlere (ümmetlerinin amelleri) Pazartesi günü arz edilir.
      Ve (her) anne ve babaya (evlâtlarının) amelleri Pazartesi günleri arz edilir.
      Ey sevgili kardeşim!
      Tefekkür et! Düşün! Eğer âdil bir şahit olursan, elbette sana bütün fiillerinde (iş, hareket, davranış) ve sözlerin şahitlik eder.
      Şahitlerin en büyüğü, senin yanında sana muttali olan. o kendisine hiçbir hâin gözün gizli kalmadığı ve kendisine hiçbir zaman ve mekân gayb olmayan (Aliâhü Teâlâ hazretleridir)
      (Öyleyse) sen, Aliâhü Teâlâ hazretlerine döneceğini (ayne’l-yakîn) bilenlerin amellerini işle! Bu amelleri Aliâhü Teâlâ hazretlerine takdîm et.
      Aliâhü Teâlâ hazretleri; Küçük, Büyük, Az ve Çok bütün amellerin karşılığını verir.
      Ne güzel buyurmuşlar:
      Günlerini boşa geçirme! Çünkü senin günlerin senin sermâyendir. Muhakkak ki sen sermâyeni (elinde) tuttuğun müddetçe; sen kâr elde etmeye kaadir olursun! Çünkü gerçekten senin için bu günün âhiret malı kesattır. Kesat vaktinde âhiret malını toplayıncaya kadar çalış. Mücâhede et! Bir gün gelir bu mal çok değerli olur. İzzet ve kendisine talep edemeyeceğin o şerefli gün bu kesat gününden malını çoğalt!

    30. Ashâb-ı Kiram’a Dil Uzatan`ın Akıbeti….
      Ebu Alkame’den rivayet olundu. Buyurdular:
      -”Ben büyük bir kaafılenin içindeydim. Biz emriyle hareket etmek üzere bir adamı “amir” tayin ettik. Onun emriyle hareket ediyor ve yine onun emriyle konaklıyorduk. Bir yere konakladık. 0 adam, Hazret-i Ebu Bekr (r.a.) ile Hazret-i Ömer (r.a.)’a küfretti ve onlara sövdü. Bu konuda kendisine nasihat ettik. Hiçbir şeyde bizim sözlerimizi kabul etmedi.
      Biz sabahladığımızda, hazırlığımızı yaptık ve kervanı düzenledik. Fakat kervancıbaşının adamının sesi (nidası) gelmedi. Âmirimizin ne yaptığına, niçin hareket emrini vermediğine ve haline bakmak için yanına vardık Birde ne görelim! 0 hazret-i Ebû Bekir (r.a.) ve Hazret-i Ömer (r.a.)’a söven kervancıbaşı dört kat olmuştu. Elbiselerini kaldırıp kendisini keşfettik! Adamın iki ayağı da domuz ayaklan gibi olmuştu.
      Biz onun yükünü hazırladık ve onu hayvana yükledik! Yükünün üzerinde birden sıçradı. Ayaklarıyla ayağa kalktı. Adam üç kere domuzların bağırtisıyla bağırdı. Domuz gibi bağırdıktan sonra gidip domuzların içine karıştı. Domuz oldu. Hatta içimizden hiçbiri onu tanıyamadı.

      Kaynak : Ravzatü’l Ulemâ.

    31. HİKAYE (kul Hakkı)
      Rivayet olundu:
      (Musa Aleyhisselâm’ın zamanında yaşayan) zâlim bir adam bir fakirin elinden bir balık gasbetti. O balığı pişirdi. Zalim kişi. balığı yemek istediği zaman (yani balığı yemek için pişirmek istediği zaman) balık onun elini ısırdı. Doktor adamın elinin kesil­mesini işaret etti. (Eli kesildi.) Adamın kolunun bütün mafsalları kesildi. Ta koltuk altına kadar kolu kesildi.
      Adam gelip bir ağacın altında oturdu. Gölgelenirken iki gözü de kör oldu. Ona:
      -”Sen o gasbettiğin balığın mazlum sahibini razı etmedikçe belâ ve musibetlerden kurtulamazsın!” dediler.
      O da gitti. Balığın sahibini razı etti. Balığın sahibini razı etti­ği zaman, bütün ağrı ve sızıları dindi. Sonra adam (zulüm ve gü­nahlarından) Tevbe etti. Yaptıklarından vazgeçti. Hak sahiplerini memnun etti. Allâhü Teâlâ hazretleri de ona elini ve bütün kolu­nu iade etti. Ve Musa Aleyhisselâm’a şöyle vahyetti.
      izzetim ve Celâlim hakkı için; eğer bu kul o mazlumu râzî etmemiş olsaydı; bütün hayatı boyunca elbette ona azap ederdim!”

    32. ŞAH-I NAKŞİBENDÎ (K.S.)

      * Huzurunda beraber bulunup da Hallâc-ı Mansûr’u uğurlamakta Hazret’ten ziyade itibar ve mübâlağa gösteren bir müridin hareketine müteessir olan Nakşibendî Hz.leri o mürîde hitaben:

      – “Bu edep hatâsı yüzünden kendini rüzgâra verdin, belki Buhara’yı ve âlemi harap ettin” Buyurdu.

      * Müritlerinden birine

      – “Nehre git, suyu bu tarafa bağla” Buyurdu.

      O da bir müddet sonra dönüp:

      – “Vücudumda halsizlik hasıl oldu, su yoluna suyu bağlayamadım” dedi.

      Hazrete ağır gelen bu hal ve ihmale karşı şöyle Buyurdu:

      – “Ey kişi! Kendini boğazlayıp da su yerine kanını akıtsaydın, senin için, bu sözü söylemekten daha hayırlı olurdu”…

      Buyurdu:

      – Bize kabrimizin yüz fersah (500 km) mesafesine kadar civarımızda bulunan kabirlerdeki müminlere şefâat etmemiz selâhiyeti ihsan olundu. (Son Vâris-i Hakikî, Sırr-ı Verâset sâhibine aceb ne ihsan olundu?) Alâaddin Attar’a da kırk fersah mesafedekilere şefaat nîmeti, bizi seven ve ihlâsla bağlı olanlara da bir fersah kuturlu daire içindekilere şefaat selâhiyeti ihsan olunmuştur…

      – İyi ve kötü her şey âriflerin parçalarıdır. Mürid söz söylerken de bu görüşten ayrı düşmeyecek ve zâhirde ne ile uğraşırsa uğraşsın, gönül gözünü o noktadan ayırmayacaktır. Sâlikte sükût derinleştikçe ve söz azaldıkça bu nisbet terakkî eder. Nihayet sâlik öyle bir hâle ulaşır ki, dille kalb arasındaki fark iyice anlaşılır ve halk Hakk’a, Hak da halka perde olmaz. O zaman cezbe yoluyla başkalarını idâre etmek mümkün olur. İrşad, icazet ve halkı Hakk’a dâvet etmek de bu mertebeye ulaşanların işidir.

      Sâlik, gazaba düşünce kendini sakınıp gazabına hâkim olmalı… Gazaba tâbî olmak, sâliki letâif nurlarından mahrum eder. Eğer gazabla beraber bir de suç işlerse terakkîler büsbütün kaybolur ve ruha keder çöker…

      – Kişi Allahü Teâlâ’nın dilediğinden razı olmalı. İlâhî rızayı kazanmanın yolu budur ve nihayet son kazanç, fenâyı hakîkî ile fânî olmaktır.

      – Aşağı tabaka, Allah Teâlâ’yı halk ile anlayıp bilir. Yüksek tabaka ise, halkı Hak ile tanıyıp bilir.

      – “En üstün îman, kişi, Allah’ın kendisi ile olduğunu bilmektir” hadis-i şerifi idraki olana kâfîdir.

      – Ağzına helva verenle ensene tokat vuran arasında fark gözettikçe, sende tevhid tamam değil demektir.

      Şiir:

      Ne kahr’ı dest-i âdâdan, ne lutfu âşinâdan bil;

      Umûrun Hakk’a tefvîz et, Cenâb-ı Kibriyâ’dan bil.

      Şiir:

      Hak kulundan intikamın yine kul ile alır,

      Bilmeyen İlm-i Ledünn’ü onu kul etti sanır.

      – İbadet on kısımdır. Dokuzu helâl kazanç istemektir.

      -Allah dostlarıyla sohbette bulunmak, âhiret aklını artırır.

      – Sohbet, sünnet-i müekkedelerdendir. İki günde bir bu tâife ile sohbet edip, edeplerine hakkıyla uymak lâzımdır. Eğer arada zâhirî uzaklık varsa, hiç olmazsa ayda veya iki ayda bir zâhirî ve bâtınî hâlini mürşidine bildirmeli.

      Aradaki mesafe ne olursa olsun, mürid hayal yoluyla mürşidine bağlanıp onunla meşgul olmalı ki, gafletten kurtulsun.

      – Büyüklerin kefâleti var: Bu tarikata taklitle girenler dahî tahkîke ererler.

      HOCA HASAN ATTÂR (K.S.)

      Buyurdu:

      – Bil ki, Nakşî yolu Hakk’a erdiren tariklerin murâda en yakın olanıdır. Zîra bu yol Ehadiyet (birlik) çerçevesinden, dünyâ âlemine olan bütün hicapları (perdeleri) kaldırır. Allahü Teâlâ, mâsivâ denilen dünya ve içindekileri Celâl sıfatı ile yakıp yok eder. Hakikatta, diğer tariklerin son durakları, bu yolun başlangıç noktasıdır. Zîrâ bu yolda, ilk adımda fenâ mertebesine ulaşılır. Sülûkleri ise cezbeden sonradır. Halleri tevhid sırrının ifâdesi olan vücudsuzluktur, yokluktur. Böylece insan ve cinlerin yaratılışındaki hikmet (Yâni ibadet,kulluk) ifâde edilmiş olur.

      – Bu yola girmek isteyenler evvelâ tarikatı tâlim eden şeyhin çehresini hayallerinde muhafaza ederek işe başlamalıdır. Ancak bu suretle mürşidin feyziyle kendinden geçme nîmetine erişir. Ondan sonra kendinden kaybolma hâlini muhafaza edip, mürşidinin sûret ve hayâliyle kalbe yönelmeli, rabıta yapılmalı ve o hal içinde çalışmalıdır. O hal kuvvetlendikçe, sâlikin dünyaya ve hadiselere alâkası azalır.

      – Zikir esnasında kalbine havâtır düşen kimse, hemen mürşidinin hayâlini tasavvur etmeli. Gidip gelmekte, alıp satmakta, yiyip içmekte, yatıp uyumakta hep o nisbet (bağlılık) ve alakâ… Bu sıfat, meleke haline gelinceye kadar böyle azmetmeli.

      – Hâcegân yolunda sık sık geçen “Nisbet” lafzı, bu yola girenlerin alâka ve hâlini gösterir. Yük mânâsına gelen “Bâr” kelimesi ise ağırlık ve keyfiyete uzak olmayı bildirir.

      – Ariflerden bazıları bir anda ayrı ayrı yerlerde görünmeye kaadir olurlar. Bazıları da İsa Peygamber meşrebinde olur ve ölülere kendi hayat mâdeninden hayat aşılar. Hâsılı hangi kurumuş ve verimsiz kalmış ağaca kendi cevherlerinden aşılasalar, o ağaç yeşerir ve yemiş vermeye başlar. Yâni hangi insana teveccüh edip, irşadını dileseler, o insan uyanır.

    33. MÂLİK BİN DÎNÂR (K.S.)

      Buyurdu:

      Üç şey kalbi öldürür:

      1- Çok yemek

      2- Çok uyumak

      3- Çok konuşmak (Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şerif okumak hâriç…)

      İki şey ahmaklıktır:

      1- Acaib şey görmeden gülmek

      2- Sormadan haber vermek.

      BÂYEZİD-İ BESTÂMÎ (K.S.)

      Buyurdu:

      – Gönlünden üç perdeyi kaldırmayan kişiye mânevî devlet kapısı açılmaz:

      1- Dünyanın tamamı verilse sevinmez. Sevinirse haristir.

      2- Dünyayı verip, geri alsalar üzülmez.

      3- Methedilirse memnun, zemm edilse müteessir olmaz.

      – Üç şey Hakk’ın sevgisine alâmettir:

      1- Sahavette denize,

      2- Şefkatte güneşe,

      3- Tevâzûda toprağa benzemektir.

      – Kendine kıymet verip tâatını (ibâdetlerini) hâlis gören, insan sayılmaz.

      – Gönlü şehvetle dolu iken ölen insanı lânet kefenine sararlar, nedâmet mahalline defnederler. Kim de şehvetini ve nefsini öldürürse onu rahmet kefenine sarar selâmet mahalline defnederler.

      – Hayat, ilimde; rahat, marifette[2]; zevk, zikirdedir. Şevk ise âşıkların mülküdür. Onlar orada taht kurmuşlar; arzu ve emel, onlara erişmemiştir.

      SÜFYÂN-I SEVRÎ (K.S.)

      * Gözü ağrıdığında hekim gönderdiler.

      Hekim:

      – Bir hafta gözlerine su değmesin, dedi.

      Süfyân:

      – Abdest nasıl alayım?

      Gayrimüslim Tabib:

      – Sana göz lâzımsa ilaç budur!..

      Tabip gitti. Süfyan abdest aldı, ibâdete devam etti. Tabip döndüğünde gözü iyi olmuş gördü. Süfyân doğruyu olduğu gibi haber verdi.

      Tabib:

      – Ben halkın ilacını verdim. Sen Hakk’ın ilacını yaptın. Senin değil, meğer benim gözüm hasta imiş, deyip iman etti

      Tabibi getirenler de:

      – Biz hekimi hastaya değil, meğer hastayı hekime getirmişiz, dediler.

      ŞAKÎK-İ BELHÎ (K.S.)

      * Buyurdu:

      – Nice üstadlara hizmet ettim. Ciltlerle kitap okudum. Hikmeti dört şeyde buldum:

      1- Rızık için endişe etmeyip emin olmak

      2- Her işte ihlâsı muhafaza etmek

      3- Şeytanı düşman bilmek

      4- Ölümü yakın bilip, tedbirli olmak,

      * Vaazlarında:

      – “Ey insanlar! Ölü iseniz kabre girin, deli iseniz tımarhaneye,

      çocuksanız mektebe gidin! Eğer kul iseniz, kulluk şartlarını yerine getirin” vecizesini söylerdi.

      * İbrahim bin Ethem Hz. lerine:

      – Yâ Ethemoğlu, dirlik nicedir? dedi

      İbrahim Ethem K.S. :

      – Bulursak yeriz, bulamazsak sabrederiz dedi.

      Şakîk:

      – Bizim Belh’in itleri de senin ettiğini ederler.

      İbrahim bin Ethem:

      – Ya siz ne yaparsınız?

      Şakîk:

      – Bulursak dağıtırız, bulamazsak şükrederiz…

      İbrahim Ethem, Şakîk’i öptü;

      – Sen üstadımsın, dedi.

      * * *

      İMAM-I ÂZAM (Rh. A.)

      * Yolda bir öküzle karşılaştı. O, yolunu değiştirdi. Sebebini sordular.

      – “Benim aklım var, onun boynuzu…” dedi.

      * Üzerinden küçük bir kan lekesini temizlerken,

      – “Yâ İmam, dirhem miktarı olmayan zarar vermez” demiştiniz, dediler.

      – “O fetvâdır, bu takvâ…” Buyurdu.

      * İmam-ı Âzam Hz.lerinin büyük babası, Hz. İmam’ın pederi olan Sabit Hz. lerini küçük yaşta iken Hz. Ali R.A.’ın huzûruna çıkarıp, zürriyetleri hakkında hayır duâlarına mazhar kılmıştı.

      Son haccında, Kâbe-i Muazzama’da iki rekatta bir hatim edip, namazı tamamlayınca, Cenâb-ı Hakk’a niyazda bulunurken, Beytullah cihetinden bir ses işitildi: “Yâ Ebû Hanife! Bizi kemâl-i mârifetle bildin ve hoşnut eyledin! Biz Azîmüşşân’da senin mezhebinde hizmet edenleri ve mârifette sana tâbî olanları mağfiret ettik” buyurur.

      İmam-ı Âzam Hazretleri’nin Zuhur Edeceğine Dair Hadis-i Şerifler

      – “Âdem benimle iftihar eder, bense ümmetimden bir zât ile iftihar ederim ki, ismi Nûman, künyesi Ebû Hanife’dir. O zat ümmetimin kandilidir”.

      – “Enbiyâ-yı İzâm (Aleyhimüssalâtü Vesselâm)

      benimle iftihar ederler. Ben ise Ebu Hanife ile iftihar ederim. Onu seven beni sevmiş, ona buğuz eden, bana buğuz etmiştir”.

    34. HASAN-I BASRÎ (K.S.)

      * “Uyuyan gönlümüzü uyandır” diyen cemaate:

      – Uyuyanı uyandırmak kolay. Sizin gönülleriniz ölmüş, zira hiç hareket etmiyor, Buyurdu.

      * Bir sene yağmur yağmadı. Halk duâya çıktı. Hasan-ı Basrî minberde:

      – “Yağmur yağsın isterseniz, Hasan-ı Basrî’yi şehirden çıkarın, kovun” deyince, halk ağlaştı.

      Hak Teâlâ’dan o kadar korkardı ki, cellat elindeymiş gibi…

      Buyurdu:

      – Biz avam kalabalığı ile şâd olmayız; lâkin bir gönül ehli gördük mü neşemiz artar.

      – Üç şeyi işleme:

      1- Beyler arasına girme,

      2- Kadınlarla oturma (Râbiatü’l-Adeviyye de olsa.)

      3- Çalgı dinleme…

      Bunları yapan, evliya da olsa âfetten kurtulamaz.

      – Er olana (hakîkî mü’mine lâzım olan; faydalı ilim, amel, ihlâs, sabır ve kanâttir.

      – Bir kimse gördüklerinden ibret almazsa, onda noksanlık ve zillet vardır; O kişinin sözü de zararlıdır.

      – Uzlet eden (yalnızlığa çekilen), selâmet bulur. Kanâat eden, aziz olur, halka muhtaç olmaz. Hasedi terk eden rahat bulur.

      – Verâ[1] sâhibi için üç makam vardır;

      1- Daima hak söyler,

      2- Kendini günâhlardan korur,

      3- Her işi Allah rızası için yapar.

      Bir zerre verâ, yüz yıl verâsız oruç tutmak ve namaz kılmaktan efdaldır.

      – Miskin insanoğlu dünyada üç şeye doymaz:

      1- Mal toplamak,

      2- Zevk u sefâ,

      3- Ömür sürmek (yaşamak). (Elinde olsa dünyadan gitmek istemez).

      – Sevgili kullar, dünyaya kıymet vermez. Mü’min dünyada âhiretini imar eder, ahmak da dünyayı…

      – Şu âyet-i celîle sevinmeye sebeptir: “Kullarımın cümle günahlarını fazlımla affederim, ayıplarını yüzlerine vurmam, onlar şirk etmedikçe… Şirk edenleri

      ise affetmem” (S. Nisâ 48).

      * Kabristanda yemek yiyen birini işaretle:

      – “Bu adam münafıktır. Zira bu kadar ruhlar huzurunda gönlüne korku gelmiyor da boğazından yemek geçebiliyor. Bu adam ahireti düşünmüyor. Bu münafıklık alâmetidir” Buyurdu.

    35. AKILLIYA GEREKEN…
      İnsan ilk başta nefsine bakmalı; yapılışını incelemeli. Kainatta mevcut olan harikalara göz atmalı. Onları bir bir tetkik etmeli. Bundan sonra Yaradanın (CC) varlığını istidlal eylemeli. Çünkü kainatta bulunan bütün varlıklar Allah’a (CC) götüren birer yoldur. O’nun (CC) kuvvetini, kudretini belirten birer hikmettir.
      Güzel iş daima iyi bir ustaya delildir.
      Bu manayı daha iyi anlatmak için İbn-i Abbas’ın (RA) bir açıklamasını anlatmak yerinde olur.
      Önce bir ayet-i kerime meali:
      – “Allah (CC), yeryüzünde olanların hepsini hizmetinize verdi.”
      Bu ayetin tefsirinde İbn-i Abbas (RA) şöyle der:
      – “Her şeyde Allah’ın (CC) isminden bir tanesi vardır. Ve her şeyin ismi Allah’ın (CC) ismidir. Sen ise, o isim ve sıfatların içindesin. Dışta olanlar onun kudretiyle olur. İç alemde olanlar onun hikmetiyle olur.”
      Allah (CC), Zatını sıfatlarla gizlemiştir. Sıfatını da işlerle örtmüştür. İlim, irade ile olur. İrade ise, hareketlerle ortaya çıkar. Sanat, yapanı sakladı. Sanat irade ile belirdi. O (CC) gizliliği içinde saklıdır. Nimetleri yeryüzünde zahirdir. Kudreti açıktır. Hiçbir şey O’na (CC) benzemez. O (CC), görür ve işitir.”
      İbn-i Abbas (RA) Hz.leri burada marifet sırlarını açıklıyor. Bunları hiçbir yerde görmek mümkün değildir; bu gibi sözlere kolay rastlanılamaz. Bu büyük insana Peygamber (SAV) şöyle dua etmiştir:
      – “Ya Rabbi (CC)! Sen onu dinde, fakiri yap, tevil yollarını ona öğret…”
      Allah (CC), bizi onların hayrına erdirsin; onlar arasında toplasın.Amin.

      Kaynak : Futuhu`l Gayb – Abdulkadir Geylani ( K.s.a.)

    36. Anne ve Babaya İhsan Ne Demektir?
      Anne ve babanın hakkı, beşeriyette hakları en büyük olanlardır.
      Anne ve babaya ihsan etmek,
      1- Onların hizmetlerine koşmak,
      2- İşlerini görmek,
      3- Sesini onlardan yüksek çıkartmamak,
      4- Sözde onlara karşı haşin ve kaba olmamak,
      5- Anne ve babanın isteklerinin hâsıl olması için çalışmak,
      6- İmkân ve kudreti nisbetinde anne ve babaya infakta bu-lunmaktır.
      Yakın Akrabaya İhsan
      Yakınlık sahibi olanlar,
      1 – Kardeş,
      2- Amca,
      3- Dayı,
      4- Teyze,
      5- Hala,
      6- Bunların çocukları…
      7- Bunların benzerleri gibi…
      Bunlara, ihsanda bulunmanın yolları:
      1- Sıla-i rahm,
      2- Merhamet,
      3- Şefkat,
      4- Onlardan bir şey istememek,
      5- Akrabalarına yük olmamak,
      6- Onlara vasiyette bulunmak,
      7- Onlara doğru yolu göstermek,
      8- Eğer fakir ve muhtaç iseler onlara güzel bir şekilde infakta bulunmak…
      9- Ve benzeri şekillerle onlara ihsanda bulunmak gerekir.
      Yetim ve Yoksullara İhsan
      “Öksüzlere de…”
      1 – Yetimler için en uygun ve en elverişli olanı onlara infak etmek,
      2- Eğer vâsiy ise onların işlerini idare etmektir.
      “Yoksullara da…”
      1- Yoksullara iyilik yapmak,
      2- Onlara sadakalar vermek,
      3- Yoksullara yemek yedirmek,
      4- Veya onları güzellikle geri çevirmektir.
      Komşulara İhsan
      “Ve yakın komşuya da…”
      1- Komşulardan en yakın olan,
      2- Veya komşulukla beraber neseb yakınlığı olanlar.
      3- Ya da komşuluk ile beraber dinî yakınlık olanlar,
      Komşu Hakları
      Komşu hakkında Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular:
      Muhammed (s.a.v.)’ın nefsi yed-i kudretinde olan Allah’a yemin olsun ki, Allah’ın kendisine rahmet ettiği kişilerden başka hiç kimse komşu hakkını edâ edemez. Onlar da çok azdırlar. Komşu hakkının neler olduğunu biliyor musun? (Sana komşu hakkını bildiren nedir? Komşu hakkı şunlardır:)
      1- Fakir düştüğü zaman (onun elinden tutup) onu zengin etmen,
      2- Senden borç istediği zaman ona borç vermen.
      3- Kendisine bir hayır isabet ettiği zaman, sevincine ortak olman,
      4- Kendisine bir şer ve musibet dokunduğu zamanda, ona taziyetlerini bildirmen.
      5- Hastalandığı zaman onu ziyaret etmen,
      6- Vefat ettiğinde de cenazesine teşyî etmen ve cenazesine katılmandır.”
      Komşuların Sınıfları ve Hakları
      “Ve uzak komşuya da,”
      Uzak komşu veya aralarında akrabalık bağı bulunmayan komşu, demektir.
      Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular:
      -”Komşu, üç kısımdır:
      1 – Komşulardan kiminin üç hakkı vardır.
      2- Komşulardan kiminin iki hakkı vardır.
      3- Komşulardan kiminin de bir hakkı vardır.
      Üç hakkı olanlar:
      1- Komşuluk hakkı,
      2- İslâm hakkı,
      3- Akrabalık hakkıdır.
      İki hakkı olan komşular:
      1- Komşuluk hakkı,
      2- İslâm hakkı.
      Bir hakkı olan komşu.
      Komşuluk hakkı olandır. Bunlar da kitap ehli (gayri müslim olan) komşulardır.”
      Arkadaşa İhsan
      “Ve arkadaşa da,”
      Arkadaş demektir.
      1- Talim,
      2- Terbiye,
      3- Tasarruf,
      4- Sanat,
      5- Sefer gibi işlerde beraber olunan arkadaşa ihsanda bu-lunmak gerek… Çünkü bu kişi seninle sohbet etti. Sana arkadaş oldu. Senin yanıbaşında oldu. Bu arkadaşlardan kimi, cami ve mescid ve medresede senin yanında oturdu. Meclislerde senin yanında bulundu…Ve bunlardan başka yer ve mekânlarda seninle oldu. Seninle onun arasında çok düşük bir mertebede de olsa yakınlık, sohbet ve itimat doğdu. Senin bu hakka riâyet etmen senin üzerine vâcibtir. Onu unutmamalısın! Ona ihsan ve iyilikte bulunmayı bir ahlak ve prensip haline getirmelisin!
      Yolda Kalmışlara İhsan
      “Ve yoda kalmışa da
      Yolcu, demektir. Yolculuk edip şehrinden ve malından uzak olan kimsedir.
      Yolcuya ihsan,
      1- Onu barındırman,
      2- Ona yedirmen ve içirmendir.
      Müsâfîr Hakkı
      Veya (yolcu), senin evine gelip Müsâfîr olan, kişi demektir.
      Müsâfirin hakkı üç gündür. Bunun üzerine ziyâde kılınan (yani üç günden fazla Misâfir’e yapılan ikram ve ihsan) sadakadır. Onu çikarıncaya kadar onun anında İkâme etmesi (başına dikilip kalması) kendisine helâl olmaz. (Misafiri evden çıkarmaya ve gitmeye zorlamak caiz olmaz…)

    37. Vera Nedir ?
      Vera’: Haramlardan ve helâl ve haram olduğu bilinmeyen şüpheli şeylerden sakınmak.
      Hiçbir şey verâ gibi olamaz.
      Dîninizin direği verâdır.
      Kıyamet günü Allahü teâlânın huzurunda kıymetli olanlar verâ ve zühd sâhibleri (dünyâya düşkün olmayan la r)dir.
      Verâ sahibi olmanın bazı şartlan:
      1- Gıybet etmemek,
      2- Mü’mine sû-i zân etmemek, kötü bilmemek,
      3- Kimse ile alay etmemek,
      4- Yabancı kadınlara, kızlara bakmamak,
      5- Doğru söylemek,
      6- Kendini beğenmemek,
      7- Allahü Teâlânın, kendisine yaptığı ihsanları nimetleri düşün¬mek,
      8- Malını helâl yere hare edip, haramlara vermemek,
      9- Nefsi ve keyfi için, mevkî makam istemeyip, bunları insanlara hizmet yeri bilmek.
      10- Beş vakit namazı vaktinde kılmayı birinci vazîfe bilmek,
      11- Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği îmân ve işleri iyi öğrenip, kendini bunlara uydurmak
      12- Zerre kadar verâ sahibi olmak, bin nafile oruç ve namazdan daha hayırlıdır.

    38. Kalble Yapılan Tevbe
      Rivayet olundu:
      Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerinin vefatı anında Cebrail Aleyhisselâm geldi. Ve:
      -”Ey Muhammed (s.a.v.)! Rabbin sana selâm ediyor! Ve buyuruyor ki:
      -”Kim ölümünden bir Cuma Önce tevbe ederse; ben onun tevbesini kabul ederim!” Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri buyurdular:
      -”Bir Cuma çoktur!”
      Cebrail Aleyhisselâm gitti. Sonra döndü ve buyurdu:
      -”Allâhü Teâlâ Hazretleri buyuruyor ki:
      “Kim ölümünden bir saat önce tevbe ederse, onun tevbesini kabul ederim!”
      Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri buyurdular:
      -”Bir saat çoktur!”
      Cebrail Aleyhisselâm gitti. Sonra döndü. Buyurdu:
      -”Allâhü Teâlâ Hazretleri, sana selâm ediyor! Ve buyuruyor ki:
      -”Eğer bu saatlik süre çok ise, onun ruhu boğaza gelinceye kadar tevbesini kabul ederim! Eğer diliyle özür dilemek mümkün olmazsa ve (işlemiş olduğu günahlardan dolayı) benden utanır ve kalbiyle pişman olursa, onun bütün günahlarını bağışlarım! Hiç aldırış etmem!
      Kaynak : Kenzu’l-Ummâl: 10265,
      İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri: 4/605-606.

    39. Tevbe Tevbeye Muhtaç…
      Hasan-ı Basrî (k.s.) Hazretleri buyurdular:
      “Bizim bu istiğfarımız; istiğfara muhtaçtır!“
      Kurtubî Hazretleri, “Tezkiretü’l-Mevtâ” isimli kitabında buyurdular:
      “Hasan Basrî (r.h.) Hazretlerinin bu sözleri, onun kendi zamanında söylenilmiş bir sözdür! Zamanımızda yaşasaydı nasıl düşünürdü?
      Bu zamanda insanları görürsünüz, zulme dalmışlar!
      Zulme karşı ihtiraslıdırlar.
      Bir türlü kendilerini zulümden kurtaramıyorlar.
      Ellerinde tesbih, (diliyle istiğfar okuyor bu haliyle) günahlarından istiğfar ettiğini zannediyor!
      Bu onun (tevbeyi) istihzası ve istihfafı (hafife) almasıdır.
      Aîlâhü Teâlâ Hazretlerinin âyetleriyle istihza edenlerden daha zâlim kimdir?”
      İnsan, hakikî bir pişmanlıkla günahlarından tevbe etmelidir.
      Tevbe ve Göz Yaşı
      Rivayet olunur:
      Melekler, kulun seyyiât (kötülük ve günahları) ile göğe yükselirler. Onu levh-i mahfuza arzettikleri zaman, onun yerinde hasenatın (iyiliklerin) olduğunu görürler.Melekler yüzükoyun yere kapanırlar. Ve derler ki:
      -”Ey Rabbimizl Sen bilirsin biz ancak kulun yaptıklarını yazdık!” Allâhü Teâlâ Hazretleri buyurdular:
      -”Doğru söylediniz! Lakin kulum hatalarına pişman oldu. Göz yaşlarıyla benden mağfiret diledi. Ben de onun günahlarını bağışladım. Keremimle ona cömertlikle muamele ettim. Çünkü ben ikram edenlerin en ikram edicisiyim!“

    40. Cafer-i Sadık (k.s.) Hazretleri Kimdir ?
      Cafer-i Sadık (k.s.) hazretleri. 80 (m. 699) veya 83 (m. 19 nisan Çarşamba 702) tarinde Medine-i Münevvere’de doğdu.Cafer-i Sadık (k.s.) hazretleri baba tarafından Hazret-i Ali (r.a.)’ın torunun torunudur. Anne tarafından da Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)’ın soyundandır. Oniki imamın altıncısıdır. Silsile-i Nakşıbendiyye-i Aliyye’nin dördüncüsüdür. Cafer-i Sadık (k.s.) hazretleri, sahabe-i kiram ile müşerref olan tabiîndendir. İyi bir ilim tahsil etti. İlk tahsilini babası Muhammed Bakır (r.h.) hazretlerinden tahsil etti. İlim ve fazilette zamanın bir tanesiydi. Birçok talebe yetiştirdi. İmâm-ı Âzam Ebû Hanife hazretleri, onun işrâd ettiği talebe ve muridlerinden biridir.
      İmâm-ı Âzam hazretleri onun için;
      -”Eğer (son) iki sene olmasaydı Nu’mân’elbette helak olurdu.” buyurdular.
      Cafer-i Sadık (k.s.) hazretlerinin irşâd ve imamlık vazifesi tam otuz dört yıl sürdü. Cafer-i Sadık (k.s.) hazretleri buyurdular:
      Kız evladları ana-babası için hayır ve hasenattır…
      Erkek evlâd ise. ana-babası için nimettir. Hasenat sahibi olanlar sevâb kazanır. Nimetlerden ise hesaba çekilir. Yine buyurdular:
      Üç şey Müslümanları aziz ve şerefli kılar:
      1 – Kendisine zulmedeni bağışlamak,
      2- Kendisine bir şey vermeyene vermek ve ihsanda bulunmak.
      3- Kendisini aramayanları, arayıp bulmak ve hallerini sormak.
      Büyük bir evliya ve büyük bir âlim idi.
      Cafer-i Sâdık hazretleri hakkında iki şeyin iyi bilinmesi lazımdır.
      1- Falcılıkla hiç ilgisi yoktu.
      2- Kitab ve Sünnetin dışında bir mezhebi yoktu.
      Yıldıznâme gibi birçok fâl kitapları, “Cafer-i Sadık hazretleri buyurdular.” diye başlamaktadırlar. Fal, büyü ve sihirlerini o yüce zâta isnâd ederek kendilerine ve işlerine maneviyat ve karizmatik bir hava vermek istemektedirler. Halbu ki. Efendimiz (s.a.v.) hazretlerinin soyundan gelen âlim ve evliya bir insanın, kişinin dini, iman ve nikâhına zarar veren fal ve büyü gibi basit, adî ve Yahudilerden kalma şeylerle uğraşması akıl ve mantık dışıdır.
      Büyük bir âlim ve evliya olan Cafer-i Sadık (k.s.) hazretlerinin, Kur’ân-ı Kerimin âyetlerinin havâssı ve Kur’ân-ı Kerimi okumanın fazileti hakkında çok güzel tesbitleri vardır. Bunlar, sağlam kaynaklarımızda bulunmaktadır. Özellikle Cafer-i Sadık hazretlerinin Kur’ân-ı kerim süreleriyle ilgili olarak verdiği bilgiler, gerçekten bir kitab oluşturacak kadar çoktur…
      Caferî Mezhebinin İmam Cafer-i Sadık hazretleriyle hiçbir ilgisi yoktur.
      Allah’ın kitab ve Resulü (s.a.v.) hazretlerinin sünnetine tam bağlıydı. Onun şia’nın “Caferî mezhebi” ile hiçbir ilgisi yoktu…
      Tarihte Fatimî devletini kuran ve bozuk bir inançları olan Fatımîlerin Hazret-i Fatma (r.a.) annemizle uzaktan ve yakından hiçbir alâkası olmadıkları gibi… Sadece isim benzerliği ve kötü insanların istismarı var… Cafer-i Sadık hazretlerinin. Yaşadığı çağın hadiseleri üzerine çok istismar edildi. Kendisi hiç bulaşmadığı ve Devamlı kendisini ilme ve irfana verdiği halde, bazı kötü niyetli kişiler, o yüce zâtı, siyâsî ve politik emellerine âlet etmek istediler.
      Cafer-i Sadık hazretlerine iftiralarda bulundular. Bazıları kurmuş oldukları mezheblerine “Caferî mezhebi” adını vererek; Cafer-i Sâdık hazretlerinin karizmasını kötüye kullandılar.
      Mürşid-i kâmil, büyük evliya ve âlim bir zat olan Cafer-i Sadık (k.s.) hazretleri. 148 (m. 6 Eylül Cuma 765) tarihinde vefat etti.

    41. SULTAN ABDÜLHAMÎD HAN’IN HİZMETLERİNDEN BAZILARI
      • Osmanlı ülkesinde dünyanın ilk dişçilik okulunu kurdu.
      • Kudüs-Yafa Ankara-İstanbul ve Hicaz demiryollarını yaptırdı.
      • Hindistan, Cava, Afganistan, Çin, Malezya, Endonezya, Açe, Zengibar, Orta Asya ve Japonya’ya elçiler ve din adamları gönderdi.
      • Modern matbaa makinelerini Türkiye’ye getirtti, ücretsiz kitap dağıttırdı, 6 bin kitabı tercüme ettirdi.
      • Beyazıt kütüphanesini kurup -10 bini el yazması olmak üzere- tam 30 bin kitap bağışladı.
      • İlk defa elektriği ve gazı getirdi.
      • Ziraat Bankası’nı kurdu.
      • Dünyanın ilk torpido atan denizaltısını tamamen kendi parası ile yaptırdı. Devrinde Osmanlı donanması dünyanın ikinci donanması idi.
      • Yerli kumaş giydi, Hereke bez fabrikası ve Feshane’yi kurdu.
      • Terkos’un sularını İstanbul’a getirtti.
      • İlk modern eczanemizi açtırdı.
      • Osmanlı ülkesine ilk otomobili getirdi.
      • Beş bin km karayolunu yaptırdı.
      • Dünyanın ilk metrolarından birini Karaköy-Taksim arasına yaptırdı atlı ve elektrikli tramvaylar kurdu.
      • Arkeoloji müzeciliğini başlattı.
      • İlk kuduz hastanesi (İstanbul Darü’l-Kelb Tedavihanesi)ni açtırdı.
      • Yıldız Çini fabrikasını Beykoz ve Kağıthane kağıt fabrikalarını kurdu.
      • Daha sonra Çanakkale Savaşı’nı kazandıracak olan topları yaptırdı ve Çanakkale’yi tahkim ettirdi.
      • Sadece Anadolu’da 14 bin ilkokul açtı.
      • Telefonu Avrupa ile aynı zamanda ülkemize getirtti.
      • Kızlarımız için kız öğretmen ve kız meslek kız sağlık meslek okullarını açtırdı.

    42. Somuncu baba Kimdir ?
      Alim ve velî bir zattır.
      Asıl ismi Hamid’dir.”Somuncu Baba” lakabıyla meşhurdur.
      1349’da Kayseri’de doğdu.
      Şam’a gidip ilim öğrendi.
      Orada pek çok velînin sohbetlerine katıldı.
      Mânevî yol ile Bâyezîd-i Bistâmî’den feyz aldı.
      Tebrîz yakınlarında Hâce Alâeddîn-i Erdebîlî’den ilim öğrendi.
      Tasavvufta üstün derecelere kavuştu.
      Hâce Erdebîlî, bir gün Hamid-i velî’ye; “Artık öğrendiğin ilmi, insanlara öğretmek üzere Anadolu’ya git” buyurup, ona izin verdi.
      Hâce, onu talebeleriyle birlikte, “Şemseddin-i Tebrizî Makâmı” denilen yere kadar uğurladı. Sonra onu haset edenlerin de bulunduğu topluluğa dönerek; “Hamid’in arkasından bakın. Eğer dönüp bizden tarafa bakarsa, Anadolu’da onun ilminden istifâde ederler. Bakmazsa, onun ilminden hiç kimse istifâde edemez.” buyurdu. Oradakiler merakla Hamîd’in arkasından bakmaya başladılar. Hamid-i velî, gözden kaybolmadan önce iki defa arkasına baktı. Onu haset edenler, yanlışlıklarını anladılar.
      Kayseri’de talebeleri, ondan feyz almaya başladı. Talebelerinden Şücâ-i Karamânî’ye; “Ankara’da Numan isminde bir müderris var. Onu buraya dâvet et” buyurdu. O da Ankara’ya gitti. Müderris Numan; “Bu dâvete icâbet lâzım” diyerek, beraberce Kayseri’ye geldiler. Bayram günü buluştukları için, hocası ona “Bayram” lakabını verdi. Müderris, sohbetlerini dinleyince, onun büyük bir âlim ve velî olduğunu anladı. Hocasından zâhirî ve bâtınî ilimleri öğrenerek kısa zamanda büyük mesâfeler aldı. Hâcı Bayram, kendisini tasavvufa verdi ve bu yolda yüksek derecelere kavuştu.
      Somuncu Baba, Tebrîz’e ve oradan da Anadolu’ya gelip, Bursa’ya yerleşti. Hâcı Bayram-ı velî, sık sık Bursa’ya gelip onu ziyâret ederdi. Bursa’da ilmini kimseye söylemedi. Halk içinde Hak ile olmaya gayret etti. Bir fırın yaptırdı. Fırınına merkebiyle dağdan odun getirir, onunla ekmek pişirirdi. Somun satarak geçimini sağlardı. Halk, buna “Somuncu Baba” der ve pişirdiği ekmeğin lezzetine doyamazdı. Fırını, Ali Paşa Çınarı civârında olup, iki gözlü idi. Fırının bitişiğinde de, ibâdet ettiği bir odası vardı.
      Yıldırım Bayezid han, Bursa’da Ulu Câmiyi yaptırırken, çalışan işçilerin ekmek ihtiyâcını Somuncu Baba temin etti. Câminin yapılması bittikten sonra, bir Cuma günü açılış merâsimi yapıldı. O gün başta Yıldırım Bayezid han, damadı Seyyid Emîr Sultan, Molla Fenârî, ulemadan pek çok kimse Ulu Câmiyi doldurdu. Padişah, câminin açılış hutbesini okumak üzere Emîr Sultan’a vazîfe verdi. O da “Sultânım! Zamanın büyük âlimi burada iken, bizim hutbe okumamız uygun değil. Hutbeyi okumaya lâyık zât şudur” diyerek, Somuncu Baba’yı gösterdi. Somuncu Baba, Padişahın emri üzerine minbere giderken Emîr Sultan’ın yanına gelince; “Emîr’im, niçin beni ele verdin?” dedi. O da; “bu işe senden daha layık olanı yok.” dedi. Bu konuşmaları dinleyen cemaat, Somuncu Baba’nın hutbesini merakla bekliyordu. Somuncu Baba, hutbede; “Bâzı âlimlerin, Fâtiha-i şerîfenin tefsirinde anlayamadığı kısımlar vardır. Onun için bu sûrenin tefsirini yapalım” buyurarak, Fâtiha sûresinin, yedi türlü tefsirini yaptı. Herkes şaşırıp kaldı. Molla Fenârî hazretleri; “Somuncu Baba, önce bizim Fâtiha sûresindeki müşkülümüzü halletti. Onun büyüklüğüne, bu yedi çeşit tefsir kâfidir.” dedi. Namazdan sonra bütün cemaat, Somuncu Baba’nın elini öpmek istedi. Onların bu arzusunu kıramayıp, kapıda durdu. Caminin üç kapısından çıkan herkes; “Ben Somuncu Baba’nın elini öptüm.” diyordu. Somuncu Baba, Allahü teâlânın izniyle her üç kapıda da aynı anda bulunarak herkese elini öptürmüştü. Molla Fenârî’nin, ondan aldığı feyiz ile yazdığı tefsirini âlimler çok beğenmiş, mûteber bir tefsir olduğunu söylemişlerdir.
      Somuncu Baba, durumunun anlaşılması üzerine, bir sabah erkenden, birkaç talebe ile yola çıktı. Aksaray’a geldi. 1412’de, bir gün tanıdıkları ile helâlleşti. İki rekat namaz kıldı. Uzun bir duâdan sonra kelime-i şehadet getirerek vefât etti.

      .

    43. Yılbaşı Kutlamıyoruz…
      Miladi Yılbaşı Yani Hristiyan Aleminin christmas’ını Kutlayan Yani Bu geceye özel bir farklılık yapan bir Müslüma’nın Küfre düşme ve KAFİR olma TEHLİKESİ vardır,”Ben Onların Bayramını değil yeni yılı kutluyorum.” diyerek kendini aldatanlar bilsinlerki büyük bir yanlıştadırlar, Bu konuda ki Ayeti kerime,Hadisi şerif ve Büyüklerin sözlerini sizlerle paylaşıyoruz LÜTFEN HASSASİYET GÖSTERELİM OKUYALIM,PAYLAŞALIM VE ULAŞABİLDİĞİMİZ HERKESİ UYARALIM…
      “Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin.Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar.Sizden kim onları dost edinirse, hiç kuşkusuz o da onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu doğruya iletmez.
      (MÂİDE suresi- 51 )
      “Kim herhangi bir gruba benzeşirse o da onlardandır.”
      (Hadis-i Şerif-Nakleden Ebu Davûd, Libas 4)
      “Bizden gayrısının sünnetiyle amel eden bizden değildir”
      (Hadis-i Şerif-Nakil Sahihu’l-Cami: 5439)
      EFENDİMİZ (s.a.v)Yine şöyle buyuruyor:
      “Bizden başkasına benzeyen bizden değildir.! Yahudilere ve Hıristiyanlara benzemeyin.
      (Sahihu’l-Cami: 5434)
      Bir kimse kafirlerin bayramında kafire bayramın mübarek olsun dese kafir olur.”
      ( , Ehl-i Sünnet Ve’l Cemaat’a Göre Kitab’ül- Akaid, sh: 386..1996)
      Kafirlerin işini güzel gören kimse, küfre girmiş olur. Bu bi’l-ittifak böyledir.”
      (Nizamüddin ve Bir Heyet, Fetavay-i Hindiyye, C/4, sh:342. Akçağ Yay.1
      YILBAŞI geceSİNİ kutlayan o gece yapılan tüm haramlara ortak olur
      dinimizde yılbaşı gecesi diye kavramın yoktur ”Eğer o geceye yılın bitimi veya yılın sonu olarak bakarsak o zaman muhasebe zamanı, tefekkür zamanı…Yani bir Müslüman şunu demeli ‘bir yıl sona erdi ben nasıl bir yıl geçirdim nasıl davrandım rabbime karşı nasıl kul olabildim.Hangi sünneti yerine getirdim veya yerine getirmedim?’ diye düşünmelidir.”
      Ömürlerinden bir seneyi daha tüketerek varacakları sona biraz daha yaklaşan ahiret yolcuları! Yaklaştığınız yerde hesaba çekilmeden önce burada kendinizi hesaba çekin!
      YILBAŞINDA BUNU DÜŞÜN
      Yılbaşı gecesinin mânası, sayılı ömür senelerinin birinin daha bitmesi, ölüm denen kesin âkıbete biraz daha yaklaşılması, gençlik günlerinin tükenip, ihtiyarlık demlerinin gelmesi.. demektir. Nitekim her yılbaşında siyah saçlara biraz daha aklar düşüyor, akların sayısı da biraz daha çoğalıyor.
      Öyle ise, böyle gecelerde daha çok sefalete, daha çok sefahete düşmek yerine; daha çok âhirete, daha fazla ebedî âleme meyili olmak lâzımdır. Zira bu hızlı gidiş, – ister ikrar et, ister inkâr – kabire, ukbaya doğrudur.
      Gayr-i müslimlere benzemenin sebep olacağı tehlikeli neticelere dikkatimizi çekmek içindir ki, Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “(Tasvip ederek) bir kavme (bir topluluğa) benzemeye çalışan kişi, o (benzemeye çalıştığı) kavimdendir.”(1) “(İnanç ve amelde) bizden başkasına benzeyenler, bizden değildir.Tirmizî, Sünen, H. No: 2696.
      imam Ebu Hafs hazretleri demiştir ki, “Bir adam Rabbine elli yıl ibadet etse, sonra nevrûz (yılbaşı) geldiğinde, o günü kutlamak için şirk yapanlardan birine bir hediye gönderse kâfir olur“. (Bezzâziye VI/333;
      Hıristiyanlar, Noel adı altında eğlence, dans, içki, kumar, ağaçları süsleme, hindi kesme gibi çeşitli eğlencelerle bu geceyi kutlarlar. Değerli Müslüman kardeşim! Soruyorum size: “Bir peygamberin doğum gecesini içki, kumar, dans, zina gibi şeylerle kutlamak, Allah (c.c)’ın indirdiği hangi dine ve hangi kitaba uygundur?”
      Günümüzde müslüman toplumların başına gelen büyük musibetlerden biri de -yahudi, hıristiyan ve diğer kâfir toplumlardan oluşan- cehennem ehline uymaları ve onlara benzemeleridir. Öyle ki onların birçoğu hakkında Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in şu sözü gerçekleşti: “Sizden öncekilerin yoluna tıpatıp uyacaksınız. Onlar, kertenkele deliğine girse siz de peşlerinden gireceksiniz.” Sahabîler: “Ey Allah’ın Rasûlü, yahudi ve hıristiyanları mı kastediyorsun?” diye sorunca Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem: “Ya kim olacak?” buyurmuştur. (Buhârî, Müslim)
      Yani “Elbette ki onları kastediyorum.” demek istemiştir. Diğer bir rivayette de: “Onlardan biri, sokakta annesiyle zina etse siz de aynısını yapacaksınız.” buyrulmuştur. (Hâkim)
      Üzülmek lazım senenin geçtiğine
      Bir yılın daha ömürden gittiğine
      Sorgula, sene boyunca ettiğine
      Yılbaşı kutlamak da niye
      Yakışmıyor Müslüman Ayşe’ye Ali’ye
      Yazık Müslümana çamları kesmiş
      Eve getirip bir güzel süslemiş
      Sabaha kadar içkiyle eğlenmiş
      Yılbaşı kutlamak da niye
      Yakışmıyor Müslüman Ayşe’ye Ali’ye
      Bu bizim adetimiz değil asla
      Yakışmaz bu bir Müslümana
      Benzemeyelim Yahudi, Hristiyana
      Yılbaşı kutlamak da niye
      Yakışmıyor Müslüman Ayşe’ye Ali’ye
      Kumarın adı piyango olmuş
      Eğlencenin yerini dans, içki almış
      Müslüman yıla sarhoş başlamış
      Yılbaşı kutlamak da niye
      Yakışmıyor Müslüman Ayşe’ye Ali’ye
      Bir yıl daha yaşlandık aslında
      Yılbaşı çıktı dünya imtihanında
      Kutlayanlar çaktı kaldı bu soruda
      Yılbaşı kutlamak da niye
      Yakışmıyor Müslüman Ayşe’ye Ali’ye
      Kadeşiniz der bizim bayramlarımız var
      İhtiyaç yok bize yeter bunlar
      Hepsine değecek bir de Cuma var
      Yılbaşı kutlamak da niye
      Yakışmıyor Müslüman Ayşe’ye Ali’ye
      YILBAŞI MÜSLÜMAN İÇİN SADECE AMA SADECE DUVARDAKİ ESKİ TAKVİM YERİNE YENİSİNİ ASMAKTAN İBARETTİR
      YA RABBİ BİZİ BÜTÜN MÜSLÜMANLARI YILBAŞI FİTNESİNDEN MUHAFAZA EYLE BİZLERİ VE BÜTÜN MÜSLİMANLARI AKŞAM İMANIYLA YATIP SABAH İMANINI KAYBEDENLERDEN EYLEME
      Allah’ım
      “Noel Baba”nın tuzaklarına düşürme bizi
      Hakk Sevgili’nin uzaklarına kaydırma bizi
      Sana verdiğimiz sözümüzden caydırma bizi
      Yılbaşı hastalığından koru bizi Ya Rabbi

    44. Gayba iman, “Mugayyebât-ı hamse”, fal ve falcılık
      Bilindiği gibi Müslümanlar’ın bâriz ve övülen vasıflarından birisi, gayba iman etmeleridir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de, onların “gayba iman ettikleri”nden bahsedilir. Bundan maksat şudur:
      Müşâhede edilebilen yani görülen şeyler için zaten iman bahis konusu değildir. Çünkü iman, tasdik işidir. Tasdik (doğrulama / onaylama) veya inkâr (yalanlama) ise, hislerle idrâk edilebilen şeylerde değil, haber için lâzımdır. Allâh’ın varlığı-birliği, sıfatları, âhiret günü, melekler, peygamberlere vahyin gelişi gibi hususlar, insan aklı ve hisleriyle kavranıp idrâk edilemez; ancak haberle-delille bilinebilir.
      İşte bunlar, vahiy ile peygamberlere ve onlar vâsıtasıyla da insanlara ve cinlere bildirilmekte; mü’min de bu bildirilenleri tasdik etmektedir.
      Binâenaleyh, hislerle bilinip idrâk edilemeyen şehâdet âlemi (gözle görülebilen varlıklar) dışındaki diğer âlemlerin, meselâ melekût âleminin olduğunu kabul etmek imanın icabıdır. Bu hususta ashâb-ı kirâmın, tâbiînin vaziyeti, onlardan sonra gelen ümmetin hâli en güzel nümûnedir, örnektir.
      ***

      GAYB NEDİR?
      Gayb, kelime olarak görünmeyen, belirsiz ve gizli olan demektir.
      Firuzâbâdi merhûmun Kamûsu’l-Muhît’te, İbn-i Manzur’un (rh.) Lisânü’l-Arap’taki beyanlarına göre, bu kelime, Arap lisânında isim ve fiil olarak farklı mânâlarda kullanılır.Mâzi fiil kalıbı olan “ğâbe”den masdar olarak, gözden kaybolan şeyleri veya hislerle-duyularla idrâk edilemeyen varlıkları ifade eder. Lâzım fiil olarak geldiğinde batmak,“fî” harf-i ceri ile birlikte gizlenmek ve “an” harf-i ceri ile kullanıldığında ise gözden kaybolmak mânâlarına gelir.
      Gayb kelimesi isim olarak kullanıldığında ise; kaybolma, şüphe, belirsizlik veya görünmeme gibi mânâlara gelmektedir. Meselâ kocası yanında olmayan kadına “meğîbe”, mecliste-topluluk içinde bulunmayan birinin aleyhinde yapılan konuşmaya “gıybet”, dibi görünmeyen kuyuya “gayâbe” ve sık ağaçlı olan ormana “gâbe” denilir.
      İslâmî ilimler ıstılâhındaki mânâsı ise gaybın, “havâss-i hamse”(1) veya akılla kavranamayan, bilgisine ulaşılamayan şeylerdir.
      Gayb meselesiyle alâkalı mühim bir husus da, insanın bazı şeyleri bilmemesinin, aleyhine olmayıp bilakis onun lehine rahmet olduğudur. Şayet insan, ileride başına gelecek kötü şeyleri önceden bilseydi, hayat onun için zindan olurdu. Yine aynı şekilde ileride kavuşacağı nimetleri-iyilikleri önceden bilseydi, hayatta bazı şeyler için mücâdele etmek, idealleri peşinde koşmak gibi faâliyetler ortadan kalkardı. Dolayısıyla hayat mânâsızlaşır, monotonlaşır ve sıkıcı hâle gelirdi… Ve netice itibariyle dünyanın düzeni bozulurdu.
      ***

      GAYB VE ŞEHÂDET ÂLEMİ
      Gayb âlemi, şehâdet âlemi; yani görünmeyen ve görülen âlem. Kur’ân-ı Kerim’e göre varlıklar ikiye ayrılır:
      a) Görülemeyen, idrâk edilemeyen varlıklar gayb âlemini teşkil ederler.
      b) Görülen, idrâk edilen varlıklar ise, şehâdet âlemini meydana getirirler.
      Mânevî varlıklar gayb âlemindendir. Mâneviyat erbâbına göre dış yani şehâdet âlemi, bir görüntüden ibârettir. Asıl hakikat, görülmeyen gayb âlemidir. Görülen âlem, hakikatin kendisi değil, sadece onun bir tecellîsidir.
      Bütün mükevvenât bu iki sınıfa ayrılmıştır. Yani beş duyudan gizli kalan gayb âlemi ile beş duyudan herhangi biriyle varlığı idrâk edilebilen âlem… Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de, “O öyle Allah’tır ki, ondan başka ilah yoktur; görülmeyeni ve görüleni (gizli ve âşikâr olan her şeyi) bilendir”(2) buyrulmuştur.
      İnsanoğlunun ilim kaynakları sınırlı olduğu için, ilmi de sınırlıdır. İnsanlar sadece akıl ve duyu organlarıyla hakikatin bilgisine ulaşamazlar. Bu bakımdan akıl ve duyu organlarının yanında, mutlak ilim sahibi olan Cenâb-ı Hâlik-ı zû’l-Celâl’in peygamberleri vâsıtasıyla bildirdiği ilimlere muhtaçtır. Fakat peygamberler de, Allah Teâlâ’nın kendilerine verdiği ilmin tamamını değil, sadece onun insanlara bildirmesini istediklerini bize aktarırlar.
      İnsanlar gaybı bilmediği gibi, cinler de bilmez. Ne var ki cinler lâtif-rûhânî varlıklar olduğundan, görünmeden her yere girip çıkabilirler… Çok sür’atli hareket imkânına sahiptirler, tayy-i mekân(3) edebilirler. O bakımdan, insanlar için nisbî-izâfî (göreceli) gayb olan bazı şeylerin, onlar tarafından bilinmesi mümkün olabilir.
      Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de, “Andolsun ki biz, (dünyaya) en yakın semâyı kandillerle süsledik-donattık ve onları şeytanlar için atılacak taşlar yaptık. (Atılan bu taşlar, meleklerden sır çalmaya gelen şeytanları öldürür veya sakatlar). Ve o şeytanlara çılgın alevli ateş azâbı hazırladık”(4) buyurularak, cinlerin, semâdaki bazı gayb haberlerini almak için göğe çıktıklarında yıldızlarla taşlanarak kovuldukları açıklanmıştır.
      Hâsıl-ı kelâm, her şeyi bilmek haz.Allâh’a mahsustur. Beşer ancak, onun bildirdiği kadarını bilebilir. İnsanoğlu, ilim sâhasında ne kadar ilerlerse ilerlesin, bildikleri, bilmediklerinin yanında yer küreye nisbetle zerre, deryaya nisbetle bir damla bile olmaz. O bakımdan herhangi bir şey, insana nisbetle “gayb” olabilir. Ama Allah Teâlâ’ya nisbetle hiçbir şey gayb olmaz. Zira onun ilmi her şeyi ihâta eder, kuşatır ve hiçbir şey ondan gizli kalamaz. Mü’mine düşen de, gaybe yakînî olarak (hiçbir şek ve şüpheye yer bırakmadan) iman etmektir.
      ***

      GAYB ÂLEMİ İKİ KISIMDIR
      İnsanoğlunun ilmi, Cenâb-ı Hakk’ın müsâadesi nisbetinde değişen ve gelişen bir hususiyete sahip bulunduğundan, âlimler, gaybı nisbî ve mutlak olmak üzere iki kısma ayırmışlardır.
      1. Bazılarınca gayb iken, bazılarınca gayb olmayan şeyler ki; bunlara nisbî veya izâfi gayb denilir. Meselâ, duvarın arkası bizim için gaybdır, fakat oradakiler için değil. Kalbimizden geçenler bizim için gayb değilken, başkaları için gaybdır. Keza, bir âlimin bildikleri, câhil için gayb… Bir asır evvel insanlık için gayb olan bazı şeyler, bugün yaşayanlar içinse gayb olmaktan çıkmıştır.
      Şu halde nisbî gayb, insanın bilip öğrenme imkânı olmayan şeyler değil, bilgi vâsıtalarının kifâyetsizliğinden kaynaklanan bir gaybdır.
      2. Beşerî imkânlarla bilinmesi mümkün olmayan varlıklar… Bir başka ifadeyle, Allah Teâlâ bildirmedikçe bilinmesi mümkün olmayan gerçek gayblar… Buna da mutlak gayb deniliyor. Bu çeşit gaybı ancak haz.Allah bilir; zira O, “Allâmü’l-ğuyûb” yani bütün gaybı bilendir. “Gaybın anahtarları onun nezdindedir. Gaybı ondan başkası bilmez.”(5) “Göklerin ve yerin gaybı Allâh’a aittir.”(6)
      Hz. Allah, gaybdan dilediğini peygamberine bildirir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de, “O, bütün gaybı bilendir. Fakat gaybına dair ilmini, seçtiği bir resûlden başka hiç kimseye açmaz; çünkü O (Allah Teâlâ), onun (o peygamberin) önünden ve ardından gözcü (melek)ler dizer”(7) buyrulmuştur.
      Demek ki, Allah Teâlâ gaybe dair ilimlerden dilediğini peygamberine bildirirken, ona, koruyucu melekler göndererek, şeytanların kulak hırsızlığı yapmalarına ve bu bilgileri karıştırmalarına mâni olmuştur.
      Burada mühim bir hususa daha işaret etmeden geçmeyelim: O peygamber de, bu gaybe dair ilimlerden, vârisleri olan âlimlere dilediği kadarını bildirir…
      Gayb, şimdiki zamana âit olabileceği gibi, geçmiş veya gelecek zamana âit de olabilir.
      Kur’ân-ı Kerim’deki, gaybın ancak Allah tarafından bilinebileceğini ifade eden âyetlerde, nisbî gayb değil, mutlak gayb kastedilmektedir.
      ***

      MUGAYYEBÂT-I HAMSE (BEŞ GAYB) NELERDİR?
      Bir hadîs-i şerifte, “Hamsün lâ ya’lemühünne illallâh” buyrulmuştur. Mânâsı: “Beş şey vardır ki, onları Allah’tan başkası bilemez”(8) demektir.
      Münâvi merhum bu hadîs-i şerifi şöyle şerh etmiştir: “Bu beş şeyi Allah’tan başkası, hem küllî, hem de cüz’î olarak ihâtalı ve şümullü bir şekilde (bütün hususiyet ve incelikleriyle) bilemez.”
      Âyet-i kerimede bu beş gayb şöyle açıklanmıştır:
      “Şüphesiz ki kıyâmet sâatinin ilmi Allâh’ın indindedir. Yağmuru o yağdırır, rahimlerde olanı o bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Yine hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Muhakkak ki Allah, her şeyi bilendir, her şeyden haberdârdır.”(9)
      Tarih boyunca müfessirler, “Mugayyebât-ı hamse (beş gayb)” diye isimlendirilen ve nass ile sabit olan bu mesele üzerinde durmuşlardır. Nitekim insanoğlunun bazı alanlarda elde ettiği bilgiler, tecrübeler, meseleye tam olarak vâkıf olmayanlarda, gaybın bilinebileceği gibi yanlış düşünce ve tereddütlerin doğmasına sebep olmuştur. Meselâ havanın nem oranı, rüzgârın esme yönü ve buharlaşma gibi hâdiseler, hava tahmin raporlarının en önemli unsurlarıdır. Bu unsurlar yağmurun müşâhede (gözlem) alanına girmesiyle tesbitinin mümkün olduğunu göstermektedir. Fakat bu müşâhede safhasında elde edilen bilgiler, mutlak gaybın izâfi hâle geldiğinin delili olamaz. Zira bu usûlle elde edilen bilgiler, zannî delil keyfiyetindedir. İsmi üzerinde “hava tahmin raporu”dur. İlim ise kesin bilgi olduğuna göre, hava tahminini kesin bilgi olarak takdim etmek imkânsızdır. Teknolojinin ilerlemesi, âyette geçen “Yağmuru o indirir” hükmüne tesir etmez.
      Aynı şekilde, anne rahmindeki bebeğin, röntgen ışınlarıyla cinsiyetinin belirlenmesi, müşâhede ile ilgili bir unsurdur. Mutlak olan gaybın keyfiyetini ortadan kaldırmaz. Çünkü âyet-i kerimede geçen, “Rahimlerde olanı o bilir” hükmünü, çocuğun cinsiyetiyle sınırlamak veya sadece buna tahsis etmek mümkün değildir. Muhkem olan ve mutlak gaybı beyan eden bu âyet-icelilenin tefsirini, bizzat Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’in yaptığı da sabittir. Nitekim hadîs-i şerifte buyrulmuştur ki:
      “Allah Teâlâ rahime bir melek vazifelendirmiştir. Melek, ‘Yâ Rab, bir damla su! Yâ Rab, yapışkan bir parça! Yâ Rab, bir çiğnem et’ der. Allah Teâlâ da yaratma işini yerine getirmeyi dilediği zaman; erkek mi dişi mi, şakî mi saîd mi, rızkı ne, eceli ne olduğunu söyler. Anası karnında bunlar yazılır. O zaman onu, o melek ve Allah Teâlâ’nın kullarından dilediği kimseler de bilir.”(10)
      … Velhâsıl; anne rahminde çocuğun rızkı, eceli, said mi şakî mi (mü’min mi münkir mi, âsî mi itaatkâr mı) olacağı, yani kaderi yazılıdır. Bunu da Allah Teâlâ’dan ve bildirdiklerinden başkasının bilebilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla mugayyebât-ı hamse diye isimlendirilen ve nass ile sabit olan hükümlerin, “mutlak gayb” olma vasıfları devam etmektedir ve edecektir de.
      Demek ki, bazılarının bunları bu şekilde bilebilmesi anlatılan bu tahsîse, yani onları bilmenin Allâh’a mahsus olması esâsına aykırı değildir. Çünkü Allâh’a mahsus olan ilim, bunlar gaybda iken her birinin durumlarına geniş ve teferruâtlı bir şekilde vâkıf olan tam ve mükemmel ilimdir. Meleklerin ve havâs zümresinden bazı zevâtın ilmi ise, az çok delili ortaya çıkmış bir şekildeki eksik ilimdir. Aynı şekilde bulut, rüzgâr, barometre gibi bazı işaretlerden yağmura; ceninin bazı tavır ve hareketlerinden erkek veya dişi olduğuna intikal etmek tarzında meydana gelen ve zanna dayanan şeylerle delil getirmek de buna ters değildir. Çünkü zan ilim değildir. İlimde zan ve şüpheye yer yoktur.
      ***
      Mevzûmuzla alâkalı âyet-i kerimenin îzâhına gelince…
      Burada Rabbimiz, öncelikle “Kıyâmet ne zaman?” mukadder suâline cevap olarak buyuruyor ki:
      – Şüphesiz (kıyâmet) sâatinin ilmi, ancak Allâh’ın nezdindedir.
      Sonra da şöyle devam ediyor:
      – Gökten yağmuru o indirir. O halde ne zaman, nereye, ne kadar ve ne şekilde yağdıracağını da tam olarak o bilir. O bakımdan, öldükten sonra dirilmenin ne zaman olacağını da ancak o bilir.
      – Bütün rahimlerdekini de o bilir. Erkek mi dişi mi? Beyaz mı siyah mı? A’zâları tam mı eksik mi? Her birinin hususiyetleri nedir? Bütün bunların tafsîlâtını o bilir. Dolayısıyla kabirlerdekini de o bilir. Yaratan odur, dirilten de odur.
      – Hiç kimse yarın ne kazanacağını kestiremez. Yani ileride başına ne geleceğini, eline ne geçeceğini, iyilik mi kötülük mü kazanacağını kendi gayretiyle bilemez.
      – Yine hiç kimse, (gerek iyi, gerek kötü kim olursa olsun), hangi yerde öleceğini bilemez.
      Kısacası insan, küçük kıyâmeti dahi bilemez ki, büyük kıyâmeti nereden bilsin?
      Fakat haz.Allâh’a gelince… Şüphe yok ki Allah Teâlâ, her şeyi bilir, her şeyden haberdârdır. Olmuşu-olanı-olacağı, görüleni-görülmeyeni, açığı-gizliyi hepsini bilir, hepsinden hakkıyla haberdârdır.
      **

      YILDIZ FALI, SİHİR, SÂHİR, ARRÂF, KÂHİN, MEDYUM
      Doğum tarihleri dikkate alınarak belirlenen burçların insana, maddî veya mânevî bir tesiri bahis mevzuu değildir. Tarihte yıldızları ilah kabul eden kavimler gelip geçmiştir.Yıldız falı da, bu kavimlerin geliştirdiği bir sistemdir. Sihre ve telkine dayanır. Nitekim Fahredîn-i Râzî hazretleri Tefsîr-i Kebîr’inde, bununla alâkalı olarak şunları kaydeder:
      “Yıldız falı, eski zamanlarda yaşamış Kestânîler ve Keldânîler’in sihridir. Bunlar, yıldızlara tapan ve kâinâtı yıldızların idâre ettiğini zanneden, hayırla şerrin, saâdetle uğursuzluğun yıldızlardan olduğuna inanan bir kavimdir. Allah Teâlâ, bu görüşlerini geçersiz kılmak ve mezheplerini reddetmek için, onlara Hz. İbrâhim’i peygamber olarak gönderdi.”(11) Bu kavmin lideri Nemrut, kendisini yıldızların yeryüzündeki temsilcisi olarak tanıtmıştır. O tarihten itibaren yıldızların ilahlığını esas alan kültür, bu işe, yıldız falı olarak devam etmektedir.
      Çalınan malların, cinler vâsıtasıyla yerini bildiğini iddiâ eden kimselere “arrâf” denilir. Kâhin ise, “Kendisinin cinlerden bir dostu olduğunu, ileride olacak hâdiseleri onun vâsıtasıyla öğrendiğini iddiâ eden kimse”dir. Halbuki cinler de gaybı bilmezler. Arrâfların ve kâhinlerin günümüzdeki ortak ismi, “medyum”dur. Resûlüllah (s.a.v.)Efendimiz, “Her kim bir arrâfa veya kâhine gider de, onun söylediklerini tasdik ederse, bana indirileni inkâr etmiş olur”(12) buyurmuştur. Fetâvâ-yı Bezzâziye’de ise,“Gaybı bildiğini iddiâ eden kimse gibi, kâhine gidip onu tasdik eden kimse de kâfir olur” hükmü kayıtlıdır.
      Sihir mevzuuna gelince… Yahûdiler, “Hz. Süleyman saltanatı sihir ilmi sayesinde elde etmiştir. O bir büyücüdür” diyerek iftirâda bulunmuşlardı. Nitekim bu hususta Kur’ân-ı Kerim’de bilgi verilmiştir. Sihrin sekiz ayrı çeşidi vardır. Hepsi için ortak bir hükümden bahsetmek mümkün değildir. İbn Âbidîn merhum Reddü’l-Muhtar’da kısmen bu duruma işaret ederek şöyle demektedir:
      “Hanefî fukahâsına göre, sihir ile küfrü icap ettiren şey murad edilmiştir. Allah Teâlâ’nın, ‘Halbuki onlar (o iki melek), ‘biz ancak fitneyiz (imtihan için gönderildik), sakın sihir yapıp da kâfir olma’ demedikçe, hiç kimseye sihir öğretmezlerdi’(13) âyet-i kerimesi de bunu ifade etmektedir. Buna göre, küfrü gerektirmeyen şeye sihir denilmez. Muhtâru’n-Nevâzil’de, ‘Gözbağcılığı ve tılsım, sihir değildir’ diye geçen ifade de bu görüşü teyit etmektedir. Bundan dolayı Hâniye’nin ‘Hazr’ bahsinde, ‘Sihrin tesirine inanmadığı halde denemek için yapan kimse kâfir olmaz’ diye zikredilmiştir. Bütün bunlardan anlaşılmıştır ki, sihrin tesirine inanmayan veya küfrü gerektiren bir şey yapmayan kimseye sâhir (sihir yapıcı) denmez.”(14)
      Bazı bilgisiz kimseler, Allah Teâlâ’nın izni olmadan sihrin zarar veya fayda verdiğine inanırlar. Bu mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerim’de, “Onlar bununla (sihirle) Allâh’ın izni olmaksızın hiç kimseye zarar veremezler”(15) buyrulmuştur. İslâm âlimleri, sihir yapmanın haram olduğu hususunda ittifak hâlindedirler. Bu hususta hiçbir ihtilaf yoktur.
      İbn Kesîr merhum tefsîrinde, sihre mâruz kalan kimselere şu tavsiyede bulunmaktadır:
      “Bana göre sihri gidermek için en faydalı yol; Allah Teâlâ’nın Resûlü’ne gönderdiği Muavvizat’ı (Felak ve Nâs sûrelerini) okumaktır. Hadîs-i şerifte, ‘Allâh’a sığınan hiç kimse, iki sığınma duâsı gibi tesirli bir duâ ile sığınamaz’(16) buyrulmuştur.”
      Nakşibendî silsilesi müceddidîn kolu hazerâtının 33. ve son halkası olan Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) hazretleri de bir va’zlarında, sihirden korunmakla ilgili olarak (mealen) şunları söylemişlerdir: Vakit namazlarının son iki rek’at sünnetlerinin edâsında, Fâtiha’dan sonra zamm-ı sûre olarak birinci rek’atte Felak, ikinci rek’atte de Nâs sûrelerini okumaya devam edenlere sihir tesir etmez.
      ***

      HÂDİSELERİN OLUŞUMUNU YILDIZLARA BAĞLAMAYIN
      Asr-ı Saâdet’te bir gün halk, uzun süren bir kuraklıktan sonra yağmura kavuşmuştu. Bunun üzerine Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz, “İnsanlar bu gün iki grup hâlinde sabaha erdiler; bunların bir grubu kâfir, diğer grubu da mü’mindir” buyurdu ve sonra da şu açıklamada bulundular:
      “Bazıları, ‘Bu yağmur Allâh’ın bir rahmetidir’ derken, diğer bazısı, ‘Falan falan yıldızın uğuru doğru çıktı’ dedi. Bunun üzerine şu âyet-i kerime nâzil oldu: “Hayır! (Hakikatler kâfirlerin dediği gibi değildir.) Yıldızların düştüğü yerlere yemin ederim ki; bilirseniz hakikaten bu, büyük bir yemindir. Şüphesiz bu, elbette çok şerefli bir Ku’ran’dır ki, siyânet edilmiş (korunmuş) bir kitapta (yazılı)dır. Ona tam bir sûrette temizlenmiş olanlardan başkası el süremez. O, âlemlerin Rabb’inden indirilmiş bir kitaptır. Şimdi siz, bu sözü mü küçümsüyorsunuz? Allâh’ın verdiği rızka karşılık şükrü, onu yalanlamakla mı yapıyorsunuz?”(17)
      Rivâyete göre müşrikler, yağmurun yağmasını şu veya bu yıldızın doğmasına ve batmasına bağladıkları için âyet-i kerime, onların, rızka şükür yerine böyle bir anlayışa sapmalarını zemmetmektedir.
      Katâde (rh.) demiştir ki, “Alah Teala bu yıldızları üç şey için yaratmıştır:
      1. Onları semânın zîneti-süsü kıldı,
      2. (Semaya yükselip haber toplayan) Şeytanlara atılacak taşlan kıldı,
      3. (Geceleri) kendileriyle istikamet tâyin edilen alametler-işaretler kıldı.
      Kim yıldızlar hakkında başka yorumlar yapmaya kalkarsa hata eder ve nasibini zâyi eder, kendisini ilgilendirmeyen ve bilgisi olmayan hatta bilmekte peygamberler ve meleklerin bile acze düştükleri bir hususta kendini külfete sokar.”(18) Rebî (rh.) de aynısını rivayet etmiş ve şu ziyadeyi kaydetmiştir: “Allâh’a yemin olsun ki, Allah hiç kimsenin ne yaşamasını, ne ölmesini, ne rızkını herhangi bir yıldıza bağlamamıştır. Bunu söyleyenler Allah hakkında yalan düzüyorlar ve kendilerine bahane uydur(up avunu)yorlar.”(19)

      Şerife Şevval Kardelen Hocamıza Bu Güzel Yazı İçin Teşekkür Eder Sizlerinde Dualarını Bekleriz.

      KAYNAKLAR
      (1) “Havâss-ı hamse”, beş duyu demektir. Yani görme, işitme, tatma, koklama ve dokunmadır.
      (2) Kur’ân-ı Kerim, Haşr sûresi, 59/22.
      (3) “Tayy-i mekân”; yerin dürülmesi, mesafenin kısalması suretiyle gerçekleşen kerâmet, kısaca uçmak diyebiliriz.
      (4) Kur’ân-ı Kerim, Mülk sûresi, 67/5.
      (5) Kur’ân-ı Kerim, En‘âm sûresi, 6/59.
      (6) Kur’ân-ı Kerim, Hûd sûresi, 11/123.
      (7) Kur’ân-ı Kerim, Cin sûresi, 72/26-27.
      (8) Buhârî, Sahîh, İman, 37.
      (9) Kur’ân-ı Kerim, Lokmân sûresi, 31/34.
      (10) Buhârî, Sahîh, Hayz, 17, Enbiyâ, 1.
      (11) Mefâtîhu’l-Gayb, 3, 262.
      (12) Ahmed bin Hanbel, Müsned, 2, 429.
      (13) Kur’ân-ı Kerim, Bakara sûresi, 2/102.
      (14) İbn Âbidîn, 9, 54.
      (15) Kur’ân-ı Kerim, Bakara sûresi, 2/102.
      (16) C. 1, s. 147,
      (17) Kur’ân-ı Kerim, Vâkıa sûresi, 56/75-82; Müslim, Sahîh.
      (18) Canan, İbrahim, Kütüb-i Site Muhtasarı, 16, 187.
      (19) Kütüb-i Site Muhtasarı, 16, 188; Buhari, Sahîh, Bed’ü’l-halk, 3.

    45. Hamid et-Tavîl (r.h.) Hazretleri Kimdir ?
      Hamid et-Tavîl (r.h.) Hazretleri, tabiinin meşhur hadis âlimlerindendir.
      Adı Hamid bin Ebî Hamid et-Tavîl’dir. 68 (M.687) yılında doğdu.
      Elleri uzun olduğu için kendisine et-Tavîl (uzun) denildi.
      Enes bin Malik (r.a.) gibi bazı sahabelerden hadis-i şerif rivayet etti.
      Bir çok alim kendisinden hadis-i şerif rivayet ettiler.
      Takva sahibi, haramlardan kaçan zâhid bir kişiydi.
      Dünyaya hiç ehemmiyet vermezdi.
      Kırk sene yatsı namazının abdestiyle sabah namazını kıldı.
      Yine kırk sene Davud Aleyhisselâm’in orucunu tuttu.
      Yani bir gün oruç tuttu, bir gün iftar etti. Hasan Basrî (k.s.) Hazretleri gibi evliya ve âlimlerle sohbet etti. Basra’da yaşadı.
      Rivayet ettiği bazı hadis-i şerifleri “Sahifetü’l-Hamîdü’t-Tavîl” isimli kitab’da topladı.
      Bu mübarek zât, namazda kıyamda iken 143 (m.761) yılında vefat etti.

    46. HAYATIN KÜÇÜK SIRLARI

      Bol bol gülümse! Hem maliyeti sıfırdır, hem de bedeline paha biçilmez!
      Cesur ol! Değilsen bile öyle davran!
      İnsanlara adları ile hitap et!
      Ayrıntı profesörü olma!
      İlk intibalarına güvenme!
      Arkadaşına borç verirken ihtiyatlı davran! İkisini de kaybedebilirsin!
      Kaybedecek hiçbirşeyi kalmamışlardan uzak dur!
      Kimse ile köprüleri atma!
      Büyük söz ver ama, yerine de getir!
      Hayatın her zaman adil olmasını bekleme!
      Hüküm vermeden önce her iki tarafı da dinle!
      Zarif ol! Kimseyi bile bile kendinden soğutma!
      Birine “Seni seviyorum!” deme fırsatını kaçırma!
      Sana yardımcı olanlara minnet duy!
      Önceliklerini iyi tâyin et!
      Zamanı ve sözleri dikkatli kullan! Geri alınamaz!
      Güzel giyin; insanlar giyindikleriyle karşılanır!
      Geniş ol! Şükret!
      Verdiğin nasihatların tersi davranışlardan sakın!
      Başladığın her işi bitir!
      Kimsenin sözünü kesme!
      Seni ziyarete gelenleri ayakta karşıla!
      Az tanıdığın birine rastladığında elini uzat ve adını söyle! Seni hatırlamayabilir!
      Telefonu güvenli ve dinamik bir sesle aç!
      Ölmeden önce kendine bir mezar yeri satın al ve sık sık oraya git!
      Keşke yerine, bir dahaki sefere demeyi dene!
      Devamlı, “Ben dürüstüm!” diyenden şüphelen!
      İş bitmeden, aslâ ödemenin tamamını yapma!
      Biri sana sarıldığında önce onun kollarını gevşetmesini bekle!
      Karnın açken yiyecek-içecek alış-verişine çıkma!
      Ölüm-kalım dışında hiçbirşey göründüğü kadar önemli değildir!
      Bir insanın en derin duygusal ihtiyacı, takdir edildiğini hissetmesidir!
      Başka bir iş ayarlayıncaya kadar istifa etme!
      İyi bir avukat ve tesisatçıyla ahbap ol!
      Dinlemeyi öğren! Bazı fırsatlar kapıyı hafif tıklatır!
      Büyük düşün ama, küçük zevklerin de tadına var! Rahatla!
      Kredi kartlarını, kredisi için değil, kolaylığı için kullan!

    47. Cocuk`tan ibretlik sözler

      Malik bin Dinar Hazretleri, bir gün, bir sabiye ( kücük cocuga ) rastladi.
      Cocuk toprak ile oynuyordu. Bazen gülüyor ve bazende agliyordu .
      Malik bin Dinar buyurdu :
      – Icime O cocuga selam vermek dogdu. Nefsim kibirlenip selam vermekten vazgecti.
      Ben nefsime şöyle seslendim : Ey nefsim ! Peygamber efendimiz S.A.V. Hazretleri kücük ve büyük herkese selam verirdi. Sende bu cocuga selam ver !
      Ve O cocuga selam verdim,
      Cocuk
      -Ve aleykümüsselam ve rahmetullahi ve berekatuhu ,
      Ey Malik bin Dinar.
      Sordum
      – Beni nereden tanidin? Daha önce beni görmüslügün yoktu ?
      Cocuk
      – Melekut aleminde ruhum, senin ruhunla karsilasti. Ölmeyen ve sürekli hayy olan Allahi Teala bizleri tanistirdi.
      Ben ona sordum
      – Akil ile Nefsin arasindaki fark nedir ?
      Cocuk
      -Nefsin ,seni bana selam vermekten alikoyandir. Aklin ise seni selam vermeye tesvik eden ve zorlayandir.
      Yine sordum
      -Senin halin nedir ? Niye bu toprakla oyniyorsun ?
      Cocuk
      – Cünki biz Topraktan yaratildik; yine ona döndürülecegiz !
      Yine sordum
      – Bazen gülüyor ve bazende agliyorsun ?
      Cocuk
      -Evet ! Rabbimin azabini hatirladigimda agliyorum; rahmetini hatirladigimda ise gülüyorum.
      Ben sordum
      – Evladim ! Senin ne günahin var ki ?
      Cocuk
      -Ey Malik bin Dinar ! Böyle söyleme ! Görmüyormusun büyük odunlari tutusturmak icin, önce kücük odunlari tutusturuyorlar !

    48. CENNETE GIDEN YOL

      •Cehenneme, kalplerini günahlarla üşütenler girer – Abdulkadir Geylani

      •Cehennem dediğin dal odun yoktur, herkes ateşini kendi götürür – Pir Sultan Abdal

      •Cennet güçlük ve zorluklarla, Cehennem de şehvetlerle kuşatılmıştır – Hadis-i Şerif

      •Cennete giden yol dünyadaki vazifeleri başarmaktır – Pestalozzi

      •Cennetin de, cehennemin de anahtarı kılıçtır – Hadis-i Şerif

      •Cennet’in iyileştiremeyeceği hiçbir acı yoktur dünyada – Moore

      •Dünyayı kendime Cehennem yaparak, gökyüzündeki Cennet’i kazanmak istiyorum – Lord Byron

      •İçimizdeki cehennemin çektirdiği acıları ne kulak duyabilir, ne de dil söyleyebilir – Lord Byron

      •Ya Rabbi! Biz dünyada güneşin sıcağına dayanamazken cehennemin hararetine nasıl dayanalım? – Ömer B. Abdülaziz

      ….

    49. ŞEYTANIN ÇOCUKLARI, İSİMLERİ VE VAZİFELERİ…
      Birinci sura kadar yaşayacağı için, İblis’e nesil verildi.
      İblis’in birçok çocukları vardır. Her birinin isimleri ve görevleri vardır.
      1. Hanzeb.
      Namazda vesvese verir. Namazda böyle bir şey hissedince Allah’a sığın.
      2. Velhan.
      Temizlikte çok su kullandırarak vesvese verir. Çok su kullandırır,
      sonra da gülüp alay eder.
      3. Zellenbur.
      Bu da çarşılarda esnafa bozuk mal satmayı, yalan yemini,
      malını methetmeyi, malın kusurunu gizlemeyi ve insanları aldatmayı
      güzel gösterir.
      4. Vesnan.
      Uyku şeytanıdır. Namaz ve diğer ibadetler için kafayı ve göz kapaklarını
      bastırır, zina ve hırsızlık gibi haramlar için insanı uyarır.
      5. Betr.
      Musibet şeytanıdır. Bağırıp çağırma, yüze tokat vurma gibi cahiliye
      adetlerini güzel gösterir.
      6. Dasim.
      Yemek şeytanıdır. İnsan besmele çekmediğinde, onunla yemek yer,
      eve girer, yatakta uyur, besmele ile dürülmemişse elbiseleri giyer,
      karı koca arasında düşmanlık meydana getirmeye çalışır.
      7. Metun veya mesût.
      İnsanlar arasında yalan haberleri yayar, sonra onların aslı çakmaz.
      Kişinin her duyduğunu konuşması yalan olarak kendine yeter.
      8. El Ebyaz.
      Peygamberlere ve velilere musallat olan şeytandır.
      Peygamberlere bir zararı dokunamaz, veliler ise onunla mücadele ederler.
      Allah’ın korudukları selâmettedir, korumadıkları ise sapıtırlar
      (Gazali’nin Bidayet-ül Hidaye şerhi).

      Kaynak : Tefcirut-Tesnim c.1 s.19

    50. Seyyid ve Şerif Kimlere Denir ? Ehli Beyt Kimlerdir ?
      Efendimiz (s.a.v.) hazretlerinin torunlarından Hazret-i Hüseyin (r.a.)’in neslinden gelenlere “seyyid“; Hazret-i Hasan’ın soyundan gelenlere ise, “şerif ” denir.
      Efendimiz (s.a.v)’in ehl-i beytini sevmek her Müslüman üzerine vâcibtir. Islâmın ilk devirlerinde “Ehl-i beyt’ten onların hepsine şerif denilirdi.
      İslâm dünyasında seyyid ve şeriflerin geçirdikleri merhaleleri şöyle özetlemek mümkündür:
      Sahabe döneminde, ehl-i beytin büyük bir saygınlığı vardı. Ve o dönemde kimlerin Efendimiz (s.a.v.)’in neslinden olduğu biliniyordu.
      Kerbelâ hadisesiyle efendimiz (s.a.v.)’in soyundan gelenler büyük bir zulme uğradılar. Emevîler döneminde ehl-i beyt fertlerinin bir çoğu İslâm ülkelerinin değişik yerlerine yerleşip kendilerini gizlediler. Cuma hutbelerinde bile bir çok kendini bilmez Hatibler, Hazret-i Ali ve ehl-i beyte karşı uygun olmayan sözler sarf ediyordu.
      Emevî Halifelerinden Ömer bin Abdülaziz Hazretleri döneminde ehl-i beyt rahat bir nefes aldı. Ömer bin Abdülaziz Hazretleri, Hazret-i Ali ve ehl-i beyte karşı çok saygılıydı. Adalet ayetini hutbelerin sonunda okuyarak, insanları ehl-i beyte karşı âdil davranmaya çağırdı.
      Mısır’daki Abbasî halifeleri zamanında Hazret-i Hasan (r.a.)’in evladına şerif denilerek beyaz sarık ile gezmelerine ve Hazret-i Hüseyin (r.a.)’in evladına “seyyid” denilerek yeşil sarık sarmalan uygun görüldü.
      Seyyid ve şeriflere gereken maddî yardımlar yapıldı. Bu tarihten itibaren seyyid ve şerifler, hükümdar ve valilerden tahsisat ve yardım aldıkları için sahte seyyid ve şerifler türedi. 11. asırdan sonra seyyid ve şerifleri sıhhatli bir şekilde tayin etmek mümkün değildi…
      Sahte seyyid ve şeriflerin türemesi…
      XI. asırdan sonra İslâm dünyasını sahte seyyid ve şerifler kapladı. Zamanla İslâm dünyasında her on kişiden biri seyyid veya şerif oldu. Bazıları yalancı şahitler sayesinde seyyid ve şerif oldular, bazıları da âlimleri zorlayarak sahte şecereler tertip ettiler.
      Hazret-i Fatıma (r.a.)’nin adını taşımalarına rağmen Fatımîlerin nesebleri sahih olmadığı ve Hazret-i Fatıma annemizin soyundan gelmedikleri gibi Seyyid olduklarını söyleyip, manevî bir karizma toplayan Safevîlerin Efendimiz (s.a.v.)’in soyu ile uzaktan ve yakından hiç bir ilişkileri yoktur.
      Hindistan. Fas, Iran, Irak bölgelerinde sahte seyyid ve şerifler türediği gibi, Anadolu’da da bir çok sahte seyyid ve şerif türedi. Şu mütevâzi Konya Ereğlisi kasabasında. 2000 (ikibin) saf Oğuz Türkü Celâli eşkıyası, seyyid olduklarını iddia edince, Veziri âzam Köprülü Mehmed Paşa’nın tepesi attı. Vezir Nakkaş İsmail Paşayı, Anadolu müfettişi tayin etti. İsmail Paşa Ereğli’ye geldi. Ancak 20 (yirmi) kişi. baba ve dededen seyyidler defterinde kayıtları olduğunu gösterebildiler. Geri kalanların seyyidlik iddiaları, kendileri ile başlıyordu. Bu davranış Anadolu’nun her tarafına yayılmıştı.
      Osmanlı döneminde’ seyyid ve şeriflere büyük bir saygı ve önem verilirdi. Seyyid ve şeriflerin işlerine, seyyid veya şerif olduğuna inanılan emekli kazaskerler arasından seçilen “Nakîbü’l-Eşrâf“, bakardı. Osmanlı devletinde ilk “Nakîbü’l-Eşrâf. Yıldırım Bayezid döneminde tayin edilmiştir. Fatih’in döneminde bir ara lağvedilmiş ise de oğlu Bayezid’in döneminde tekrar ihdas edilmiştir. “Nakîbü’l-Eşrâr, Ehl-i beyt olduklarına inanılan kişilerin kendilerine yakışmayan işlerde çalışmamalarını ve kızlarının ancak denkleriyle evlenmelerini ve diğer dünyevî işlerini görürdü. Onlara fey ve ganimetten kendilerine ait hisselerini dağıtırdı.
      Seyyidlerden tayin edilen Nakîbü’l-Eşrâf, merasimlerde. devlet adamlarından önde gelirdi. Padişahların kılıç kuşatma merasimlerinde bulunur. Padişahlara kılıç kuşatır ve dua ederlerdi. Nakîbü’l-Eşrâf, seyyid ve şeriflerin ölüm ve doğumlarını kaydederdi. Seyyid ve şerif olanlar iki şahitle mahkemede hâkim huzurunda deftere kaydedilerek kendilerine beraat verilirdi. Seyyid ve şeriflere rahat ve huzur içerisinde yaşayabilmeleri için lazım gelen hizmetleri görülürdü. Osmanlı devletinde seyyid ve şerifler, her çeşit vergilerden muaftılar. Seyyidlik ve şeriflik taslayanlar, ne kadar ağır suç işlemiş olursa olsunlar, bizzat Padişah, idam cezası vermekten korkardı; zira milyonda bir ihtimal ile olsun Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in torunu olabileceğini düşünür, bu manevî yükü üzerine almak istemezdi…
      Osmanlılar zamanında Haleb’te seyyid ve şeriflere mahsus bir mahkeme vardı. Seyyid ve şeriflerin bütün ölüm ve doğumları oraya kayıtlıydı. Yalancılar seyyidlik iddia edemezdi. Sultan Abdulmecid Han’ın döneminde Mason Reşid Paşa, İngilizlerin emriyle bu mahkemeleri kaldırdı. Bu tarihten sonra başına yeşil sarık saran herkes “ben seyyidim” diye ortaya çıktı.. İslâm dünyası birden seyyidlerle doldu…. Ve ne olduğu belli olmayan seyyidler türedi… (Bu konuda geniş bilgi için bakınız: Yılmaz Öztüna, Büyük Türkiye Tarihi c.10. s. 184; Osmanlı Tarih Deyimler ve Terimler Sözlüğü c. 2. s. 647, M.E. B. yayınları. Mehmed Zeki Pakalm;
      Seyyid ve şerif olduklarını söyleyen ve ellerinde beraatleri olduğunu iddia eden ailelerin siyadet ve şerâfetleri tartışmalı olduğu gibi gerçekten seyyid ve şerif oldukları hâlde bu durumlarını bilmeyen Müslüman aileler de az değildir… Bu bilgiler ışığında şu gerçek ortaya çıkmaktadır: Elinde şeceresi olan hiçbir ailenin kesinlikle seyyid veya şerif olduğu söylenemeyeceği gibi herhangi Müslüman bir aileye de bunlar seyyid veya şerif değildir, diyemeyiz…
      Seyyid veya şerif olduğunu iddia edenlerin seyyid ve şerif olma ihtimali, rast gele bir Müslümanın seyyid veya şerifliği kadar kuvvetlidir. Herhangi bir Müslümanın seyyid veya şerif olması da bu seyyid ve şerif olduğunu söyleyenlerin, seyyid ve şerif olma ihtimallerinden daha zayıf değildir…
      Her Müslüman seyyid veya şerif olabiliri Olmaya da bilir! Önemli olan Resûlüllah’ın ahlâkı üzere olmaktır. Sünneti ile amel etmektir… Ehl-i beyti sevmek vacip olduğu için: bütün Müslümanları candan ve gönülden sevmeliyiz. Ehl-i beyte gereken sevgi ve saygıyı gösterebilmek için bütün Müslümanları kardeş bilip sevmeliyiz.. Zira sokakta gördüğümüz, her Müslüman seyyid veya şerif olabilir. Neden olmasın? Cenab-ı Allah bizleri ehl-i beyt’in sevgisi ve şefaatinden mahrum etmesin. Âmin.

    51. Cehennemde Kalacakar Kimlerdir ?
      Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri buyurdular:
      “Ümmetimden üç zümre, dünyanın ömrünün yedi katı kadar cehennem azabının içinde kalacaklardır. (Onlar:)
      1 – Zayıf şişmanlar,
      2- Giyinmiş çıplaklar,
      3- Câhil âlimler….
      Denildi:
      -”Ya Resûlallah (s.a.v.) ” Bunlar kimlerdir?” Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri buyurdular:
      Zayıf şişmanlar, et bakımından semiz (şişman, sağlıklı fakat) din işlerinde zayıf olan kadınlardır.
      Giyinmiş çıplaklara gelince, onlar, elbiseyle giyinmiş fakat haya yönünden çıplak (utanma duygusundan mahrum olan) kadınlardır.
      Câhil âlimler ise, dünya ehlidirler, kazanan tüccarlardır. Dünya hayatının zahirini bilirler; ve onlar âhiretten ise çok gafildirler.

      Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri: 4/483-484

    52. (Allah korkusu) – Takvâ’nın Mertebeleri?
      Basra’da “Misk” (misk kokulu) diye bilinen bir adam vardı. Çünkü kendisinden misk kokusu yayılırdı. Bunun sebebi soruldu. Buyurdular:
      -”Ben yüzü çok güzel (ve çok yakışıklı) bir kişiydim. Büyük bir hayaya sahiptim. (Çok utanırdım.) Babama:
      -”Onu çarşıda (dükkan)da oturt! İnsanların arasına girip çıksın, utanması geçsin ve açılsın!” dediler.
      Babam, beni manifatura (kumaş ve elbise satan) dükkanda oturttu. Yaşlı bir kadın geldi. Bazı eşya istedi. Ben de kendisinin istediği eşyayı çıkarttım. Kadın bana:
      -”Bu eşyaların ücretini almak için, benimle eve gel!” dedi. Onunla gittim. Beni büyük bir köşke soktu. Köşkün ihtişamlı kubbeleri vardı. İçeriye girdiğimde, yaldızlı örtülerle örtülmüş yataklar üzerinde oturan câriye (genç bir kadın) vardı. O genç kadın, beni tutup göğsüne doğru çekti. Ben;
      -”Allah! Allah!” dedim. Genç kadın:
      -”Bunda bir beis yok!” dedi. Ben ona;
      -”Ben amel oldum! Şu an çok sıkıştım, tuvalete gitmem lazım!” dedim.
      Tuvalete gittim.
      Dışkımı yaptım. Dışkımı yüzüme ve bedenime (üstüme ve başıma) sürdüm. Tuvaletten dışarıya çıktığımda benim için;
      -”0 delidir!” dediler.
      Ben de böylece o kadından kurtuldum (namusumu kurtardım). 0 gece (rüyâm’da) bir adam gördüm. Adam bana:
      -”Hazret-i Yâkûb’un oğlu Yusuf Aleyhisselâm, nerede? Sen nerede?” diye sordu. Sonra bana sordu:
      -”Beni tanıyor musun?” Ben;
      -”Hayır!” dedim. 0:
      -”Ben Cebrail’im!” dedi. Sonra elleriyle yüzümü ve bedenimi meshetti. Başımı okşadı ve sırtımı sıvazladı.
      İşteo andan itibaren benden Cebrail Aieyhisselâm’ın misk kokusu yayılmaya başladı. Bu Cebrail Aleyhisselâm’ın kokusudur…”
      Bu yüce mertebe takvanın bereketidir.
      Takvâ’nın Mertebeleri?
      Takva, şeriatın örfüne göre, âhirette zarar verecek şeylerden nefsi korumak, demektir. Takva bir kaç mertebe üzeredir.
      Birincisi: Şirkten beri olmak (küfürden uzaklaşmakla) ebedî cehennem azabından korunmaktır. Şu kavl-i şerif buna delâlet eder:
      “Ve onlara kelime-i takvâ’yı ilzam buyurdu.
      İkincisi: Bütün günahtan kaçınmaktır. Takva adı ile bilinen de budur. Bu takva şu âyet-i kerimenin manâsıdır:
      “Eğer o memleketlerin ahâlisi imân edip, Allah’tan korksaydılar, (takvâlı olsalardı) elbette üzerlerine yerden, gökten bereketler açardık. Velâkin tekzîb ettiler de, kendilerini kesbleriyle tuttuk aliverdik.
      Üçüncüsü: Kendisini (Allah’tan alıkoyan) bütün meşguliyetlerden sıyrılmak ve temizlenmektir. Hakikî takva budur. Şu kavl-i şerifte talep edilen takva da budur:
      “Ey o bütün imân edenler! Allah’a nasıl korunmak gerekse öyle korunun, hakkıyla müttakî olun ve her halde müslim olarak can verin. (Al-ilmrân: 3/102,)

    53. Ahmed Yesevî hazretleri Kimdir ?
      Türkistan’da yetişen büyük velîlerdendir.
      1194’de Yesi’de vefât etti.
      Tîmûr Han onun için muhteşem bir türbe yaptırmıştır.
      Ahmed Yesevî’de çocukluğunda garib görülüyordu.
      Hızır aleyhisselâm ile görüşüp sohbet ediyordu.
      Türkistan’da Yesevî adında bir hükümdar var idi.
      Ceylan avına çıkan hükümdarın yolu Karaçuk dağına çıktı. Dağ çok sarp idi. Atı, kan ter içinde kaldı ve avını kaçırdı. Buna üzülen hükümdar; “Bu dağı ortadan kaldırmalı” diye söylendi. Ülkesindeki velîleri toplayıp, duâlarını almayı düşündü. Toplanan velîler, duâ ettiler. Dağ yerinden ayrılmadı. Oraya gelmeyen bir velînin olup olmadığı araştırıldı. Ahmed Yesevî küçük olduğundan çağrılmadığı anlaşıldı. Onun da gelmesi istendi. O da, hükümdarın istediği yere geldi. Velîlere sofradaki bir parça ekmeğe duâ edildi. O da ekmeği oradakilere taksim etti ve hepsine kâfi geldi. O toplantıda binlerce kişi vardı. Bu kerâmeti görenler, Hâce Ahmed’in büyüklüğünü anladılar. Hâce Ahmed, sırtındaki babadan kalma hırkasına bürünmüştü. Birdenbire yağmur yağdı, her yer suya garkolunca, velîlerin seccâdeleri su üstünde yüzmeye başladı. Sonunda Ahmed hırkasından başını çıkarınca, yağmur durdu, güneş çıktı. Karaçuk dağının ortadan kalktığı görüldü. Bunu gören hükümdar, Hâce Ahmed’den, kendi adının kıyâmete kadar bâkî kalmasını istedi. Hâce Ahmed de; “Kim bizi severse, senin adınla bizi ansın” dedi. Bundan sonra kendisine “Ahmed Yesevî” denildi.
      Geçimini sağlamak üzere tahta kaşık yaparak satardı. Öküzünün sırtına bir heybe asar, içine de yaptığı kaşıkları koyup, Yesi çarşısına salıverirdi. Kim kaşık alırsa ücretini heybenin gözüne bırakırdı. Mal alıp da, ücretini vermeyen olursa, öküz onun peşini bırakmaz, nereye gitse onu takip ederdi. Adam ücreti heybeye koymadıkça, o kimsenin yanından ayrılıp başka yere gitmezdi. Akşam olunca da evine dönerdi. Hattâ heybenin gözüne fazla para bırakanlar da olurdu. Bunları muhtaçlara sarf ederdi.
      Merv şehrinde Mervezî isimli bir müderris, Ahmed Yesevî hazretlerini imtihân etmek, şüphesini gidermek niyetiyle, 400 müşâvir ve 40 müftü ile yola çıktı. “Ben üç bin mesele bilirim. Hepsine ayrı suâl sorar, imtihan ederim.” diye düşündü. Ahmed Yesevî hazretleri, talebesi Muhammed Dânişmend’e; “Bir bak, bize kimler geliyor?” buyurdu. Mervezî’nin mâiyetiyle geldiğini bildirdi. Hâce hazretlerinin emri ile M. Dânişmend, o üç bin meseleden binini, Mervezî’nin hâfızasından sildi. Sonra talebelerinden Hakîm Atâ’ya aynı şekilde emretti. O da öyle yaptı. Mervezî, hâfızasında kalan bin mesele ile Yesi şehrine geldi. Hâce hazretlerinin yanına gelip, “Demek sen Allah’ın kullarını doğru yoldan ayırıyorsun” dedi. Hâce, hiç kızmadı. Şimdilik üç gün misâfirimiz ol, sonra görüşürüz.” buyurdu. Üç gün sonra bir kürsü kuruldu. Mervezî kürsüye çıktı. Hâce hazretleri, Hakîm Atâ’ya tekrar emredip, o bin meseleyi Mervezî’nin hâfızasından silmesini emretti. Hakîm Atâ, Allahü teâlâya duâ etti. Hafızasındaki bin mesele de silindi. Mervezî, kürsüde konuşmak istedi. Fakat hatırına bir şey gelmedi. Defterinden okumak istedi. Fakat oradaki yazıların da silindiğini gördü. O zaman Mervezî, kusurunu anlayıp hemen tevbe etti. Talebeliğe kabulü için yalvardı. 5 yıl kaldı. Yüksek derecelere kavuştu.
      Buyururdu ki: “Câhillerle dostluk kurmaktan sakının. İslâmiyeti tam bilmiyen, tatbik etmeyen bir kimse, evliyâlık yolunda bulunmaya kalkarsa, bunun îmanını şeytan çalar. Kendisinde keramete benziyen bazı haller görülürse de bu, şeytanın oyunudur.
      Evliyalık taslayan böyle şeyhler için der ki:
      Nafile oruç tutar herkese şeyhlik satar
      İlmi yok, körden beter, ahir zaman şeyhleri.
      Beline kuşak bağlar, para toplarken ağlar,
      Kendini adam sayar ahir zaman şeyhleri.

      Başına sarık sarar, ilmi yok neye yarar
      Oku yok yayı gerer ahir zaman şeyhleri.
      Paraya kucak açar, zoru görünce kaçar,
      Ömrünü boşa harcar ahir zaman şeyhleri.

      Şeyhlik ulu bir iştir, Hakka doğru gidiştir
      Aş vermez bağrı taştır, ahir zaman şeyhleri.
      Miskin Ahmed nerdesin, Hak yolunda n’idersin?
      Böyle nere gidersin ahir zaman şeyhleri.

    54. CİNLER VE PERİLER: Cinler ve periler ibadetsiz veya ibadetini hatalı yapanlara musallat olurlar. Bu hastalıklarda karaciğerin sıhhatli olması çok önemlidir. Önce karaciğer temizlemesi yapılmalı sonra ılıktan başlayıp soğuğa geçmek şartıyla her gün gusül abdesti alınmalıdır. Duş yerine kovadan su kullanılması çok daha etkilidir. 1 günlük oruca devam edilmeli en güzeli 3 günlük oruçları yapmalıdır. Müminun suresi 97–98. ayetleri ile Saffat suresinin 7. ayetine devam etmelidir. Bunlar her gün 300 defa okunur. Bir de hatim suyu içilmelidir.

      ”Kim Rahman’ın zikrinden göz yumarsa biz ona şeytanı musallat ederiz artık o ona arkadaştır” Zuhurat suresi ayet 76.

      NOT. Buraya kadar yazılmış olan bütün tavsiyeler ve ilaçlar sadece hastalar için değildir. Herkes bu ilaçları kullanabilir; büyük küçük, kadın erkek, yaşlı genç. Kesinlikle zararsızdır, hepsi de vücudun sıhhati için çok faydalı ve son derece şifalıdır.

    55. Çocuğun Dini Eğitimi evde başlamalı‏
      Çocuklarımız, manevi ve kültürel mirasımızın vârisleri, aydınlık yarınlarımızın umutlarıdır. Bir toplumun ilerlemesi ve mutluluğu, aileye verdiği değere, genç kuşakların yetişmesi için gösterdiği çabaya ve öneme bağlıdır. Çocuklarımız bizim en değerli varlıklarımızdır. Aileler, bu değerin farkına vararak yaşamalı, onların eğitiminin büyük bir sorumluluk gerektirdiğinin şuurunda olarak hareket etmelidir. Peygamberimiz (sas): “Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden sorumlusunuz. Erkek, ailesinin çobanıdır. Kadın da evinin ve çocuğunun çobanıdır. Buna göre hepiniz birer çobansınız ve hepiniz idare ettiklerinizden sorumlusunuz.”[1] buyurarak bu mevzuya dikkat çekmektedir.
      Çoban kelimesiyle; sorumluluk hissettiği kişileri her türlü tehlikeye karşı koruyan, onların ihtiyaçlarını bilen ve karşılayan, onlarla birebir ilgilenen, onlara güven veren ve onların iyi hâl üzere olmasına özen gösteren manası kastedilmiş olmalıdır. “Erkek, ailesinin çobanıdır.” denilerek aile reisinin baba olduğunu, ailenin geçiminden ve terbiyesinden öncelikli olarak babanın sorumlu olduğunu anlıyoruz. Kadın da evinin ve çocuğunun çobanıdır; yani evin iç düzeniyle birlikte çocukların bakımı ve yetiştirilmesi onun sorumluluk alanına girmektedir. Şüphesiz ki çocuğun yetiştirilmesi sürecinde annenin emeği daha büyüktür. Bu durum Kur’ân-ı Kerim’de: “Annesi onu zahmetle karnında taşımış ve güçlükle doğurmuştur. Onun taşınması ve sütten kesilmesi otuz aydır.”[2] diye tasvir edilir. Hamilelik, doğum ve emzirme döneminin zahmeti anne hakkını üstün kılmaktadır.
      “Bir gün bir adam: ‘Ey Allah’ın Resûlü! İnsanlar arasında iyilik yapmama, kendisine iyi davranmama en çok lâyık olan kimdir?’ diye sordu. Resûlullah (sas): ‘Annen!’ buyurdu. Adam: ‘Ondan sonra kimdir?’ diye sordu. ‘Annendir!’ Adam, yine sordu: ‘Sonra kimdir?’ yine ‘Annendir!’ buyurdu. Adam: ‘Sonra kim gelir?’ diyerek dördüncü kez sorusunu tekrarladı. Sevgili Peygamberimiz bu kez: ‘Babandır!’ diye cevap verdi.”[3]
      Annenin bu şerefe lâyık olması, şefkat kanatlarını evlatlarının üzerine indirmesi, onları kendine tercih etmesi, koşulsuz sevmesi, onların dertleriyle dertlenmesi, öfkesinde bile sevgiyi barındırması sebebiyledir. Bir gün sırtına iki çocuğunu yüklenmiş yoksul bir kadın bir şeyler istemek üzere Hz. Âişe validemize gelir. Hz. Âişe validemiz kadına üç hurma verir. O da çocuklarından her birine birer hurma verir. Kalan diğer hurmayı da kendisi yemek üzere ağzına götürür; ancak çocuklar onu da isterler. Kadın yemek istediği bu hurmayı da çocukları arasında bölüştürür. Kadının bu tutumuna hayran kalan Hz. Âişe olup biteni Peygamberimize anlatır. Peygamberimiz de: “Doğrusu Allah, bu şefkati sebebiyle o kadına cennetini vermiş ve onu cehennemden kurtarmıştır.” der.[4] Gönlümüzün meyvesi olan çocuklarımıza gösterdiğimiz şefkat, bizleri haz.Allah’ın lütfuna eriştirecektir. Peygamberimiz bir sözünde Kureyş kadınlarını övmekte ve şöyle demektedir:
      “Kureyş kadınları, deveye binen kadınların en hayırlılarıdır. Onlar çocuklarına daha iyi bakarlar, kocalarına karşı daha saygılıdırlar.”[5] Peygamberimiz Kureyş kadınlarının çocuklarına olan yaklaşımlarını örnek olarak sunmaktadır. Çocukların bakımını en iyi şekilde yapmak… Bu bakımla kastedilen, sadece onların yeme, içme, giyinme ve diğer maddi ihtiyaçlarını karşılamak değildir. Dünyevî hiçbir sevginin dolduramadığı gönlü, haz.Allahın sevgisiyle besleyebilmek, Kur’an ahlâkıyla bezeyebilmektir. Yani temiz bir fıtrat üzere doğan çocuğun bu sâfiyetini İslâmî terbiyeyle koruyabilmektir. Çünkü haz.Allah nezdinde hak din İslâm’dır.[6]
      Kur’ân-ı Kerim’de kendimizi ve ehlimizi ateşten korumamız emredilmektedir.[7] Bu âyetle ilgili olarak Hz. Ömer, “ ‘Ya Resûlallah! Nefislerimizi koruruz, fakat ailemizi nasıl koruyabiliriz?’ diye sorduğunda, Allah’ın Resûlü : ‘Allah’ın sizi nehyettiği şeylerden onları nehyedersiniz ve Allah’ın size emrettiği şeyleri onlara emredersiniz. İşte bu onları korumak demektir.’ diyerek cevap verdi.” imamı Zemahşeri de el-Keşşaf adlı tefsirinde konuyla ilgili olarak şu hadisi şerifi nakletmiştir: “Allah, o kimseye rahmet etsin ki ‘Ey ailem! Namazınıza, orucunuza, zekâtınıza, miskinlerinize, yetim ve komşularınıza dikkat edin.’ der. Ola ki Allah Teâlâ onları onunla beraber cennette toplar.”
      Buradan da anlıyoruz ki çocuklara dini eğitim vermek ve hayatlarında İslâmî prensiplere bağlı kalmaları noktasında uyarma görevinde bulunmak dini bir zorunluluktur. Sevgi pınarımız, kendisini tanıdıkça haz.Allah’a olan muhabbetimizin artmasına sebep olan Peygamberimiz, şu sözleriyle bizleri uyarıyor: “‘Ahir zamanda babalarından dolayı vay o evlatların haline!’ Sahâbîler şaşkınlık ve merak içerisinde: ‘Müşrik babalarından ötürü mü?’ Şefkat Peygamberi: ‘Hayır! Mümin babaları.’ Daha da şaşıran sahâbîler: ‘Nasıl olur, ey Allah’ın Resûlü? Hayret içeren bakışlara, dikkat kesilen kulaklara, sorumluluk yükleyen cevap: ‘Babaları, onlara dinlerini öğretmeyi ihmal etti.’ olur.”[8]
      Sevgimizle sarmaladığımız, gözyaşlarına dayanamadığımız, acılarına onlardan önce yandığımız, en iyi imkânlara sahip olsunlar diye çabaladığımız, gözbebeğimiz evlatlarımız, haz.Allah’ın bizlere emanetleri… Bilelim ki, iyi bir Müslüman olma gayretinde olduğumuz ve bizleri örnek alarak öğrenen çocuklarımıza iyi birer model olabilme özverisinde bulunduğumuz sürece bu emanete sahip çıkmış olacağız. Yoksa uhrevî sorumluluğumuzu yerine getirmediğimiz için hüsrana uğrayacağız.[9]
      Peygamberimiz (sas): “Bir baba çocuğuna güzel ahlâktan daha üstün bir miras bırakamaz ve onun çocuğunu terbiye etme noktasındaki her bir çabası sadaka vermesinden daha hayırlıdır.” der.[10] Çocuğun, babası üzerindeki haklarından biri, güzel ahlâk üzere yetiştirilmesidir. Baba bundan mesuldür. Hiçbir şeyin fayda vermeyeceği o günde “Çocuğunu terbiye etmek için neler yaptın, ona neler öğrettin?” diye hesaba çekilecektir. Âyet-i kerimede “Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir fitnedir. Büyük mükâfat ise Allah’ın yanındadır.”[11] buyrulmaktadır. Burada fitneden maksadın, imtihan vesilesi olduğu âlimler tarafından belirtilmiştir. Bu imtihanı kazanmanın bir yolu; onlara karşı vazifelerimizi bilmek, elimizden geldiğince ahlâklarını güzelleştirebilmek ve onları sadece bu dünyaya değil âhirete de en iyi şekilde hazırlayabilmektir. Diğer bir yolu da “Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın.”[12] ilâhî ikazını unutmamaktır. Fazla mal ve evlat sahibi olmayı hayatımızın tek gayesi haline getirdiğimizde asıl yaradılış gayemiz olan haz.Allah’a kul olma şuurundan uzaklaşmış olacağız.
      Çocuklarına iyi bir terbiye veren anne ve babalar, dünyada bunun meyvelerini zaten alırlar. Öldükleri zaman ise arkalarında kendilerine dua eden hayırlı bir evlat bıraktıkları için amel defterleri kapanmaz. Ebeveynler, ilâhî hikmet gereği, salih amel işleyerek hayatlarını zenginleştiren çocukları sebebiyle sevap kazanmaya devam ederler.[13] Nice yüzlerin aydınlanacağı o kıyamet gününde vahiy gereğince amel eden evlatları sebebiyle de ziyâsı güneşin ziyâsından daha güzel taçlar kendilerine giydirilir.[14]
      Ey kalpleri halden hale çeviren Rabbimiz!
      Kalplerimizi Senin dinin üzere sabit kıl.
      Bizleri, Senin rızana uygun evlatlar yetiştirmede muvaffak eyle.
      Âmin!

    56. İlim Adamları…..
      Fudayl (r.h.) buyurdular “ilim adamları;
      1 – Kendi nefislerine değer verseler,
      2- Dinlerine düşkün olsalar,
      3- Zühd ve takva ehli olsalar,
      4- İlmi üstün tutsalar,
      5- ilmi korusalar,
      6- Allâhü Teâlâ’nın istediği yere koysalar,
      7- Allâhü Teâlâ’nin ilme (ve ilim adamlarına) verdiği değeri (kendilerine ve) ilme verselerdi; elbette ki:
      Ceberut olan zâlimler, ilim adamlarına boyun eğerler,
      1 – İnsanlar onlara teslim olurlar,
      2- İnsanlar, ilim ehline tâbi olurlar.
      3- Herkes âlimlerin sözlerini dinler.
      Bu durumda da, İslâm ve Müslümanlar aziz ve yüce olurlar.
      Lâkin ilim adamları;
      1 – Eğer kendilerini zelil kılar,
      2- Kendilerini horlar,
      3- Dinlerinde noksan olan ilmi araştırıp istemez ve elde etmeye çalışmazlar,
      4- Kendilerine dünyalık teslim edildiği zaman ilimlerini, (sâdece) dünya’nın çocuklarına (dünya ehline öğretip) yayarlar,
      5- İnsanların elindeki dünyalıkları’elde etmek için ilimlerini harcarlarsa…
      İşte o zaman;
      1 – Âlimler (gerçekten) zelil olurlar.
      2- İlim adamları insanların nazarında düşük olurlar.
      3- İnsanlar ilim adamlarına değer vermez ve sözlerini dinlemez olurlar.
      4- Bu durumda da din zayıflar.
      Fudayl (r.h.) hazretleri yine buyurdular: Bana ulaşan habere göre, muhakkak ki;
      1 – Âlimlerden fâsıklar,
      2- Ve Hamele-i Kur’ân (Kur’ân-ı kerimin hafizlanndan) fâsık olanlar;
      Kıyamet günü, puta tapanlardan önce ateşe atılacaklardır. Onlar:
      -”Ey Rabbimizl Hâlimiz nedir?” diye sorarlar.
      Allâhü Teâlâ buyurur:
      -”Bilen kişi, bilmeyen gibi değildir!” Dini dünya karşılığında satanlar, apaçık bir hüsran ve zararın içine düşmüşlerdir!
      Bütün bunların medarı ve ana sebebi hep dünya sevgisidir.
      Allâhü Teâlâ hazretleri bizlere ve sizlere kanaat nasip etsin! Âmin!

    57. Hikâye (namus ve dua)
      Rivayet olundu:
      Demircinin biri, kızgın demiri eliyle tutardı! (Bu kıpkırmızı demir, onun elini yakmazdı.) Ona, bunun (sebeb ve hikmeti) soruldu. Buyurdu:
      -”Ben bir kadına âşık oldum; ona mal arzederek, kendisiyle evlenmek teklifinde bulundum!” Kadın bana:
      -”Benin kocam var (ben evliyim)! Benim mala ihtiyacım yok!” dedi. Sonra kadının kocası öldü.
      Kendisiyle evlenmek isteğinde bulundum.
      Kadın evlenmekten imtina etti ve:
      -”Çocuklarımı (üvey baba elinde) zelil etmek istemem!” dedi.
      Sonra uzun bir zaman geçti. Kadın muhtaç oldu. Bana haber gönderdi (mal talebinde bulundu). Ben, ona:
      -”Sen benim muradımı vermedikçe, (benimle evlenmedikçe) sana bir şey vermem!” dedim.
      Onunla beraber bir yere varınca, kadın korkudan titredi ve ürpermeye başladı. Ona:
      -”Neden üperdin?” diye sordum. Kadın:
      -”Semî’ ve Basîr olan Allâhü Teâlâ hazretlerinden korkuyorum!” dedi. Bunun üzerine ben de o kadına ilişmeden terk ettim!” Kadın (bana dua etti:)
      -”Allâhü Teâlâ seni ateşten korusun!” dedi.
      -”O vakitten bu yana dünya ateşi beni yakmaz oldu ve cehennem ateşinin de beni yakmayacağını Allâhü Teâlâ hazretlerinden ümit ederim!”

    58. Yedi kat semâ, bâzılarının sandığı gibi, yedi katlı bir bina gibi degildir.
      Müfessir. Müceddid ve büyük âlimler, felekleri beyan etmektedirler: Yedi kat semâ, bâzılarının sandığı gibi, yedi katlı bir bina gibi sâdece uzunluğuna birbirinin üzerine gelen gökler demek değildir. Yedi kat gök, bütün boyutlarıyla birbirlerini kuşatmış ve her bir kat diğerine göre ölçülmeyecek kadar geniş olan semâ demektir. Yani yumurtanın beyazı, sarısını kuşatıp etrafında bir dâire oluşturduğu gibi, semalar da birbirlerini öylece kuşatmıştır. Bilindiği gibi ışık saniyede üçyüz bin km ile hareket ettiği halde yaratıldığı günden beri hâlâ ışıkları bize ulaşamayan yıldızlar vardır. Dünyaya en uzak yıldızın mesafesi dünyâ ile ne kadar ise o yıldızın, birinci kat semâ’ya olan uzaklığı da o kadardır.
      Bu dünyâ, (güneş, ay, yılzdızlar. gezegenler ve bilmediğimiz diğer ecsâm) birinci kat semânın yanında Arabistan çölüne atılan bir yüzük kadar ancak yer tutar. Birinci kat sema ve içindekiler, ikinci kat semânın yanında Arabistan çölüne atılan bir yüzük kadar ancak yer tutar. İkinci, üçüncü, dördüncü, beşinci, altıncı ve yedinci kat sema her biri diğerinin yanında o nisbette yer kaplar.
      Yedinci kat semâ’dan sonra,
      1. Âlem-iKürsî,
      2. Âlem -i Arş-i A’zam (cennet ve cehennem buradadır)
      3. Levhi mahfuz
      4. Kalem-i İlâhi.
      5. Âlem-i Emr
      Bu âlemlerden herbir alt âlem, bir üst âleme nisbetie, hardal tanesi büyüklüğündedir. Bütün bunlar, “Daire-ı Vucûb’un yanında güneşten bir zerre, deryadan bir katredir. Bundan sonra “Dâire-i Vucûb” başlar. (Alemi emr’den sonrası hakkında bir tabir bulunmadığı için,”Daire-i Vucûb” denilmiştir. Ve öteler… Öteler ötesi…. Daire-ı Zılalı Esma ve Sıfat-ı llâhiyye…
      Bütün bunlardan daha geniş olan ilâhi rahmet… Cenab-ı Hakkın zâtının, sıfatının, esmasının ve efâlinin nurları Bahr-ı Muhît’in etrafına dalgalar halinde açılan cedveller gibi her şeyi kuşatmıştır…..)
      Şematik olarak yedi kat semâ ve ötesi. Görüldüğü gibi iç içe daire şeklinde büyümektedir.
      7 kat sema, Âlem-i Kürsî, Âlem-i Arş-i A’zam (Buraya kadar olan. mülk alemidir. Diğer adı, Alem-i Halk’tır. Bunlar, Madde ve mekân alemleridir. Arştan sonra gelen alem ise melekût alemidir.
      Alem-i Emr de denir. 5 Tabakadır: Kalb. ruh, sır, hafi, ahfa alemleridir.
      Bunlar ise Madde ve mekân alemi olmayıp mana alemidir. Alem-i halk ve alemi emrin mecmuuna daire-i imkan denir. Bunların tamamı, mahluK alemlerdir. Bu alemlerden sonra ise, daire-i vücubyani, esma ve sıfat-ı ılahiyenin nurları zil olarak başlar ki keyfiyeti bilinmez.

      Kaynak : Risale-i kibrît-i ahmer kitabından özet olarak alınmıştır

    59. Allah’ın Zâtı hakkında düşünce caiz mi?
      Allah’ın Zâtı hakkında düşünce caiz mi? Hayır…Bizim aklımız, Cenab-ı Allah’ın zâtını algılayamaz. Cenab-ı Allah’ın zâtını idrak edemeyiz.
      Cenab-ı Allah cisim, cevher ve araz olmadığından, zâtının hakikatini aklımızla idrak mümkün değildir.
      Tarife gitmemektir evlâ.
      Tarife gelir mi hiç Mevlâ
      Bu hususta düşünceye varmak bile caiz değildir. Allah’ın büyüklüğünü ve kudretini nimetlerinde ve yaratıklarında tefekkür edebiliriz. İnsan, kendi varlığının mahiyetini bile hakkiyle bilip anlayamazken Allah’ın varlığının hakikatini idrak etmeye güç yetirebilir mi? Beşerin bilgisi ve aklı Cenab-ı Allah’ın zâtının hakikatini kavramaktan âcizdir.
      Ziya Paşa ne güzel buyurmuşlar:
      Idrâk-i meali bu küçük akla gerekmez.
      Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.
      Akıl nasıl Onun zâtını anlasın ki?
      0, araz değildir.
      O, cisim değildir.
      O, cevher değildir.
      O. suret ve şekil değildir.
      O. mahdut değildir.
      O, Bir şeyin parçası ve cüzü değildir
      O. bileşik değildir.
      O, sınırlı değildir.
      O, cins ve keyfiyet ile vasıflanmaz.
      O, mekandan münezzehtir,
      O, doğurmamıştır,
      O, doğmamıştır,
      Onun bir benzeri yoktur,
      O, tarife gelmez,
      0. renk değildir.
      Onun üzerinde zaman geçmez.
      Ona hiçbir şey benzemez.

    60. Allah’a Yönelememek
      Onun, minnettar ve benzerlerin savaşında, korkutucu hastalıklardan, ürkütücü yüz çevirmelerden onun dönüşünün Allah’a olmasını Allah bildirdi.
      İş zikredildiği şey üzere olursa, hüsran ve mağlubiyet, bütün mağlûbiyetler, Senin bütün meşguliyetlerinden boşalman, sonra da sıdk ve samimi bir niyetle sana, hiçbir himmetin kendisine ulaşamadığı kadar manevî kapılar açılıncaya kadar senin, Allâhü Teâlâ hazretlerine yönelememendir.
      Sen, engelleri ve geçitleri söylüyorsun; ama oradan nefsinin âlemlerinden göç edip gitmiyorsun!
      Sen gününle ünsiyet et! Sana iki haslet geldi ki, insanların çoğu o iki haslet konusunda aldanmışlardır. O iki haslet:
      1-Sıhhat,
      2- Boş vakit.[1]
      Manâsı şudur. Allâhü Teâlâ hazretleri, sağlıklı kişilerin iki şeyle meşgul olmalarını bildirdi.
      1- Din (işleri),
      2- Dünya (işleri)…
      Yoksa o kişi, sıhhat, afiyet, sağlık ve boş vakitleri konusunda aldanmıştır. Allâhü Teâlâ hazretleri bizleri ve sizleri,
      1 – Aldanmak,
      2- Terk edilmek,
      3- Mağlûbiyet
      4- Hüsran,
      5- Ve zarardan korusun. Amin

      Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri, Fatih Yayınevi: 4/293-294.

      [1] Efendimiz (s.a.v.) hazretleri hadis-i şeriflerinde buyurdular:”İki nimet vardır ki, insanların çoğu o iki nimet konusunda aldanmışlardır. Onlar: Sıhhat ve boş vakittir.” Sahih-i Buhâri: 5933.

      -”Muhakkak ki sıhhat, afiyet ve boş vakit, Allâhü Teâlâ hazretlerinin nimetlerinden iki nimettir. İnsanların çoğu o iki nimetten aldanmışlardır.” Müsned-i Ahmed: 2224.

    61. HAYVANLARA İYİ DAVRANMAK
      İslâm dîninde bütün mahlûkata şefkatle davranılması bir vazifedir.
      Bilhassa hayvanlara zulmedilmeyip iyi bakılması lâzımdır.
      Hayvanları pek ziyade yormamalı, dövmemelidir.
      Hayvanlara zulmün cezası ağırdır. Çünkü hayvanların Hak Teâlâ’dân başka yardımcısı yoktur.
      Hadîs-i şerîfte “Allâhü Teâlâ’dan başka yardımcısı bulunmayanlara zulmedenler hakkında Hak Teâlâ’nın gazabı pek şiddetli olacaktır.” buyurulmuştur.
      Hayvanların hakları vardır. Ehlî (evcil) hayvanların yiyeceklerini içeceklerini vaktinde vermek, vaktinde tımar etmek, haklarında rıfk ile, merhamet ile muamelede bulunmak lâzımdır.
      Her hayvan başka bir hizmet için yaratılmıştır. Meselâ: Sığır hayvanları arabalara koşulmak, tarlalarda çalıştırılmak için yaratılmıştır. Bunlara binilmemeli, bunların sırtlarına merkepler gibi yük yükletilmemelidir.
      Zararlı olmayan serçe, hüdhüd gibi küçük kuşları vs. hayvanları beyhude yere öldürmemelidir.
      Hiçbir hayvanın yüzüne vurmamalı ve yüzünü dağlamamalıdır. Hiçbir hayvanı nişan almak için hedef tutmamalı, kuşların yuvalarına geceleyin gitmemelidir.
      Yılan, akrep, fare, çaylak, kara karga, kudurmuş köpek gibi zararlı hayvanlar öldürülür. Ancak hiç bir hayvanı -ne kadar zararlı olursa olsun- ateşe atarak öldürmek caiz değildir.
      “Öldürülecek bir yılanın veya akrebin eşi, intikam alır.” diye söylenilen sözlerin aslı yoktur.

    62. Geceleri Allah Diyen Adam
      Adamın biri, geceleri devamlı zikirle meşgul olurdu. Allah’ı zikretmekten ağzı, damağı bal yiyormuş gibi zevk alıyordu. Bir
      gün şeytan kendisine vesvese verdi.
      ”Böyle devamlı Allah’ı zikretmen, ne zamana kadar sürecek?
      Gece gündüz Allah diyorsun, bir kerecik olsun Allah da, Lebbeyk kulum’ dedi mi? Zikrinin cevabını alamadığına göre, utanmaz ve sıkılmaz yüzünle daha ne kadar Allah diyeceksin?”
      Bu vesvese adama tesir etti. Zikri bıraktı. Yatıp uyudu.
      Rüyasında Hızır aleyhisselâmı gördü. Hızır aleyhisselâm, ”Allah’ı zikretmeyi niye terkettin? Zikrullahtan niye pişmanlık duydun?” diye sordu. Adam, ”Yaptığım zikirlere karşılık, bir lebbeyk cevabı gelmedi.
      Rabbimin kapısından kovulmaktan korkuyorum” diyerek cevapladı.
      Bunun üzerine Hızır aleyhisselâm, ”Senin Allah demen, bizim buyur kulum dememizdir.
      Allah’a ulaşmak için, uğraşmaların cezbemizdir.
      Korku ve aşkın, lutfumuzun kemendidir.
      Her yâ rabbi deyişinin altında, bizim lebbeykimiz vardır.
      Gafil Allah diyemez, ona iznimiz yoktur.
      Zarara uğradığında yalvarıp yakarmaması için, ağzına ve kalbine kilit vururuz.
      Allah firavuna dünya mülkünü verdi, fakat bir dert vermedi.
      Dert dünya mülkünden kıymetlidir” dedi.

      ***
      Allah bir kulunu severse, onu belâya uğratır. O kul belâya sabrederse, Cenâb-ı Hak da onu seçilmiş kullarından yapar
      (Hadis-i şerif).

    63. YEMEK DUASI – SOFRA DUASI – TAAM DUASI – ( Turkce )

      Elhamdü lillah ( 2 Kere)
      Elhamdü lillahillezii et`amenaa vesegaanee vecealenee minel müslimiyn.
      Elhamdü lillehi rabbil alemiyn vessaleeti vesseleemü alaa seyyidinaa Muhammedin ve alaa eelihii ve sahbihii ecmaıyn.
      Vagfu anne vagfirlenaa verhamnaa ente mevlanaa fensurnaa alel gavmil kefiriyn. ( 3 Kere )
      Allahümme salli alaa seyyidinaa Muhammedin biadedi envaaırrızgı velfütüühaat yaa baasıtullezii yebsüturrizga limen yesaau bi gayri hisaab. Übsut aleynaa rizgan veesian min külli cihetin min hazeeini gaybike bigayri minneti mahluug bi mahzi fazlı keramike bigayri hisaab.
      Yaa ekramel ekramiyn veya erhamerrahimiyn,
      iftahilbaabe yaa Allah ( 3 Kere ) Yaa Allahu yaa kafii yaa fettaah yaa müfettih fettih bil hayr.
      Allahümmegfir sahibe hezettaami vel eekiliyn.
      Allahümmec al devletenaa daaimen evleedenaa aalimen saaliha velaa tüsallit aleynaa zalimen.
      Allahümme zid velaatengus nıgmeten kesiyraten bihurmetil FATIHA…

      NOT :Duadaki bazi harfler ikiser yazilmistir, bu o harfleri biraz uzatarak okumak anlamina gelir.

      MANASI :
      Hamd Allaha mahsustur. ( 3 kere )
      Hamd bizi doyuran, sulayan, ve bizi müslümanlardan eyleyen Allaha mahsustur.
      Hamd alemlerin rabbi olan Allaha mahsustur. Salatu selam efendimiz Muhammed s.a.v. ile O´nun al ve ashabinin tamami üzerine olsun.
      Bizi afv eyle , bizi magfiret eyle , bize rahmet eyle ( Allahim ). sen bizim mevlamizsin; kafir kavimler üzerine- galib gelmemiz icin – bize yardim eyle.( 3 kere )
      Allahim rizkin ve fetihlerin her cesidinin adedi kadar, Efendimiz Muhammed Mustafa´ya s.a.v. rahmet eyle.
      Ey istedigine rizki hesabsiz olarak yayan Rabbim! Mahlukata minnet ettirmeden, sadece kereminin fazliyla, kendi gayb hazinelerinden, her cihetten bizim üzerimize hesabsiz olarak rizk sac , ey ikram edicilerin en cömerdi ve ey merhamet edicilerin en merhametlisi.

      Ya Allah ( hayra ait ) her kapiyi ac, ( 3 kere )
      Ya Allah ya Kafi , ya Fettah , ya Müfettih ! Hayirli olarak ac ( hayirli fetihler nasib eyle )
      Allahim bu yemegin sahibi ve yiyenleri magfiret buyur. Allahim onlarin devletlerini daim, evladlarini alim, salih eyle.
      Onlar üzerine zalimleri musallat etme !
      Allahim Fatiha suresinin sirri hürmetine, -bize- bir cok nimetler fazlalastir, noksanlastirma !
      NOT: Yemeklerden sonra bu duá´ya devam edilen evde bereket kesilmez. Ve O ailenin cocuklari anne ve babasina asi olmazlar

      NOT: Üstteki arabca taam duasinda cok büyük kerametler vardir. Yemeklerden sonra bu duá´ya devam edilen evde bereket kesilmez. Ve O ailenin cocuklari anne ve babasina asi olmazlar.
      Kaynak : Dua kitabi

    64. Haksızlığa Uğrayan Kul Ne Yapar ?
      Allah, Haksızlığa Uğrayan Kuluna Cennetin Köşk Ve Nimetlerini Göstererek Onu, Kendisine Haksızlık Etmiş Olan Kimseyle Barıştırır:
      Ebû Ya’lâ… Saîd b. Enes’ten rivayet etti ki; Enes (r.a.) şöyle demiştir: Rasûlullah(s.a.v.) oturmaktayken bir ara güldü. Ömer (r.a.) ona; “Anam ba­bam sana feda olsun. Neden güldün ey Allah’ın Rasûlü?” diye sordu. Rasû-lullah(s.a.v.) şu cevabı verdi: “Ümmetimden iki adam, onur ve üstünlük sa­hibi, kutlu ve yüce Allah’ın huzurunda diz çökmüştü. Bunlardan biri şöyle dedi:
      — Ya Rab! Şu kardeşim bana haksızlık etmişti. Bundaki hakkımı al.
      — Kardeşinin hakkını öde!
      — Ya Rab! Ona verecek hasene (iyilik) lerim kalmadı.
      — (Baksana) şunun haseneleri kalmamış!
      — Ya Rab! Günahlarımın bir kısmını üstlensin!
      Böyle derken Rasûlullah (s.a.v.)’in gözlerinden yaşlar boşandı, ağladı. Sonra da şöyle dedi: Doğrusu kıyamet günü çok büyük bir gündür. O günde insanlar, günahlarının bir kısmının başkaları tarafından üstlenilmesi ihtiyacı­nı duyarlar. (O mahkeme esnasında) Cenab-ı Allah hak sahibine “Başını kal­dır da cenntlere bak!” der. Adam başını kaldırıp cennetlere bakınca der ki:
      — Ya Rab! İnciyle taçlanmış gümüşten şehirler altından köşkler görü­yorum. Bunlar hangi peygamberin, hangi sıddikin, hangi şehidindir?
      — Bunlar, bedelini ödeyenlerindir.
      — Ya Rab, buna kim sahib olabilir ki?
      — Sen sahib olabilirsin!
      — Neyle ya Rab?
      — Kardeşini affetmekle…
      — Ya Rab! Ben onu affettim.
      — Öyleyse kardeşinin elinden tut ve onu cennete koy!
      Böyle derken Rasûlullah (s.a.v.) şöyle bir ilavede bulundu: “Cenab-ı Al­lah kıyamet gününde müminlerin arasını bulup onları barıştırır.”
      Beyhakî de Abdullah b. Ebi Bekir’den böyle bir rivayette bulunmuştur.
      Sahih-i Buharî’deki şu hadis-i şerif de bunu teyid etmektedir:
      “Ödemek niyetiyle insanlardan borç alan kimsenin borcunu Allah öder (yani ödemesin yardım eder.) Telef etmek niyetiyle insanlardan borç alanı da Allah telef eder.” [459]
      Ebû Davud et-Tayalisî… Abbas b. Mirdas’tan rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.v.) arefe akşamı ümmetinin ilâhi rahmet ve mağfirete mazhar olması için çokça dua etti. Cenabı Allah ona, “Birbrlerine zulmedenler hariç olmak üze­re bu dileğini kabul ettim” diye cevap verince Rasûlullah (s.a.v.) şöyle dedi: “Ya Rab! Sen, mazluma, kaybettiği hakkından daha hayırlı bir mükâfat ver­meye ve o(na haksızlık eden) zalimi de affetmeye muktedirsin.” Cenab-ı Al­lah o akşam ona cevap vermedi. Müzdelife sabahında Rasûlullah (s.a.v.) duâsmı tekrarladı. Yüce Allah ta ona, “Ben onları bağışladım” diye cevap ver­di. Bu cevabı alınca Rasûlullah (s.a.v.) gülümsedi. Sahabilerinden bazıları ona: “Ey Allah’ın Rasûlü! Daha önce hiç gülümsemediğin bir saatte gülümsedin (hayrola)?” diye sordu. Rasûlullah (s.a.v.) şu cevabı verdi: “Allah’ın düşmanı İblis’e güldüm. Cenab-ı Allah’ın ümmetm için yaptığım duayı ka­bul ettiğini öğrenince “Vay başıma gelenler! Ben helak oldum” demeye ve başına toprak saçmaya başladı.”
      Beyhakî dedi ki: Bu mağfiretin, insanlara dokunan bir azâbdan sonra ol­ması muhtemeldr. Bazı insanlara özgü olması muhtemeldir. Herkes için umumi olması da muhtemeldir.
      Ebû Davud et-Tayalisî… Abdurrahnıan b. Ebû Bekr es-Sıddık’tan riva­yet etti ki; Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
      — Ey Ademoğlu! İnsanların hukukunu nerede zayi ettin? Onların mal­larını nereye götürdün?
      — Ya Rab! Ben fesad işlemedim. Bozgunculuk yapmadım. Aksine be­nim başıma bir musibet geldi. (O nedenle borcumu ödeyemedim).
      — Öyleyse bu gün herkesin önce benm, bu borcunu ödemem gerekir, Böylece o adamın iyilikleri kötülüklerine ağır gelir ve cennete girer.” İbn Ebi’d-Dünyâ… Ebû İmrân el-Cevnî’den rivayet etti ki; Ebû Hüreyre şöyle demiştir:
      “Kıyamet gününde Cenab-ı Allah kulunu yanına yaklaştırır. Onu rahmet perdesinin altına alır ve bütün yaratıklardan gizler. Bu perde altında ve giz­lilik içinde amel defterini ona verir; “Ey Ademoğlu! Oku bakalım defterini.” der. Hasene (iyilik)lerin bulunduğu kısma geldiğinde kulun kalbi ferahlar. Cenab-ı Allah ona şöyle der:
      —- Ey kulum bunu biliyor musun?
      —- Evet ya Rab, biliyorum.
      — Ben bu iyiliklerni kabul ettim.
      Bu müjdeye sevinen kul, hemen secdey kapanır. Cenab-ı Allah ona, “Başını kaldır ve okumaya devam et!” emrini verir. Kötülüklerin bulunduğu kısma geldiğinde kulun yüzü kararır, gönlü hüzünlenir, eklemleri tiril tiril tit­rer, rabbinden başkalarının bilmediği derecede utanır. Rabbi ona sorar:
      — Ey kulum bunları itiraf ediyor musun?
      __Evet ya Rab, itiraf ediyorum.
      — Öyleyse ben de bu günahlarını bağışladım.
      Kul, her bir hasenesi kabul edilince secdeye kapanır; her bir kötülüğü bağışlanınca secdeye kapanır insanlar onun habire secde etmekte olduğunu görürler, başka bir şeyi farketmezler. Öyleki bazıları bazılarına “Şu kula ne mutlu! Allah’a karşı hiç asi ve günahkâr olmamış” diye seslenirler. Ama onunla Allah arasında nelerin geçtiğini farkedipte anlayamazlar.”[460]
      İbn Ebi’d-Dünyâ… Osman b. Ebi Atike veya başka birinin şöyle dediği­ni rivayet etmiştir:
      “Amel defteri sağ elin verilen kimseye, içinde kötülüklerin, dışında da iyiliklerinin kayıtlı olduğu bir defter verilir. Kendisine: “Defterini oku.” de­nir: içini okuyunca üzülür. Son kısmına gelince orada şu ifadeye rastlar: “Bunlar senin kötülüklerindir. Dünyadayken bu kötülüklerini gizlemiştim. Bu gün de affettim!” Mahşerdekiler onun defterinin dış kısmındaki iyilikle­rini okudukları için ona imrenir ve “Bu mesud oldu” derler. Sonra o kula, deflerini çevirmesi ve dış kısmında yazılı olan iyiliklerini okuması emredilr. Bu arada Cenab-ı Allah, iç kısımdaki kötülükleri iyiliklere dönüştürür. O da iyiliklerini okumaya başlar. Sonuna geldğinde, Cenab-ı Allah ona: “Bunlar senin iyiliklerindir.., Kabul ettim.” der. O esnada kul, mahşerdeki diğer kul­lara şöyle der: “Alın, kitabımı okuyun. Doğrusu bir hesaplaşma ile karşılaşa­cağımı umuyordum” (Hakka, 69/19-20) Ama amel defteri kendisine arkasından verilen kimse, bu defterini sol eliyle tutar. Ona, “Defterini oku” denir; oku­maya başlar. Defterinin içinde iyilikleri, dışında da kötülükleri kayıtlıdır. Mahşerdekiler onun defterinin dış kısmını okur ve “Bu mahvoldu” derler. Adam kendi defterinin iç kısmında kayıtlı iyiliklerini okuyup sonuna geldi­ğinde şu ifadeye rastlar: “Bunlar senin iyiliklerindir. Ama sana reddediyo­rum!” Sonra da defterini çevirmesi emredilir. Çevirir, dış kısmındaki kötü­lüklerini okur. Sonuna geldiğinde, maşherdekilere şöyle der: “Kitabım keşke bana verilmeseydi. Keşke hesabımın ne olduğunu bilmeseydim. Bu iş keşke son bulmuş olsaydı. Malum bana fayda vermedi.” [461]
      Ebubekir b. Ebi Şeybe… Ebû Hüreyre’den rivayet etti ki; Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
      “Doğrusu Allah’ın yüz kısım rahmeti vardır. Bunlardan birini bütün ya­ratıkların arasına indirmiştir. Onlar, bununla birbirlerine merhamet ederler.
      Vahşi hayvanlar, bununla kendi yavrularına şefkat gösterirler. Doksan dokuz kısım rahmet Cenab-ı Allah yanında alıkoymuş olup bununla (ahirette) kul­larına merhamet buyuracaktır,” [462]
      İbn Mâce… Enes b. Mâlik’ten rivayet etti ki; Peygamber (s.a.v.) şu âyet-i kerimeyi okumuş; “Sakınılması gereken de O’dur, bağışlayacak olan da.” [463]
      Sonra da şöyle demiş: “Yüce Allah buyurdu ki: ‘Ben, kendisinden sakı­nılması gerekenim. Benimle beraber başka biri ilah edinilmesin. Benimle beraber başka birini ilah edinmekten sakınan kimseyi ben bağışlarım.” [464]
      Buharı… Ebû Hüreyre’den rivayet etti ki; Peygamber (s.a.v.) şöyle bu­yurmuştur:
      “Kıyamet gününde ashabımdan bir gurup, su içmek için kevser havuzu­na geldiklerinde oradan uzaklaştırılırlar. Ben, “Ya Rab! Bunlar ashabımdır!” deyince Cenab-ı Allah şu cevabı verir:
      “Doğrusu onların senden sonra neler vukua getirdiklerini bilmiyorsun. Onlar gerisin geri dönmüşlerdi!” [466]
      İbn Ebi’d-Dünyâ… Muhammed b. Münkedir’den rivayet etti ki; Ebû Hüreyre şöyle demiştir:
      “Sizin kevser havuzundan su içtikten sonra geri dönüşünüzü görür gibi oluyorum. Adam bir başkasıyla karşılaşır; ona: “Su içtin mi?” diye sorar; o da “Evet” cevabını verir. Yine adam bir başkasıyla karşılaşır; ona: “İçtin mi?” diye sorar. O da: “Hayır. Bilsen ne kadar susamışım!” diye cevap ve­rir.”

      Kaynak : Ölüm Ve Ötesi – İbni Kesir

    65. Abdestin Duaları
      Abdeste ait önceki alimlerden zamanımıza kadar gelmiş dualar vardır. Her abdest uzvu yıkanırken onunla ilgili uygun bir dua okunur. Bunlar okunmasa da, yine abdest tamam olur; fakat okunmaları iyidir. Şöyle ki:

      1) Abdest alacak kimse, abdeste başlarken “Eûzü ve Besmele” çektikten sonra:

      اَلحَمْدُلِلَهِ الَّذِىجَعَلَ المَاءَ طَهُورًاوَجَعَلَ اْلاِسْلاَمَ نُورًا

      “Yüce Allah’a hamd olsun ki, suyu temizleyici ve İslam’ı nur yapmıştır,” der.

      2) Ağzına su alırken:

      اَللَّهُمَّ اَسْقِنِىمِنْ حَوْضِ نَبِيِّكَ كَاْساً

      “Allah’ım! Peygamberinin Kevser Havuzundan bana öyle bir kâse içir ki, ondan sonra asla susamayayım,” der.

      3) Burnuna su verirken:

      اَللَّهُمَّ لاَتَحْرِمْنِىرَايِحَةَ نَعِيمِكَ وَجِنَانِكَ

      “Allah’ım! Beni nimetlerinin ve cennetlerinin güzel kokularından mahrum etme,” der.

      4) Yüzünü yıkarken:

      اَللَّهُمَّ بَيِّضْ وَجْهِىبِنُورِكَ يَوْمَ تَبْيَضُّ وُجُوهٌ وَتَسْوَدُّ وُجُوهٌ

      “Allah’ım! Bazı yüzlerin aklanacağı ve bazı yüzlerin kararacağı günde benim yüzümü ak yap,” der.

      5) Sağ kolunu yıkarken:

      اَللَّهُمَّ اَعْطِنِىكِتَابِىبِيَمِنِىوَحَاسِبْنِىحِسَاباًيَسِيراً

      “Allah’ım! Kitabımı sağ elime ver ve benim hesabımı kolay yap,” der.

      6) Sol kolunu yıkarken:

      اَللَّهُمَّ لاَتُعْطِنِىكِتَابِىبِشِمَالِىوَلاَمِنْ وَراَءِ ظَهْرِىوَلاَتُحَاسِبْنِىحِسَابَاًشَدِيداً

      “Allah’ım! Kitabımı soldan ve arka tarafımdan verme ve beni zor bir hesaba çekme,” der.

      7) Başını meshederken:

      اَللَّهُمَّ غَشِّنِىبِرَحْمَتِكَ وَاَنْزِلْ عَلَىَّمِنْ بَرَكَاتِكَ

      “Allah’ım! Beni rahmetinin içine koy, üzerime de bereketlerinden indir,” der.

      8) Kulaklarını meshederken:

      اَللَّهُمَّ اجْعَلْنِىمِنَ الَّذِينَ يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ اَحْسَنَهُ

      “Allah’ım! Beni, hak sözü işitip de onun en güzeline uyanlardan yap,” der.

      9) Boynunu meshederken:

      اَللَّهُمَّ اعْتِقْ رَقَبَتِىمِنْ الناَّرِ

      “Allah’ım! Bedenimi cehennem ateşinden azad et,” der.

      10) Ayaklarını yıkarken:

      اَللَّهُمَّ ثَبِّتْ قَدَمَىَّعَلَىالصِّرَاطِ يَوْمَ تَزِلَّ فِيهِ اْلاَقْدَامُ

      “Allah’ım! Bir takım ayakların kayacağı günde, ayaklarımı Sırat Köprüsü üzerinde sabit kıl,” der.

      Kaynak : Büyük İslam İlmihali – Ömer Nasuhi Bilmen

    66. GÜNAHLARI AFFETTİREN BAZI ŞEYLER
      Resûlullâh Efendimiz (s.a.v.) buyurdular:
      • “Her kim bir çocuğuna yüzünden Kur’ân okumasını öğretirse Allâh onun geçmiş ve gelecek olan(günahları)nı mağfiret eder.
      • “Her kim çocuğuna ezberden Kur’ân okumağı öğretirse Allâhü Teâlâ kıyâmet gününde yüzü ayın on dördü gibi (parlak) olarak diriltir; çocuğuna ‘oku’, denilir. Her bir âyeti okudukça Allâh babasının bir derecesini yükseltir. Kurân-ı Kerîm’den ezberindekilerini bitirinceye kadar Allâhü Teâlâ babasının derecesini yükseltir.”
      • “Kim bir âmâyı (görmeyeni) kırk adım yürütürse geçmiş ve gelecek günahları mağfiret olunur.”
      • “Kim bir Müslüman kardeşinin ihtiyâcını görmek için çalışırsa -ihtiyacı görülsün, görülmesin- geçmiş ve gelecek günahları bağışlanır ve kendisine iki berât verilir: Şirkten berât, nifâktan berât.”
      • “Birbirini seven iki Müslüman karşılaştığında musâfaha edip Peygamberimiz aleyhisselâma salevât getirseler muhakkak ayrılmadan geçmiş ve gelecek günahları mağfiret olunur.”
      KIRK, ELLİ, ALTMIŞ, YETMİŞ… YAŞIN İKRAMLARI
      Resûlullâh Efendimiz (s.a.v.) buyurdular:
      “Bir kimse Müslüman olarak kırk yaşına vardığında Allâh ondan üç türlü belâyı kaldırır: delilik, cüzzâm ve baras (alaca).
      Bir kul Müslüman olarak elli yaşına erdiğinde günahlarını hafifletir.
      Bir kul Müslüman olarak altmış yaşına geldiğinde Allâh ona inâbeyi (gafletten zikre dönmeyi) ihsân eder.
      Bir kul Müslüman olarak yetmiş yaşına erdiğinde semâda meleklerine sevdirir.
      Bir kul Müslüman olarak seksen yaşına geldiğinde sadece hasenatı, sevapları yazılır, günah yazılmaz.
      Bir kul Müslüman olarak doksan yaşına erdiğinde geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar, ve “Esîrullâh fi’l-arz: yeryüzünde Allâh’ın esîri” diye isimlendirilir, âilesine şefaat hakkı verilir.”

      .

    67. Amellerin Fazileti
      Halk, amellerde değişik, faziletlerinde de mertebeler üzeredirler. (Şu itibârla fazilette farklılık vardır):
      1) Yaş itibariyle fazilet. Lâkin, taat ve lslâmda, ikisi amelde bir mertebe üzere oldukları zaman yaşça büyük olan, yaşça kendisinden küçük olandan üstün olur .
      2) Zaman itibariyle fazilet. Zîrâ;
      1 – Ramazan-i şerîf,
      2- Cuma günü,
      3- Kadir gecesi,
      4- Zilhicce’nin on gününde,
      5- Ve Aşûra günü yapılan ameller, diğer gün ve zamanlarda yapılan amellerden (sevâb cihetinden) daha büyüktürler.
      3) Mekân itibariyle fazilet.
      Mescid-i Haram’da namaz kılmak, Medine mescidinde (mescid-i nebevîde) namaz kılmakdan daha faziletlidir. (2/119)
      Mescid-i Nebevîde namaz kılmak ise, Mescid-i Aksâ’da, namaz kılmaktan daha faziletlidir.
      Mescid-i Aksâ’da namaz kılmak, diğer mescidlerde kılınan namazlardan daha faziletlidir.[1]
      4) Haller itibariyle faziletler. Cemaat ile namaz kılmak, bir şahsın tek başına kılmış olduğu namazdan daha faziletlidir.
      5) Amellerin kendi nefsiyle üstün olması. Zîrâ namaz kılmak, ezâ veren şeyi kaldırmaktan daha faziletlidir.
      6) Bir amel itibariyledir. Yakın akrabaya tasadduk eden kişiye iki sevâb vardır.
      1-Sıla-ı rahm,
      2- Sadaka sevabı vardır.
      Yine, ehl-i beytin şeriflerine hediyede bulunmak, diğer insanlara hediye etmekten ve iyilikte bulunmaktan daha faziletlidir. [2]
      Bir Anda Birçok İbâdet
      Bâzı insanlar, bir zaman içinde bir çok ameli bir arada toplayabilirler.
      1. Kulağını,
      2. Gözünü
      3. Ve elini gereken şeylerden korur.
      4. Bir zamanda hem namaz ve hem orucu toplar,
      5. Bir zamanda namazı,
      6. Bir Zamanda zikri,
      7. Bir zamanda bir işi yapmaya ve terk etmeye niyeti toplar.
      8. Böylece tek bir zamanda bir çok ibâdetlerden dolayı sevab ve ecir alır. Haliyle bir zaman içinde, bütün bu ibâdetleri yapmayan kişilerden bir çok yönden üstün ve daha faziletli olmuş olur.

    68. Mezar’dakilerin İsteği
      Muhakkak kî ölüler, iki rek’at namaz kılmak için kendilerine izin verilmesini temenni ederler.
      Veya bir kere olsun: “lâ ilahe illallah- Allah’tan başka ma’bûd yoktur!” demeyi.
      Ya da, bir kere Allâhü Teâlâ hazretlerini teşbih etmek için izin isterler.
      Kendilerine izin verilmez.
      Bunun üzerine mezardaki ölüler, hayattakilerin günlerini gafletle nasıl geçirdiklerine bakıp taaccüb eder, şaşarlar!
      Ölü Konuşabilseydi? (Fârisî beyt tercümesi)
      Eğer miskin ölünün, dili olsa,
      Feryâd ü figân ile yalvarır.
      Ey hayatta olan kişi!
      Senin imkânın var, der.
      Dudaklarından zikri eksiltme.
      Korkma kendisiyle öldü.
      Bize gaflet oldu.
      Senin zamanın var.
      Sen bari bu zamanı fırsat bil!
      Efendimiz {s.a.v.) hazretleri buyurdular:
      -İnsanlar, uykudadır; öldükleri zaman uyanırlar.( Keşfü’1-Hafâ: 2795, )

    69. Kurban neden farz değil de vâcip?
      Malumunuz olduğu gibi “vâcib”in kelime manası kısaca, gerekli ve lüzumlu olan, demektir. İslâm fıkhında-hukukunda ise farzın karşılığında bir tabir olarak vâcip, sadece Hanefi mezhebinde vardır… Ve aynen farz gibi Allah Teala’nın ya kendi kelâmıyla ya da Rasûlü’nün sözüyle kat’iyetle yani kesinkes yapmamızı istediği şeylerdir.
      Farz ile vâcip arasındaki fark
      Farz, sübûtu ve ifade ettiği manası (delâleti) kesin olan delillerle Şâri’in yani Allah veya Rasûlü’nün emrettiği fiillerdir. Farzlar, başka manaya gelme ihtimali bulunmayan âyet, mütevâtir veya meşhur hadis, ya da icmâ gibi kesin delillerle sabit olur. Beş vakit namaz, zekât, hacc ve namazda Kur’ân-ı Kerîm’den belli bir miktar okumak gibi. Bunlarla ilgili hem âyetler vardır, hem de Rasûlullah’ın (s.a.v.) mütevâtir veya meşhur kuvvetinde kavlî veya fiilî sünnetleri (söz veya uygulamaları) bulunmaktadır.
      Farzın hükmü; yerine getirilmesi şarttır, kesin olarak gereklidir. Terk eden ağır cezayı-azabı hak etmiş olur; farz olduğunu inkâr edenin dinden çıktığına hükmedilir. Namaz, zekât, oruç, hac gibi…
      Vâcibe gelince…
      Evet, lûgatte “sabit, lâzım, var ve gerekli olan şey” manasına gelen vâcip, fıkıh ve usûl-i fıkıh ilimlerinde fakihlerin çoğunluğuna göre farz ile müterâdif (aynı) manaya olup, Şâri’in mükelleften yapılmasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği fiil demektir. Hanefîler ise kat`î delille sabit olan hükme farz, zannî delille sabit olan hükme vâcip diyerek ikili bir ayırım yapmışlardır. Ancak Hanefîler, vâcibin de farz gibi kesin olarak yapılması gerektiği görüşündedir. Onların bu ayırımı daha çok delilin kuvvetini ve inkârın dinî sonuçlarını göstermeyi hedefler. Bu sebeple Hanefîler vâcibi çoğu yerde “amelî farz” olarak da isimlendirirler. Meselâ fıtır sadakası, namazda Fâtiha’nın okunması, vitir ve bayram namazları, kurban kesme zannî delille sabit olduğundan Hanefîler’e göre farz değil vâciptirler.
      Hanefîler’e göre vâcip iki kısma ayrılır:
      a) Kat`î bir delile yakın derecede kuvvetli görünen zannî bir delille sabit olan vâcipler… Bu kısma giren vâcipler amelî farz veya zannî farz adını alır. Vitir namazı, abdestte başın dörtte bir miktarını meshetme böyledir.
      b) Zannî delil olan haber-i vâhid ile sabit olan vâcipler ise, önem derecesi itibariyle amelî farzın altında ve sünnetin üstündedirler. Meselâ namazda Fâtiha okuma, vitir namazında kunut tekbiri, bayram tekbirleri, namazın sehiv secdesi ile ikmâl edilen vâcipleri böyledir.
      Vâcibin hükmü; vâcibin inkârı küfrü gerektirmez, münkiri kâfir olmaz. Ancak sapıklıkla itham sebebi görülür. Vâcibin terki farzın terki ölçüsünde olmasa bile yine de günah ve sorumluluğu gerektirir. Meselâ namazın vaciplerinden birinin yanılarak terk edilmesi, sehiv secdesini gerektirir. Bir vacibi kasten terk etmek ise, tahrimen mekruhtur ve namazın iadesi lazım gelir.
      Vâcibi anlatan emrin, ya Allah’ın Rasûlü’ne ait olup olmamasında, ya da istenen şeyin öyle mi, ya da böyle mi olduğunda, ufak da olsa bir şüphe vardır. Bu şüphe yüzünden farz derecesinden biraz aşağı düşmüştür. İkinci bir fark, vâcibi inkâr eden, yine bu şüphe yüzünden dinden çıkmış olmaz, ancak günah işlemiş olur.
      ***
      Kurban kesmenin hükmü
      Kurban kesmek, farz değil de vâciptir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de,
      “Muhakkak biz sana Kevser’i verdik. O halde Rabb’in için namaz kıl ve kurban kes.” [Kevser suresi, 1-2] buyrulmaktadır. “Kurban kesme ile namaz kıl” emri, yan yana geldiğinden “namaz kıl” emri, bazı âlimlerce Bayram Namazı’na işaret sayılmış; bazılarınca da her gün kılınan beş vakit namazolarak anlaşılmıştır. Böylece ayet-i kerimenin delaletinde ittifak maydana gelmediğinden Hanefiler’ce, Bayram Namazı farz değil vâcip sayılmıştır.
      Yine “kurban kes” emri bazılarınca, sadece Rasûlullah Efendimize (s.a.v) mahsus sayıldığından, ayetin dalaletinde ittifak sağlanamamıştır. Bunun için kurban, vâcip kabul edilmiştir.
      Vâcip, amel bakımından farz gibidir. İşleyene sevap, özürsüz terk edene ceza vardır. Fakat i’tikad bakımından farz gibi değildir; inkâr eden dinden çıkmaz.
      Rasûl-i Ekrem Efendimizin (s.a.v.) de, “İmkânı olup da kurban kesmeyen bizim namazgâhımıza yaklaşmasın” [İbn Mâce, Sünen, Edâhî, 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2, 321] ifadeleri, bu ibadetin önemini ortaya koymaktadır. Bu ve benzeri nasslardan hareket eden Hanefi fukahâsı, kurban kesmenin vâcip olduğu görüşündedirler. [Serahsî, el-Mebsût, Kahire 1324-1331, 12, 8; Kâsânî, Bedâyîu’s-Sanâyi’, Kahire, 1327-1328/1910, 5, 61-62; el-Fetâva’l Hindiyye, Bulak 1310, 5, 291]
      Bir başka izahla Hanefîler’in, kurbanın vâcip oluşu hususunda dayandıkları deliller şunlardır: Yukarıda da belirttiğimiz üzere Kur’ân-ı Kerim’de, “Rabbin için namaz kıl, kurban kes” emri, amel bakımından “vücub” ifade eder. Çünkü sadece Rasûlüllah’a (s.a.v.) mahsus olduğu belirtilmeyen emir, ümmetini de içine alır. Ancak âyette cemi‘ sîgasının bulunmayışı, delâlette zan meydana getirdiği için kurbanın hükmü farz değil, vâcip derecesindedir.
      Bu âyet-i kerimenin yanında bazı hadîs-i şerifler de kurbanın bu hükmünü kuvvetlendirmektedir. Rasûlüllah (s.a.v.), “Kurban kesiniz. Şüphesiz bu, babanız İbrâhim’in (a.s.) sünnetidir” [İbn Mâce, Sünen, Edâhî, 3] buyurmuştur. Burada Peygamber Efendimiz (s.a.v.), kurban kesmeyi emretmiştir. Mutlak emir sîgası ise, amel bakımından vâcibi ifade eder. Keza yukarda zikrettiğimiz şu hadîs-i şerif de kurbanın vâcip olduğu hükmünü teyit ediyor: “Kim genişlik ve imkân bulur da kurban kesmezse, bizim namazgâhımıza yaklaşmasın.” [İbn Mâce, a.g.e., Edâhî, 2] Böyle bir tehdit, ancak vâcibin terki hâlinde bahis mevzuu olur. Diğer taraftan bazı hadîs-i şeriflerde, kurbanın ümmet için sünnet olduğunun belirtilmesi, vâcip oluşuna mâni teşkil etmez. Çünkü sünnet; yol, gidiş mânâlarına da gelir.
      Kurban kesmek, Hanefîler’in dışındaki üç mezhebe göre müekked sünnettir. Gücü yetenin onu terketmesi mekruhtur. Şâfiîler’e göre, kurban kesmek, tek başına olan kimse hakkında aynî sünnettir. Eğer âile fertleri birden fazla ise kifâî sünnet olur. Dolayısıyla âile fertlerinden herhangi birisi bunu yerine getirecek olursa, hepsi için yeterli olur. [İbn Kudâme, el-Muğnî, 8, 617]
      Bu mevzuda İmam Mâlik‘ten (rh.) iki görüş nakledilmektedir. Bu görüşlerden birisine göre kurban kesmek vâcip, diğer ağırlıklı görüşe göre ise müekked sünnettir. Bilindiği gibi, Mâlikîlerin içtihat sistematiğinde vâcip tabiri, Hanefîlerin farz tabirinin karşılığıdır. Zira Mâlikî, Şâfiî ve Zâhiriler başta olmak üzere, müçtehit imamların çoğunluğuna göre, özellikle de ibadet mevzularında farz-vâcip ayrımı bulunmamakta ve bu iki tabir aynı manada kullanılmaktadır.
      Mâlikî mezhebinde, kurban mevzuunda İmam Mâlik’in iki görüşünden vâcip (yani onlara göre farz) olduğuna dair görüşü değil, müekked aynî sünnet olduğuna dair olan görüşü mezhepte ağırlık kazanmıştır. Mâlikî mezhebindeki müçtehitlerden, kurban kesmenin vâcip (farz) değil müekked sünnet olduğunu kabul edenler de, kurbanı diğer müekked sünnetlerden daha üst derecede gördüklerinden dolayı, sünnet olduğunu söylerken de, özel olarak önemini vurgulayan (aynî gibi) ifadeler eklemektedirler.

    70. ZİLHİCCE AYI VE ZİLHİCCENİN İLK ON GÜNÜNDE NE YAPILIR?
      “Allâhü Teâlâ’ya -içinde kendisine ibadet olunan- en sevimli günler Zilhicce’nin (ilk) on günüdür. Her bir gününün orucu bir senelik oruca, her gecesinin ihyası da Kadir Gecesi’ni (ibâdetle) ihya etmeye denktir.” (Hadîs-i Şerîf, Sünen-i Tirmizî)
      Bu akşam idrâk edeceğimiz kamerî ayların 12’ncisi olan Zilhicce ayı, İslâm’ın beş esâsından biri olan hac farîzasının îfâ edildiği umûmî af ayıdır. Arafât’a çıkıldığı, Allâh için milyonlarca kurbanın kesildiği ve bir senelik hesapların görülüp amel defterlerinin kapandığı mukaddes bir aydır.
      Zilhiccenin birinci on gecesi “leyâlî-i aşere” yâni 10 mübârek gecedir. Bu ayda, noksanların tamamlanması için istiğfâr, salevât-ı şerîfe, diğer duâlar ve tesbîh namazına devamda hayır vardır.
      Hacca gidemeyen mü’minlerin bu günlerde oruç tutmaları çok büyük fazîlettir. O bakımdan Kurban bayramından evvel dokuz gün oruç tutmalı, 10. günü kurban kesilinceye kadar bir şey yemeyip kurban etinden yemelidir. Bu mendubdur. Hiç olmazsa 8’inci gün ile beraber, 9’uncu günü (Arefe günü) oruçlu olmak lâzımdır.
      Arefe günü sabah namazından bayramın 4’üncü günü ikindi namazına kadar, bütün farz namazların arkasından Teşrîk tekbîri (Allâhü Ekber Allâhü Ekber, Lâ ilâhe ilallâhü vallâhü ekber, Allâhü Ekber ve lillâhil-hamd) okumak kadın-erkek her mükellef Müslümana vâciptir.
      ZİLHİCCENİN İLK ON GÜNÜNDE NE YAPILIR?
      Zilhicce ayının birinden onuna (yâni Kurban Bayramının ilk gününe) kadar, her gün sabah namazlarından sonra:
      10 salevât-ı şerîfe:
      “Allahümme salli ve sellim ve bârik alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed.”
      10 istiğfâr:
      “Estağfirullâhe’l-Azîm el-Kerîm ellezî lâ ilâhe illâ Hüve’l-Hayye’l-Kayyûme ve etûbü ileyk ve nes’elühü’t-tevbete ve’l-mağfirete ve’l-hidâyete lenâ innehû hüve’t-Tevvâbü’r-Rahîm.”
      10 tevhid:
      “Lâ ilâhe illallâhü vahdehû lâ şerîke leh, Lehü’l-mülkü ve lehü’l-hamdü yuhyî ve yümît ve hüve hayyün lâ yemûtü biyedihi’l-hayr ve hüve alâ külli şey’in kadîr” okunur.

    71. TIBB-I NEBEVÎ:…..BAZI SEBZELERİN FAYDALARI
      Resûlullah (s.a.v.) patlıcanı yerdi ve;
      “Patlıcan ne güzel bitkidir. Onu (iyi pişirip) yumuşatınız, zeytinyağlı yapınız ve çok yiyiniz.” buyururdular.
      Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) en çok sevdiği bitki semizotudur. Mü’min, Resûlullah’ın (s.a.v.) sevdiği her şeyi sevmelidir.
      Kereviz, Hızır (a.s.) ve İlyas (a.s.)’ın yemeğidir. Kereviz hafızayı kuvvetlendirir, kalbi temizler, delilik ve cüzzama mâni olur.
      Balkabağı, dimağı ve aklı kuvvetlendirir.
      Bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur:
      “Her kim baklayı kabuğu ile yerse, Allâhü Teâlâ, o bakla kadar hastalığı ondan giderir.” (İ. Hac. el-Askalî, Lisânu’l-mîzân,)
      Resûlullah (s.a.v.) Miraca çıktığında yeryüzü onun dünyadan ayrılışına ağlamış ve bunun üzerine gebre otu bitmiştir.
      Bir hadîs-i şerîfte şöyle buyruldu:
      “Kızılımtırak beyaz mantar, kudret helvası (gibi Allâh’ın külfetsiz nimetleri) nev’inden bir rızıktır. Suyu da göz ağrısına şifadır.”
      Ebû Hüreyre (r.a.) mantarın suyunu sıkar ve gözü ağrıyanlara sürer, o hastanın gözü iyileşirdi. Mantarın en güzeli, siyah olanıdır.
      Bir memlekete giren kimse soğan yerse, o memleketin vebasından, havasından ve sularından zarar görmez.
      Soğan yedikten sonra kereviz yemelidir. Çünkü kereviz, soğanın kokusunu giderir.
      Soğan ve sarımsağı pişmiş olarak yemekte bir beis yoktur.
      Soğan ve sarımsağı çiğ olarak yememeli. Zira melekler rahatsız olurlar.

      Kaynak : (Şir’atü’l-İslam, Fazilet Neşriyat)

    72. Ahiret Şehidleri Kimlerdir Ve Şehîdler Kaç Kısımdır ?
      Şehîdler üç kısımdırlar.
      1- Hem dünya ve hem âhiret şehidleri,
      2- Dünya şehidleri,
      3- Âhiret şehidleri.
      Hem dünyâ ve ahiret şehidleri. l’lâ-i kelimetüllah için düşmanları ile çarpışıp, öldürü­len {ve fıkıh kitablarında belirtilen ölüm şartlarını taşıyan) mü’minlerdir. Bunlar, kanlı elbiseleriyle beraber yıkanmadan gömülür. Cennetliktirler. Ahirette yakınlarına şefaat edeceklerdir.
      Dünyevî şehidler. Bunlar yalnız dünyevî bir maksat veya çıkar için savaşan ve öldürü­len kişilerdir. Bunlar, kanlı elbiseleriyle yıkanmadan gömülürler. Dünyevî olarak şehid kabul edilirler. Allah rızası için savaşmadıkları için de ahirette nasîpleri yoktur.
      Uhrevî şehidler. Bunlar, yıkanır, kefenlenir ve normal bir ölü muamelesi yapılır. Dün­yevî olarak şehid kabul edilmezler. Ama Allah katında kendilerine şehâdet mertebesi verilir. Cennetlik oldukları gibi ahirette bir çok insana şefaat edeceklerdir.
      Ahiret Şehidleri şunlardır;
      1- Zulmen öldürülen.
      2. Nefsini, malını veya evlâdını korurken ölen ve öldürülen,
      3. Hükümdarın hapsiyfe veya dövdürmesiyle ölen,
      4. Yangında yanarak ölen,
      5. Suda boğulan,
      6. Depremde ölen,
      7. Yapı altında kalanlar,
      8. trafik kazasında ölen,
      9. Yırtıcı hayvan tarafından parçalanan.
      10. İshal ve istikâ’dan. taun, kanser ve verem gibi amansız hastalıklardan ölen
      11. Sıtma ve sar’â hastalığından ölen,
      12. Hamilelikten dolayı ölen kadın,
      13. Doğumda {nifas halinde) ölen kadın.
      14. Kuma sahibi olup sabır ve tahammül ederek ölen kadın,
      15. Vatanı beklerken ölen.
      16. Aşktan ölen.
      17. Her gece Yasin Sûresini okuyan,
      18. Her gün kuşluk namazı kılanlar.
      19. Her ayda üç gün (eyyâm-ı bîyz’da) oruç tutan,
      20. Günde yirmibeş defa (Allâhümme bârik lî filmevti ve fi mâ bâdel-mevti) dua­sını okuyanlar.
      21. Hastalığında “La ilahe illâ ente sübhâneke innî küntü minezzâlimîyn” duasını okuyanlar.
      22. Sabah namazının sonunda haşr süresinin son ayetlerini okuyanlar.
      23. İffetini sabırla koruyanlar,
      24. Fitne zamanı Resûluliah’ın sünnetine sarılıp ölen.
      25. Helal rızık peşinde iken ölen,
      26. Cuma gecesi ölen.
      27. Gurbette ölen.
      28. Ezan okunurken ölen.

    73. BİR ÂDÂB
      “Sağ elinizle yiyiniz, sağ elinizle içiniz, sağ elinizle alınız ve sağ elinizle veriniz.” (Hadîs-i Şerîf, Sünen-i İbn-i Mâce)
      Bir şey alırken sağ el ile alınır, sağ el ile yenilir, içilir ve musâfaha yapılır, abdest âzâlarını yıkamaya başlarken sağdan başlanır, ayakkabı ve elbise giyerken sağ taraftan başlanır, câmi ve mescidlere, evlere, odalara sağ ayak ile girilir.
      Cennetliklerin safları sağda olacak, cehennemliklerin safları da solda olacaktır. Cennet sağdadır, cehennem soldadır.
      Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Sağ elinizle yiyiniz, sağ elinizle içiniz, sağ elinizle alınız ve sağ elinizle veriniz. Çünkü şeytan sol eliyle yer, sol eliyle içer, sol eliyle verir ve sol eliyle alır.” buyurmuştur.
      Pis ve kirli şeyler sol elle tutulur. Kiri temizlemek, burnu temizlemek, istincâ yapmak veya bir necâseti (pisliği) yıkamak için sol el kullanılır. Ancak sol elin kesik olması veya bir hastalık gibi mâzeretten dolayı bunlar sağ elle yapılabilir.
      Bir kimseye kitap veya herhangi bir şey sağ elle verilir.
      Makam ve fazilet bakımından kendisinden üstün biriyle yürüyen, onu sağına alır, solundan yürür.

    74. Yâ Muhammed ( s.a.v.), başını secdeden kaldır ! Söyle…..
      Allahü teâlâ meâlen buyurur ki, (Yâ Muhammed, başını secdeden kaldır! Söyle, dinlenir. Şefaat et, kabûl olunur). Bunun üzerine, Peygamber : (Yâ Rabbî! Kulların arasından iyileri ve kötüleri ayır ki, zamanları gayet uzadı. Herbiri, günahlarıyle arasât meydanında rezil ve rüsvây oldular) der.
      Bir nidâ gelir: (Evet yâ Muhammed!) denilir. Cenâb-ı Hak, Cennete emreder ki, her cins zîneti ile zînetlenir. Arasât meydanına getirilir. O derece güzel kokusu vardır ki, beşyüz senelik yoldan duyulur. Bu hâlden kalbler ferahlanır. Ruhlar dirilir. [Lâkin kâfirler, mürtedler ve müslümanlarla alay edenler, Kur’an-ı kerime hakâret edenler, gençleri aldatarak îmanlarını çalanlar ve] amelleri habîs, kötü olanlar, Cennetin kokusunu duymazlar.
      Cennet, Arş-ı âlânın sağ tarafına konulur. Bundan sonra, cenâb-ı Hak, Cehennemi getirmeyi emreder. Cehenneme korku gelir, feryâd eder. Kendisine gönderilen meleklere: (Allahü teâlâ, bana azâb ettirmek için bir mahlûk yarattı da, onunla bana azâb mı edecek) der. Onlar da: (Allahü teâlânın izzeti ve celâli ve ceberûtü hakkı için, Rabbin seninle âsîlerden, islâm düşmanlarından intikam almak için, bizi sana gönderdi. Sen ise, bunun için halk olundun) derler. Cehennemi dört tarafından çekerek götürürler. Yetmişbin ip takıp çekerler ki, her bir ipte yetmişbin halka vardır. Dünyadaki demirlerin hepsi toplansa onun bir halkası kadar olamaz. Her halkada, zebânî denilen azâb meleklerinden yetmişbin melek vardır ki, yalnız birine dünyadaki dağları koparmak emrolunsa, parça parça ederdi. O vakit, Cehennemin bağırması ve gürültüsü ve ateş saçması ve şiddetli dumanı vardır ki, bütün gökyüzünü simsiyâh eder. Mahşer yerine bin senelik yol kalınca, meleklerin ellerinden kurtulur. Gürültüsü ve gümbürtüsü ve sıcaklığı tehammül olunmıyacak derecededir. Mahşerdekilerin hepsi, bundan çok korkarlar. Bu nedir diye sorarlar. Haber verilir ki, Cehennem, zebânîlerin elinden kurtulmuş, size yaklaşıyor da, onun gürültüsüdür derler. Bunun üzerine, herkesin dizinin bağı çözülüp çöküverirler. Hattâ Peygamberler ve Resûller dahî kendilerini tutamaz. Hz. İbrâhîm, Hz. Mûsâ, Hz. Îsâ, arş-ı âlâya sarılır. İbrâhîm kurban ettiği İsmâ’îlı unutur. Mûsâ birâderi Hârûnı ve Îsâ vâlidesi Hz. Meryemi unuturlar. Her biri: (Yâ Rabbî! Bugün nefsimden başka birşey istemem) der.
      O zaman Muhammed ise: (Ümmetime selâmet ve necât ver yâ Rabbî) der.
      Orada buna tehammül edebilecek kimse bulunmaz. Zîrâ Allahü teâlâ, bunu haber verip; Câsiye sûresinin yirmisekizinci âyetinde meâlen, (Her ümmeti, dizleri üzre cenâb-ı Hakkın korkusundan çökmüş olarak görürsün. Herbiri, dünyada işledikleri amellerin kitabına dâvet olunurlar) buyurmuştur. Cehennemin böyle kurtulup kükremesi üzerine, herkes boğulma derecesinde ve kederlerinden yüzleri üzerine kapanırlar. Bu da, Allahü teâlânın Furkan sûresinin onikinci âyetinde meâlen: (Nâr ehl-i mahşeri uzak mahalden gördüğü vakit, nâs ondan boğuk ve çirkin ve gayet büyük ses işitirler) buyurmasıyle sâbittir.
      Allahü teâlâ, Mülk sûresinin sekizinci âyetinde meâlen, (Gayz ve şiddetinin çokluğundan, Nâr ikiye ayrılacak gibi olur) buyurur. Bunun üzerine, Peygamberimiz ortaya çıkıp, Cehennemi durdurur. Buyurur ki, (Hakîr ve zelîl olarak geriye dön! Tâ ki, sana ehlin gürûh gürûh gelsinler). Cehennem dahî (Yâ Muhammed, bana müsâ’ade et! Zîrâ, sen bana haramsın) der. Arştan nidâ gelerek: (Ey Cehennem, Muhammed aleyhisselâmın kelâmını dinle! Ve ona itaat et) der. Sonra Resûlullah, Cehennemi çeker, Arş-ı âlânın sol tarafında bir yere yerleştirir. Mahşerdekiler, Peygamber efendimizin bu merhametli muamelesini birbirine müjdelerler. Korkuları bir miktâr azalır. Enbiyâ sûresinde yüzyedinci âyet-i kerimenin (Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik) meâl-i şerifi zâhir olur.
      Bu zamanda nasıl olduğu bilinmiyen mîzân kurulur. Mîzânın iki kefesi, yâni gözü vardır. Birisi nûrdan ve biri zulmetten yâni karanlıktandır.
      Bundan sonra, Allahü teâlâ zamandan, mekândan, cismden münezzeh ve berî, uzak olduğu hâlde, kudretini izhâr buyurması üzerine, insanlar ona tâzîm ederek, secdeye varırlar. Fakat kâfirler, mürtedler, secde edemezler. Zîrâ, onların belleri demir kesilip secde etmeleri mümkün olmaz. İşte bu da, Nûn sûresi, kırkikinci âyet-i celîl-i ilâhiyyesinin (Gözlerden perde kaldırılıp sıkıntıların arttığı zamanda secde etmeye çağrılırlar. Fakat secde edemezler) meâl-i şerifidir.
      İmâm-ı Buhârînin, [Muhammed Buhârî 256 [m. 870] de Semerkandda vefât etti.] bunun tefsîrinde, Peygamberimize kadar senedini yâni râvîlerini zikrederek bildirdiği hadis-i şerifte buyuruldu ki, (Allahü teâlâ kıyâmet gününde sâkından keşf eder. [Paçalar sıvanır. Yâni çok çetin ve sıkıntılı bir hâl olur. Secde ediniz denir.] Bütün müminler secde ederler). Ben, bu hadis-i şerifin tevilinden korktum. Meseldir diyerek söz söyliyenlerin sözünü dahî beğenmedim. Mîzân yâni terâzî de, melekûta mahsûs olan bilinmiyen şeylerdendir, dünya terâzîlerine benzemez. Zîrâ iyilikler ve kötülükler, madde ve cism değildir. A’raz, yâni sıfattırlar. A’razları, özellikleri, bildiğimiz terâzîler ile, maddeyi tartar gibi, vezn etmek sahih olmaz. Ancak, bilinmiyen terâzî ile tartmak sahih olur.
      Müminler secdede iken, Allahü teâlâ nidâ eder. Yakından ve uzaktan işitilir. İmâm-ı Buhârînin rivayet ettiği gibi, cenâb-ı Hak [hadis-i kudsîde]; (Ben azîm-üş-şân herkese mücâzât eden deyyânım. Bana hiçbir zâlimin zulmü tecâvüz etmez. Eğer tecâvüz ederse, ben zâlim olurum) buyurur.
      Bundan sonra, hayvânât arasında hükm eder. Boynuzlu koyundan, boynuzsuz koyunun hakkını alıverir. Dağ hayvanlarıyle kuşlar arasındaki hakları ödeştirir. Sonra da bunlara: (Toprak olunuz) der. Hemen hayvanlar toprak oluverirler. Kâfirler, bu hâli görünce her biri, Nebe’ sûresi kırkıncı âyetinin meâlinde haber verildiği üzere (Ne olaydı, toprak olaydım) derler.
      Sonra, Allahü teâlâ tarafından nidâ olunup, (Levh-i mahfûz nerededir?) buyurur. Bu ses, akıllara hayret verecek sûrette işitilir. Allahü teâlâ, (Ey Levh! Tevrât ve İncîl ve Kur’an-ı azîm-üş-şândan sende yazdığım şey nerededir?) der. Levh-i mahfûz der ki: (Yâ Rabb-el’âlemîn! Bunu Cebrâîldan suâl buyur!).
      Bu vakit, Cebrâîl getirilir ki, âdetâ kendisini titremek alır. Hayretinden diz üstü çöker. Cenâb-ı Hak buyurur ki: (Yâ Cebrâîl! Bu Levh der ki, sen benim kelâmımı ve vahyimi kullarıma nakleylemişsin, doğru mudur?) Cebrâîl (Yâ Rabbî doğrudur) der. Allahü teâlâ, (Onu nasıl yaptın?) buyurur. Cebrâîl, (Yâ Rabbî, Tevrâtı Mûsâa, İncîli Îsâa, Kur’an-ı kerimi Muhammeda inzâl ve her bir Resûle risâleti ve her bir suhuf sahibi Peygambere de sayfalarını ulaştırdım) der.
      Bir nidâ gelir ki; (Yâ Nuh!), Nuh getirilir. Titrediği hâlde, huzur-i ilâhîye gelir. Ona hitâben: (Yâ Nuh! Cebrâîl der ki, sen Resûllerdensin). (Evet yâ Rabbî! Doğrudur) der. Yine buyurur ki, (Kavminle ne iş gördün?). Nuh, (Yâ Rabbî! Onları gece ve gündüz îmana dâvet ettim. Benim dâvetim onlara bir fayda vermedi. Benden kaçtılar). O zaman, yine nidâ olunarak, (Yâ Nuh kavmi!) denir. Onlar bir fırka olarak getirilir. Denilir ki, (İşbu kardeşiniz Nuh der ki, size benim risâletimi teblîg etmiş). Onlar: (Ey bizim Rabbimiz, yalan söylüyor. Bize birşey teblîg etmedi) derler. Risâleti inkâr ederler.
      Allahü teâlâ, (Yâ Nuh! Senin şâhidin var mıdır) buyurur. Nuh, (Yâ Rabbî! Benim şâhidim, Muhammed ile ümmetidir) der.
      Allahü teâlâ, (Yâ Muhammed!). Bu Nuh risâleti teblîg ettiğine seni şâhit kılar) buyurur. Peygamberimiz, Nuhın risâleti teblîg ettiğine şâhit olup, Hûd sûresinin yirmi beşinci âyet-i kerimesini okur. Bu âyet-i kerimede meâlen, (Biz Nuhu insanlara Peygamber olarak gönderdik. Onları Allahü teâlânın azâbı ile korkuttu. Allahü teâlâdan başka şeylere ibâdet etmeyiniz dedi) buyurulmuştur. Cenâb-ı Hak, Nuhın kavmine: (Sizin üzerinize azâb hak oldu. Zîrâ, azâb kâfirler üzerine lâyıktır) buyurur.
      Böylece, hepsi Cehenneme atılır. Ne amelleri tartılır, ne de hesap olunurlar.
      Bundan sonra (Âd kavmi nerededir?) diye nidâ olunur. Nûhın kavmine yapıldığı gibi, Hûd ile, kavmi olan Âd kavmi arasında muamele cereyân eder. Peygamberimiz ile ümmetinin hayrlıları şehâdet ederler. Peygamberimiz Şuarâ sûresinin yüzyirmiüçüncü âyet-i kerimesini okur. Bu kavm de Cehenneme atılır.
      Bundan sonra (Yâ Sâlih veya Semûd) diye nidâ olunur. Sâlih ve kavmi gelirler. İnkârları üzerine, Hz. Peygamberden şehâdet taleb olunur. Peygamberimiz Şuarâ sûresinin yüzkırkbirinci âyet-i kerimesini okur. Onlar da, evvelkiler gibi Cehenneme atılır.
      Kur’an-ı azîm-üş-şânın haber verdiği gibi, ümmetler, birbiri arkası sıra, Allahü teâlânın huzuruna gelirler. Furkan sûresinin otuzsekizinci ve İbrâhîm sûresinin sekizinci âyet-i kerimeleri bunu haber vermektedir. Bunda tenbîh vardır ki, bunlar âsî ve azgın kavmlerdir. (Bârîh, Mârih, Duhâ, Esrâ) kavmleri ve bunlar gibi kâfirlerdir. Bunlardan sonra, nidâ, Eshâb-ı res ve tübba’ ve İbrâhîmın kavmine gelir. Bunların hiç birinde mîzân kurulmaz. Ve hesap sorulmaz. Bunlar, o gün Rablerinden mahcûbdurlar. Allahü teâlânın kelâmını onlara bir tercümân söyler. Çünkü, bir kimse, nazar ve kelâm-ı ilâhîye mazhar olursa, o kimse azâb olunmaz.
      Bundan sonra, Mûsâa nidâ olunur. Şiddetli rüzgârda yapraklar nasıl titrerse, öyle titreyerek gelir. Cenâb-ı Hak, ona hitâben: (Yâ Mûsâ! Cebrâîl sana risâletini ve Tevrâtı kavmine teblîg ettiğine şehâdet ediyor) buyurur. Mûsâ (Evet yâ Rabbî) der. (Öyle ise, minberine çık! Sana vahy olunan şeyleri oku!) buyurulur. Mûsâ, minbere çıkar, okur. Herkes kendi mevkı’inde sükût ederler. Tevrâtı daha yeni nâzil olmuş gibi okur. Yahudi âlimleri, sanki bundan evvel, Tevrâtı hiç görmemişler, bilmemişler gibi olurlar.
      Sonra da, Dâvüde nidâ olunur. Bu da, sanki şiddetli rüzgârda yaprak titrer gibi, son derece titreyerek gelir.
      Allahü teâlâ: (Yâ Dâvüd! Cibrîl Zebûru ümmetine teblîg ettiğine şehâdet ediyor) deyince, Dâvüd, (Evet yâ Rabbî!) der. Cenâb-ı Hak, (Minberine çık ve sana vahy olunan şeyi tilâvet eyle) buyurur. Dâvüd minbere çıkar. Güzel sesle Zebûr-u şerifi okur. Hadis-i şerifte bildirildi ki, Dâvüd Cennet ehlinin münâdîsidir. [Dâvüdın sesi çok güzel ve gür idi.] Nidâ edince sesini tâbût-i sekînenin imamı işitir ve cemaatin içine girerek safları yararak, Dâvüdın yanına gelir. Ona sarılır. Der ki: (Sana Zebûr vaaz vermedi mi ki, benim için yanlış niyet ettin?). Hz. Dâvüd, çok utanır, sıkılır. Cevap veremez. Arasât ızdırâba gelir. İnsanlar Dâvüddan gördüğü hâllerden dolayı çok üzüntülü olurlar. Bundan sonra Dâvüda sarılıp, huzur-i Mevlâya çıkarır. Üzerlerine perde iner. Tâbütün imamı der ki: (Yâ Rabbî! Dâvüdın hürmetine bana rahmet eyle ki, bu beni harbe gönderdi. Hattâ öldürüldüm. Nikâh etmek istediğim hâtunu kendine almak istedi. Hâlbuki o zaman bundan başka, doksandokuz hâtunu vardı). Allahü teâlâ, Dâvüda sorar, (Yâ Dâvüd! Bunun sözü doğru mudur?) buyurur. Dâvüd utancından ve Allahü teâlânın azâbı korkusundan, mağfiret vaadini ricâ ederek, başını aşağı eğer. Zîrâ, insan birşeyden korkar ve mahcûb olursa, başını önüne eğer. Birşey umar ve ricâ ederse, başını yukarı kaldırır. Bu vakit, Allahü teâlâ tâbütün imamı olan zata buyurur ki: (Ben, buna mukâbil, sana köşk ve vildândan şu kadar, bu kadar şey verdim. Râzı mısın?) O zat da: (Râzıyım yâ Rabbî) der. Bundan sonra, Dâvüda: (Sen de yâ Dâvüd, git seni de mağfiret ettim) buyurur. [Bu kıssa, Mevâhib tefsîrinde, Sâd sûresi yirmiüçüncü âyetinde daha geniş yazılıdır. Peygamberler en küçük bir günah işlemez ve günahı işlemek, hâtırlarına bile gelmez. Bu tefsîrden okuyunca, hakîkat iyi anlaşılır.]
      Bundan sonra Dâvüda: (Minberine dön, Zebûrun devamını oku) buyurur. O da, Allahü teâlânın emrini yerine getirir. Bu zamanda, Benî İsrâîle iki kısm olmaları emrolunur. Bir kısmı, müminler ile, bir kısmı da, kâfirler ile berâber olur.
      Bundan sonra, bir ses işitilir ki: (Îsâ nerededir?) der. Îsâ getirilir. Allahü teâlâ ona hitâben Mâide sûresinin yüzondokuzuncu âyet-i kerimesinin meâl-i şerifi olan, (Yâ Îsâ! Sen insânlara Allahdan başka beni ve annemi ilâh edininiz dedin mi?) buyurur.
      Îsâ Allahü teâlâya hamd eder ve çok senâlar eder. Sonra meâl-i şerifi, (Yâ Rabbî! Seni noksan sıfatlardan tenzîh ve taktîs ederim ki, hakkım olmıyan şeyi benim için söylemek olmadı. Eğer ben onu söyledimse, hakîkaten Sen onu bilirsin. Yâ Rabbî! Sen benim nefsimde olanı bilirsin. Ben Senin zâtında olanı bilmem. Yâ Rabbî! Sen gâibleri bilensin) olan Mâide sûresinin yüzonaltıncı âyet-i kerimesi ile cevap verir.
      Bunun üzerine cenâb-ı Hak, cemâl sıfâtını gösterir ve meâl-i şerifi, (Bu zaman, sâdıklara sıdkının menfaat vereceği zamandır) olan Mâide sûresi yüzondokuzuncu âyet-i kerimesini buyurur ve (Yâ Îsâ! Sen doğru söyledin. Minberine git! Sana Cebrâîlin teblîg ettiği İncîli tilâvet eyle) der. Îsâ, (Evet Yâ Rabbî) der. Sonra tilâvete başlar. Tilâvetin te’sîrinden herkesin başı yukarı kalkar. Zîrâ, Îsâ rivayet cihetinden insanların en ziyâde hakîmidir. Okumada, o kadar tâzelik ve nezâket gösterir ki, hıristiyanlar, ruhbânlar, kendilerini, İncîlden hiçbir âyet bilmiyorlarmış zannederler.
      Bundan sonra, nasârâ da, iki kısm olurlar. Bozuk olanları, yâni hıristiyanlar kâfirlerle, bozulmamış olan müminleri, müminlerle haşr olunur.
      Bundan sonra, bir nidâ işitilir ki, (Muhammed nerededir?) Peygamberimiz gelir. Cenâb-ı Hak buyurur ki: (Yâ Muhammed! Cibrîl, sana Kur’an-ı kerimi teblîg ettim diyor). O da: (Evet yâ Rabbî) der. Cenâb-ı Hak: (Yâ Muhammed, minberine çık ve Kur’an-ı kerimi kırâet et) buyurur. Peygamberimiz Kur’an-ı kerimi tilâvet edip, gayet güzel ve tatlı bir şekilde okur. Müminleri müjdeler. Onların yüzleri güler ve sevinirler. Kur’an-ı kerime inanmıyanların, bu mübârek kitaba (Hâşâ) çöl kanûnu diyenlerin ise, yüzleri gayet çirkin olur.
      Buraya kadar beyan olunan Peygamberlere olunacak suâli, A’râf sûresindeki, (Biz kendilerine Peygamber gönderilen kavme elbette suâl ederiz. Peygamberlere de suâl ederiz) meâlindeki beşinci âyet-i kerimesi haber vermektedir.
      Bazıları, Mâide sûresinin yüzonikinci (Allahü teâlâ, büyük Peygamberleri cem’ eylediği vakit, kavminizden nasıl icâbet ve kabûl olundunuz?) meâlindeki âyet-i kerime ile haber verilmiştir dediler. O zaman Peygamberler: (Yâ Rabbî! Seni tesbîh ederiz ki, bizim için hiç ilim yoktur. Sen gaybleri en iyi bilensin) derler. Evvelki âyet-i kerimenin haber verdiğini söyliyen âlimlerin sözü daha doğrudur. (İhyâ-ül-ulûm) adındaki kitabımızda da bunu bildirdik. Zîrâ Peygamberlerin dereceleri vardır. Îsâ ise, onların büyüklerindendir. Zîrâ O (Ruhullah)dır. (Kelimetullah)dır. Peygamberimiz Kur’an-ı kerimi tilâvet buyurduğu zaman, ümmeti zanneder ki, hiç işitmemişlerdir. Bu bahste, Hz. Esma’îye dediler ki: (Sen Kur’an-ı kerimi en ziyâde ezberlemiş olansın. Sen de, böyle mi olursun?) Cevabında, (Evet, Hz. Peygamberden işittiğim vakit, hiç işitmemiş gibi olurum) buyurdu. [Ebû Sa’îd-i Esma’î (122) de Basrada tevellüd, 216 [m. 831] de Mervde vefât etti. Asl adı Abdülmeliktir.]
      Kitapların kırâ’eti tamam olduktan sonra bir nidâ gelir ki: Ey mücrimler, şimdi sizler ayrılınız!) denir. Bu nidâ üzerine, mevkıf yâni Arasât meydanı harekete gelir. O zaman, herkesi büyük korku alır. Birbirlerine girift olurlar. Melekler cin ile ve cin insanlar ile karışır. Bundan sonra, nidâ gelir ki: (Yâ Âdem! Evladından Cehenneme lâyık olanı gönder!) Âdem ise, (Yâ Rabbî! ne kadar?) diye suâl eder. Cenâb-ı Hak, buyurur ki: (Binde dokuzyüzdoksandokuzu Cehenneme ve biri Cennete). Kâfirlerden ve Ehl-i sünnetten ayrılmış mülhidlerden ve gâfillerden, çıkara çıkara, ancak Allahü teâlânın bir avuç buyurduğu kadar mümin geride kalırlar. Ebû Bekr-i Sıddîkın (Rabbimizin avuçlarından bir avuç kalır) buyurduğunun mânası budur.
      Bundan sonra İblîs şeytanlarıyle birlikte getirilir. Bunların mîzânının da seyyiâtları, hasenâtlarının üzerine ağır gelmiştir. Her kime ki, din ulaşmıştır, onun sevapları ile günahları muhakkak tartılacaktır. Şeytanlar, günahları ağır gelip, azâb göreceklerini yakînen bildikleri vakit: (Bize Âdem zulmetti. Zebânî denilen melekler saçlarımızdan tutarak bizi Cehenneme sürükledi) derler.
      Bunun üzerine, cenâb-ı Hak tarafından bir nidâ gelir ki, Mümin sûresinin onyedinci âyet-i kerimesinin, (Bu zamanda zulüm yoktur. Allahü teâlâ hesapta sür’atlidir) meâlindedir. Herkes için büyük bir kitap çıkarılır ki, şark ve garp arasını tutar. Onda mahlûkların bütün amelleri yazılıdır. Küçük ve büyük hepsini bildirir. Allahü teâlâ, hiçbir kimseye zulmetmez. Mahlûkların her gün yaptıkları amelleri bu kitap ile Allahü teâlâya arz olunur. Allahü teâlânın emri ile Abese sûresinin onaltıncı âyet-i kerimesinde bildirilen (Kiramün berere) meleklerine yâni kerim ve itaatkâr meleklere, o amelleri yazmağı emreder. Bu kitap işte odur. Câsiye sûresinin yirmisekizinci âyet-i kerimesinin (Biz yaptığınız amellerin hepsini yazdırdık) meâl-i şerifi bunu haber vermektedir.
      Bundan sonra, bir münâdî herkesi ayrı ayrı çağırır. Herkes, ayrı ayrı hesaba çekilir. Nûr sûresi, yirmidördüncü âyetinde meâlen, (Yaptıklarının hepsine, o gün dilleri ve elleri ve ayakları şehâdet eder) buyuruldu.
      Doğru haberde bize bildirildi ki, bir kimse Allahü teâlânın huzurunda durdurulur. Cenâb-ı Hak ona (Ey fena kul! Sen mücrim ve âsî oldun) der. O kul: (Yâ Rabbî! Ben işlemedim) der. (Senin aleyhine delîller ve şâhitler vardır) denir. O kimsenin Hafaza melekleri getirilir. O kimse: (Onlar benim üzerime yalan söylediler) der. Bu hâl, meâl-i şerifi (O gün herkes getirilir. Herkes kendi nefsi ile mücâdele eder) olan, Nahl sûresinin yüzondördüncü âyetinde bildirilmektedir. Sonra ağzına mühür vurulur. Bu da Yasîn-i şerifin altmış beşinci âyetinin (Kıyâmet gününde, ben azîmüş-şân, mücrimlerin ağızlarını mühürlerim. Ne ki kazanıp kesb ettiler ise, bize elleri söyler ve ayakları şehâdet eder) meâl-i şerifi ile bildirilmiştir. Öyle ise, âsîlerin âzası şehâdet edip Cehenneme götürülmeleri emrolunur. Mücrimler [din düşmanları, haram işliyenler, namaza önem vermiyenler] âzalarına levm etmeye, bağırmaya başlar. Âzası da, der ki, (Bu şehâdet bizim ihtiyârımızla değildir. Bizi Allahü teâlâ söyletti. Herşeyi söyleten Odur). Bunlar Fussilet sûresinin yirmibirinci âyet-i kerimesinde bildirilmektedir.
      Hesaptan sonra, bütün insanlar Sırât köprüsüne gönderilecektir.
      Sırât köprüsünden geçemeyip düşen mücrimler, Cehennem hazenesine, yâni azâb meleklerine teslim olunurlar. Ağlamaya ve inlemeye başlarlar. Hele müminin ve müvahhidînin âsîleri Cehenneme konulurken, gayet dehşetli ağlarlar. Melekler bunları yakalayıp atarken, (İşte bu, vaat olunduğunuz kıyâmet günüdür) derler. Bu hâl Enbiyâ sûresinin yüzüçüncü âyet-i kerimesinde bildirilmektedir.
      Büyük feryâd – Cehennem ehlinin çok feryâd edip ağladıkları dört yerden birincisi, sûr üfürüldüğü vaktte, ikincisi, Cehennem meleklerden kurtulup, mahşer ehli üzerine sıçradığı vaktte, üçüncüsü, Âdemi Allahü teâlâya şefaatci göndermek için çıktıkları vaktte, dördüncüsü, Cehennemdeki azâb meleklerine teslim olundukları zamandır.
      Cehennemlik olanlar mahallerine gidip, Arasât meydanında yalnız, Müminler, Müslimler, hayr ve ihsân edenler, Ârifler, Sıddîklar, Velîler, Şehitler, Sâlihler ve Resûller kalır. Îmanlarında şüpheleri olanlar, münâfıklar, zındıklar, bid’at sahipleri [yâni Ehl-i sünnet îtikatında olmıyan müminler], zaten Cehenneme gönderilmişlerdir. Allahü teâlâ (Ey insanlar! Rabbiniz kimdir?) buyurur. Onlar (Allahdır) derler. Allahü teâlâ: (Siz Onu bilir misiniz?) buyurur. (Evet biliriz yâ Rabbî) derler. O zaman, onlara Arş-ı âlânın sol tarafından bir melek görünür. O melek, o kadar azametlidir ki, yedi deniz başparmağının ucuna konsa içine alıp, hiçbir damlası gözükmez. O melek, mahşerde bulunanlara Allahü teâlânın emri ile, imtihan cihetinden (Ene Rabbüküm) yâni, ben sizin Rabbinizim der. Ehl-i mahşer: (Senden Allahü teâlâya sığınırız) derler.
      Arşın sağ tarafında bir melek görünür ki, eğer ayağının ucu ile basmış olsa, ondört deniz, görünmez olurdu. Ehl-i mahşere (Ene Rabbüküm) der. Yâni, sizin Rabbinizim der. Ona dahî (Senden Allahü teâlâya sığınırız) derler.
      Bundan sonra, Allahü teâlâ, onlara istedikleri şekilde gayet yumuşak ve hoş muamele buyurur. Mahşer ehlinin hepsi, secde ederler. Cenâb-ı Hak, onlara (Öyle bir yere geldiniz ki, sizin için yabancılık ve korku yoktur) buyurur.
      Allahü teâlâ bütün müminleri Sırât üzerinden geçirir. Müminler derecelerine göre Cennete götürülür. İnsanlar gürûh gürûh geçerler. Önce Resûller, sonra Nebîler, Sonra Sıddîklar, sonra Velîler, Ârifler, sonra hayr ve ihsân edenler, sonra Şehitler, sonra diğer müminler götürülür. Müslümanlardan günahları affedilmiyenler yüz üstü düşmüş, bazıları da A’râfta mahbus kalırlar. Îmanı zayıf olanlardan bazısı Sırâtı yüz senede, bazısı da bin senede geçerler. Bununla berâber, Cehennemde yanmazlar.
      Bir kimse ki, Rabbini görür, o kimse Cehenneme sokulmaz. Müslim ve muhsin olanların makamlarını (İstidrâc) nâmındaki kitabımızda anlattık. Onlar yüzü gülenlerdir. Çoğu Sırâtı şimşek gibi geçer. Çoğu da, açlık ve susuzlukla giderler ki, ciğerleri parça parça olmuş, solukları âdetâ duman gibi çıkar. Bunlar, kâseleri gökteki yıldızlar adedince ve suyu, kevser ırmağından ve büyüklüğü Kudüsten Yemene kadar ve Adenden Medîne-i münevvereye kadar olan Kevser havzından içerler. İşte bu, Peygamberimizin (Benim minberim, havzım üzerindedir). Yâni, minberim, Kevser havzının iki kenârından biri üzerindedir buyurmasiyle sâbittir. Kevser havzından uzak olanlar, kabahatlerinin derecesine göre, Sırâtta habs olunurlar.
      Nice abdest alanlar vardır ki, abdesti güzel almaz ve tamam etmez. Ve nice namaz kılanlar vardır ki, sorulmadığı hâlde, namazını başkalarına anlatır. Hudû’ ve huşû’ ile kılmazlar. Eğer kendini karınca ısırmış olsa, namazı bırakıp o karınca ile meşgul olurlar. Hâlbuki, Allahü teâlânın azamet ve celâletini ârif olanların ellerini ve ayaklarını kesmiş olsalar hiç direnmezler. Zîrâ onların ibâdetleri Allahü teâlâ içindir. Allahü teâlânın huzurunda duran kimse, Onun “celle celâlühü” heybet ve azametini bildiği, tefekkür ettiği kadar huşû’ eder, korkar. Öyle olur ki, pâdişâhlardan birinin huzurunda kişiyi akreb sokar, o da sabr eder. Pâdişâha hürmet için hiç hareket etmez. İşte bu, adamların mahlûkla berâber olduğu vaktteki hâlidir. Mahlûk ise, o derece menfaat ve zararını ayıramaz.
      O, azîz ve celîl olan Allahü teâlânın huzurunda duranın hâli nasıl olur ki, heybet ve saltanat ve azamet ve ceberût ve kahr-ü galebe-i ilâhiyyeyi bilen bir kimsenin Allahü teâlânın huzurunda durması, elbette ziyâde huzuru ve huşû’u Îcap ettirir.
      İbâdetleri yaptığı hâlde, zulmeden ve tevbe etti ise de, mazlumu bulamıyan, bununla dünyada helâlleşmiyen bir kimse hakkında hikâye olundu ki, Allahü teâlânın huzuruna götürülür. Dünyada helâlleşemediği kul hakları varsa, meydana çıkarılır. Mazlum onun boynuna sarılır. Allahü teâlâ mazluma (Ey mazlum! Yukarıya bak) buyurur. O mazlum baktığı vakit görür ki, bir köşk var. Gayet büyüktür. Zîneti ve büyüklüğü akıllara hayret verir. O mazlum: (Yâ Rabbî! Bu nedir?) der. Allahü teâlâ: (Bu satılıktır. Benden satın alır mısın?) buyurur. O mazlum ise: (Yâ Rabbî! Bunun kıymetini ödeyecek benim birşeyim yoktur) der. Allahü teâlâ buyurur ki: (Kardeşini zulümden affedip halâs edersen, köşk senindir). O kul da: (Yâ Rabbî! Emr-i ilâhin sebebiyle ondaki hakkımdan vazgeçtim) der.
      Allahü teâlâ tevbe eden zâlimlere böyle muamele eder. Nitekim İsrâ sûresinin yirmibeşinci âyetinde meâlen, (Ben azîm-üş-şân, tevbe eden kimseleri mağfiret ederim) buyurur. Tevbe eden, zulümden, günahtan ayrılıp da, ebediyyen bir daha o günahı işlemiyendir. Dâvüd (Evvâb) ile tesmiye olunur. [Hâlbuki, Dâvüd hiç günah işlemedi. Ondan (Hilâf-i evla) sâdır oldu.] Resûllerden Hz. Dâvüdun gayrileri de böyledir.

      Kaynak : Kurani Kerim’de Kiyamet ve Ahiret – Imam Gazali

    75. Uyuyan Yılan
      Bir yılancı, karda kışta dağlara yılan aramaya gitti. Dağı taşı gezdi, dolaştı.
      Ölü gibi duran, kocaman bir yılan buldu. Ejderhaya benzeyen, böyle büyük yılanı kendisi bile görmemişti.
      Halkın ilgisini çekip, para kazanırım düşüncesiyle o yılanı sürükleyerek Bağdat’a getirdi. Görenlere, ”Bayağı boğuştum. Zahmetli oldu ama sonunda ölü olarak ele geçirebildim” diyerek gururlandı.
      Dicle nehrinin kenarında, bir peykenin üzerine yılanı yerleştirdi. İnsanları toplayarak büyük gösteri yapmak istedi.
      Bağdat şehri, bu büyük yılanın haberiyle çalkalandı. Yavaş yavaş halk toplanmaya başladı. Yılancı her ihtimale karşı tedbiri elden bırakmamış, kalın iplerle yılanı bağlamış ve üzerine bir çul örtmüştü. İnsanların merakını kamçılamak için, çulun ucundan kenarından kaldırıp yılanı gösteriyordu. Binlerce meraklı ahmak toplanmıştı. Daha fazla insanın gelmesi için acele etmiyordu.
      Bu arada, Bağdat’ın güneşi yılanın üzerine vurdu. Sıcak güneşin etkisiyle buzları çözülen yılan, yavaş yavaş kımıldanmaya başladı. Halkın şaşkınlığı ve merakı daha çok arttı. İyice ısınan yılan kendine geldi. Bağlı olduğu iplerden kurtuldu.
      Bunu gören halk bağrışarak kaçmaya başladı. Bu sırada birçok insan ezilerek can verdi.Yılancı ise, korkusundan kıpırdayamadı. Olduğu yerde kaskatı kesildi. Ejderha büyüklüğündeki yılan, yılancıyı bir lokmada yuttu. Sonra peykenin direğine sarılarak yuttuğu yılancının kemiklerini sıkarak kırdı.
      ***
      Ey insanoğlu! Senin nefs-i emmâren de, ejderha büyüklüğünde bir yılan gibidir. Onun ölmüş, uyumuş görüntüsüne aldanma.
      Günah işlemek için, eline fırsat geçtiğinde aniden canlanır. Firavunluğa başlar. Yüzlerce Musa’nın ve Harun’un yolunu keser.
      Nefsinle yiğitçe savaşa gir. Riyâzet ve mücahede karlarını yağdır üzerine. Soğuktan donmuş bir halde kalsın.Şehvet güneşiyle nefsini canlandırırsan, seni bir lokmada yutar.

    76. HZ. ALİ’DEN (R.A.) SIHHAT DÜSTURLARI
      Yemeğe tuz ile başlayan kimseyi, Allahü Teâlâ yetmiş dertten kurtarır.
      Her gün yedi adet acve hurması yiyen kimsenin midesinde hastalık kalmaz.
      Her gün yirmi adet kuru üzüm yiyen kimsenin bedeninde arıza kalmaz.
      Balık, şişmanlığı giderir, insani zindeleştirir.
      Misvak kullanıp Kur’ân okumak, balgamı giderir.
      Sıhhatli yaşamak isteyenler, erken kahvaltı etmeli, akşamları az yemeli ve fazla borçlanmamalıdır.

    77. Yemek Hakkındaki Birtakım Dinî ve Tıbbî Edepler

      1. İbrahim en-Nehaî’nin şöyle dediği rivayet edilmektedir:
      Çarşıda yürüyerek birşey yemek âdi bir harekettir.64
      İbrahim en-Nehâi bu sözü, âli bir senedle Hz. Peygamber’e isnad etmektedir. Bu fikrin tam zıddı İbn Ömer’den rivayet edilmektedir:
      Bizler, Hz. Peygamber’in zamanında yürüdüğümüz halde yer ve ayakta su içerdik.65
      Mâruf ve meşhur sûfîlerin bazılarının çarşıda yemek yedikleri görülmüştür. Bunun için kendilerine niçin böyle yaptıkları sorulduğunda şöyle cevap vermişlerdir: ‘Be mübârek! Çarşıda acıkıp eve mi gidip yemek yiyeyim?’ Kendisine denildi ki: ‘Bâri camiye girip orada ye!’ Şöyle cevap verdi: ‘Camiye girip orada yemekten utanıyorum. Allah’ın mâbedine yemek için nasıl gireyim?’
      Zâhirde birbirinin zıddı görünen bu iki kanâatin arasını şöyle telif edebiliriz: Çarşıda yemek, tevazû ve tekellüfsüz olduğundan bazı kimselere uygun gelir. Onun için de güzeldir. Bazı kimseler için de mürüvvetsizlik olduğundan dolayı mekruhtur. Demek ki, bu hâl memleketlerin örf ve âdetlerine ve şahısların durumuna göre değişen bir hâldir. O kimse ki, onun çarşıda yemek yemesi diğer yaptıklarına uygun değildir, onun için böyle yemek mürüvvetsizliğe ve oburluğa işaret eder. Onun şâhitliğine de zarar getirir. O kimse ki, onun bütün hareketlerinde bir sadelik vardır. Her durumda tekellüften uzaktır, onun için de çarşıda yürürken yemek tevazûdan başka birşey değildir.
      2. Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir: ‘Yemeğine tuzla başlayan bir kimseden Allah Teâlâ yetmiş çeşit hastalığı uzaklaştırır’. Kim günde yedi hurma yerse, o hurmalar, onun içinde bulunan bütün tenyeleri öldürür. Hergün yirmibir kırmızı kuru üzüm yiyen bir kimsenin bedeninde şikâyet edecek bir hastalığı kalmaz. Et, eti bitirir. Yahni (veya et suyu) arapların yemeğidir.
      Biskarcat (et ve tavuk çorbası) şişmanlatır ve kalçaları sarkıtır. Sığırın eti hastalık, sütü şifa ve yağı devadır. İçyağ ve benzeri şeyler hastalıkların kökünü kazır. Lohusalı kadın, yaş hurmadan gördüğü şifayı başka bir şeyden görmez. Balık, bedeni eritir. (Yani kaba ve lüzumsuz etleri eritir ve insanı zindeleştirir). Kur’an okumak ve misvak kullanmak balgamı söker. Uzun yaşamak isteyen bir kimse, kahvaltısını erken yapsın, akşam yemeğini (tekrarlasın) ve pabuç giysin. Halk yağ kullanmaktan daha verimli bir tedavi usulü bulamamıştır. Refah ve sıhhat içinde yaşamak isteyen bir kimse, cinsi münasebeti ve borcunu azaltsın.
      3. Haccac-ı Zâlim bir doktora ‘Bana öyle bir şey tavsiye et ki, onunla amel edip başkasına muhtaç olmayayım’ dedi. Doktor şöyle tavsiyede bulundu:
      Genç kadınlarla evlen.
      Etlerden ancak gencecik etleri ye.
      Hiçbir şeyi güzelce pişirmeden yeme.
      Hastalık olmadan keyfî olarak hiçbir ilâç içme.
      Meyvelerin iyi olmuş, tam kıvamına gelmiş olanını ye. Ancak yemeği güzelce çiğnedikten sonra yut.
      İstediğin yemeği ye. Fakat üzerine su içme.İçtiğin takdirde o zaman onun üzerine yeme.
      Küçük ve büyük abdestlerini bekletme.
      Gündüz yedikten sonra uyu.
      Geceleyin yediğin zaman uyumadan önce yüz adım da olsa yürü.
      Arapların şu darb-ı meseli de aynı mânâyı taşımaktadır: ‘Kahvaltı et ve uzan, akşam yemeği ye ve yürü’.
      Denilir ki: ‘Küçük abdestin bekletilmesi, yolu kapatılan suyun etrafını tahrip etmesi gibi bünyeyi tahrip eder!’
      Damarların kesilmesi hastalığa, akşam yemeğini terketmek de ihtiyarlığa sebeptir.66
      Araplar şöyle derler: ‘Kahvaltının terkedilmesi kalça yağlarını eritir’.
      Hukemâdan biri oğluna şunları tavsiye etti: ‘Ey oğul! Kahvaltını yapmadan evden çıkma. Çünkü akıl kahvaltı ile yerinde kaldığı gibi, saldırganlık da onanla kaybolur. Bir de çarşıda göreceklerine karşı isteklerini azalt’.
      Bir hekim şişman birine târiz yoluyla şöyle dedi: ‘Sırtındaki kadifeyi kim dokudu, bunu nasıl temin ettin?’ Şişman ‘Buğdayın özünü, genç hayvanın etini yemekle; menekşe ile yağlanıp, keten elbise giymekle temin ettim’ dedi.
      5. ‘Perhiz hastalara faydalı, sağlamlara zararlıdır’ denilmiştir.
      Bazıları da şöyle söylemiştir: ‘Kendisini (anormal) koruyan kimsenin zararı kesindir. Fakat sıhhatli olması şüphelidir’. Bu söz, sıhhatli bir kimse için tam yerinde söylenmiş bir sözdür.
      Hz. Peygamber (s.a) Suheyb Rûmî’yi bir gözü ağrıdığı halde hurma yerken gördü ve bunun üzerine şunları söyledi:
      Gözlerin ağrıdığı halde hurma mı yiyorsun?
      Suheyb ‘Ey Allah’ın Rasülü! Ağrımayan tarafıyla yiyorum’ dedi. Bu cevabı alan Hz. Peygamber gülümsedi.
      6. Ölünün geride kalan ailesine yemek götürmek, müstehabdır.
      Câfer b. Ebî Tâlib’in ölüm haberi geldiğinde Allah’ın Rasülü şöyle demiştir:
      Câfer’in aile efradı cenazeleriyle meşgul olduğundan yemeklerini yapamamaktadırlar. Bu bakımdan onlara yemek götürün.67
      O halde böyle yapmak sünnettir. Bu gibi bir yemek cemaate takdim edildiği zaman yenmesi helâldir. Ancak ölü üzerine ağlamak için tutulanlara veya yardımcılarına hazırlanmış olan yemek, bu hükmün dışındadır. Çünkü onlarla birlikte yemek, uygun bir hareket değildir.
      7. Zâlimin sofrasında oturalamak gerekir. Eğer zâlimin sofrasında hazır bulunmaya zorlanıyorsa, o zaman azıcık yiyebilir. Zâlimin sofrasında nefis yemeği hiç yememeye dikkat etmelidir. Sultanın sofrasında hazır bulunan ve ‘Benim oraya gitmem mecburi idi’ diyen bir kimsenin şâhitliğini müzekki (Şâhitlerin hâlini
      tedkik ve teftiş eden memur) redderek şöyle dedi: ‘Senin sofrada nefis yemek aradığını ve büyük lokmalar yaptığını gördüm. Oysa böyle yapman için seni zorlayan kimseyi de görmedim’. Sultan, bir ara bu müzekkiyi sofrasında yemeğe zorladı. Bu durum karşısında kalan zat, sultana şöyle dedi: ‘Ya yeyip tezkiyecilik vazifemi bırakırım, ya da vazifeme devam etmek için yemem’. Bu vaziyet karşısında onun tezkiye ve teftişinin lüzumuna kani olanlar yakasını bıraktılar.
      Hikâye olunur ki, Zünnûn-i Mısrî hapsedildi. Hapiste iken birkaç gün hiçbir şey yemedi. Âhiret yolunda kendisine kardeş olan bir hâtun yün bükerek kazandığından gardiyan vasıtasıyla ona yemek gönderdi. Zünnûn-i Mısrî (r.a), o yemekten yemedi. Bu durumdan ötürü o sâliha hâtun onun bu hareketini kınadı. Buna karşılık olarak Zünnûıı şöyle dedi: ‘Yemek helâl idi. Fakat bir zâlimin tabağında bana geldiği için yemedim’. Zünnûn bu sözleriyle gardiyanın eline işaret etmektedir. Böyle hareket etmek, takvânın en yüksek zirvesine çıkmak demektir.
      8. Feth el-Mevsılî ziyaretçi olarak Bişr el-Hafî’nin yanına gitti. Bişr cebinden onun için bir dirhem çıkarıp hizmetçisi Ahmed elCelâ’ya verdi. ‘Bununla nefis bir ekmek ve güzel bir katık al’ dedi.
      Ahmed şöyle der: ‘Bu emir üzerine nefis bir ekmek satın aldım ve Rasûlullah’ın (s.a) sütten başka hiçbir şey için şöyle dediğini hatırlıyor değilim:
      Allahım! Bizim için onu bereketli kıl, onu bizim için artır.68
      Onun için süt ve güzel hurmadan da aldım. Getirip Feth’e takdim ettim. Feth, yediğini yedi, kalanını da alıp götürdü. Bu durumu gören Bişr şöyle dedi: “Neden Ahmed’e ‘nefis bir yemek satın al’ dedim biliyor musunuz? Çünkü nefis yemek samimi şükrü gerektirir. Bilir misin Feth neden bana ‘Sen de ye’ demedi ve beni yemeğe çağırmadı? Çünkü misafirin ev sahibini çağırmaya hakkı yoktur da ondan. Feth’in geri kalanları niçin götürdüğünü biliyor musunuz? Çünkü kişinin tevekkülü tam olduğu zaman artık yük ona zarar vermez”.
      Ebu Ali Rüzbârî bir ziyafet tertip edip o ziyafette bin kandil yaktı. Bu durum karşısında bir kişi kendisine itiraz etti. Bunun bir israf olduğunu söyledi. Bu itiraza karşı Rüzbârî itirazcıya şöyle dedi: ‘İçeri gir ve Allah için yakmadığım bir kandili söndür’. Adam içeri girdi, fakat lâmbalardan bir tanesini bile söndüremedi. Böylece emeline nâil olamayarak çıkıp gitti.
      Ebu Ali el-Rüzbârî, birkaç denk şeker satın aldı. Helvacılara şekerden bir kale yapmalarını emretti. Onlar da onun emrini yerine getirip, şekerden yapılmış nakışlı direkler üzerine oturtulmuş mihrablar ve şerefeler kurdular. Bütün bunları yaptıktan sonra sûfîleri davet etti. Sûfîler o duvarları yeyip bitirdiler
      9. İmam Şafii yemeğin dört şekilde yenildiğini söyledi.
      a) Bir parmakla yemek, bu kibarlıktandır.
      b) İki parmakla yemek mütekebbirliktir.
      c) Üç parmakla yemek sünnettir.
      d) Dört ve beş parmakla yemek oburluktur.
      Dört şey vardır ki, bedeni takviye ederler:
      1) Et yemek
      2) Güzel kokular sürünmek
      3) Cinsî münasebette bulunmadan yıkanmak
      4) Keten giymek
      Dört şey vardır ki, bedeni zayıflatır:
      1) Çok cinsî münasebette bulunmak
      2) Çok üzülmek
      3) Aç karnına çok su içmek
      4) Otururken arkasını kıbleye çevirmek
      Dört şey vardır ki; insanın gözünün nûrunu artırır:
      1) Kıbleye doğru oturmak
      2) Uyku ânında gözüne sürme çekmek
      3) Yeşile bakmak
      4) Temiz elbise giymek
      Dört şey vardır ki, gözü zayıflatır:
      1) Pisliğe bakmak
      2) Asılmış insanın ölüsüne bakmak
      3) Kadının fercine bakmak
      4) Otururken arkasını kıbleye çevirmek.
      Cinsî münasebeti artıran dört şey vardır:
      1) Serçe eti yemek
      2) Itrifili ekber (birkaç maddeden mürekkeb bir ilâcdır) almak
      3. Habbet’il-Hazra ile bademden yapılan Füstuk denilen ilâcı yutmak
      4) Maydanoz yemek
      Dört çeşit yatma (uyuma) şekli vardır:
      1) Sırtüstü yatmak
      Bu tarzda uyumak peygamberlerin uykusudur. Peygamberler,bu şekilde uzanarak yer ve göklerin yaratılışını düşünürlerdi.
      2) Sağ yana yatmak
      Bu tarz uyumak, âlim ve âbid kimselere mahsusdur.
      3) Sol tarafı üzerine uyumak
      Böyle uyumak sultanların ve padişahların uykusudur. Onlar yediklerini hazmetmek için bu şekilde yatarlar.
      4) Yüzüstü uyumak
      Bu şekilde uyumak, şeytanlara mahsustur.
      Aklı artıran dört şey vardır:
      1) Fazla konuşmayı terketmek
      2) Misvak kullanmak
      3) Sâlih kimselerle oturmak
      4) Âlimlerle oturmak
      Dört şey vardır ki, ibadetten sayılır:
      1) Abdestsiz adım atmamak
      2) Çok secde etmek
      3) Camilerden hiç ayrılmamak
      4) Çokça Kur’an okumak
      Yine İmam Şafiî şöyle demiştir: ‘Aç karınla hamama girip çıktıktan sonra yemeği tehir eden bir kimsenin nasıl olup da ölmediğine hayret ediyorum’.
      Yine şöyle demiştir: ‘Veba hastalığına Binefsec (Menekşe)den daha faydalı bir şeyin olduğunu zannetmem. Hasta olan kimse onunla hem yağlanır, hem de içer’.
      En doğrusunu Allah bilir!

      Kaynak : İhya-i Ulumud-Din – İmam Gazali

    78. Allâhü Teâlâ hazretleri, Dâvûd Aleyhisselâm’a Ne Dedi ?
      Allâhü Teâlâ hazretleri, Dâvûd Aleyhisselâm’a şöyle vahyetti:
      -”Ey Dâvûd! Günahkârları müjdele ve sâdıkları korkut!“
      Dâvûd Aleyhisselâm niyaz etti:
      -”Ya Rabbi! Nasıl günahkârları müjdeleyeyim ve sâdıkları korkutayım?” diye sordu.
      Allah’ü Teâlâ hazretleri buyurdular:
      -”Günahkârlara müjdele ki, hiçbir günah bana büyük gel­mez. Elbette o büyük günahı bağışlarım.
      Sıddîklan da korkut ki, amelleriyle ucbe (beğenmeye) kapılmasınlar. Muhakkak ki ben adaletimi ve hesabımı birine koyduğum zaman elbette onu helak ederim.“

    79. Hikâye (Tevekkül)
      Ebû Hamza EI-Horasânî (k.s.)[1]buyurdular:
      Senelerden bir sene ben haccettim. Yolda yürüyordum. An­sızın bir kuyuya düştüm. Nefsim benimle mücâdele etti. İmdat edip yardım çağırmam için beni dürttü. Ben:
      -”Vallahi, kimseden yardım istemeyeceğim!” dedim.
      Kimseden yardım istemedim. Bu düşünceleri daha tamam­lamamış iken, kuyunun başına iki adam geldi. Biri diğerine:
      -”Gel bu kuyunun başını kapatalım ki, kimse düşmesin!” de­di. Gidip bir kamış getirdiler. Kuyunun başını kapattılar. İçimden yardım dilemek geldi. Sonra nefsime:
      -”Bu iki adamdan, bana daha yakın olana şikâyette bulunu­rum!” dedim. Sustum. Onlara bağırıp kuyunun içinde olduğumu söylemedim. Onlar da kuyunun ağzını kapatıp uzaklaştılar.
      Bir saat kadar bir zaman geçti. Bir de baktım, bir şey geldi. Başıyla kuyuyu açtı. Ayaklarını uzattı, sanki bana:
      -”Bana tutun! Seni çekeyim!” der gibiydi; lisân-i hâl ile… Ben de bunun Allâhü Teâlâ hazretleri tarafından olduğunu anladım. Ona tütündüm. O da beni kuyudan çıkarttı. Bir de baktım ki bir canavar! Hayvan beni kuyudan çıkarttıktan sonra çekip gitti. O anda gizliden bir ses işittim:
      -”Ey Ebu Hamza! Bu daha güzel değil mi? Seni telef olmak­tan, telef edici bir hayvan ile kurtardık!” diyordu. Yoluma devam ettim.
      Onların (meşâyihin) bazıları buyurdular:
      Tefvîz (işlerini Allah’a ısmarlama ve hakikî tevekkül) meyda­nına düşen kişinin bütün muradları, ayağına gelir, gelinin süslenip kocasına gitmesi gibi…

      [1] Ebû Hamza Horasanı (k.s.) hazretleri, evliyanın üçüncü tabakasındandır.

      Aslen Nisâburludur.

      Doğum tarihi kesin olarak belli değildir.

      Cüneyd-i Bağdadî hazretlerinin akranıydı.

      Ebû Türâb Nahşebî ile sohbet etti.

      Aşk ve vecd ehliydi. Cezbe ehliydi.

      Ebû Hamza Horasânî 290 (m. 902) yılında vefat etti

    80. Tevbe – İbrahim Edhem (k.s.) hazretleri.
      İşittim ki, İbrahim Edhem (k.s.) hazretleri.
      Bir gece devlet tahtında mışıl mışıl uyuyordu.
      Sarayın tavanında bir ayak sesi işitti. Yerinden kalktı. Da­ğınık bir halde… Kendi kendine söylendi:
      -”O kim ola?
      Damda olan acaba kimdir?” “Bu vakitte sarayımızın damına çıkan kimdir?
      Cevâb geldi: -”Ey cihân şahı! Devemi kaybettim. Ben fakir ve müflis yaşlı bir kişiyim!
      Şah olduğu yerinde güldü.
      -”Sarayın damında deve ne gezer?“dedi.
      İkinci cevâb geldi: -“İyi bahtlı genç! Hiç aranır mı Allah, tahtta yatmakla?
      Eğer sen yiyerek, uyuyarak ve rahatına bakarak Allah’ı ararsan; ben de damın köşesinde deve ararım!…
      İbrahim Edhem gizliden bu ses­leri ve öğütleri işitti.
      Hiç şüphesiz dünyadan feragat etti.
      Menzil, makam ve meviklerinden tecrid eden bir yola girdi.
      Sonra bütün âlemlerde makbul bir kişi oldu….

    81. Büyük Müjde – Mağfirete Çağrı .
      Efendimiz (s.a.v.) hazretleri Allâhü Teâlâ ve Tebâreke haz­retlerinden buyurdular:
      -”Ey Âdem oğlu! Muhakkak ki sen bana dua ettiğin, yalvardığın ve affını ümit ettiğin zaman, işlemiş olduklarınla beraber seni bağışlarım!
      Ey Âdem oğlu! Sen bana yer dolusu günah ve hata ile gel­sen ve sen bana bir şeyi şirk koşmadikça ben de sana o kadar mağfiretle gelir ve seni bağışlarım.
      Ey Âdem oğlu! Sen günah işlesen ve hatta senin günahların göğe kadar çıksa ve sonra sen benden mağfiret dilesen; seni mağfiret eder ve bağışlarım!”

      Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri, Fatih Yayınevi: 4/88-89.

    82. Şaban ayı seçilmiş ay
      Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde Kasas sûresi altmışsekizinci âyetinde: “Senin rabbin dilediğini yaratır ve seçer” buyurmuş ve her şeyden dört şeyi, sonra onlardan da birini seçmiştir:
      Günlerden, Ramazan bayramı, Kurban bayramı, Arife günü ve Aşûre günü’nü seçmiş, olanlardan da “Arife gününü” seçmiştir. Gecelerden, Berat gecesi, Kadir gecesi, Cum’a gecesi ve bayram gecesini seçmiş, onlardan da “Kadir gecesini” seçmiştir.
      Aylardan Receb, Şaban, Ramazan ve Muharremi seçmiş, onlardan da “Şabanı” seçmiştir. Onu Resûlullaha mahsûs ay kılmıştır. Resûlullah peygamberlerin en üstünü olduğu gibi, onun ayı olan Şa’ban ayı da, ayların en üstünü olmuştur.
      Hadîs-i şerîfte: “Şa’ban benim ayım, Recep Allahü teâlânın ayı, Ramazan da benim ümmetimin ayıdır. Şaban günâhların kefâret ayı, Ramazan ise, günâhların temizleyici ayıdır” buyuruldu.
      Yine hadis-i şerîfte: “Receb ayının diğer aylara olan üstünlüğü, Kur’ân-ı kerimin diğer kitaplar üzerine olan üstünlüğü gibidir. Şa’banın diğer aylardan üstünlüğü, benim diğer peygamberlerden üstünlüğüm gibidir. Ramazanın diğer aylardan üstünlüğü, Allahü teâlânın diğer insanlar üzerine üstünlüğü gibidir.” buyuruldu.
      Enes bin Mâlik hazretleri anlatır: Resûlullahın eshâb-ı kirâmı, Şa’ban ayının hilâlini görünce, Mushaf-ı şerîf üzerine kapanıp, Kur’ân-ı kerîm okumağa devam ederlerdi. Müslümanlar bu ayda, mallarının zekâtını çıkarıp, Ramazân-ı Şerîfte oruç tutacaklara kuvvet ve kudret bahşetmek için, fakîr, miskin ve zaiflere verirlerdi. Hâkim ve vâliler, zindan ve hapishanede olanları huzûrlarına getirip cezalarını hafifletir veya serbest bırakırlardı. Tüccârlar, borçlarını öder, alacaklarını alırlardı. Ramazan ayını görünce de gusül edip, itikâfâ çekilirlerdi.

      Kaynak : 365 Gün Dua.

    83. HURMA VE KARPUZ
      Resûlullah’ın (s.a.v.) en sevdiği meyve, yaş hurma ve karpuzdu.
      Her kim hurmayı üç, beş gibi tek adet olarak yerse, ona zarar vermez ve onun için faydalı bir gıda olur.
      Taze hurmayı kuru hurmayla, yaş üzümü kuru üzümle taze ceviz ve bademi kuruları ile yemek de sünnettir.
      Karpuz yiyerek bereketlenmelidir. Zira onda Cennet suyundan bir damla vardır. Cennetteki her yiyecekte karpuz lezzeti vardır.
      Hadîs-i şerîfte: “Karpuz, yiyecektir (açlığı giderir), içecektir (susuzluğu giderir), reyhandır (güzel kokar), çövendir (içi arındırır), mesaneyi ve karnı yıkar.” buyrulmuştur.
      Karpuz, ağız kokusunu güzelleştirir, baş ağrısını sakinleştirir, gözün görmesini arttırır ve susuzluğu giderir. İştahı açar. Karındaki kurtları öldürür. İnsanın karnından yetmiş hastalığı çıkarır, bunların yerine şifa verir.
      Midesi hassas olanlar karpuz yerken dikkatli olmalıdır.

      Kaynak : (Şir’atü’l-İslam, Fazilet Neşriyat)

    84. Cennet Şu An Vardır
      Rivayet olundu: Herakliyus (gönderdiği elçiler ile) Efendimiz (s.a.v.) hazretle­rine sordu:
      -”Sen insanları, eni semâvât u arz genişliği olan bir cennete davet ediyorsun. Peki cehennem ateşi nerede kaldı?“
      Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular: “Subhanellâh! Gündüz geldiği zaman gece nerededir?” Bu hadisi şerifin manâsı şudur: Felek (dünya ve diğer geze­genler belirli bir eksende) döndükleri için gündüz bu âlemin bir tarafında olurken onun zıddı olan yerde ise gece olmaktadır. Böy­lece cennet âlemlerin yüksek tarafında, cehennem ise alt tarafın-dadır…

    85. Şaban salâvat-ı şerife ay’ı
      Şa’ban öyle bir aydır ki, ondan hayırlar açılır, bereketler iner, hatâlar terkolunur, günâhlar örtülür. Bu ayda Peygamber efendimize çok salâvat-ı şerife getirilir. Şaban ayı, Peygamber efendimize salavât ayıdır. Nitekim Allahü teâlâ Ahzab sûresi elli altıncı âyetinde: “Elbette ki, Allahü teâlâ ve melekleri peygamberi üzerine salât ederler. Ey imân edenler! Siz de ona salât ve selâm okuyun” buyuruyor.
      Resûlüllah efendimiz, “Bir kimse bana bir kere salât okusa, allahü teâla ona on salât eder, ya’ni ona on rahmet bahşeder” buyurdu. Gafletten uyanıp, tevbe istigfâr etmeli ve bu şekilde Ramazan ayı için hazırlanmalıdır.Bunun için aklı olan her mü’minin Şa’ban ayında gafil bulunmayıp, günâhlardan temizlenme ve geçmişte işlemiş olduğu günâhlara tevbe ve istiğfar ederek, Ramazan ayını karşılamak için, müsâid ve hâzır olmağı ve Şaban ayında Allahü teâlâya sığınıp yalvarmağı, bu ayın sâhibi Muhammed (Sallallahü aleyhi ve sellem) vâsıtası ile Allahü teâlâya kevuşmağa çalışması lâzımdır. Bunun için de bu ayda Peygmaber efendimize çok salevât-ı şerîfe getirmelidir.

    86. Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, ba’zı ay ve günlere kıymet vermiştir.
      Dînimizin kıymet verdiği mübârek aylardan ikincisi, Şa’bân ayıdır. Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı, bir annenin yavrusuna olan merhametinden daha fazla merhametli olduğu için, ba’zı ay ve günlere kıymet vermiştir.
      Bu gün ve aylarda yapılan ibâdetlere, hayırlara daha çok sevap vereceğini bildirmiştir. Bunun için tevbe, istigfâr etmeli, yalvarıp af ve âfiyeti istemeli, bu ayları günleri fırsat bilmelidir.
      Bizim için büyük bir fırsat olan aylardan biri de Şaban ayıdır. Allahü teâlâ, Şa’bân ayını, Resûlullah efendimize mahsûs kılmıştır. Hadîs-i şerîflerde bu ayın önemi şöyle bildirildi:
      “Şâ’ban-ı şerîf, benim kendime mahsûs bir aydır. Hak teâlâ hazretleri arş-ı a’lânın meleklerine azamet-i şâniyle buyurur ki: “Ey benim meleklerim, gördünüz mü, benim kullarım Habîbimin ayına nasıl ta’zîm ve hürmet ediyorlar. İzzim, celâlim hakkı için ben de kullarımı afv-ü mafiretime nâil eyledim.”
      “Şa’bân benim ayım, Recep Allahü teâlânın ayı, Ramazan da benim ümmetimin ayıdır. Şa’bân günahlara keffâret ayı, Ramazan ise günahları temizleyici aydır.”
      Şa’bân-ı şerîfte imkânı olup, gücü yetenlerin oruç tutmasının çok sevap olduğu bildirilmiştir. Yalnız bu oruçları tutarken, harâmlardan, günah işlemekten de çok sakınmalıdır.
      Kazancına dikkat etmeli, helâlden kazanmalıdır. Bu aylarda oruç tutmaya gücü yetmiyenlerin veya iş sahiplerinin, Ramazan-ı şerîfe kuvvetli girmek için oruç tutmamaları daha iyidir. Çünkü, Ramazan orucu farzdır. Nâfile için, farzı elden kaçırmamalıdır.
      Kazâ borcu olanlar, bu ayda tutacakları oruçlara, kazâ olarak niyyet etmelidir. Böylece, hem kazâ borcu ödenmiş olur, hem de bu ayda tutulmasının sevabına kavuşulmuş olur.
      Şa’bân-ı şerîfte oruç tutmanın fazîleti hadîs-i şerîflerde şöyle bildirildi:
      “Her kim, Şa’bân-ı şerîfte üç gün oruç tutarsa, Hak teâlâ, Cennet-i a’lâda ona bir yer hazırlar.”
      “Her kim Şa’bân-ı şerîfte bir gün oruç tutsa, o kul Cehennem azâbında kurtulup, dünya ve âhıret için istediği mertebe ve dereceye vâsıl olur. Eğer iki gün tutarsa, kabirde bir melek ona arkadaş olur. Şâyet üç gün tutarsa Hak teâlâ hazretleri, o kulu kıyâmet gününde velîler kısmına ilhak edip, Cennet-i a’lada cemâlini o kula müyesser kılar.”
      “Şa’bân, Recep ile Ramazan ayları arasında bir aydır. İnsanlar bundan gâfildir. Hâlbuki Şa’ban ayında kulların ameli Allahü teâlânın dergahına çıkarılır. Ben, Şa’bânda oruçlu olduğum hâlde amelimin çıkarılmasını arzû ederim.”
      Resulullah en çok Şaban ayında oruç tutardı
      Şa’ban ayının ekserisini, hattâ tamamını oruçlu geçirmek çok iyi olur. Peygamber efendimiz, diğer aylara göre Şa’bân ayında daha çok oruç tutardı.
      Hazret-i Aişe vâlidemiz buyurdu ki:
      “Resûlullahın, hiçbir ayda Şa’ban ayından daha fazla oruç tuttuğunu görmedim. Hemen hemen Şa’ban ayının tamamını oruçla geçirirdi.”
      Ramazandan sonra en fazîletli orucun hangisi olduğu suâl edilince Peygamber efendimiz, “Şa’bân ayında tutulan oruçtur.” buyurdu.
      Allahü teâlâ günahları affetmek için böyle mübârek ayları, günleri, geceleri sebep yaratmıştır. Allahü teâlânın bu ni’metinden istifâde etmeye çalışmalıdır! Fırsatı kaçırmamalıdır.
      Şa’ban-ı şerîf, hayırların çoğaldığı, bereketlerin indiği, hatâların terk edildiği, günahların örtüldüğü bir aydır.
      Ba’zı âlimler de şöyle buyurdu: “Yıl ağaç gibidir. Receb ayı, ağacın yapraklı olduğu, Şa’bân meyveli, Ramazan ise, meyvesinin toplanacağı zaman gibidir. Receb Allahü teâlâdan magfiret, Şa’bân şefâ’at, Ramazan sevâbların kat kat olduğu aydır.”
      Aişe Validemiz, “Yâ Resûllah, seni Şa’ban ayında oruçlu görüyorum, hikmeti nedir? diye sorduğunda, Peygamberimiz, “Ey Âişe, Şa’ban öyle bir aydır ki, o senenin içinde ölecek kimselerin isimleri deftere yazılıp Melek-ül mevte, can alıcı meleğe teslîm olunur. Ben ancak oruçlu bulunduğum halde ismimin deftere geçirilmesini arzû ederim” buyurdu.
      Yine Peygamberimiz, “Şa’ban ayının son Pazartesi günü oruç tutanın günahları mağfiret olunur” buyurdu. Enes bin Mâlik hazretlerinin bildirdiği hadîs-i şerîfte: “Şaban ayına, Şa’ban denmesi, ondan Ramazan için büyük hayırların geçmesi, Ramazan ayına Ramazan denmesi, bu ayda günâhların yanması sebebiyledir” buyuruldu.

    87. BERAT GECESI..
      Yarın akşam Şa’bân-ı şerîfin 15’inci gecesi yâni Berât Gecesi’dir. Bu gecede hiç olmazsa bir Tesbîh Namazı kılınır. Berât gecesinde kılınması tavsiye edilen “Hayır namazı” vardır. 100 rek’atlik bu namazı kılan kimse o sene ölürse, şehitlik mertebesine nâil olur.

      Namaza şöyle niyet edilir:

      “Yâ Rabbi, niyet ettim senin rızâ-yı şerîfin için namaza. Beni afv-ı ilâhîne, feyz-i ilâhîne mazhar eyle. Kasvet-i kalbden, dünyâ ve âhiret sıkıntılarından halâs eyleyip, süedâ defterine kaydeyle.”

      Her rek’atte Fâtiha’dan sonra 10 İhlâs-ı şerîf okunur. İki rek’atte bir selâm verilerek 100 rek’ate tamamlanır.

      Namazdan sonra; Allâhü Teâlâ’nın “Hû” ism-i şerîfinin ebced hesabına göre değeri 11’dir. Resûlullah Efendimiz’in isimlerinden “Tâhâ”nın ebced hesâbıyla değeri de 14 olduğu için,

      Aşağıdaki 11 şey 14 adet okunur. Bunlar;

      1. İstiğfâr: 14 kere,

      2. Salevât-ı şerîfe: 14 kere,

      3. Fâtiha-i şerîfe (Besmeleyle): 14 kere,

      4. Âyetü’l-Kürsî (Besmeleyle): 14 kere,

      5. Tevbe Sûresi’nin son 2 âyeti olan “Lekad câeküm…” (Besmeleyle): 14 kere,

      6. 14 kere “Yâsin, Yâsin…” dedikten sonra 1 Yâsîn-i şerîf. (Yâsîn-i Şerîfte 7 zâhirî, 7 bâtınî “mübîn” vardır, böylece o da 14 olur.)

      7. İhlâs-ı şerîf (Besmeleyle): 14 kere,

      8. Felak Sûresi (Besmeleyle): 14 kere,

      9. Nâs Sûresi (Besmeleyle): 14 kere,

      10. “Sübhânellâhi ve’l-hamdü lillâhi velâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber velâ havle velâ kuvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l-azîm”: 14 kere,

      11. Salevât-ı şerîfe (Salât-ı Münciye okumak daha fazîletlidir): 14 kere okunur ve duâ edilir.

      (Duâ ve İbâdetler, Fazilet Neşriyat)

    88. Uzun Günlerde “Oruç”

      İnsana hayatın lezzetini tattıracak, iradenin kıymetini anlatan en güzel terbiye yoludur oruç. Oruç farz bir ibadettir. Oruç tutan kimse nefsine hâkim olur, geçici bir mahrûmiyete katlanmış ve hayatın değişik cereyanlarına karşı dayanıklılık gösterecek bir vaziyet elde etmiş olur.

      Bakara sûresinin 183. âyetinde meâlen, “Ey iman edenler! Oruç sizden evvelkilerin üzerine farz olduğu gibi sizin üzerinize de farz olmuştur.” buyruluyor. Âyetteki, “Oruç sizden evvelkilerin üzerine farz olduğu gibi“ ifadesi mühim bir gerçeğe işarettir.

      İslamiyet’ten önce oruç

      Rivâyete göre Ramazan orucu gibi aynı miktar oruç Yahudilere de Hıristiyanlara da farz kılınmıştı. Yahudiler bunu terk edip günde bir gün oruç tutmaya başladılar. Hıristiyanlara gelince, onlar da Ramazanda oruç tutarlarmış. Ramazan çok şiddetli sıcak günlere denk gelince, aralarında toplanıp oruç zamanını havanın ılıman olduğu bahar günlerine çekmeye karar vermişler. İbadete yaptıkları bu müdahaleye karşılık oruç ayına 10 gün ilave edip 40 güne çıkarmışlar. Aralarında salgın hastalık meydana gelmiş. Bunun geçmesi için 10 gün daha ekleyip 50 güne çıkarmışlar. Bu sefer de 50 gün oruç zor gelmiş ve orucu perhize çevirmişler.

      Böylece, orucun hem zamanını hem sayısını hem de şeklini değiştirmişler. Kitaplarını tahrif ettikleri/değiştirdikleri gibi bu şekilde oruç ibâdetini de bozup değiştirmişlerdi.
      Şu bir gerçek ki, Hıristiyan ve Yahudilerin sadece kitapları değil, ibâdetleri de şu anda Allah’ın emrettiği şekilde olmayıp kendi değiştirdikleri şekildedir.

      İslam’da oruç

      Oruç ibadetinin sadece bize yüklendiği zannedilmemeli. Oruç öteden beri tatbik edilegelen ilâhî bir kanundur. Sadece biz Müslümanlara değil, önceki ümmetlere de yani Âdem Aleyhisselam’dan beri bütün peygamberlere ve onların ümmetlerine de farz idi.

      İnsanlığın terbiye ve düzen bakımından oruca büyük ihtiyacı vardır. Bu ibâdeti yerine getirmekte hesapsız faydalar vardır.

      Orucun belli bir zamanı ve belli bir şekli vardır. Orucun zamanı, imsakla güneş batımı arası, şekli ise insanın kendisini bu iki zaman arasında yemekten, içmekten ve cinsî yakınlıktan uzak tutmasıdır.

      Peygamberimizin orucu

      Muaz bin Cebel radıyallâhü anh Hazretleri’nin rivâyetine göre, Peygamberimiz Medine’de, her ay üç gün oruç tutar ashabına da tutmalarını tavsiye ederdi.

      Peygamberimiz (s.a.v.) ayrıca Ramazan orucu farz kılınmadan önce Muharrem ayının 10. günü olan Âşûre günü de oruç tutardı. Hatta Âşûre günü câhiliyet döneminde Kureyşliler de oruç tutarlardı.

      Peygamberimiz (s.a.v.) Medine’ye hicret ettiklerinde, Yahudilerin de Aşûre’de de oruç tuttuklarını haber aldı ve sebebini sordu. Yahudiler, “Âşûre günü, Allah Firavun’u denizde boğdu, Mûsâ (a.s) ve kavmi de kurtuldu. Mûsâ (a.s) da buna şükür olarak oruç tutmuştu. Biz Mûsâ’ya uyarak o gün oruç tutuyoruz.” dediler.

      Peygamberimiz (sa.v.) “Mûsâ peygambere uymaya biz sizden daha lâyığız” buyurdu.

      Âşûre günü hem kendisi oruç tuttu hem de ashabına tutturdu. Dolayısıyla Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem, Ramazan orucunun farz olduğu Hicret’in ikinci senesine kadar, her sene Âşûre günü oruç tutmuş, Hicret’in ikinci senesi Muharrem ayının onuncu günü çocuklara varıncaya kadar bütün Müslümanlara da oruç tutturmuştur.

      Mûsâ Aleyhisselam’ın kavmi olan İsrailoğullarında, yeyip içmemekten başka konuşmaksızın da oruç tutuluyordu. Nitekim Hazret-i Meryem Hazreti İsa’yı dünyaya getirdiğinde, onun nasıl dünyaya geldiğini dil ile anlatmamış eliyle bebek halindeki Hazreti İsa’yı işaret etmiş, o da bir mûcize olarak konuşmuştu.

      Hicret’in ikinci senesinin Şaban ayında, kıble Kudüs’ten Mekke’ye yani Beyt-i Makdis’ten Kâbeyi Muazzama’ya çevrilmişti. Ramazan orucu farz kılınınca da, Peygamberimiz (s.a.v.) “Âşûre günü oruç tutmak isteyenler tutsun, tutmak istemeyenler de tutmasın.” buyurdu.

      Orucun farz kılınması, Bedir harbinden bir ay önce kadar idi.

      Hicri takvimin güzelliği: Adil oruç

      Oruç ibâdeti, her ay ince bir hilâl şeklinde yeniden doğan ay hesabına dayanır. Aya göre, aylar bazen 29 bazen 30 gün olur. Böyle olunca sene de mîlâdî takvimde olduğu gibi 365 gün değil, ondan 11 gün eksik olarak 354 gün olur.

      11 gün eksik olduğu için de oruç ayı mîlâdî aylara göre her sene 11 gün önce gelir ve Ramazan ayı bazen ilkbahara, bazen yaza, bazen sonbahara, bazen de kışa denk gelir. Böylece oruç ayı her 33 senede bütün bir seneyi dolaşır. Bu durum, yeryüzünde ayrı ayrı yerlerde yaşayan Müslümanlara Allah’ın bir lütfu ve adâletidir.

      Dünyanın kuzey yarım küresinde kış iken güney yarım küresinde yaz oluyor. Kuzey yarım küresinde yaz iken güney yarım küresinde kış oluyor. Ve bu hal her sene yavaş yavaş 33 senede bütün mevsimleri dolaşıyor. Dolayısıyla kısa ve soğuk günlerde oruç tutanlar, yavaş yavaş sıcak ve uzun günlerde oruç tutmaya başlarken, sıcak ve uzun günlerde oruç tutanlar da kısa ve soğuk günlerde oruç tutmaya başlıyorlar.

      Ramazan ayı sabit bir zamanda olup meselâ her sene Temmuz veya Ağustos aylarında olsaydı, dünyanın bir yarım küresinde oruç devamlı sıcak günlerde, diğer yarım küresinde de devamlı soğuk günlerde tutulacaktı. Bir yarım kürede oruç tutanlar devamlı sıcak ve uzun günlerde oruç tutarlarken, diğer yarım kürede oruç tutanlar devamlı olarak soğuk ve kısa günlerde zahmetsizce oruç tutacaklardı.

      İşte bu, Allah’ın oruç ibâdetini dengeli ve terazili bir şekilde farz kıldığının bir ifadesidir.

    89. Kına

      Kadim bir ağrı kesici; Kına

      Yalnızca kına gecelerinde gelinlerin ellerine yakılan ya da ağaran saçlar için kullanılan bir bitki özü değil kına.

      Birçoğumuz bilmesek de iyi bir ağrı kesici. Bu bilgi bize Peygamber Efendimiz’den (sas) geliyor. Efendimiz, başından rahatsız olan kişiye, “Hacamat ol.” ayağından rahatsız olan kişiye de “Ayağına kına koy.” derlerdi. Ayrıca İbn-i Sünni’den Peygamberimiz’in vahiy gelince başına giren ağrılardan mütevellit, kına koyduğunu öğreniyoruz.

      Çiçek hastalığında…

      Çocukların çiçek çıkarma esnasında ayak tabanlarına sürülürse hastalığın göze sirayet etmesini önlediği biliniyor.

      Ağızdaki yaralar için gargara

      Ağzınızda oluşan yara ve çatlaklarda kınayla sıcak gargara yaparsanız fayda göreceksiniz. Aynı şikâyet için bal şerbetine katılan kına da öneriliyor. Tıbb-ı Nebevi’de kınanın toz haline getirildikten sonra ağza serpildiğinde aft, pamukçuk, sivilce ve yaralara iyi geldiği belirtiliyor. Yine bu kaynakta kına çiçeğinin kronik şişliklere karşı bir ilaç olduğu, ayrıca yün ve benzeri kumaşların içine konulduğunda da güvelenmeyi önlediği anlatılıyor.

      Guatr rahatsızlığınız mı var?

      Kınayı mayalı hamur ve tereyağıyla beraber lapa yapıp guatrın üzerine bağlarsanız fayda bulabilirsiniz.

      Uyuz hastalığı ve sivilceler için

      Tereyağı ve kınayı merhem haline getirip kaşınan yerlerinize sürerseniz iyileşme süresini erkene alabilirsiniz. Yine aynı şekilde bu karışıma biraz da sirke eklemek suretiyle elde edeceğiniz merhemi çıban ve sivilcelere sürdüğünüzde iyi bir sonuç alabilirsiniz.

      Kemoterapiden sonra kına yakın

      Tanıştığım bir radyasyon onkoloğu, kanser tedavisi için yapılan kemoterapi ve radyoterapiden sonra el ve ayaklarda meydana gelen acı ve ağrıların geçmesi için on yıldır hastalarına kına yakmasını tavsiye ettiğini söylemişti. Kendi gözlem ve araştırmalarına göre kına, kanser tedavisinden dolayı acı ve ağrıları gideriyormuş.

      Baş ağrısını gideriyor

      Her zaman saçlarına kına yakan rahmetli anneannem kınasının yenilenme zamanı geçince başının ağrıdığını söylerdi. Kına yaktığında ağrısı da geçerdi tabii. Ağrının haricinde, ayakta oluşan mantarı, koku ve terlemeyi ayaklarınıza kına yakarak çözebilirsiniz. Çünkü kına mikrop kapmayı ve bakteri oluşumunu önleme, alerjiyi engelleme ve deriyi tahriş etmeme özelliğine sahip. Birçok araştırma sonucuna göre kınanın içinde bulunan ‘lawsene’ maddesi, mantarları oluşturan bazı organizmaların ve streptokok adı verilen mikrobun üremesine mani oluyor.

      Saç kırılmasını önlüyor

      Kına; nemlendirici, sinirleri yatıştıran özelliği ve içinde bulunan etken maddelerden dolayı tırnak ve saçların kırılmasını önlüyor. İçinde tanen, boya maddesi, reçine bulunan kınanın kullanımı yüzyıllardan gelen bir mirasla Anadolu’da oldukça yaygın. Saçlarının ince telli ve zayıf olmasından şikâyetçi olanların dönem dönem kına yakması bu şikâyetlerinin giderilmesinde oldukça etkili.

      zaman

    90. Bazı yiyecek ve içeceklerin Fazileti ve Hikmeti……..

      Yemekten önce tuza banmak :

      Çünkü tuzda 70 derde şifa vardır : Sinir, Cüzzam, baras, karın ağrısı ve baş ağrısı hastalıklarına iyi gelir.
      Nitekim Peygamberimiz S.A.V. Efendimiz Hazreti Ali r.a. a hitaben şöyle buyurmuşlardır
      ” Ey Ali, yemeğe tuzla başla ! Çünkü 70 derde devadır. O dertlerın bazıları şunlardır : Sinir hastalığı, cüzzam, baras, karın ağrısı ve diş ağrısı.”

      Diğer bir Hadisi Şerifte şöyle buyurulmaktadır
      ” Katıklarınızın en büyüğü tuzdur.”

      Mecmauladab kitabından

      BAL

      Yetmiş Peygamber bal´a bereketle dua ettiler. Hem Kuranı Azimuşşanda onun hakkında

      فِيهِ شِفَآءٌ۬ لِّلنَّاسِ
      ” Onda insanlar için şifa vardır“(Nahl suresi Ayet 69)
      Kim her ay üç sabah bal yerse o ayda hiç bir hastalık görmez.
      Bir Hadisi Şerifte
      “ Helal bir dirhemle bal satın alınıp yağmur suyu ile içilirse, her hastalığa şifa olur.”

      PİRİNÇ

      Pirinç pilavını yerken Rasulullah S.A.V. Efendimize Salevat getirmelidir.
      Bir Hadisi şerifte pirincin önemi şöyle anlatılır.

      ” Ben Latif bir cevher idim. Arşın etrafını dolaşıyordum. Allahu Teala bana nazar eyledi. Sıkıldım ve terledim. Benden yedi damla ter düştü;
      Allah-u Teala
      birinci damladan Ebu Bekir´i
      ikinci damladan Ömer´i
      üçüncü damladan Osman´i
      dördüncü damladan Ali´yi yarattı.
      Beşinci damladan Gül
      Altıncı damladan Pirinç
      Yedinci damladan Kabağı yarattı.”

      Fudayl bin Iyaz hz.leri anlatıyor :
      Ben Caferibni Muhammedibni Sadık hz.lerinin meclisine vardım. Yemek ( Pirinç)yiyordu, bana dediki;
      ” Ben babam Muhammedden O da babası Hüseyinden, O da babası Ali bin Ebu Talib´den, O da Fahri Kainat Efendimizden işitmişler. ( Bu kişi Hz.Hüseyin Efendimizin torunu.)
      -” Hububat içinde en ilk Vahdaniyeti İlahiyyeyi, Benim nübüvvetimi, Kardeşim Ali´nin Velayetini, muvahhid ümmetim için Cenneti ikrar ve itiraf eden PİRİNÇ danesidir.

      Hadis : Miracta Cenneti adn´e dahil oldum, en evvel bana arz olunan Pirinç idi.

      Hadis : Yerden çıkan her şeyde bir şifa ve bir zarar vardır.
      Pirincin sadece şifası vardır.

      Hadis : Eğer pirinç insan farz olunsa , gayet halim bir adam olurdu.

      Hadis : Pirinç hayat sahibi olması farz olunsa İnsan,
      İnsan olsa erkek,
      erkek olsa Salih,
      Salih olsa Veli,
      Veli olsa Nebi,
      Nebi olsa Mürsel,
      Mürsel olmasi lazım gelse, ben olmaklığım farz olurdu.

      Mecmauladab ve notlarımdan

      BAKLA

      Hadisi şerifte : Kim Baklayı kabuğu ile birilkte yerse, Allahu Teala o nisbette hastalığı çıkarır.

      Bundaki sırrı şöyle açıkladılar : Baklanın kabuğunda elif şeklinde bir parça vardır.
      Kabuğunda fayda mulahaze edilebilir.

      Şiratulislam

      ÇÖREK OTU

      Hadis-i şerif
      “Çörek otu ölüm hariç bütün derde şifadır.”

      Çörek otunun hastalıklara şifâ oluşu hakkında Hz.Aişe şöyle demiştir: Hz.Peygamber buyurdu ki: “Şu kara tane (çörek otu) sâ’dan başka her hastalığa şifâdır.” Ben de sâm nedir? diye sorunca Rasûl-i Ekrem “ölümdür” diye cevap verdi.1

      Çörek otunda bütün hastalıklara devâ olma hususiyeti vardır. Çünkü bunu en iyi Allah ve Rasulü bilir. Rasûl-i Ekrem’in bu haberi “Kim sabahleyin acve denilen hurmadan yedi tane yerse o gün zehir ve sihir ona zarar vermez.”2 “Sineğin iki kanadının birinde zehir, diğerinde panzehir vardır.”3 hadislerindeki haberleri gibidir. Bunun başka örnekleri de vardır. Bu haberler Hz.Peygamber’in (s.a.v.) mucizelerindendir.4

      Çörek otu, alaca denen hastalığa ve sıtmaya karşı şifâlıdır. Midenin şişkinliğini giderir, nefes tıkanıklığını önler, devamlı kullanılırsa bevli, hayzı ve sütü arttırır. Sirkeyle karıştırılıp içilirse kurtları döker. Nezleye karşı da şifâlıdır. Ekmeğe karıştırılıp yenilirse nefes darlığı, felç, baş ağrısı gibi hastalıklara karşı faydalıdır.5

      Kaynaklar

      1. Müslim, ag. esr., es-selâm, had.88. Çörek otu, bir bitki cinsidir. Orta Avrupa, Akdeniz çevresi ülkeleri ile Batı Asya’da yabanî olarak yetişir. 16 türü vardır. Baharat ve süs bitkisi olarak da yetiştirilir. Bk. Türk Ansiklopedisi, XII, 132)

      2. el-Buhârî, es-Sahîh, el-et’ime, B.43; et-tıb, B.52.

      3. el-Buhari, Bedu’l-halk, 17.

      4. ez-Zehebî, ag. esr., s. 43.

      5. Geniş bilgi için bk. ez-Zehebî, ag. esr., s. 43

      PATLICAN

      Hadisi şerif : Kim onu zararlı niyetine yerse, o zararlı olur.
      Kim de onu deva niyetiyle yerse deva olur.

      Abdullah b. Abbas r.a.dan
      Ensardan bir zatın ziyafetinde Rasulullah S.A.V. ile beraberdim. Bir tabak içerisinde sofraya patlıcan getirmişlerdi.
      Orada bulunanlardan biri dediki
      – Ey Allahın Rasulu patlıcan safra yapar, ağız kokusunu çirkinleştirir ve ondan maraz hasıl olur.

      Bunun üzerine Peygamberimiz S.A.V. şöyle buyurdu ;
      ” Sus ! Sus ! Sus ! böylece onu susturduktan sonra şöyle buyurdu :
      ” Mirac gecesi Cennet-i Mevaya girdim. Sidre-i müntehayı gördüğümde bir de baktım ki altında patlıcan dallarında asılıydı.
      Cebrail a.s. a sordum
      – “
      Bu patlıcandır değilmi ?”
      – ” Evet ey Muhammed ! Bu Allahın birliğini, senin de peygamberliğini ikrar ve itiraf eden ilk ağaçtır .” dedi.

      Hadis-i şerif : Ne güzel yeşilliktir o ! Onu iyice pişirin. Onu iyice süsleyin. Ondan yiyin. Hemde çok yiyin. Çünkü o, Allaha iman eden ilk ağaçtır. Onu yiyen hikmetli sözler konuşur, ayrıca dimağı tazeler, mesaneyi takviye eder cimaı kuvvetlendirir. “

      Mecmauladab

      KABAK

      Hadis-i şerif : “Kabak dimağı güclendirir aklı artırır.”

      Yine Hazret-i Âişe’den rivayet edildiğine göre, Peygamberimizin sevdiği bir yiyecek de kabak idi. “Çünkü o, zikrullah esnasında kalbe rikkat verir.” buyururlardı.

      MERCİMEK

      Hadisi şerif : “Mercimek yemelisiniz ! Çünkü O mübarektir. Kalbi yumuşatır, göz yaşını akıtır. Allah c.c. onda 70 Peygambere bereket halk etti.“

      AYVA ( Sefercel)

      Hadisi şerif : “Ayva yiyiniz ! O kalbi aydınlatır. Göğüs darlığıni önler.”
      Hadisi şerif : “Aç karnına yiyiniz. Çünki o göğsün sıkıntısını giderir.”

      Hadisi şerif : ” Ayva yiyiniz, çünki o göğsü toplar, kalbe cesaret verir ( doğacak) çocuğuda güzelleştirir.

      Ayva yemek kalbi cilalandırır.
      Korkak kimseye cesaret verir.
      Mideye kuvvet verir.
      kanı ıslah eder, bulantıyı önler, idrarı söktürür, susuzluğu önler
      Hamile kadın üçüncü ve dördüncü aylarda yerse doğacak çocuk gayet güzel olur.
      Geçmiş milletlerden bir kavmin çocukları çirkin doğarmış. Peygamberlerine bundan yakınmışlar.
      Cenabı Hakk c.c. tarafından o kadınlara hamile iken ayva yedirmek hakkında O Peygambere vahy geldi.
      Ne varki çok yememeli ve bıçaklada kesmemeli
      Çünki bıçak ondaki hasse ve suyunu ceker.

      Mecmauladab

      NAR

      Hadisi şerifte şöyle buyurulmuştur ;

      ” Her Narda mutlaka Cennet sularından bir damla vardır.”

      Onun için nar yerken çok dikkat etmek, tek bir danesini bile yere düşürmemek, yerken kimseyi ortak etmemek gerekmektedir.
      Çünki Cennet suyunun bulunduğu damla düşen danede, yahud başka birine verilen danede olabilir.
      Bu yüzden asıl Nar yiyen kişi ondan mahrum kalabilir.
      Onun için buna çok dikkat etmek lazımdır.

      Hz.Ali r.a. ” Narı etli kısmıyla beraber yiyiniz. Zira Nar mideyi tabaklayıp temizler. “

      Narın danelerinde bulunan o ince zarında pek yararı vardır. Mideye son derece faidelidir.
      Ona ” Dibağul-Mideti” (mideyi sertleştiren geren )denilmiştir.

      Ekşi nar ile tatlı narı, zarları ile sıkıp içmek harareti def eder. İshal ve safrayada iyi gelir.

      Mecmauladab

      Hindiba

      Rasulullah S.A.V. Efendimiz : ” Hindiba edinmelisiniz ! Cünkü, hic bir gün yokturki onun üzerine cennet damlalarından bir damla damlamasin “ buyurmuslardir.

      Mecma-uladab

      Herise (Keşkek) yemek.

      Keşkek yemeğe devam etmekte iyididir.

      Cebrail a.s. bunu Peygamberimize öğretmişlerdir. Faideleri pek çoktur.Gece ibadete kalkmak için insanı dinç kılar.

      SÜTLÜ BULAMAÇ (Telyine)
      Arpa ve buğday ununa yağ ve süt karıştırılarak pişirilen bir nevî muhallebidir. Peygamberimiz:
      “Gerçekten sütlü bulamaç, hastanın midesini kuvvetlendirip rahatlatır, bazı üzüntülerini de giderir.” buyurmuştur.

      Sütlü bulamaçla ilgili Hazret-i Âişe -radıyAllâhu anha- şöyle demiştir: “Bir defasında göğsümde bir sertlik ve başımda bir ağrıdan dolayı Rasûlullah’a şikayette bulundum. O da:

      “– Ey Âişe, sana sütlü bulamacı tavsiye ederim, zira sütlü bulamaç bu şikayetlerini giderir.’” buyurdu.

      Hatta ehl-i beytten biri hastalanınca, ocaktan bulamaç tenceresi hiç inmezmiş, ta ki o hasta iyileşene veya ölene kadar..

      Hadisi serifte “Telyine (bulamaç) hastanın moralini düzeltir, üzüntülerin hiç olmazsa bir kısmını giderir” buyurmuşlardır.

      ÜZÜM

      Hem katıktır, hem meyvedir.Üzümü ekmekle yemek sünnettir.

      Üzümü tane tane yemelidir.

      Hz. Aişe validemiz Rasulullah s.a.v.in sol eline üzüm salkımını alıp , sağ eli ile tane tane yedigini rivayet etmiştir.

      Kuru üzümü taze üzüm ile yemek sünnettir.

      Şiratulislam

      KURU ÜZÜM

      Onun hakkında :

      ” Kuru üzüm yemeniz lazımdir. Ekşimeye iyi gelir, balgamı söker, damarları kuvvetlendirir, vücuda ferahlık verir, yorgunluğu giderir, ahlakı güzelleştirir, ruhu hoş tutar üzüntüyüde giderir.”

      Hazreti Ali r.a. :

      “Kim günde yirmibir kırmızı üzüm tanesi yerse, cesedinde kerih görünen hiç bir şey kalmaz”

      İmamı Zuhri ” Hadisi şerif ezberlemek isteyen, kuru üzüm yesin “ dedi.

      Bunun faidesi de pek çoktur. Hele onu fıstık ile karıştırıp yemek, unutkanığı giderir, zihni açar, aklı geliştirir. Ancak kuru üzümü yerken çekirdeğini çıkarmak gerekir.

      Mecmauladab

      İNCİR

      İncir kalbi yumuşatır ,kulunç hastalığına iyi gelir aynı zamanda artığı olmayan pek güzel bir meyvedir.

      Çok yararlıdır.

      Tin suresinde

      وَٱلتِّينِ وَٱلزَّيۡتُونِ

      Tinde, incirde olan esrarı ilahiyeme yemin ederim. İncir meyvesinde çok büyük esrar vardır. Çünki Tinde(incirde) gıda olduğu gibi, bir çok mühlik(helak edici) hastalıklarada şifadir.

      Sabah aç karnına incir yiyen insanda, nuzul hastalığı olmaz, böbrek hastalığı ve basuru dahi yok eder.

      S.H.T.Hazretlerinin Amme tefsirinden

      Hadisi Şerifte” İncir yiyiniz, eğer cennetten inen bir meyve vardır dersem onun incir olduğunu söylerim. Çünki basuru iyilesşirir, nikris hastalığınada iyi gelir.“

      Zeytin

      Tin suresinde

      وَٱلتِّينِ وَٱلزَّيۡتُونِ

      Zeytinde olan esrarı ilahiyeme yemin ederim.

      Zeytin yemeğe devam eden insanda basur hastalığı, böbrek hastalığı görülmez.

      Keza zeytindede çok esrar ve şifalar vardır.

      Hatta çekirdeğinde dahi keramet çoktur. Zira meyveler içerisinde Zeytin ve hurmanın çekirdeği gibi sert çekirdek olmadığı halde midede bu çekirdekler erir.

      Yani mide bunları eritir. Diri olarak çıkmaz, diğer meyve ve sebzelerin çekirdekleri ise midede erimeyip diri olarak çıkar.

      Diğer meyve ve sebzelerin gerek kabuk ve gerek çekirdeğinde atılacak yeri vardır.

      İncir ve zeytinde atılacak yeri yoktur.

      İşte bu incir ve zeytinde hayat için o kadar menfaat vardırkı, onların çekirdeğinde dahi çok büyük menfaatler vardır.

      S.H.T.Hazretlerinin Amme tefsirinden

      Hadis : Zeytinin yağına dikkat gösterin! Onu yiyin, onunla yağlanın, çünki basur hastalığına iyi gelir.

      Hadis: Zeytin yağıni yiyin, Onunla yaglanın( Yağ olarak kullanın, Çünki cüzzam hastalığı dahil, tam yetmiş derde devadır.

      Mecmauladab

      Kara Helile

      Hadis: “Siyah helile( helilec) edinmelisiniz. Onu için ! Çünki o cennet ağacındandır. Acıdir, fakat her hastalığa şifadır.“

      Mecmauladab

      SU

      Peygamberimizin içeceklerden en çok sevdiği ise, soğuk ve tatlı olanı idi.
      Peygamberimiz -sallAllâhu aleyhi ve sellem- özellikle yolculuklar sırasında ashabına su dağıttırırdı. Bir yolculuğu sırasında Efendimiz bir yerde durmuş ve yanındakilerden su istemiş, elini ve yüzünü yıkadıktan sonra, sudan içmiş ve yanındaki sahabelerine de:

      “– Siz de yüzünüze, boynunuza bir miktarını dökün.” buyurmuştur.

      Rasûlullah -sallAllâhu aleyhi ve sellem- su içtikten sonra şöyle dua etmiştir:

      “Rahmetiyle suyu tatlı olarak yaratan, acı ve tuzlu yaratmayan Allâh’a hamd olsun.”
      Peygamber Efendimiz bir başka hadîs-i şerifinde ise, su için şöyle buyurmuştur:
      “Allâh suyu temizleyici olarak yarattı. Tadını, rengini veya kokusunu değiştiren maddeler dışında hiçbir nesne onu pislemez.”

      SÜT

      Peygamber Efendimiz sütü severdi. Şöyle buyururdu:
      “Yüce Allâh bir kişiye süt ikram ederse, o kimse sütü içeceği zaman; Allâh’ım bize bu sütü bereketli kıl, bize daha çok süt ihsan et diye dua etsin. Çünkü yiyecek ve içeceklerin yerini tutan, açlığı ve susuzluğu gideren sütten başka bir gıda bilmiyorum.” demiştir

      SİRKE:

      Cabir r.a.: demiştir ki, bir defasında Rasûlullah s.a.v. ehline ailesine evde bir katık bulunup bulunmadığını sorduklarında:
      “– Evde sadece sirke var.” denildi. Efendimiz s.a.v.onu isteyip:

      “– Sirke ne güzel katıktır.” diye yemeye başladılar.

      Cabirr.a.: “Rasûlullah s.a.v.den bu sözü işiteli beri sirkeyi severim.” demiştir.

      UN HELVASI

      Cibrail a.s.in Peygamber Efendimiz’e gece namazında, beline kuvvet vermesi için, un helvası yemesini tavsiye ettiği rivayet edilir.

      Hz. Âişe r.a.’ın şöyle dediği nakledilir:
      “Rasûlullah s.a.v. hiçbir taama,yemeğe un helvası kadar sevinmezdi.

      Onu sever, kendisine ikram edilince de yüzünde ferahlık görülürdü.”

      SİNAMEKİ
      Raziyane ve sinamekiyi kullanın !
      Çünki o ölüm hariç , tüm hastalıklara şifadır.

      Mecmaul adab

      KEREVİZ

      Kereviz, Hızır a.s.ın yemeğidir.

      Kereviz, unutkanlığı giderip hafızayi kuvvetlendirir.
      Kalbi temizler
      idrari söker
      mideye iyi gelir
      gazı giderir
      Karaciğeri temizler
      Cinnet ve cüzzama faide verir
      Öksürüğüde iyi gelir
      Sar´a hamile ve emziklilere zarar vermektedir

      Şir-atulislam

      ET

      Peygamberimiz -sallAllâhu aleyhi ve sellem-:
      “Et, dünya ve ahirette yiyeceklerin efendisidir.” buyurmuşlardır.

      Peygamberimiz’in en çok koyunun kürek ve ön kollarının etini sevdiği rivayet edilir. Bir hadîs-i şerifte:

      “– En iyi et, koyunun sırt etidir.” buyurmuşlardır.

      Hayvanların sağ taraf etleri, sol taraf etlerinden daha üstün ve hafiftir. Et, işkembeden uzaklaştıkça değeri artar. Yine bir hadislerinde:

      “Sizden biriniz çorba yapmak için et satın aldığında suyunu çok koysun. Zira yiyen kişi çorbanın içinde et bulamazsa, suyundan içer. Çünkü et suyu, iki etten birisidir.” demişlerdir……….

    91. Öfkenin Dört İlacı

      1- Abdest almak. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki: “Öfke şeytandan (yani şeytanın vesveselerinden) dir, şeytan da ateşten yaratılmıştır. Ateş ise su ile söndürülür. Biriniz öfkelendiğinde abdest alsın.”
      2- Ayakta ise oturmak, oturuyorsa ayağa kalkmak, yoksa yanı üzere yatmak.
      3- Eûzü okumak,
      4- Peygamber Efendimiz’in Hz. Âişe vâlidemize tavsiye ettiği: “Allâhümmeğfirlî zenbî, ve ezhib ğayza kalbî ve ecirnî mine’ş-şeytân” duâsını okumak. Bu duânın manası: “Allâh’ım günahımı mağfiret eyle, affet, kalbimin gayzını gider ve beni şeytandan koru.”

    92. Seyyidül İstiğfar,

      Şeddâd İbni Evs radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
      “İstiğfârın en üstünü kulun şöyle demesidir: Allâhümme ente rabbî, lâ ilâhe illâ ente, halaktenî ve ene ‘abdüke, ve ene ‘alâ ‘ahdike ve va’dike m’esteta’tü. Eûzü bike min şerri mâ sana’tü, ebûü leke bi-ni’metike ‘aleyye, ve ebûü bi-zenbî, fağfir lî fe-innehû lâ yağfirü’z-zünûbe illâ ente: Allahım! Sen benim Rabbimsin. İbadete lâyık senden başka tanrı yoktur. Beni sen yarattın. Ben senin kulunum. Ezelde sana verdiğim sözümde ve vaadimde hâlâ gücüm yettiğince durmaktayım. İşlediğim kusurların şerrinden sana sığınırım. Bana lutfettiğin nimetleri yüce huzurunda minnetle anar, günahımı itiraf ederim. Beni affet; şüphe yok ki günahları senden başka affedecek yoktur. “
      Resûl-i Ekrem sözüne şöyle devam etti: “Her kim, bu seyyidü’l-istiğfârı sevabına ve faziletine bütün kalbiyle inanarak gündüz okur da o gün akşam olmadan ölürse cennetlik olur. Yine her kim, sevabına ve faziletine gönülden inanarak gece okur da sabah olmadan ölürse cennetlik olur. “

    93. Kına ,,,,,

      Kadim bir ağrı kesici; Kına

      Yalnızca kına gecelerinde gelinlerin ellerine yakılan ya da ağaran saçlar için kullanılan bir bitki özü değil kına.

      Birçoğumuz bilmesek de iyi bir ağrı kesici. Bu bilgi bize Peygamber Efendimiz’den (sas) geliyor. Efendimiz, başından rahatsız olan kişiye, “Hacamat ol.” ayağından rahatsız olan kişiye de “Ayağına kına koy.” derlerdi. Ayrıca İbn-i Sünni’den Peygamberimiz’in vahiy gelince başına giren ağrılardan mütevellit, kına koyduğunu öğreniyoruz.

      Çiçek hastalığında…

      Çocukların çiçek çıkarma esnasında ayak tabanlarına sürülürse hastalığın göze sirayet etmesini önlediği biliniyor.

      Ağızdaki yaralar için gargara

      Ağzınızda oluşan yara ve çatlaklarda kınayla sıcak gargara yaparsanız fayda göreceksiniz. Aynı şikâyet için bal şerbetine katılan kına da öneriliyor. Tıbb-ı Nebevi’de kınanın toz haline getirildikten sonra ağza serpildiğinde aft, pamukçuk, sivilce ve yaralara iyi geldiği belirtiliyor. Yine bu kaynakta kına çiçeğinin kronik şişliklere karşı bir ilaç olduğu, ayrıca yün ve benzeri kumaşların içine konulduğunda da güvelenmeyi önlediği anlatılıyor.

      Guatr rahatsızlığınız mı var?

      Kınayı mayalı hamur ve tereyağıyla beraber lapa yapıp guatrın üzerine bağlarsanız fayda bulabilirsiniz.

      Uyuz hastalığı ve sivilceler için

      Tereyağı ve kınayı merhem haline getirip kaşınan yerlerinize sürerseniz iyileşme süresini erkene alabilirsiniz. Yine aynı şekilde bu karışıma biraz da sirke eklemek suretiyle elde edeceğiniz merhemi çıban ve sivilcelere sürdüğünüzde iyi bir sonuç alabilirsiniz.

      Kemoterapiden sonra kına yakın

      Tanıştığım bir radyasyon onkoloğu, kanser tedavisi için yapılan kemoterapi ve radyoterapiden sonra el ve ayaklarda meydana gelen acı ve ağrıların geçmesi için on yıldır hastalarına kına yakmasını tavsiye ettiğini söylemişti. Kendi gözlem ve araştırmalarına göre kına, kanser tedavisinden dolayı acı ve ağrıları gideriyormuş.

      Baş ağrısını gideriyor

      Her zaman saçlarına kına yakan rahmetli anneannem kınasının yenilenme zamanı geçince başının ağrıdığını söylerdi. Kına yaktığında ağrısı da geçerdi tabii. Ağrının haricinde, ayakta oluşan mantarı, koku ve terlemeyi ayaklarınıza kına yakarak çözebilirsiniz. Çünkü kına mikrop kapmayı ve bakteri oluşumunu önleme, alerjiyi engelleme ve deriyi tahriş etmeme özelliğine sahip. Birçok araştırma sonucuna göre kınanın içinde bulunan ‘lawsene’ maddesi, mantarları oluşturan bazı organizmaların ve streptokok adı verilen mikrobun üremesine mani oluyor.

      Saç kırılmasını önlüyor

      Kına; nemlendirici, sinirleri yatıştıran özelliği ve içinde bulunan etken maddelerden dolayı tırnak ve saçların kırılmasını önlüyor. İçinde tanen, boya maddesi, reçine bulunan kınanın kullanımı yüzyıllardan gelen bir mirasla Anadolu’da oldukça yaygın. Saçlarının ince telli ve zayıf olmasından şikâyetçi olanların dönem dönem kına yakması bu şikâyetlerinin giderilmesinde oldukça etkili.

    94. بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

      Muhterem Okuyucu,

      „Mübârek Gün ve Gecelerde Yapılması Tavsiye Edilen DUÂ ve İBÂDETLER“ isimli bu eserimizde, tarif edilen bazı namaz, oruç ve duâlar hakkında „mutlaka kılınmalı, tutulmalı, okunmalı“ gibi ifadeler yer almış bulunmaktadır. Halbuki buralarda tarif ve tavsiye edilen ibâdetler, nâfile ibâdetler cümlesinden olup, yerine getirilmesi mecbûri değildir. Fakat, bu „mutlaka“ kelimeleri ile, sadece tarif edilen nâfile ibâdetlerin ehemmiyetine ve karşılığında verilecek mükâfatın büyüklüğüne işâret edilmek istenmiştir.

      Nitekim hadîs-i kudsîde:

      بِالْفَرَرئِضِ نَجَى مِنِّى عَبْدِى وَ بِالنَّوَافِلِ يَتَقَرَّبُ اِلَىَّ

      buyurularak „Farzlarla kulum benim gadabımdan (azabımdan) kurtulur. Nâfilelerle bana (benim rızama) yaklaşır“, buyurulmaktadır.

      Böylece; nâfile ibâdetleri yerine getirmek mecbûrî olmamakla beraber, bu ibâdetler kulu Allah’a yaklaştırmaktadır.

      O halde; mânevî mertebelere nâil olmak isteyen herkes, bu tarif edilen ibâdetleri imkân nisbetinde yerine getirmelidir. Yapılmadığı takdirde ise, mânevî bir mes’ûliyeti yoktur.

    95. Mi’rac Gecesi

      Receb-i şerîfin 27’nci gecesi “Mi’rac gecesi”dir. Yatsı namazından sonra 12 rek’at “Hacet namazı” kılınır. Beher rek’atte Fâtiha-i şerîfeden sonra 10 İhlâs-ı şerîf okunur.

      Namaza niyet: “Yâ Rabbî, rızâ-i şerîfin için niyet eyledim namaza. Bu gece yedi kat gökleri ve bütün esrârını göstererek muhabbetin ile müşerref kıldığın sevgili habîbin Resûl-i Zîşan Efendimiz hürmetine ben âciz kulunu afv-ı ilâhîne, feyz-i ilâhîne ve rızâ-i ilâhîne mazhar eyle, Allâhü Ekber.”

      Namazdan sonra:

      4 Fâtiha-i şerîfe,
      100 defa:

      سُبْحَانَ اللهِ وَالْحَمْدُ ِللهِ وَلاَ اِلهَ اِلاَّ اللهُ وَاللهُ اَكْبَرُ وَلاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللهِ الْعَلِىِّ الْعَظِيمِ

      “Sübhânallâhi vel-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber. Ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil-aliyyil-azıym”
      100 İstiğfâr-ı şerîf,
      100 Salevât- şerîfe

      okunup duâ yapılır.

      Bu namazda, İhlâs-ı şerîfeler 100’er adet okunursa veya bu namaz 100 rek’at olarak kılınırsa; bunu yerine getiren mü’min huzûr-i ilâhîye namaz borçlusu olarak çıkmaz.

      Mi’rac gecesinden sonraki gün, mutlaka oruçlu olmalıdır. O gün öğle ile ikindi arasında 4 rek’at namaz kılınır. Her rek’atte Fâtiha-i şerîfeden sonra

      5 Âyetü’l-Kürsî,
      5 “Kul yâ eyyühel-kâfirûn…”,
      5 İhlâs-ı şerîf,
      5 “Kul eûzu birabbil-felak…”,
      5 “Kul eûzu birabbin-nâs…”

      okunur.

    96. Âhir Zaman İnsanları Öğüt Verenleri Sevmeyecekler
      Huzeyfe (r.a.) hazretleri buyurdular:
      “İnsanlar üzerine bir zaman gelecek merkeb leşi, içlerinden kendilerine marûfü emreden ve münkeri nehyeden bir mü’minden daha sevimli ve daha değerli olacaktır.”
      Süfyân-i Sevrî (r.h.) hazretleri buyurdular:
      Bir insan eğer komşuları tarafından seviliyor; kardeş ve ar­kadaşlarının arasında övülüyorsa; onun meddah (yağcı) olduğunu bilin.
      Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular:
      “Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular: Allah’ın hudutlarını (şer’î kanunlarını) çiğneyenler ve ona dü­şenler ile onlara meddahlık yapan, onlara yağcılık ve onlara haddinden fazla hoşgörülü davrananların misâli, bir gemiye binen bir kavim ve topluluk gibidirler.
      Bazıları geminin üst katındadırlar, bazıları da geminin alt katmdadırlar. Alt kattakiler, üst kattakilerden su almak için onla­ra uğrayıp kendilerine eziyet veriyorlardı. Onlar da kendilerini su almaktan menettiler. Bunun üzerine alt kattakiler, ellerine bir balta alıp gemiyi delmeye başladılar. Üsttekiler ona geldiler. Ona:
      -”Sana ne oluyor?” dediler. 0:
      -”Sizler benden rahatsız oldunuz. Bana da su gerekliydi.”
      Eğer onlar, onun elinden tutarlarsa, hem o adamı kurtarır­lar ve hem de kendilerini kurtarmış olurlar. Eğer onu o halde terkederlerse hem o adamı helak etmiş olurlar ve hem de kendi­lerini helak etmiş olurlar.
      Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular:
      “İnsanlar, bir münker gördüklerinde kendi aralarında eğer onu değiştirmezlerse, o münker ve kötülüğün azabını Allâhü Teâlâ onların hepsine umûmileştirir.
      Hadis-i Şerif:
      “Ümmetimden bir takım insanlar, kıyamet günü, maymun ve domuzlar suretinde haşr olunurlar. Bunlar, ısyân ehline yağcılık yapan ve onları nehyetmekten kaçınanlardır. Halbuki günah ehlini kötülüklerden menetmeye güçleri yetiyordu.
      “Nefsim yed-i kutretinde olan Aiiâhü Teâla hazretlerine and olsun ki, elbette sizler maruf (iyiliği) emredecek ve elbette münkerden (kötülükten) nehyedeceksinizdir. Veya elbette Aflâhü Teâlâ hazretleri hepinizin üzerine katından azab gönderir. Bundan sonra dua ederseniz, dualarınıza icabet edilmez. Dualarınız artık kabul olunmaz.”
      Nefsi sabretmeye zorlanmalı, halktan alâkalarını azaltılmalı ki, müdâhane (yağcılık) kendinden giderilsin…

    97. UHUD HARBİ
      Uhud Savaşı İçin İstişare
      Rivayet olundu: Müşrikler, Çarşamba günü Uhud’a inip orada konakladılar. Efendimz (s.a.v.) hazretleri, ashabı ile istişare etti. Efendimiz (s.a.v.) hazretleri, Abdullah bin Übey bin [1]Selul’ü çağırdı. Daha önce onu çağırıp ona danıştığı vâki değildi.
      Efendimiz (s.a.v.) hazretleri, Abdullah bin bey bin Selûl’e danıştı. Abdullah bin Übey bin Selûl ve Ensâr’ın çoğu:
      -”Ey Allah’ın Rasûlü! Medine’de otur! Mekkeli müşriklerle karşılaşmak için şehirden çıkma! Allah’a yemin olsun ki, biz hiçbir düşmanla karşılaşmak için Medine’den çıkmadık. Çıktığımızda mutlaka yenildik. Medineye girip şehirde kendileriyle savaştıkla­rımızı da mağlûb ettik. Nasıl olsa sen bizim aramızdasın! Bırak, onlar oldukları yerde kalsınlar. Eğer onlar orada kalırlarsa kötü bir yerde hapsedilip kalmış olurlar. Eğer üzerimize, Medine şehrine saldıracak olurlarsa, erkeklerimiz onlarla yüz yüze gelip savaşır, kadın ve çocuklarımız da onları taşa tutarlar. Yok eğer geri dönüp giderlerse zarara uğramış bir şekilde dönmüş olurlar…”
      Sahabelerden bazıları da:
      -”Ey Allah’ın Rasûlü! Bizi düşmanlara karşı savaşa çıkart! On­lar köpektirler. Bizim kendilerinden korktuğumuzu sanmasınlar.” Dediler.
      Efendimiz (s.a.v.) hazretleri:
      “Ben rüyâm’da kesilmiş bir sığır gördüm. Ondan bir parça çevremdeydi. Bunu hayra te’vîl ettim.
      Yine rüyamda kılıcımın ucunda bir gedik yani kırık gördüm. Bunu hezimete te’vîl ettim.
      Rüyâm’da kendi elimi sanki zırhlı ve kale ile muhafaza edil­miş bir yere soktuğumu gördüm. Bunu da Medîne-i
      üzere bırakarsanız…
      Bedir harbini kaçırıp; Allâhü Teâlâ hazretlerinin kendilerine, Uhud günü şehâdet ikram ettiği Müslümanlardan bir adam:
      -”Ey Allah’ın Rasûlü! Bizi düşmanlarımıza çıkart! Biz ebedî saadet ve şehâdeti istiyoruz! Cenneti ve cennette Allâhü Teâlâ hazretlerinin ziyâde olarak vereceğini istiyoruz!” dedi.
      Çok isrâr ettiler.
      İsrarlarının karşısında hatta Efendimiz (s.a.v.) hazretleri hâ-ne-i saadetlerine girdi. Zırhını giydi…
      Onlar, Efendimiz (s.a.v.) hazretlerinin zırhlarını giydiğini gö­rünce pişman oldular. Kendi kendilerine:
      -”Biz ne kötü ettik? Kendisine vahiy geldiği halde, biz Efen­dimiz (s.a.v.) hazretlerine savaşa çıkması için isrâr ettik!” dediler. Sonra Efendimiz (s.a.v.) hazretlerine gelip:
      -”Yâ resûlellâh! Dilediğini yap!” dediler. Efendimiz (s.a.v.) hazretleri:
      -”Bir peygambere (savaşmak için) zırhını giyip, savaşmadan onu çıkartması yakışmaz. Buyurdular.
      (Böylece Uhud’a çıkmaya karar verilmiş oldu.)
      Uhud’a Hareket
      Müşrikler, Çarşamba günü Uhud’a gelmişlerdi. Çarşamba ve Perşembe günü orada kaldılar.
      Efendimiz (s.a.v.) hazretleri de, Cuma güna Cuma Namazını kıldıktan sonra orada vefat eden Ensâr’dan bir adamın üzerine cenaze namazı kıldıktan sonra Medine-i münevvereden çıktılar…
      Hicretin üçüncü yılı Şevval Ayının yansında Cumartesi günü halkla birlikte Uhud’da bulundu…
      (Uhud savaşı, Islâmın 16′ncı, Hicretin 3′üncü 11 Şevval, Miladın 625′inci yılının 25 Martında, Cumartesi günü fiilen başlamış oldu.)
      Efendimiz (s.a.v.) hazretleri, bineğinin üzerinde yürüdü. As­habını savaş için saf dizdirdi. Onları bir ok gibi diziyor ve sanki onlarla savaş ateşinin çakmasını kuvvetlendiriyordu. Efendimiz (s.a.v.) hazretleri, ashabından birinin göğsünün biraz çıktığını gördüğünde, ona:
      -”Geri git” diyordu.
      Efendimiz (s.a.v.) hazretleri, vadinin kenarına indi. Kendisi­nin ve askerinin sırtını Uhud’a verdi. (Ve böylece Medine-i Münev-vere’ye karşı saf bağladılar.)
      Okçulara Tenbih
      Efendimiz (s.a.v.) hazretleri, (düşmanın geriden saldırısını önlemek için 50 kişilik bir okçu bölüğü, dağın sol taraftaki boğa­zına yerleştirildi.) Abdullah bin Cübeyr (r.a.)’ı bu okçuların başına komutan tayin ederek ona:
      “Oklarınızla düşmanı bizden defedin ve bizi koruyun. Yeri­nizden asla ayrılmayın. Düşmanlar, sizi gördüklerinde gerisin ge­riye kaçarlar. Kaçanların arkalarına da düşmeyin. (Siz burada kal­dıkça biz galib oluruz.) buyurdu
      Münafıkların Ayrılması
      Sonra Efendimiz (s.a.v.) hazretleri, ayrıldığında, görüşlerine aykırı hareket ettiği, Abdullah bin Übey bin Selûl’ü gördü. Bu kişi Medine’nin ileri gelenlerinden ve münafıkların reisiydi. Bu ona zor gelmişti. O, Efendimiz (s.a.v.) hazretlerine:
      -”Çocuklara itaat etti; bana âsî oldu (benim görüşümü kabul etmedi,” dedi. Abdullah bin Übey bin Selül, sonra kendi ashabına (çevresindeki münafıklara);
      -”Muhammed, sizinle düşmanlarına karşı zafer kazanıp gâlib gelecektir. Çünkü ashabına, düşmanlar kendilerini gördügünde, hezimete uğrayacaklarını vaadetti. (Fakat siz onun dedi­ğinin tersini yapın) düşmanlarını gördüğünüzde hezîmetle geri çekilin. Siz savaşı bırakıp Medineye doğru geri çekilince diğer in­sanlar da size uyarlar. Onlar da savaşı bırakıp kaçarlar. Böylece Muhammed’in söylediklerinin aksi gerçekleşmiş olur…”
      İki ordu karşılaştığı zaman, Abdullah bin Übey bin Selûl, münafıklarla beraber geri çekildi.
      Efendimiz (s.a.v.) hazretleri, bin kişilik bir orduyia Uhud’a çıkmıştı. Veya dokuzyüz elli (950) kişiydiler…
      Şavt’a ulaştıklarında, Abdullah bin Übey bin Selûl 300 kişilik münafıkla beraber geri döndü. (Bu ordunun % 30′unun münafık­ların teşkil ettiğinin bir ifadesi idi.)
      Efendimiz (s.a.v.) hazretleri yediyüz kişiyle kaldı.
      Abdullah bin Übey bin Selûl, kavmine:
      -”Neden kendimizi ve evlâdımızı öldürelim!” diyordu.
      Ebû Câbir es-Sülemî onlara yetişti ve:
      -”Yapmayın Allah aşkına! Peygamberinizi ve kendi nefsinizi koruyun!” dedi. Abdullah bin Übey bin Selûl:
      -”Savaşmasını bilseydik, size tâbi olurduk” dedi.
      Savaşta Bulunanlar
      Savaş meydanında (Mekke’den hicret eden Kureyşlilerle be­raber) ensâr’dan iki kabile vardı. Bu aslanlar:
      1- Hazrec’den Benî Seleme
      2- Evs’ten Benî Harise…
      Efendimiz (s.a.v.) hazretlerinin askerlerinin bu iki kanadı Abdullah bin Übey bin Selûl’e tâbi olmayı içlerinden geçirdilerse de Aliâhü Teâlâ hazretleri onları muhafaza etti. Münafıkların o-yunlanna gelmediler…
      Efendimiz (s.a.v.) hazretleriyle beraber devam ettiler. Aliâhü Teâlâ hazretleri onları kuvvetlendirdi. Hatta müşrikleri hezîmete bile uğrattılar…
      (Uhud savaşının ilk başlarında mü’minler, kâfirleri mağlûb ettiler. Kâfirler, geride mallarını bırakarak kaçmaya başladılar.) Mü’minler, müşriklerin hezimete uğrayıp kaçtıklarını görünce, bu savaşın “Bedir” savaşı gibi olmasına tama ettiler, müşrikleri takip etmeye başladılar.
      Efendimiz (s.a.v.) hazretlerinin sebat etmelerini sıkı sıkı em­redip yerleştirmiş olduğu mevkileri bıraktılar.
      Sonra ganimetleri toplamakla meşgul oldular.
      Efendimiz (s.a.v.) hazretlerinin emrine muhalefet ettiler.
      Allâhü Teâlâ hazretleri, mü’minlerden yardımını kesmeyi murâd etti. Bir daha işlerinde Efendimiz (s.a.v.) hazretlerinin emirlerine muhalefet edip onu geçmesinler ve Mü’minler bilsinler ki, onların Bedir savaşında elde ettikleri zafer, Allâhü Teâlâ ve Rasûlüne olan itaatlerinin bereketiyle olmuştu.
      Allâhü Teâlâ hazretleri, mü’minleri oldukları hal üzere terkettiği zaman, onlar da direnemediler. Kıyam edemediler. Allâhü Teâlâ hazretleri, müşriklerin kalblerinde bulunan korkuyu söküp aldı.
      Müşriklerin sayısı üçbin (3000) idi. Kâfirler, mü’minlere sal­dırdılar….
      Askerler, Efendimiz (s.a.v.) hazretlerinden ayrıldılar. Hatta
      Efendimiz (s.a.v.) hazretleriyle birlikte yedi Ensâr ve iki Kureyşli mü’min kaldı. Kâfirler, Efendimiz (s.a.v.) hazretlerine kastedip, mübarek başını yaraladılar ve Ön dişlerini kırdılar.
      O gün Efendimiz (s.a.v.) hazretlerinin yanında sebat eden Hazret-i Talha (r.a.) idi. Efendimiz (s.a.v.) hazretlerini eliyle koru­yordu. Hazret-i Talha (r.a.)’ın iki parmağı koptu. Tam yirmi dörtyerinden yaralanmıştı.
      Kâfirlerin darbesiyle Efendimiz (s.a.v,) hazretlerinin miğfe­rinin iki halkası yüzüne mübarek yanaklarına geçmişti. Bunun acı ve ağrısından Efendimiz (s.a.v.) hazretleri, (beşer olması münâ­sebetiyle) kendisinden geçti. Dayanılmaz ağrılar çekiyordu.
      Hazret-i Talha (r.a.), baygın halde yatan Efendimiz (s.a.v.) hazretlerini, sırtına alıp taşıdı ve böylece geri çekilmeye başladı. Müşriklerden herhangi biri, kendisiyle karşılaştığında, Efendimiz (s.a.v.) hazretlerini bir kenara koyuyordu. Onlarla muharebe edi­yor, onların tehlikesini tamamen uzaklaştırdıktan sonra, yine Efendimiz (s.a.v.) hazretlerini taşıyordu. Böylece Efendimiz (s.a.v.) hazretlerini güvenli yere çıkarttı. Efendimiz (s.a.v.) hazretleri de;
      -”Talhaya cennet vacib oldu,” diyordu. Askerlerin arasında bir sayha koptu. -”Muhammed (s.a.v.) öldürüldü!”
      Sahabe-i kiram (r.a.) hazerâtı içerisinde Ebû Süfyân lakablı bir sahabe, ensâra seslendi:
      -”İşte Rasûlüllah (s.a.v.) hazretleri!”
      Onun sesini işiten Muhacir ve Ensâr, Efendimiz (s.a.v.) haz­retlerinin başına toplandılar.
      Uhud savaşında, mü’minlerden yetmiş iki kişi, şehâdet şer­betini içip o aziz mertebeye nail oldular. Allâhü Teâlâ hazretlerinin nimetlerinin şerefine ve Celâlinin keremine erdiler.
      Şehîdlerin efendisi Hazret-i Hamza (r.a.) şehid düştü. O da kendisi gibi şehid olanların erdiği makama erdi. Müslümanlardan yaralılar çoktu.
      Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular:
      -”Allâhü Teâlâ hazretleri rahmet etsin, kardeşlerinden kötü­lüğü defeden, olduğu haliyle beraber müşriklere karşı şiddetli olan ve böylece öldürme ve yaralamalarını gizleyenlere Allâhü Teâlâ hazretleri yardım eder ve hatta kâfirleri hezîmete uğratır­lar.”
      Sonra bunların hepsini Allâhü Teâlâ hazretlerinin şu âyet-i kerimesi tekid etmektedir.
      “Ve eğer siz sabırlı olur ve mütteki olursanız , onların hileleri size hiçbir zarar vermez;”
      Mü’minlerin düşmanlara yönelip onlara saldırması, Allâhü Teâlâ hazretlerinin yardımına; Allâhü Teâlâ hazretlerinin yardım­sız bıraktığı kişi de hezîmete uğrar. Koruma Allâhü Teâlâ hazret-lerindendir…

      Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri,: 4/48.

    98. Her derdin devası tahin.
      Tahinin Faydaları
      Tahin (tahan) susamın ezilerek ve çeşitli işlemlere tabi tutularak akıcı yağ gibi bir hale gelmiş şeklidir.
      Kansere karşı koruyucudur. Damar sertliğini ve tıkanmalarını engeller. İdrar söktürücüdür.
      E, C ve B vitaminleri açısından zengindir. Hücre yapısının bozulmasını engeller. Yaraların iyileşmesini hızlandırır.
      Cildi güzelleştirir. Bağışıklık sistemini güçlendirir. Göz sağlığı için hayati önem taşır.
      Vücuda alınan ağır metaller, zehirli bileşikler, radyasyon ve bazı ilaçların yarattığı toksinlere karşı koruma sağlar.
      Yaşlanmaya bağlı hafıza kayıplarının (Alzheimer) önlenmesinde olumlu etkisi olduğu kanıtlanmıştır.
      Tahinde çok miktarda bulunan E vitamini ile tüm bu yararları da vücudumuza kazandırabiliriz.
      E vitamini çok güçlü bir antioksidandır. Vücuda enerji verir.
      İki çorba kaşığı tahinde yaklaşık yarım kilo biftekteki kadar protein vardır.
      Kendine has özel bir kokusu olan tahin, suyla temas etmedikçe uzun zaman bozulmadan saklanabilir.
      Safra taşlarının düşürülmesinde, nefes darlığı ve bronşite faydalı olduğu bilinmektedir.
      Anne sütünü arıtıcı özelliği bulunmaktadır. Çocukların beyin ve zeka gelişiminde etkilidir.
      Kemik gelişiminde, yapısında bulunan bazı maddeler nedeniyle oldukça faydalıdır.
      Pekmezle karıştırılarak tüketildiğinde sadece enerji vermekle kalmaz, hem kan yapar, hem kış aylarında üşümeyi engeller.
      BAĞIŞIKLIK SİSTEMİNİ GÜÇLENDİRİYOR
      Tek başına tadı hoş gelmese de, pekmezle karıştırmak suretiyle hem daha faydalı olur, hem lezzetli.
      Tahini sade olarak tüketirseniz mide rahatsızlıklarına son derece faydalıdır. Tahin kolesterol içermez.
      Soğuk havada vücut direncini artırmak için protein, vitamin, mineral ve antioksidanlar açısından zengin tahini bol tüketmekte fayda var.
      Ayrıca besinlerin midemizde uzun süre kalmasına yardımcı olarak acıkmayı geciktirir.

    99. AKLIN KISIMLARI
      Akıl ikidir.
      1- Akl-ı Meleki: Letaif’te bulunur ki,madde ile alakası yoktur.Feyz ile terbiye oldugu için,bütün azaya hakim olur.
      2- Akl-ı Nefasni ki: nefis ve şeytana baglıdır. Onlar ona yardım ederler.Eger bu tarafı galip gelirse,bütün azaya o hakim olur.Akıl bir alet olup kuvvete tabi olur.Ya nefse baglıdır,ya da ruha.Hangisi kuvvetli ise onun emrine çalışır.
      Aklın ziyadeleşmesi için zikr-i kalbi ve rabıta’ya devam lazımdır.Vücut büyümekle akıl da büyür.Bir adamın aklı sabiye verilmiş olsa,sabinin ‘’ akıl kantarı ’’ onu çekemez.

    100. “Kusuru kendisine söylenmeyen adam, ayıbını hüner sanır.“
      Sa’di Şirazi

    101. Dünyayı arayıp ahireti bulanı hiç görmedik.
      Ama ahireti arayıp dünyayı bulanı gördük.
      Ebû Said Hasan Basrî

    102. Kabir azabı, sebepleri, mü’min ve kâfirin hâli
      Kâfirler ve günahkâr olan bazı mü’minler için kabir azabı haktır.
      Hadîs-i şerifte şöyle buyrulmuştur:
      “İdrardan sakınınız! Zira kabirdekilerin çoğunun çektikleri azap o yüzdendir.”(1)
      Yine Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.), “Allah mü’minleri, dünya hayatında ve âhirette hak bir söz üzerinde sabit kılar”(2) âyeti, kabir azabı hakkında indirildi buyurmuştur.
      Allah Teâlâ’nın affettiği, azap çektirmeyi istemediği bazı günah sahipleri ise azap görmeyecektir.
      İbâdet ve tâat ehlinin, sâlih amel sahiplerinin kabirde, Cenâb-ı Hakk’ın bildiği ve dilediği şekilde nimet içinde bulunmaları da haktır.
      Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v.) bir mezarlıktan geçerken iki kabirdeki ölünün bazı ufak şeylerden dolayı azap gördüklerini müşahede etti. Bunlardan birinin koğuculuk ve bozgunculukla çok yakından ilgisi vardı. Diğeri de idrar yaparken ihtiyatlı davranmaz, (sıçrıntılardan) sakınmazdı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz bir yaş ağaç dalı istemiş ve ikiye bölmüş, birini bir kabre, diğerini de öbürüne diktikten sonra şöyle buyurmuştur: ‘Umulur ki bu yaş ağaçlar kuruyuncaya kadar azapları hafifler.”(3)
      Yine kabirde Münker ve Nekir’in sual sorması da haktır. Bu iki melek kabre girerek ölüye,
      – ‘Rabbin kimdir?
      – Dinin hangi dindir?
      – Peygamberin kimdir?’ diye sorduğunda, mü’min şu cevabı verir:
      – ‘Rabbim Allah, dinim İslâm, peygamberim Muhammed’dir (s.a.v.).’
      Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:
      “Ölü mezara gömülünce, gözleri mavi olan iki siyah melek gelir. Bunların birine Münker, diğerine Nekir adı verilir. Ona derler ki:
      – ‘Şu zat (Muhammed s.a.v.) hakkında ne dersin?’
      O da şöyle cevap verir:
      – ‘O Allâh’ın kulu ve resûlüdür. Ben şehâdette bulunurum ki, Allah’tan başka ilah yoktur. Muhammed de onun kulu ve resûlüdür.’
      Bunun üzerine melekler:
      – ‘Biz senin böyle söyleyeceğini zaten bilmekte idik’ derler. Sonra onun mezarını yetmiş arşın genişletirler; sonra bu ölünün mezarı ışıklandırılır, aydınlatılır. Daha sonra ise melekler ölüye:
      – ‘Yat ve uyu’ derler. O da:
      – ‘Âileme gidin de durumu haber verin’ der.
      Melekler:
      – ‘Zifafa giren ve sadece en çok sevdiği kişi tarafından uyandırılan şahıs gibi mahşer gününe kadar sen uyumana devam et’ derler.
      Ölü münâfık olursa, meleklerin sualine:
      – ‘Halkın Muhammed hakkında bir şeyler söylediklerini işitmiş, ben de onlar gibi konuşmuştum, başka bir şey bilmiyorum’ diye cevap verir.
      Melekler de:
      – ‘Böyle diyeceğini zaten biliyorduk’ derler.
      Daha sonra arz’a/yeryüzüne, ‘Alabildiğine sıkıştır’ diye hitap edilir. Yer de başlar adamı cendere gibi sıkıştırmaya… O kadar ki, kemikleri hurdahaş olur. Mahşer gününe kadar mezarda böyle işkence görür.”(4)

    103. Kabir azabı yok diyenlere
      Kabir azabı nedir? Kabir azabı var mıdır? Kuran-ı Kerim’de kabir azabıyla ilgili her hangi bir ayet bulunmakta mıdır?
      Kabir azabı birçok nassla sabit olan bir gerçektir. Dünya hayatı ile kıyametin kopmasına kadar geçen zamanda berzah denen ara bir devre vardır, buna kabir hayatı da denebilir.
      Kabir hayatı, bir bakıma ahiretin giriş kapısı ve başlangıcı sayılır. Ölen kimse, ister kabre defnedilsin, yırtıcı hayvanlarca parçalansın; ister ateşte yanıp külleri savrulsun ya da denizde kaybolsun, onun için kabir hayatı başlamış olur.
      Ehl-i Sünnet’e göre, kâfirlere ve bazı günahkâr müminlere kabir azabı vardır. Kabir, iman ve salih amel sahipleri için Cennet bahçelerinden bir bahçe; kâfirler için de Cehennem çukurlarından bir çukurdur. Kabir hayatının, azap şeklinin mahiyeti hakkında, âlimler ayrı görüşler ileri sürmüşlerdir. Azabın ruha, bedene veya her ikisine birlikte yapılması, sonucu değiştirmez. Çünkü salih amel sahibi insanlar kabirde güzel bir hayat yaşarken, kâfirler, büyük bir sıkıntı ve ızdırap içinde bulunacaklardır. (Şamil İslam Ansiklopedisi)
      Kabir azabı meselesi Kur’anda hem açıkça hem de işarî olarak zikredilmiştir. Kapalı olan kısımları Allah Rasulü’nün (asm) hadislerinden ve bu meselenin mütehassısı olan İslam âlimlerinden öğrenilir. (Kütüb-i Sitte)
      Ayet ve hadislerde ise kabir azabı şu şekilde geçmektedir:
      “Onları biz biliriz. Onlara yakında iki def‘a (dünyada ve kabirde) azâb edeceğiz; sonra da (âhirette) büyük bir azâba döndürüleceklerdir.” (Tevbe, 101)
      “… Biz onları, muhakkak ki iki kere cezalandıracağız. Ki bunun biri dünya azabı, biri kabir azabıdır. Sonra azim (yani azametli) bir azaba uğratılacaklar ki bu da kıyamette ebedi olarak kalacakları cehennem azabıdır.” (Hak Dini Kur’an Dili)
      “(O kötü azab) ateştir! (Onlar) sabah akşam ona arz olunurlar. Kıyâmet kopacağı gün ise: “Fir‘avun âilesini azâbın en şiddetlisine sokun!” (denilecektir).” (Mü’min, 46)
      Bu ayette kabir azabının varlığı açıkça ifade edilmiştir. Çünkü ayette kıyamet azabından ayrıca söz edilmekte ve bunun kabirde her gün çektikleri azaptan daha şiddetli olacağı belirtilmektedir. (Kütüb-i Sitte)
      “Kim de benim zikrimden yüz çevirirse, onun için dar bir geçim vardır.” (Taha, 124)
      Resulullah (asm), ayetindeki “dar bir geçim” ifadesi için:
      “Bu kabir azabıdır. Onun kabri, üzerine daraltılır da, kaburgaları orada darmadağınık olur.” buyurmuşlardır. (Bezzar, İbni Ebu Hatim) (İbn-i Kesir)
      “Allah îmân edenlere, dünya hayâtında da, âhirette de sağlam sözle (kelime-i şehâdetle) sebat verir.” (İbrahim, 27)
      Resulullah (asm) ayetinin manasını açıklarken:
      “Müslüman’a kabirde sorulduğu zaman Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna şehadet eder.” demiştir. (Buhari, Müslim)
      Bir yahudi kadın Hz. Aişe’nin yanına girdi. Kabir azabından bahsederek:
      “Allah seni kabir azabından korusun!” dedi. Hz. Aişe de Resulullah’a (asm) kabir azabından sordu. Aleyhissalatü vesselam:
      “Evet, kabir azabı haktır. Onlar kabirde azap çekerler, onların azabını hayvanlar işitir.” buyurdu. Hz. Aişe der ki:
      “Bundan sonra Resulullah’ın (asm) namaz kılıp da, kabir azabından istiaze etmediğini hiç görmedim.” (Buharî, Müslim, Nesaî)
      İbn-ı Abbas (ra) anlatıyor:
      “Resulullah (asm) bir gün iki kabre uğradı ve:
      “Burada yatanlar azap çekiyorlar. Azabları da büyük bir günahtan değil.” buyurdular.
      Sonra sözlerine şöyle devam ettiler:
      “Evet! Biri nemimede (laf getirip, götürmede) bulunurdu. Diğeri de idrar sıçrantısına karşı korunmazdı.”
      Resulullah (asm) sonra yaş bir hurma dalı istedi, ikiye böldü. Birini birinin üzerine, diğerini diğerinin üzerine dikti. Sonra da:
      “Belki bunlar yaş kaldıkça azabları hafifler.” dedi.” (Müslim)
      Bir hadiste de şöyle buyrulmaktadır:
      “Ölü mezara konulunca, birine Münker, diğerine Nekir adı verilen siyah mavi iki melek gelir; ölüye derler ki:
      “Şu Muhammed (asm) denilen zat hakkında ne dersin?” O da şöyle cevap verir:
      “O, Allah’ın kulu ve Resulüdür. Ben şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed de O’nun kulu ve elçisidir. Bunun üzerine melekler:
      “Biz senin böyle diyeceğini zaten bilmekte idik.” derler. Sonra onun mezarını yetmiş arşın genişletirler. Daha sonra bu ölünün mezarı ışıklandırılır ve aydınlatılır. Daha sonra melekler ölüye:
      “Yat ve uyu” derler. O da:
      “Aileme gidin de durumu haber verin.” der. Melekler ona:
      “Zifafa giren ve sadece en çok sevdiği kişi tarafından uyandırılan şahıs gibi mahşer gününe kadar sen uyumana devam et.” derler. Eğer ölü münâfık olursa, melekler şöyle der:
      “Şu Muhammed (asm) denilen zat hakkında ne dersin?” Münâfık da şöyle cevap verir:
      “Halkın Muhammed hakkında bir şeyler söylediklerini işitmiş, ben de onlar gibi konuşmuştum. Başka bir şey bilmiyorum. Melekler ona:
      “Böyle diyeceğini zaten biliyorduk” derler. Daha sonra yere:
      “Bu adamı alabildiğine sıkıştır” diye seslenilir. Yer de sıkıştırmaya başlar. Öyle ki o kimse kemiklerini birbirine geçmiş gibi hisseder. Mahşer gününe kadar bu sıkıntı devam eder.” (Tirmizi)
      Zeyd ibnü Sabit (ra) anlatıyor:
      “Resulullah (asm) bizimle birlikte, Beni Neccar’a ait bir bahçede bulunduğu bir sırada bindiği katır, onu aniden saptırdı neredeyse (sırtından yere) atacaktı. Karşımızda beş veya altı kabir vardı. Aleyhisselatü vesselam:
      “Bu kabirlerin sahipleri var mı?” buyurdular. Bir adam:
      “Ben biliyorum” deyince, Resulullah (asm):
      “Ne zaman öldüler?” dedi. Adam:
      “Şirk devrinde!” deyince, Resulullah (asm):
      Bu ümmet kabirde fitneye maruz kılınacak. Eğer birbirinizi defnetmemenizden korkmasaydım şahsen işitmekte olduğum kabir azabını size de işittirmesi için Allah’a dua ederdim.” Oradakiler:
      “Kabir azabından Allah’a sığınırız” dediler. Resulullah (asm):
      “Cehennem azabından da Allah’a sığının!” dedi.
      “Cehennem azabından da Allah’a sığınırız!” dediler.
      “Fitnelerin açık va kapalı olanından Allah’a sığının!” dedi:
      “Fitnelerin açık va kapalı olanından Allah’a sığınırız!” dediler:
      “Deccal’in fitnesinden Allah’a sığının!” buyurdu.
      “Deccal’in fitnesinden Allah’a sığınırız!” dediler.” (Müslim)
      Ebu Eyyüb El- Ensari (ra) anlatıyor:
      “Güneş battıktan sonra Rasulullah (asm) çıkmıştı, bir ses işitti:
      “Bu kabirlerde azap çeken yahudilerin sesidir.” buyurdular.” (Buhari, Müslim)
      Hz. Enes (ra) anlatıyor:
      Hz. Peygamber (asm) şöyle istiaze ederlerdi:
      “Allah’ım! aczden, tembellikten, korkaklıktan, düşkünlük derecesine varan ihtiyarlıktan, cimrilikten sana sığınırım. Keza, kabir azabından sana sığınırım, hayat ve ölüm fitnesinden sana sığınırım!” (Ebu Davud)

    104. Bir Allah Dostunu Ziyaret Etmenin Faydası
      Bir Allah dostunu ziyaret etmenin ilk faydası, Allah için sevginin ve ziyaretin sevabına ulaşmaktır. Allah için sevilen bir Müslüman kardeşi ziyaret etmenin hediyesi ilahi muhabbet ve Cennettir.
      Resûlullah (s.a.v) Efendimiz bu konuda şu müjdeleri vermiştir
      Size Cennet ehli olanlarınızı haber vereyim mi? Bir şehrin (memleketin) öbür ucunda bulunan din kardeşini Allah rızası için ziyaret eden kimse Cennetliktir. 15
      Allahu Teala buyurur ki: Benim için birbirini sevenleri, birbirini arayıp soranları birbirini ziyaret edenleri, birbirine ikramda bulunanları, bir araya gelip meclis kuranları muhakkak ben de severim. 16
      Kim bir hastayı ziyaret ederse veya Allah için sevdiği bir kardeşini ziyarete giderse, görevli bir melek yoluna çıkıp: Güzel bir iş ettin, bu yürüyüşün hoş oldu, Cennette kendine bir ev hazırladın, sana müjde olsun! diye seslenir.17
      Allah için sevginin ve ziyaretin bundan başka bir hediyesi olmasa bile, bu kadarı insana yetmez mi? Allah’ın bir kulunu sevmesinden, ondan razı olup cennet ve cemalini seyretme nimetini vermesinden daha güzel ne vardır?
      Hele bu ziyaret edilen kimse, hâlkın irşadı ile görevli bir Allah dostu olursa, ziyaretin fazilet ve bereketi daha fazla olur.
      Allah dostu deyince, hemen keşif ve keramet aranmamalıdır. Kâmil mürşidin en büyüt alameti Kur’an ve sünnet ahlakı üzere yaşamasıdır. Havada uçmak, suda yürümek, ateşi yutmak, bir anda dünyanın öbür ucuna gidip gelmek gibi şeyler, veli olmak için şart ve lazım değildir. Allah’ın izniyle bunlar mümkün şeylerdir, fakat bu tür şeyler velide bulunmadığı zaman, o bir noksanlık değildir. Velide ilahi aşk ve edep lazımdır. Buna kısaca istikamet denir.
      Bir kimse bu yolun büyüklerinin elinden tutup irşat halkalarına girince, Sadat-ı Kiramın himmet ve tasarrufları altına girmiş olur. Bu himmet ve bereket onun kalbinde ilahi muhabbet meydana getirir.
      Bunun bir sonucu olarak o kimsede günahlardan şiddetle kaçınma duygusu ve ibadetleri tatlılıkla yapma arzusu oluşur. Bu büyüklerin meclisine katılan insanın ruhu sevinir, kalbi rahatlar, gönlü huzurla dolar. İnsan Rabbül alemine kulluk yapmanın sevincini yaşar. İşte bu, Yüce Sadatların elinden tutmanın bereketiyle Allahu Teala’nın kuluna ikram ettiği bir hâldir.
      Hz. Peygamber (s.a.v) Efendimize varis olan bu Allah dostlarının eli, Resûlullah (s.a.v) Efendimizin elini temsil etmektedir. Onlara tutunan kimse hiç kopmayan nurlu bir halkaya tutunmuş olmaktadır.
      Nakşibendi büyükleri, insanın terbiyesi için üç şeyin elde edilmesini gerekli görmüşlerdir. Bu üç temel esas muhabbet, ihlas ve teslimiyettir.

      KAYNAK:Arifler yolunun edebleri

    105. Kimlere Kabir Suali Yoktur
      Bazı ölülere kabir suali yoktur:
      1- Peygamberlere,
      2- Siddıklara,
      3- Siddiklar derecesinde olan alimler,
      4- Şehidlere,
      5- Bulüğa ermeden ölen çocuklara,
      6- Allah yolunda nöbet bekleyenlere,
      7- Taun hastalığından ölenlere,
      8- Cuma günü ve gecesi ölenlere,
      9- Ishal, istiska ve taun gibi hastalıklardan ölenlere,
      10-Islam memleketi sınırında halis niyetle nöbet tutan (İslam ve Müslümanları koruyan)lara,
      11-Her gece Mülk süresini okuyanlar,
      12-Ölüm hastaliğında ‘İhlas süresi“ni okuyanlara,
      13-Ve delilere kabir suali yoktur.
      Bir rivayete göre;
      1- Peygamberler (a.s.)
      2- Sabiler,
      3- Ve meleklere kabir suali yoktur

    106. vliya Çelebi’nin Biz Torunlarına Nasihatleri !
      Besmelesiz yemek yeme.
      Sırrın var ise sakın kimseye söyleme.
      Cünüp iken yemek yeme.
      Elbisenin söküğünü üstünde dikme.
      İyi adını kötüye çıkaracak davranışlarda bulunma.
      Kötüyle arkadaş olma, pişman olursun.
      Daima ileri hedefin olsun, geriye takılıp kalma.
      Harama tevessül etme.
      Kimsenin payına/hakkına göz dikme.
      Bir şey koymadığın yere el uzatma.
      İki kişi konuşurken dinleme.
      Ekmek ve tuz hakkını gözet.
      Namahreme bakıp ihanet etme.
      Davetsiz bir yere gitme. Gidersen emin olduğun yere, namuslu kimseye git.
      Sır sakla.
      Her mecliste duyduğun şeyleri/sözleri aklında tut.
      Evden eve söz taşıma.
      Kötülemekten, fenalıktan uzak ol.
      Ahlaklı ol.
      Herkesle iyi geçin.
      İnat ve kötü sözlü olma.
      Senden büyüklerin önünden gitme.
      İhtiyarlara hürmet et.
      Daima temiz ol.
      Haram ve yasak edilen şeylere yaklaşma.
      Beş vakit namaza devam edip iyi hâl ile tanınarak, ilim ve faziletle meşgul ol.
      Her zaman geniş kalpli ve hoş meşrep ol.
      Beraber olduğun, tanıştığın kişilerden asla bir şey isteme. Buna riayet etmezsen seni küçük görürler, itibarını kaybedersin.
      Rıza lokmasıyla yetin.
      Elindeki imkânları israf etme.
      Kanaatkâr ol. Çünkü kanaat tükenmez bir hazinedir.

      (Evliya Çelebi)

    107. RESÛLULLÂH’IN CİĞERPÂRESİ: HAZRET-İ FÂTIMA
      “(Kızım) Fâtıma, iffet ve namusunu muhafaza etmiştir. Allâhü Teâlâ iffet ve namusunu muhafaza etmesi sebebiyle kendisini ve zürriyetini cennete koyar.” (Hadîs-i Şerîf, Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr)
      Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) kızlarının en küçüğü ve en sevgilileri olup annesi Hz. Hadîce (r.anhâ) validemizdir.
      Hz. Fâtıma, nûrânî yüzlü olup mübarek yüzü ay gibi parladığından kendisine “Zehrâ” denilmiştir.
      Hz. Âişe (r.anhâ), “Ben karanlık gecede Hz. Fâtımanın yüzünün aydınlığı ile iğneye iplik geçirirdim.” demişlerdir.
      Bir rivâyete göre hayız ve nifas görmediği için kendisine Zehrâ lakabı verilmiştir. Bir vakit namazını bile geçirmemiştir.
      Lakaplarından biri de Betül’dür. Kesilmek manâsında olan bu kelime, onun dünyadan kesilip daima hakka yöneldiğine işarettir.
      Hazret-i Fâtıma’ya, torunu ve Hazret-i Hüseyin’in kızı Fâtıma’dan ayırmak için Fâtımatü’l-Kübrâ da denilir.
      Hazret-i Ali (k.v.) ile hicretin ikinci senesinde Zilhicce ayında evlendiler.
      Hz. Ali’den beş çocuğu oldu. Bunlardan üçü erkek, ikisi kızdır.
      Kızları Ümmü Gülsüm ve Zeyneb’tir.
      Erkek olanlar ise Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Muhsin’dir. Muhsin henüz çocuk yaşta vefat etmiştir. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) nesli Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ile devam etmiştir.
      Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatından sonra Hz. Fâtıma’nın güldüğü görülmemiştir.
      Hz. Ümmü Seleme anlattı: Hz. Fâtıma ölüm hastalığına tutulduğu bir gün gusledip yeni elbiselerini giyindi, sağ elini yanağı altına koyup kıbleye dönerek sağ yanı üzerine yattı. Sonra Hakk’ın rahmetine kavuştular. Radıyallâhu Teâlâ anhâ.

    108. Efendimizin Sevenlerine Duası
      Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular:
      -”Allâhim! Kim beni severse onu iffet ve yeterli rızık ile rıziklandir. Kim bana buğzeder (ve bana karşı kin beslerse) ona çok mal ve evlât ver![1]
      Ey kul! Sen işin hâl ve hakikatina vâkıf oldun!
      Mâl, kişiden hiçbir şey savamaz. Sana kanaat tavsiye ederim.
      Dünyayı azalt!
      Mal, makam ve mevki sahiblerine aldanma!
      Ne güzel buyurmuşlar:
      Hakkın zikrinden ve şevkinden sonra bize.
      Her iki cihanda bir gönül ve dil olarak yeter.
      Cihan ehlinin yemek ve elbiselerinden…
      Eski bir elbise ve yarım helal ekmek yeter…

    109. “Bir kişinin namaz ve orucu seni aldatmasın. Zira dileyen herkes oruç tutar ve namaz kılabilir. Lakin emâneti olmayan (emânete riâyet etmeyen) kişinin dini yoktur.” Kenzu’l-Ummâl: 8436.

    110. Denemeden Güvenme – Kişiyi imtihan ve tecrübe etmenin yolu
      İmâm Gazali (k.s.) hazretleri buyurdular: Kendisini hakikî bir tercrübe ve imtihan etmeden asla kim­senin sevgisine güvenme!
      (Kişiyi imtihan ve tecrübe etmenin yolu:)
      1. Kendisiyle bir yerde veya bir evde arkadaşlık ederek,
      2. Uzlette onu imtihan et,
      3. Yalnızlıka onu tecrübe et,
      4. Velayet durumunda,
      5. Zenginlikte,
      6. Fakirlikte,
      7. Varlık ve yoklukta,
      8. Veya onunla beraber yolculuk yap,
      9. Dünyevî muamele yap,
      10. Emânetle[1]
      11. Ticârette bulun,
      12. Para işi yap,
      13. Şiddet ve yokluktan kendisine muhtaç olmakla onu im­tihan et,
      Eğer bütün bu konularda ondan râzî olursan, (eğer o kişi senden büyükse) onu kendine baba kabul et. Eğer o kişi senden küçük ise onu kardeş edin. Eğer senin emsalin ise onu arkadaş ve dost olarak kabul et.

    111. Huzeyfetül-Yemânî Hazretleri Kimdir ?
      Huzeyfetül-Yemânî Hazretleri: Eshab-ı kiramdan olup. Efendimizin sırdaşı idi. Kün­yesi Ebû Abdullah’tır. Babasının ismi Huseyldir. Yemânî lakabı iie meşhurdur. Huzeyfetül-Yemânî Hazretleri önceleri Hıristiyandı. Hicretten sonra çok yaşlanmış olan babasını da yanına alarak Medineye gelip, Müslüman oldu. Müslüman olduktan sonra ilk olarak Uhud savaşına Katıldı. Hendek savaşından sonra yapılan bütün savaşlarda bulundu.
      Peygamber Efendimiz ona, Ashabın arasına karışarak, kendilerini gizleyen münafıkla­rın kimler olduğunu ve bunlardan başka kıyamete kadar meydana gelecek olan bütün hadiseleri bildirmişti.
      Huzeyfetül-Yemânî Hazretlerinin bazı kişilerin cenaze namazlarını kilmadığım gören Hazreti Ömer bir gün ona sorar:
      – Neden bu Müslümanın cenaze namazını kılmadın?
      – öyle gerekiyordu
      – O münafık mıydı?
      – Ben söylemedim.
      Hazreti Ömer ağlamaklı bir sesle sorar:
      – Münafıkların içinde ben de var mıyım?
      – Münafıkların isim listesini açıklayamam?
      Hazreti Ömer hüngür hüngür ağlar, gözlerinden dökülen yaşlar gül yanakla­rını ve mübarek sakalını ıslatır. Huzeyfetül-Yemânî hazretlerine yalvarır:
      – Ömer münafık mı, değil mi?
      Huzeyfe’tüı-Yemânî Hazretleri Rasûlullah’ın Halifesi ve mü’minlerin emirinin ısrarına dayanamaz: -Hayır, der. Hazreti Ömer yine sorar:
      – Memurlarımın arasınrla mıinafıU »ar mı?
      – Bir kişi var. -Kim?
      – Açıklayamam.
      Bu mealdeki konuşmalardan sonra Hazreti Ömer {r.a} memurlarında değişik­lik yapar. Bir hafta sonra yine karşılaşırlar. Hazreti Ömer (r.a.). Huzeyfe’tül-Yemânî Hazretlerine sorar:
      – Şu anda memurlarımın arasında münafık var mı?
      – Hayır.
      Huzeyfetüİ-Yemânî Hazretleri, Hazreti Ebu Bekir’in zamanında komutanlık ve Umman Valiliği yaptı. Hazreti Ömer’in danışma heyetinde bulundu. İrak ve İran’ın fethine katıldı. Nusaybin Valiliğini yaptı.
      Hazreti Osman şehid edildiğinde Medine’de bulunuyordu. Müslümanların arasjnda çıkan hadiselere ve Hazreti Osman’ın şehid edilmesine çok üzüldü. Hazreti Osman’ın şehâdetinden kırk gün sonra 6S6 {H. 36) senesinde vefat etti.

    112. HZ. LOKMAN HEKİM’İN NASİHATLERİ
      Ey oğlum! Bilmediğin şeyi tam öğren! Bir kişiyle kardeşlik, dostluk kurmak istediğin zaman, önce onu gazaplandır. Eğer kızgınlığı ânında sana adâletle davranırsa, yaklaş; yoksa ondan sakın! Ey oğlum! Dünya derin deniz gibidir. Çok insanlar onda boğulmuştur. Takvâ gemin, îmân yükün, tevekkül hâlin, sâlih amel azığın olsun. Kurtulursan Allahü teâlânın rahmetiyle, boğulursan günâhın sebebiyledir. Ey oğlum! Ben nice ağır yükler taşıdım. Kötü komşudan ağırını görmedim. Nice acılar tattım, fakat fakîrlik gibi acı tatmadım.

      Ey oğlum! Yalandan çok sakın! Çünkü dînini bozar ve insanlar yanında mürüvvetini azaltır. Bununla hayânı, değerini ve makâmını kaybedersin.

      Ey oğlum! Hep üzüntülü olma, kalbini dertli kılma! İnsanların elinde olana temâh etmekten sakın! Kazaya râzı ol ve Allahü teâlânın sana verdiği rızka kanâat et!

      Ey oğlum! Ölümden şüphe ediyorsan uyku uyuma! Uyumak mecbûriyetinde olduğun gibi, ölüme de mahkûmsun. Dirilmekten de şüphe ediyorsan uykudan uyanma! Uykudan uyandığın gibi, öldükten sonra da dirileceksin.

      Ey oğlum! Merhamet eden merhamet bulur. Sükût eden selâmete erer. Hayır söyleyen kâr eder. Kötü konuşan günâhkâr olur. Diline hâkim olmayan pişmân olur.

      Ey oğlum! Seçilmiş kullara teslîm ol, kötülerle dost olma!

      Ey oğlum! Dünya geçici ve kısadır. Senin dünya hayatın ise azın azıdır. Bunun da azının azı kalmış, çoğu geçmiştir.

      Ey oğlum! Sükût etmekten pişman olmazsın. Söz gümüş ise sükût altındır.

      Ey oğlum! Altın, ateşle tecrübe edildiği gibi; kul da, belâ ve musîbetlerle tecrübe edilir. Kulun derecesi, bunlara olan sabrı nisbetinde anlaşılır.

      ***

      Hazret-i Lokman Hakîm’e dediler ki:

      “Bize peygamberlerden öğrendiğiniz ilimleri özetliyerek, nefis terbiyesine dâir, en derli toplu bir nasîhat verir misiniz?” Lokman Hakîm buyurdu ki:

      “Evet, peygamberlerin ilimlerinden kendim için özetleyip dünya ve âhıret işleri üzerine kurduğum kısa bir sözü size de söyliyeyim:

      Sekiz şeye dikkat eden, öncekilerin ve sonrakilerin ilimleriyle amel etmiş olur. Bunlar; dört yerde dört şeyi korumak, iki şeyi hâtırdan çıkarmamak, iki şeyi de tamâmen unutmaktır.

      Korunacak şeyler; namazda gönül, halk arasında dil, yiyip-içme ânında boğaz, bir kimsenin evine girilince de öteye beriye bakmamaktır. Hiç hatırdan çıkmaması gereken şeyler; Allahü teâlânın büyüklüğü ile ölüm hâlidir. Unutulması gereken şeyler de; bir kimseye yapılan iyilik ve kendine yapılan kötülüklerdir.
      ***
      Yavrucuğum! Sana iki şey tavsiye ederim. Bunlara dikkat edersen dâimâ hayır üzere bulunursun. Bunlar; geçineceğin para ve ödeyeceğin borcundur. Ey oğlum! Hak teâlâya tâbi ol! Nasîhati önce kendine yap! Başkasına tavsiye edeceğin şeylerle önce kendin amel et! Sözünü, bilgine, hâline göre söyle! Yavrucuğum! Sana dost olanları, sıkıntılı zamanlarda dene!

      Ey oğlum! Kötü huydan, gönül dağınıklığından sakın! Sabırsız olma! İşini severek yap, sıkıntılara katlan! Bütün insanlara karşı iyi huylu ol!

      Ey oğlum! Kötü kadından sakın! Çünkü o, vaktinden önce seni kocaltır. Kötü kadınların şerrinden kork! Çünkü onlar iyiliğe çağırmaz.

      ***

      Ey oğlum! Helâl kazanarak yoksulluktan korun! Yoksul düşen kimse üç musîbetle karşılaşır:

      1- Din zayıflığı; çünkü fakîrlik, insanı kötülüğe sürükler.

      2- Akıl zayıflığı; çünkü ihtiyâç düşüncesi insanı şaşırtır.

      3- Mürüvvet ve insanlığı kaybolur. Bunlardan daha büyüğü de insanların maskarası olur.

      Ey oğlum! Mide dolunca; tefekkür uyur, Hikmet lâl (dilsiz) olur ve âzâ ibâdetten tembelleşir.
      ***
      Birisi Lokman Hakîm’e: ” İnsanların sana gelip, sözünü dinlemelerine şaşıyorum, deyince şöyle cevap verdi: “Ey kardeşim! Sana söyleyeceğime kulak verirsen, sen de böyle olursun. Beni gördüğün duruma getiren şeyler; gözümü harâmdan korumam, dilimi tutmam, yemede ölçülü olmam, nâmusumu korumam, doğruyu söylemem, ahdime vefâ etmem, misâfirime ikrâmda bulunmam, komşumu korumam ve beni ilgilendirmeyen şeyleri terketmemdir.”
      ***
      Hazret-i Lokman Hakîm’e:
      “Terbiyeyi kimden öğrendin?” dediler. O da: “Terbiyesizlerden. Onların beğenilmeyen her şeyinden sakınmak sûretiyle” buyurdu. “Hikmeti kimden öğrendin?” dediler.

      “Basacakları yeri görür gibi bilmeden ayağını yere koymayan âmâlardan (körlerden)” buyurdu.

      ***

      Resûl-i ekrem efendimiz, Hazret-i Lokman’dan haber vererek:

      “Lokman, oğluna; Allahü teâlâ kendisine emânet edilen şeyi korur. Ben de seni, malını, dînini ve amelinin sonunu, Allahü teâlâya emânet ediyorum dedi,” buyurdu.

      ***

      Hz. Lokman oğluna nasîhatinde buyurdu ki:

      “Ey oğlum! Yapılan iyi veya kötü iş, bir hardal tanesi kadar olsa da, bir kaya içinde yâhut göklerde veya yerin dibinde gizlense, Allahü teâlâ o işi huzûruna getirir ve onu senden suâl eder. Zîrâ Allahü teâlâ, gizli, âşikâr her şeyi bilir. Her şeyi yaratan, terbiye eden, her iyiliği yaptıran, gönderen hep Allahü teâlâdır. Kuvvet, kudret sâhibi yalnız O’dur. O hatırlatmazsa, kimse, iyilik ve kötülük yapmayı irâde, arzû edemez. Kulun irâdesinden sonra, O da istemedikçe, kuvvet ve fırsat vermedikçe, hiç bir kimse, hiç bir kimseye zerre kadar iyilik ve kötülük yapamaz. Kulun istediği her şey, O’nun irâde ve dilemesiyle meydana gelir. Yalnız O’nun dilediği olur.”
      ***
      Bir gün Dâvüd aleyhisselâm, Hazret-i Lokman’a: “Bir koyun boğazlayıp, bütün vücûdunun en iyisi olan iki parça et getir!”, dedi. O da gidip, dille yürek getirdi. Bir defasında da: “En kötü kısımlarını getir!” dedi. Yine dille yürek getirdi.

      Sebebini sorunca: “Dille yürek (kalb) iyi olursa, bütün iyilerin iyisi olur, kötü olunca, bütün kötülerin kötüsü olur” deyip insanın iyilik ve kötülüğünün, dil ve kalbine bağlı olduğuna işâret etti.

      ***
      Hazret-i Lokman Hakîm, oğlunu şirkten sakındırıp, ona, Allahü teâlânın kudretinin sonsuz olduğunu bildirdikten sonra, namazı ve herkese karşı iyiliği, ya’nî emr-i bil-ma’rûf ve nehy-i anil münkeri emretti. Bu husûs Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: ” Ey oğulcuğum! Namazını dosdoğru kıl! İyiliği emret! Kötülükten nehyet! Sana bu emir ve nehiy sebebiyle isâbet eden şeylere sabret! Çünkü bunlar, kat’î sûrette farzedilen işlerdendir.” (Lokman sûresi: 17) ***

      Hazret-i Lokman, oğluna nasîhatında buyurdu ki:

      Ey oğlum! Yeryüzünde kimseye karşı kibirlenerek yürüme! Allahü teâlânın verdiği ni’metin, yalnız senin olduğunu zannederek insanları hor görme!

      Ey oğlum! Diline sahip olmayan, sonunda pişmân olur. Çok münâkaşa ve münâzara yapan, kötülenir. Kötü işlerin yapıldığı yerlere girenler, oralarda işlenen kötü işleri yapmakla suçlanır ve töhmet altında kalırlar.

      Oğlum! Yalandan sakın, zîrâ o serçe eti gibi tatlı gelir. Ondan az kimseler kurtulabilir.

      Ey oğlum! Üç şey, üç şey ile bilinir: Hilm gadab ânında, şecâat harb meydanında, kardeşlik ise ihtiyâç ânında.

      Ey oğlum! Dünyayı sat, âhıreti al! Böylece alış-verişinde, her iki yönden kâr edersin. Sakın âhıretini satıp dünyayı alma! Zîrâ bu sûretle, her iki tarafta zararın olur.

      Ey oğlum! Orta hâlde ikrâm edici ol, saçıcı olma!

      ***

      Hazret-i Lokman Hakîm’e: ” Halkın en zelîl ve rezîli kimdir? “diye sorulunca:

      “Halk arasında rezâlet ve çirkin işlerden utanmayıp, en rezil hâller üzere görünmekten sıkılmayandır.” buyurdu.
      ***
      Hazret-i Lokman Hakîm ile oğlu arasında şöyle bir konuşma geçer: “Ey babacığım! Bir insan için en hayırlı haslet nedir?” ” Dindir” “Ya iki haslet olsa? ” “Din ve mal” “Üç haslet olsa?” ” Din, mal ve hayâdır.” ” Dört olsa?” ” Din, mal, hayâ ve güzel ahlâk” ” Ya beş haslet olsa?” “Din, mal, hayâ, güzel ahlâk ve cömertlik” ” Altı olsa?” “Ey oğlum! Bir insanda bu beş haslet toplanırsa, o insan müttekî, velî ve Allahü teâlânın kendine yakın kıldığı kullarından olup, şeytandan uzaklaşır.” Hazret-i Lokman Hakîm’in oğlu devamla dedi ki: “Ey babacığım! En kötü haslet nedir?” Lokman Hakîm buyurdu ki: ” En kötü haslet, küfürdür.” ” Ya en kötü iki haslet nedir?” ” Küfür ve kibir.” ” Üç olursa” “Küfür, kibir, şükür azlığı ya’nî az şükretmek” ” Dört olursa?” “Küfür, kibir, şükür azlığı ve cimriliktir.” ” Beş olursa?” “Küfür, kibir, şükür azlığı, cimrilik ve kötü ahlâktır.” “Ey babacığım altı olursa?” “Ey oğulcuğum, bu beş kötü haslet bir kimsede toplanınca, o kimse Allahü teâlâdan uzaktır.”

      ***

      Yine Lokman Hakîm buyurdu ki:

      “Ey oğlum! Diline sâhip olmayan, sonunda pişmân olur. Sükût hikmettir; ama her kişinin kârı değildir Çok münâkaşa ve münâzara yapan, kötülenir. Kötü işlerin yapıldığı yerlere girenler, oralarda işlenen kötü işleri yapmakla suçlanır ve töhmet altında kalırlar. Kötü kimse ile arkadaş olan, kötülükten kurtulmaz, emîn olamaz. İyi kimse ile arkadaş olan kimse de, iyi şeylere kavuşur.”

      Bir defasında Lokman Hakîm, Davûd aleyhisselâma gitmişti. Yanına varınca onun zırh örmekte olduğunu gördü. Bunun ne işe yaradığını merâk etti. Fakat sormadı. Hikmet ehli olması ona engel oldu. Dilini tuttu. Davûd aleyhisselâm zırhını bitirince ayağa kalktı. Onu giydi. Sonra,” Harp için zırh ne iyi şey! Harp için zırh yapan insan ne iyi insan!” dedi.

      Sormadan sorusunun cevabını alan Lokman Hakîm de şöyle dedi:”Sükût gerçekten bir hikmet imiş. Yazık ki onu yapan azdır!”
      İlim bir kemâldir, bir zînettir. Sükût da selâmettir. Konuşmalarda sözü uzatmamalıdır. Sükût eden, konuşmayan pişmanlık duymaz. Fakat kişi konuştuklarından defalarca pişmanlık duymuştur. “Yiğidi öldüren, ayak sürçmesi değil, dil sürçmesidir ” demişlerdir.

    113. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî şöyle buyurdu:

      “Birisine rastladığın zaman, kendini ondan üstün görmeyerek; belki o, Allahü teâlânın katında benden üstündür, derecesi daha yüksektir demelidir.

      Eğer küçük ise; bunun günâhı yoktur. Ben ise, Allahü teâlâya isyanda bulundum. Şüphesiz, Allahü teâlâ katında o benden daha hayırlıdır demelidir.

      Eğer büyük ise; o, Allahü teâlâya benden çok ibâdet etti demelidir.

      Eğer âlim ise; ona, bana verilmeyen ve benim kavuşamadığım şeyler verildi. O, ilmi ile amel ediyor, benim bilmediğim şeyleri biliyor demelidir.

      Eğer cahil ise; o, bilmediği için günah işledi. Ben ise bildiğim hâlde günah işledim. Hem ben, hangimizin hüsn-i hatime (îmânla), hangimizin sû-i hatime (imansız) gideceğini bilmiyorum demelidir.

      Eğer kâfir ise; o, belki Müslüman olur da iyi amel işleyebilir, ben ise (Allahü teâlâ korusun) onun eski hâline düşebilirim, demelidir.”

    114. Önümüzdeki cuma günü idrâk edeceğimiz mübârek recep ayı, Kamerî ayların yedincisidir. “Eşhuru hurum”dan olan bu ay, ŞEHRULLAH yani Allah Teâlâ’nın ayıdır. Bu aya oruçlu girmeli ve bu ayda çok iltica etmelidir.

      Recep ayının 1’inci günü oruç tutanlara 3 senelik, 2’nci günü oruç tutanlara 2 senelik, 3’ncü günü oruç tutanlara ise 1 senelik nâfile oruç sevâbı verillir. Bu, hadîs-i şerîf ile sâbittir. Üç günden sonra her gününe birer ay oruç sevâbı verilir.

      Bu ay Cenâb-ı Hakk’a mahsus bir ay olduğu için yalnız Zât-ı İlâhi’yi bildiren İhlâs Sûresi’ni çok okumak lâzımdır. Bilhassa bu aya hürmet olarak, ayrıca günde 11 defa İhlâs-ı Şerif okumalı, tevhid, istiğfar ve salavât-ı şerifeyi ihmâl etmemelidir.

      Bu ayda 2 kandil vardır:

      1. İlk cuma gecesi “Regâib Kandili”,

      2. Yirmiyedinci gecesi “Mî’rac Kandili”dir.

      Bu ayin birinci gecesi bir tesbih namazı kılınır. Veya Receb-i Şerif’in ilk onu zarfında bir def’aya mahsus olmak üzere kılınan on rek’at namaz da kılınabilir.

      Recep ayında her gün, başında ve sonunda 7’şer Fâtiha okumak suretiyle 100 İhlâs-ı Şerif okumak da çok sevaptır. Bu ayda, mümkün olduğu kadar Hatm-i enbiyâ yapmalı ve oruç tutmalıdır. 13, 14, ve 15’inci günlerinde oruç tutanlar, bu sünnet-i seniyyeyi yerine getirdiklerinden, nice hastalıklardan sifa bulurlar

      Receb’in; 1’i ile 10’u arasında, 11’i ile 20’si arasında ve 21’i ile 30’u arasında olmak üzere sadece birer defa kılınacak 10’ar rek’at Hâcet namazı vardır. Bunların her üçünün de kılınış şekli aynıdır. Yalnızca namazların sonlarında okunacak duâlarda fark vardır. Bu namazlar, akşamdan sonra da, yatsıdan sonra da kılınabilir. Fakat, cuma ve pazartesi gecelerinde ve bilhassa teheccüd vaktinde kılınması efdaldir.

      Bu namaz, mü’min ile münâfığı ayırır. Bu 30 rek’at namazı kılanlar, hidâyete ererler. Münâfıklar bu namazı kılamazlar. Bu namazı kılanın kalbi ölmez. Bu 30 rek’at namaz Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz’in berberi, Selmân-ı Pâk (r.a.) hazretleri tarafından rivâyet edilmiştir.

      Kılınış şekli: Hâcet namazına şu niyetle başlanır: “Yâ Rabbî, beni, dünyayı teşrifleriyle nûra gark ettiğin Efendimiz hürmetine, sevgili ayın Receb-i şerif hürmetine, feyz-i ilâhine, afv-ı ilâhine, rızâ-i ilâhine nâil eyle. Âbid, zâhid kulların arasına kaydeyle. Dünya ve âhiret sıkıntılarından halâs eyle. Rızâ-i şerifin için, Allâhü Ekber.”

      Her rek’atte 1 Fâtiha, 3 Kulyâ eyyühe’l-kâfirûn, 3 İhlâs-ı şerif okuyup, 2 rek’atte bir selâm verilir. Böylece 10 rek’at tamamlanır.

      ` İlk on gün içinde kılınan namazdan sonra, 11 defa “Lâ ilâhe illallâhü vahdehû lâ şerîke leh. Lehü’l-mülkü ve lehü’l-hamdü yuhyî ve yümît. Ve hüve hayyün lâ yemûtü biyedihi’l-hayr. Ve hüve alâ külli şey’in kadîr” okunup duâ edilir.

      ` İkinci on gün içinde yani Receb’in 11’i ile 20’si arasında kılınan 10 rek’atten sonra, 11 defa: “İlâhen vâhıden ehaden sameden ferden vitren hayyen kayyûmen dâimen ebedâ” okunup duâ edilir.

      ` Üçüncü on gün içinde, yani Receb’in 21’i ile 30’u arasında kılınan 10 rek’atten sonra da 11 kere: “Allâhümme lâ mânia limâ â’tayte, velâ mû’tiye limâ menâ’te, velâ raadde limâ kadayte, velâ mübeddile limâ hakemte, velâ yenfeu ze’l-ceddi minke’l-ceddü. Sübhâne rabbiye’l-aliyyi’l-â’le’l-vehhâb. Sübhâne rabbiye’l-aliyyi’l-â’le’l-vehhâb. Sübhâne rabbiye’l-âliyyi’l-â’le’l-kerîmi’l-vehhâb. Yâ vehhâbü yâ vehhâbü yâ vehhâb” okuyup duâ edilir. (Duâ ve İbâdetler, Fazilet Neşriyat)

    115. Hacamât’ın Sırrı

      Bu ilâhî sırdan dolayı, Efendimiz (s.a.v.) hazretleri iki omzunun arasında hacamat yaptı (kan aldırdı) [1]..
      Cebrail Aleyhisselâm bunu Efendimiz (s.a.v.) hazretlerine vasıyyet buyurdu. (Bu hacamat) şeytan maddesinin zayıflığı ve onun gözetleme ve cereyan etme yerinin darlığındandır… Çünkü şeytan vesvesesi kanın aktığı yerlerde (kan damarlarında) hareket edip cereyan eder.. [2].

      [1] Hacamat: İki omuz arasından, sırttan, başın arka tarafından yahut vücudun herhangi bir yerinden tedavi maksadıyla bardak, şişe veya boynuzla kan aldırmaktır. Hacamat (yani kan aldırmak), Efendimiz (s.a.s) hazretlerinin sağlıkla ilgili tavsiyelerinden ve bizzat tatbik ettiği sünnetierindendir. Hacamat, sebebi belli bir hastalığın tedavisi olmaktan ziyade kan fazlalığının vücutta meydana getirdiği rahatsızlıkları gidermek için kullanılan genel bir tedavi usûlüdür.

      Eskiden yaygın olarak “hacamat bıçağı’ veya “hacamat zembereği” denilen bir aletle tatbik edilen bu usûl, bugün yerini enjektörle kan almaya bırakmıştır. Hacamat bıçağı, tarak biçiminde, vücutta bir sıra çizik meydana getiren bir alettir. Bir yüzünde birçok yarık bulunan bakır bir kutu içinde tetikli bir zembereğe bağlı olan bıçaklar, düğmesi basılınca zembereğin boşalmasıyla yarıklardan dışarı fırlar ve vücutta çizikler meydana getirir. Bardak vb. bir şeyle çizikler üzerinden kan çekilir. Bir cins sülük de bu iş için kullanılmaktadır. Sülük vücudun ağrıyan bölgelerine konularak kanı emmesi sağlanır. Hangi araç ve metodla olursa olsun önemli olan kan aldırmaktır. Uzman bir hekimin muayenesi ve tavsiyesiyle yaptırılan hacamat faydalı ve İslâm’da caiz olan bir tedavi usûlüdür. Ameller niyetlere göre değer kazanır. Sünnete uymak niyetiyle ve bize
      emanet olan vücudumuzun sağlığına kavuşması için yaptırdığımız hacamat bir ibadet değeri taşır. Çünkü ibadetlerimizi ve diğer görevlerimizi ancak sağlıklı bir bedenle tam olarak yerine getirebiliriz. Hacamatın emredilme zamanı: Miraç gecesinde yanından geçtiği bir melek grubunun Efendimiz (s.a.v.} hazretlerine: “ümmetine hacamatı emret!” diye söylediğini Abdullah b, Abbâs (r.a) rivayet etmektedir (Tâc, c. 3, s. 203).
      Efendimiz (s.a.v,) hazretleri, (s.a.s) bizzat kendisi Ebû Taybe adında bir Haccâm’a hacamat yaptırmış ve başından kan aldırıp haccâma ücretini ödemiş ve şöyle buyurmuştur: “Kan aldırma yollarının en güzeli hacamattır, (yahut hacamat sizin en iyi tedavi yolların izdir) “(Buhâri, Tıb 13; Müslim, Musakat 62, 63; Ebû Dâvûd Nikâh 26, Tib 3).
      Nâfi der ki; İbn Ömer (r.a) şöyle dedi: Ben, Resulullah (s.a.s)’den şu buyruğu işittim: “Hacamat olmak aç karnına daha faydalıdır. Hacamat olmak aklı ve hıfzetme (ezberleme) gücünü arttırır. Hafız olanın da hıfzetmek kabiliyetini kuvvetlendirir. Artık kim hacamat olmak isterse Allah’ın ismini anarak perşembe günü hacamat olsun” (İbn Mâce, Kiiâbu’t-Tıb, 22).
      Hacamatın yani kan aldırmanın insan sağlığına birçok katkıda bulunduğu tıbbî bir gerçeğe dayanır. Hacamatın aynı şekilde insandan şeytanın da uzaklaştırılması ve şeytan yoluna mani olma hikmeti de vardır. Mütercim…
      [2] İsmail Hakkı Bursevi ( K.S.) Ruhu’l Beyan Tefsiri,

    116. Hikaye (Kralı islâh)

      Rivayet olundu:

      Kinde meliklerinden biri, uzun boylu eğlence ve lezzetlere daldı. Oynamaya çok düşkündü. Bir gün av veya başka bir şey için atına bindi. Arkadaşlarından ayrıldı.

      Bir de baktı ki bir adam… Adam, ölülerin kemiklerinden bir çok kemik toplamış! Kemikler, onun elinin içinde olup, o kemikleri (evirip) çeviriyordu. Melik o adam’a;

      Senin (hayat) kıssan nedir? Ey adam, sana ulaşan ve seni görmüş olduğum bu kötü hâlin nedir? Cildin kurumuş, rengin değişmiş ve sen bu çölde yalnız tek başına kalmışsın (nedir seni bu hale getiren sebep)? ” Adam şöyle dedi:

      Bundan anladım (ki) ben uzun bir sefer (yol) üzereyim. Yanımda beni rahatsız eden iki görevli var. 0 ikisi karınca yuvası gibi, dibi karanlık, içinde kalınması tiksindirici bir menzile doğru sürekli beni itiyorlar…

      İkisi beni toprağın tabakalarının altında, belâlara sahip olmaya ve helake komşu olmaya teslim ediyorlar.

      Bu yerin darlığı, sıkıntılığu yalnızlığı ve yer böceklerinin etimden yemeleriyle beraber, eğer ben bu yerde kalmaya terkedilmiş olsaydım; çürüyünceye ve kemiklerim toz oluncaya kadar; (o zaman) elbette belâlarım biter ve sonu gelirdi…

      Lakin bundan sonra ben, haşir sayhasına defedildim (itildim). (Sonra da) gelen uzun uzun cürümlerin mevkıflanna (günahlardan suale çekilme ve bekletilmelere) sevk edildim…

      Sonra, iki dardan (cennet ve cehennemden) bana hangisinin emredileceğini bilmiyorum…

      Varacağı yer ve sonu böyle olan bir kişi, hangi hâli ile lezzetlenebilir? (Hayatın neresinden zevk alabilir?)” dedi…

      Melik, o adamın bu sözlerini işitince, kendi nefsini attan aşağı attı (indi) ve adamın önünde oturdu. Ona;

      Ey er kişi! Gerçekten senin sözlerin benim üzerimde hayatın saffetini bulandırdı; (bana tesir edip) kalbime sahip ve mâlik oldu. (Ne olursun) bazı sözlerinle bana konuşmaya devam et!” dedi.

      Adam, (önündeki insan heykel ve kemiklerini işaret ederek) Mekil’e:

      Şu önümdekini görüyor musun?” dedi. Melik:

      Evet!” dedi. Adam:

      Bunlar, meliklerin kemikleridir ki, dünya, süsü ve malıyla kendilerini aldattı, gururuyla onların kalblerini istilâ etti ve başlarına gelecek olan âhiret hayatına hazırlanmaktan onları alıkoydu… Ta ki ecelleri onlara geliverdi. Emel ve arzular peşine taktı. Nimetleringüzellikleri ve lezzetleri, onların akıllarını başlarından aldı. Bu kemik, yakında yeniden dirilecek ve ceset olacaktır. Sonra amelleriyle cezalandırılacaktır.

      Ya nimet ve karar diyarına (cennete) girecektir.

      Ya da azap ve helak diyarına (cehenneme) girecektir…”

      (Bütün bunları söyledikten) sonra o adam gözlerden kayıp oldu. (Gaiplere karıştı…) Nereye gittiğini bilemedi.

      Melik’in adamları meliki buldular. Melikin rengi değişmişti. Göz yaşlan akıyordu. Gece olduğunda, melik üzerindeki padişahlık elbiselerini çıkarttı. Eski bir elbise giydi. Gece karanlığında çıktı. Bu onun son ahdi idi. Ve şöyle diyordu:

      Nimet ve refah içinde olan, asırları (seneleri) bitirdi; Gecelerin ve gündüzlerin gelip gidişleri… Ey gecenin evvelinde sürür ile uyuyan kişi! Seher vakti olaylar ve hadiseler kapıyı çalarlar. Başlangıcı (evveli) hoş olan geceye asla güvenme! Nice gecelerin sonu ateşi tutuşturmuştur! [1]
      [1] İsmail Hakkı Bursevi (k.s), Rûhu’l-Beyan Tefsîri,

    117. SEYYİDÜL İSTİĞFAR

      seyyidül istiğfar(istiğfarın efendisi)
      Cenabı Peygamber(s.a.v.):

      “Bir insan akşamleyin ve sabahleyin bunu itikat ederek okur ve ölürse cennete girer “. Buyurdular.

      اَ للَّهُمَّ اَنْتَ الْمَلِكُ الْحَىُُّ اللَّذىِ لاَ اِلاَهَ اِ لاَّ اَنْتَ اَنْتَ رَبِّي خَلَقْتَنيِ و انا عَبْدُكَ و انا علىَ عَهْدِكَ و وَعْدِكَ ماَ اسْتَطَعْتُ اَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ ما صَنَعْتُ اَبُؤُ لَكَ بِنِعْمَتِكَ عَلَىَّ وَ اَبُؤُ بِذَنْبى فاَ غْفِرْلى ذُنوبى فَاِنَّكَ لا يَغْفِرُ الذُّنوبَ اِلاَّ اَنْت.

      Allahümme entel melikül hayyüllezi la ilahe illa ente. ente rabbi halakteni ve ene abdüke ve ene ala ahdike ve vağdike mestedağtü euzü bike min şerri ma sanağtü ebüü leke bi niğmetike aleyye ve ebüü bi zenbi fağfirli zünübi fe inneke la yağfiruzzünübe illa ente.

      Manası; ey Allahim sen melik hay hak ve mübiyn sifatlarinin sahibisin.olbir sifatlarki senden baska cinsi ilah olmadi ancak sen oldun. sen benim rabbimsin ve beni sen yarattin.ben ise senin aciz hakir kulunum.ezelde verdigim ahid yaniz söz üzere va vadim üzereyim sözümde duruyorum gücümün yettigi kadari ile.
      Bütün yarattiklarinin serrinden ancak sana signirim.benim üzerime verdigin nimetleri itiraf ediyorum.günshlsrimida itiraf ediyorum. benim günahlarimi afv et bütün günahlari senden baskasi afv etmez ancak sen afv edersin.

    118. SALAVAT-I ŞERİFENİN fazileti

      Allah Resulü (s.a.v.) efendimiz buyuruyor:
      “Dua ile sema arasında bir engel vardır.Üzerime salavat getirilince engel açılır, DUA YERİNE ULAŞIR.”
      “Üzerime bir günde bin defa salavat getiren kimseye cennetteki makamı gösterilmedikçe ölmez.”
      “Bana en yakın olanlar, üzerime en çok salavat getirenler olacaktır.”
      “Her kim, farz namazını kıldıktan sonra bana on defa salevat okursa, Allah Teala, onun namazını kabul buyurur. Onun bu namazını Adem’e secde eden meleklerden daha üstün meleklerin makamı olan İlliyyine ulaştırır.O makamdan bir melek şöyle seslenir:
      Artık dileğin neyse dile, her dileğin yerine getirilecektir.”
      Vefatımdan sonra sizden kim bana selam gönderirse Cebrail(a.s.) gelir ve bana şöyle der:
      -Ya Muhammed! Ümmetimden falan kimsenin sana selamı var.Bana karşılık ben şöyle selam alırım:
      -Benden de ona selam olsun.Ayrıca onun için Allah’tan rahmet ve bereket diliyorum.”
      “Kim altından kalkamayacağı güç bir işle karşı karşıya gelirse, üzerime çok çok salavatı şerife getirsin.Çünkü Allahü Teala, üzerime getirilen salavat-ı şerife sebebi ile onun sıkıntılarını, kederlerini giderir, rızkını çoğaltır, Allah’ın yardımı ile muradına nail olur.”
      “Kıyamet gününde, katımda insanların en değerlisi, bana en çok salatü selam getirenlerdir.”
      Allah Resulü(s.a.v.) buyuruyor:
      “İsmimi duyunca salavat getirmeyen insanların en cimrisidir.”
      “Adımı duyunca salavat getirmeyen, insanların en acizidir.”
      “Üzerime salavat getirmeden dağılan bir topluluk pişman olacaklardır.”
      “Adımı duyunca salavat getirmeyen, insanların en acizidir.”
      “Üzerime salavat getirmeden dağılan bir topluluk pişman olacaklardır.”
      “Adımı duyunca salavat getirmeyen, yüzü koyun sürünsün.”
      “Üç kişi yüzümü göremeyecektir.Ana babasına isyan eden, sünnetimi terk eden, üzerime salavat getirmeyen.”
      “Adımı işitip te salavat getirmeyen, sonu mutsuz kimsesizdir.”
      “Cuma günü ve geceleri üzerime yüz defa salavat getirenin Allah Teala otuzu dünyaya, yetmişi ahirete ait olmak üzere yüz hacetini kabul eder.”
      “Sırat üzerinde kalmış hurma yaprağı gibi tirtir titreyen bir adam gördüm. O anda üzerime getirdiği salavat-ı şerife gelip bu durumdan onu kurtardı.”
      “Meclislerinizi salavat ile süsleyiniz.”
      “Cuma günü üzerime seksen defa salavat getirenin seksen senelik günahı affolunur.”
      “Karşılaşan iki mü’min salavat getirerek musafaha ederlerse, geçmiş ve gelecek günahları bağışlanır.”
      “Üzerime yüz defa salavat getirene, Allah(c.c.) bin defa rahmet nazarı ile bakar.İştiyakla daha fazla getiren için kıyamet gününde şefaat ve şahitlik ederim.”
      “Üzerime salavat getirirseniz, Allah ta sizin üzerinize salavat getirir.”
      “Cuma günü kim bana seksen kere salat getirirse seksen yıllık günahı bağışlanır.Kim de günde beş yüz defa bana salavat getirirse asla kimseye muhtaç olmaz.”
      “Muhammed isminin anıldığı yerde, işten kimse hemen kendine gelip baş parmağı ile yanındaki parmağını gözlerine sürüp üzerinde gezdirirse, artık o kimse hiç göz ağrısı görmez, onun gözlerine zarar gelmez.”
      “Eğer kalplerin öldüğü gün kalbinin ölmesini istemiyorsan, bir günde on defa şu ilahi isimleri oku: “Ya Hayyu ya Kayyum” Sonra hiç yorulmadan bana her gün salavat getir.”
      Allah Teala buyuruyor:
      -Ey Muhammed’im! Arş-ı A’la’dan yedi kat yerin altına kadar bütün mülkümü sana feda ettim.Onların hepsi benim rızamı istiyorlar.”
      Hazreti Aişe(r.anha) validemiz şöyle buyuruyorlar:
      “-Bir hacet gidermenin anahtarı, hacet arz etmeden önce sunulan hediyedir.” Sözlerine devam ederek: “Allah’a hamd ü senada bulunarak O’nun rızasını almış oluruz. Efendimiz(s.a.v)’e salat ve selamda bulunursak o hacetin gerçekleşmesinde, Allah katında bizlere şefaat ve yardımını sağlamış oluruz. Zira Hakk Teala Kitabı’nda şöyle buyururyor:
      “Allah’a yaklaşmak için vesileler arayın.”
      Salavat getirmenin fazileti hakkında İmam-ı Şarani Hazretleri şöyle buyuruyorlar:
      “-Büyük veli Aliyyül Havass’ın şöyle konuştuğunu duymuştum”: “Allah’tan bir şey isteyeceğiniz zaman,Allah Resulü(s.a.v.)’in adıyla o şeyi isteyiniz ve şöyle dua ediniz”: “Ey Allah’ım! Sevgili Peygamber’in Muhammed Mustafa(s.a.v.) hürmetine senden şunu isterim.” Şeklinde dileğinizi arz ediniz. Çünkü Allah’ın bir meleği vardır ki, bu isteğinizi anında Efendimiz (s.a.v.)’e bildirir ve O’na: “Filanca kişi, şu haceti için senin Allah katında aracı olmanı istemektedir.” der. Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in dua ve istekleri Allah Teala tarafından geri çevrilmez.”

      Peygamber (s.a.v.)’e salat getirmek, aynı zamanda cennette onunla buluşup sohbet etmeyi sağlar.
      Şeytan çok ibadetlere el uzatır, lakin salavatı şerifeye el uzatamaz. Çünkü Ruhaniyet-i Peygamberi, salavat-ı şerife getirilen yerde bulunur.
      Hazreti Peygamber’in feyz ve ruhaniyetinden istifade etmek için mübarek salavat-ı şerifeler iştiyakla çokça okunmalıdır.Emeği az,derecesi çok yücedir.
      Dileği olan bir kimse ihlaslı kalp ile Resulü Ekrem(s.a.v.)’in üzerine 1000 defa salat ü selam getirirse, Allah onun dileğini yerine getirir.
      SALAVAT-I ŞERİFELER HUSUSUNDA KISSALAR
      Süfyan-ı Servi anlatıyor:
      “Kabe-i Mükerreme’yi tavaf ediyordum.Her adımında salavat-ı şerife getiren bir kimseyi gördüm.Ona sordum:
      -Her makamın bir duası vardır.Neden dua etmez de hep salavat-ı şerife getirirsin?”
      O kimse bana cevap olarak dedi ki:
      -Hac niyeti ile babamla beraber yola düştük.Yolda, babam vefat etti.Birdendire,yüzü simsiyah, gözleri gök gök ve başı hınzır başına döndü.Yanımızda bulunanlardan utandığım için konuyu kimseye açamadım.Gece oldu.Babamın yüzünü örttüm ve büyük bir şaşkınlık içinde ne yapacağımı düşünürken uykum geldi.Rüyamda çadırın içinde birisinin girdiğini gördüm.O güne kadar onun kadar güzel yüzlü kimseyi görmemiştim.Güzel kokusu yalnız bizim çadırı değil,her yeri doldurdu.İzzet ve vakar ile gelip, babamın başucuna oturdu.Yüzünden perdeyi kaldırdı. Mübarek elini, babamın yüzüne sürdü.Birden üzüntüm sevince, zulmetim nura tebdil oldu.Çünkü babamın yüzü evvelkinden daha güzel olmuştu.O zat kalktı,gitmeye hazırlanırken,ona:
      -Kimsiniz? Diye sordum.Beni ve babamı, bu gurbet diyarında, bu büyük beladan ve halk içinde utanmaktan kurtardınız. O zat:
      -Sen beni tanımaz mısın? Ben sahibül Kur’an, Muhammed Mustafa (s.a.v.)’yım.Senin baban, gerçi günahkar idi.Lakin , bana çok salavat getirirdi.Böyle bir musibete düçar olduğunu, bunun salavat-ı şerifesini bana getiren melek gelip haber verdi.Ben de gelip, onu bu beladan kurtardım.
      Uykudan uyandığım zaman, çadırın içi güzel koku ile dolmuştu.Babamın yüzünü açtım,yüzü nurlanmış, gözleri ve rengi güzelleşmişti.Bundan böyle artık ol hazreti seyyidil beşerin salavat-ı şerifesiyle devamlı meşgul olacağım .Ta ki şefaatine nail olayım ve bütün tehlikelerden korunayım.
      Adamın biri salavat-ı şerife getirmek hususunda tembel ve gayretsizmiş.Bir gece rüyasında,Resulüllah(a.s.)’ı görmüş.Fahr-i kainat Efendimiz kendisine hiç iltifat buyurmamışlar.Mübarek yüzlerini, başka tarafa çevirmişler.Adamcağız, ağlayıp sızlayarak:
      -Ya ResulAllah! Bana kızmana sebep nedir? Diye sormuş.
      Hazreti Peygamber (s.a.v.):
      -Ben seni tanımıyorum,buyurmuş.
      O kimse de: “Aman ya Resulalllah! Ben senin ümmetinden bir dertliyim.” demiş. “Hem alimlerden işittiğime göre: Ben,ümmetimi kişinin evladını bildiğinden ziyade bilirim.” Buyurmuşsunuz Beni nasıl tanımazsın?
      Hazreti Fahr-i Alem cevaben:
      -Gerçekten öyledir.Ama ,sen bana salevat getirmiyorsun.Ben ümmetimi getirdiği salavat kadar tanırım, buyurmuş.
      Adamcağız, korku ve dehşet içinde uyanmış ve o günden sonra , her gün yüz defa salavat-ı şerife getirmeyi adet edinmiş.Günlerden bir gün, yine rüyasında Hazreti Peygamber (s.a.v.)’i görmüş ve şu müjdeyi almış:
      -Seni tanıyorum,ahirette sana şefaat edeceğim.
      Allah Resulü(s.a.v.) buyuruyor:
      Vefatımdan sonra sizden kim bana selam gönderirse Cebrail(a.s.) gelir ve bana şöyle der:
      -Ya Muhammed! Ümmetimden falan kimsenin sana selamı var.Bana karşılık ben şöyle selam alırım:
      -Benden de ona selam olsun.Ayrıca onun için Allah’tan rahmet ve bereket diliyorum.”
      Resulüllah (s.a.v.)’a salavat okumanın faziletini anlamak istiyorsan Allah Teala’nın şu emrine bak ve iyi düşün:
      “Allah ve melekleri peygambere salavat okurlar.Ey iman edenler!Siz de ona salavat getiriniz ve tam bir teslimiyetle selam veriniz.”

      Diğer ibadetler için Allahü Teala, sadece kullarına emir verdi.Ama resulAllah’a salavat böyle olmadı.Önce bizatihi kendisi ona salavat okudu ve ona salavat okumak için melekelere emir verdi.Bundan sonra da mü’minlere salavat okumaları emrini verdi. İşte,bundan anlaşılıyor ki, Resulüllah’a salavat, çok faziletli bir ibadettir.

    119. Manevi lezzeti üç şeyde arayın.
      Namazda,
      Zikirde,
      Kuran okumakta.
      Bulursanız ne alâ, bulamazsanız kalbiniz hasta demektir.

      Hasan-ı Basrî (rahmetullahi aleyh)

    120. Resûlullahın ve evliyânın sünnet

      Hazreti Ali buyurdu ki:

      “Yanında Allahü teâlânın, Resûlünün ve evliyâsının sünneti olmayan kimsenin, yanında mu’teber hiçbir şey yok demektir.” Bunun üzerine Hazreti Ali‘ye, “Allahü teâlânın, Resûlullahın ve evliyânın sünneti nedir?” diye sorulunca, şöyle cevap verdi:

      “Allahü teâlânın sünneti, sırrı gizlemektir. Çünkü sırrı gizlemek vacibdir. Resûlullahın sünneti, insanlara karşı müdârâ etmektir. (Müdârâ; dîni korumak için dünyalık vermektir.) Evliyânın sünneti, insanlardan gelen sıkıntılara katlanmaktır.” Kim âhireti için amel yaparsa, Allahü teâlâ onun din ve dünyâ işlerine kâfi gelir. Kim kalbini güzelleştirirse, Allahü teâlâ da onun dış görünüşünü güzelleştirir. Kim, Allahü teâlâya karşı kulluk vazîfelerini yaparken, riya, ucb ve şöhretten uzak kalırsa, Allahü teâlâ onunla insanlar arasını ıslâh eder. Yanî Allahü teâlânın sevdiği kimseyi insanlar da sever.

      Yahyâ bin Mu’âz-ı Râzî şöyle buyurdu:

      “Dünyâ onu terk etmeden önce, dünyâyı terk eden kimseye ne mutlu. İçine girmeden önce, kabrini ihya edene, kabrinde kendisine arkadaş olacak sâlih amelleri işleyene, ölümle Rabbine kavuşmadan önce, emirlerine uyup, yasaklardan sakınmak sûretiyle Rabbini râzı edene ne mutlu.”

      Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî şöyle buyurdu:

      “Birisine rastladığın zaman, kendini ondan üstün görmeyerek; belki o, Allahü teâlânın katında benden üstündür, derecesi daha yüksektir demelidir.

      Eğer küçük ise; bunun günâhı yoktur. Ben ise, Allahü teâlâya isyanda bulundum. Şüphesiz, Allahü teâlâ katında o benden daha hayırlıdır demelidir.

      Eğer büyük ise; o, Allahü teâlâya benden çok ibâdet etti demelidir.

      Eğer âlim ise; ona, bana verilmeyen ve benim kavuşamadığım şeyler verildi. O, ilmi ile amel ediyor, benim bilmediğim şeyleri biliyor demelidir.

      Eğer cahil ise; o, bilmediği için günah işledi. Ben ise bildiğim hâlde günah işledim. Hem ben, hangimizin hüsn-i hatime (îmânla), hangimizin sû-i hatime (imansız) gideceğini bilmiyorum demelidir.

      Eğer kâfir ise; o, belki Müslüman olur da iyi amel işleyebilir, ben ise (Allahü teâlâ korusun) onun eski hâline düşebilirim, demelidir.”

    121. Nefs Vaaz ve Nasihat Kabul Etmez
      Nefs,
      1- Azgınlık,
      2- Taşkınlık,
      3- Aksîlik,
      4- Kibir,
      5- Gurur… gibi kötü tabiatlara sahiptir.
      Bundan dolayı nefis vaaz ve nasihatleri kabul etmez. Ve daima taşkınlık ve azgınlığını izhâr eder.
      Şeyh İmam Busâyrî (k.s.) hazretleri, “Kasîdetü’l-Bürde” kitabında şöyle buyurdular:
      “Bana kötülüğü çok emreden (nefs-i emmârem) vaaz kabul etmedi, cehaletinden… Basımdaki ak saçların korkutması ve ihti­yarlıktan (ders almadı).[1]
      Yâni, kötülüğü ve ayıbı emreden (nefsi emmâre), ak saçlılı-ğm korkutma ve vaazını kabul etmedi. Yaşlılıktan sonra bile ceha­let bataklığına daldı. Pişmanlık eliyle şehvetlerine gem vurmaz. Nefsin yularını bağlamaz. Bu da ne çirkin bir haldir, yaşlılıkta…

    122. Nefs Cehennem Suretinde Yaratıldı
      Allâh-ü Teâlâ nefsi cehennemin suretinde yarattı. Cehennemde bulunan her dereke hasebiyle Allâh-ü Teâlâ nefiste bir sıfat ve kötü bir ahlak yarattı. O (nefs-i emmâre ve sıfatlan) cehennemin kapısıdır. Cehenneme girecek olanlar bu kapıdan girerler. Bundan cehennemin yedi derekelerinden derekeye girerler…
      Nefs-i Emarenin Yedi Sıfatı
      Nefs-i emmârenin (cehenneme kapı olan) yedi sıfatı şunlardır:
      1- Kibir,
      2- Hırs,
      3- Şehvet,
      4- Hased (kıskançlık),
      5- Gazâb,
      6- Cimrilik,
      7- Kin…

    123. Nefis Nasıl Terbiye Edilir ? Sultan Beyâzid-i Velî hazretlerinden…
      Nefis latîf ve muayyen bir varlıktır. Evliya Çelebi’nin kaydettiğine göre. Osmanlı Padişahlarından Sultan Beyâzid-i Velî hazretleri, vefatından yedi sene öncesine kadar hiç et yemediler. Nefislerini terbiye ettiler. Bir gün o kadar çok paça yemek istedi ki artık dayanamadı.
      Nefsine karşı açmış olduğu harp’te zafer kazanmak istiyordu. Bu­nun için de, bir kelle paça yemeği hazırlattı. Önüne sirkeli, sarımsaklı nefis bir kelle paça yemeği geldi. Çorbayı önüne koydurdu. Uzun sûre çorbaya baktı. Nefsine hita­ben:
      -”Ey nefsim! İşte arzu ettiğin paça önünde! Ben yemeyeceğim, istersen çık ye!” dedi. Hemen ağzından gelinciğe benzer iki gözleri kör bir mahluk çıktı. Çorbaya dadandı. Kuduz köpek gibi yiyip hepsini bitirdi. Nefis tatmin olduktan sonra geldiği yere dön­mek için Beyâzid-i Veli hazretlerinin hırkasından yukarıya tırmanmaya başladı. Bunun üzerine Beyâzid-i Veli hazretleri, elinin tersiyle onu itip yere düşürdü ve ardından ba­ğırdı:
      -”Bunu öldürün!” Koşup gelenler, onu ayaklarının altına alıp öldürdüler. Durumu
      Şeyhü’l-islâm’a bildirdiler. Şeyhü’l-islâm:
      -”insan, kemâlata nefsinin sayesinde ulaşır. Nefis insan vücûdunun bir direğidir. Onu kefenleyip namazını kılarak gömmek gerek!” diye fetva verdi.
      Bunun üzerine Beyâzid-i Velî’nin nefsini yıkadılar, kefenlediler, büyük bir kalabalık cenaze namazını kıldı. Beyâzid kubbesinin yakınında bir yere gömdüler…

      Kaynak : Dipnot – İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu’l-Beyan Tefsiri: 3/604-605

    124. Son nefes’de imansız gitmenin sebepleri!

      En büyük ve korkunç olanı, can çekişme ızdırabı anında gönülde şüphe veya inkarın galebe çalması ve bu vaziyette ölmekte, bu halin ebedi olarak ALLAH ile kendi arasında perde olmasıdır. Çünkü bu ebedi ve daimi azabı gerektiren, küfür ve inkardır.
      Ölüm anında dünyalıktan ve dünya zevklerinden bir şey’in gönlüne galebe çalması ve gözünün önünde canlanarak onu düşünmesidir. Bu, gönlünü öyle kaplar ki, artık başka bir şey almaz olur. Böylece ölürse, kalbi tamamen dünyaya dönük ve himmeti dünyaya meyyal olarak ölmüş olur ki, gönül, ALLAH’tan C.C. ayrıldığı anda araya perde girer. Perde girince azab başlar. ALLAH’ın C.C. yaktığı ateş, ALLAH’tan C.C. mahcub olan gönülleri kaplar. Kalbi, dünya sevgisinden salim, himmeti ALLAH’a C.C. dönük olan Mü’mine ise Cehennem: “Geç ey Mü’min, senin Nur’un, benim narımı söndürüyor” der.
      Dünya sevgisinin galebe çaldığı sırada ölen bir adamın durumu tehlikelidir. Zira kişi, yaşadığı gibi ölür. Öldükten sonra başka durum almasına, kalbin imkanı yoktur. Zira gönüllerde tasarruf, azaların ameli ile mümkündür. Halbuki ölüm ile azalar atalete uğradığından, artık amel imkanı ve hatta geriye dönüp yeniden amel etme fırsatı kalmamıştır. İşte bu anda hasret çoğalır. Ancak , imanın aslı ve ALLAH C.C. sevgisi (ALLAH C.C. sevgisi ile dünya sevgisi bir kalbde toplanmaz) uzun müddet kalıp yerleşir ve salih amel ile kuvvetleşir ise, ölüm anında doğacak olan bu hali siler atar. Şayet kalbindeki imanı bir miskal kuvvetinde ise, onu tezden Cehennemden çıkarır. İmanı daha az ise, azlığı nisbetinde Cehennemde daha uzun kalır. Bir habbe ağırlığı kadar imanı varsa da eninde sonunda -ve binlerce yıl sonra da olsa- yine Cehennemden çıkar.
      Şayet, senin bu anlattığına göre, ölür ölmez hemen Cehennem’e girmesi lazımdır, halbuki kıyamete kadar bekliyor. Bu nasıl olur? Dersen, bilmiş ol ki; Kabir azabını inkar eden herkes bid’at sahibi, ALLAH’ın C.C., Kur’ân’ın ve imanın nurundan mahrumdur.
      Su-i Hatime yani şüphe ve inkar üzere ölmenin, tafsilatıyla anlatılamayacak kadar çok sebepleri vardır. Lakin özet olarak iki sebebi vardır.
      Birincisi: Tam manasıyla zühd, vera ve amelde salah ile de düşünülebilir. Mesela, zahiddir amma bid’at sahibidir. Ameli iyi olsa bile, bunun sonu çok ciddi olarak korkunçtur. bid’at sahibi derken herhangi bid’at sahibi olan bir mezhebi kasdetmiyorum. ALLAH’u Teâlâ’nın, Zat, Sıfat ve Ef’ali hakkında gerçeğe uymayan bir inanca sahib olmayı ve bununla hasmını ilzama kalkışmayı kastediyorum. Bu inancı, kendi görüş ve kanâatına bağlı olup, ona aldanmasıyla veya kendisi gibi bir bid’at sahibini taklit etmekle olur. Ölümün yaklaştığı, ölüm Meleğinin görüldüğü ve içinde olanı ile kalbi çırpınmağa başladığı vakit, çoğunlukla cehaleti sebebiyle inançlarının batıl olduğunu anlar. Çünkü ölüm, perdenin aradan kalkma halidir. Ölüm sancıları da ölümün başlangıcı olduğu için, bazı şeyler kendisine keşfedilebilir. Kendi kafasına göre kesin olarak inandığı şeylerin boş ve batıl olduğunu anlayınca, inandığı her şeyin aslı olmadığını sanır. Çünkü ona göre ALLAH C.C. ve Rasulüne(SAV) inancı ve diğer sahih itikadları ile fasid inançlarının farkı yoktur. Cehaleti sebebiyle yanlış olarak edindiği bazı inançlarının batıl olduğunu görünce bu hal, doğru inançlarının da batıl veya şüpheli olmasına sebep olur. İmanın aslına dönmeden bu hatıralar içinde ölürse, işte Su-i Hatime(imansız) ile ölmüş ve ALLAH korusun, ruhu, şirk üzere bedeninden ayrılmış olur.
      ALLAH’u Teâlâ’nın: “Halbuki o gün onlar için ALLAH’tan hiçde zannetmeyecekleri(nice) şeyler zuhura gelmiştir.” Zümer / 47 ve “De ki: Yaptıkları işler bakımından en çok ziyana uğrayanları, kendileri muhakkak iyi yapıyorlar sanarak dünya hayatında sa’yleri boşa gitmiş olanları size haber vereyim mi? ” Kehf / 103 buyurduklarından muradı bunlardır. Dünya meşgalesinin azlığı sebebiyle bazen rüyada, gelecekteki işlerin bazıları açıklandığı gibi, ölüm sancıları anında da bazılarına bazı şeyler gösterilebilir. Çünkü dünya meşgalesi
      ve bedeni şehvetler, Melekut alemine bakmağa ve oradakileri olduğu gibi görmeğe engeldir. Fakat ölüm öncesi keşfin sebebi, keşifde geri kalan inançlarda şüphenin sebebi olabilir.
      Bu tehlikeden insanı, ancak gerçeğe dayalı sağlam itikad kurtarabilir. Saf ve ebleh insanlar, yani kısa ve kesin olarak ALLAH’a C.C., Ahirete ve inanılması gereken şeylere inananlar, bu tehlikeden korunmuşlardır. Bedeviler, köylüler ve diğer halkın avamı gibi. Bunlar bu hususlarda münakaşalara girmez, söz sahibi olduklarını iddia etmezler. Bunun için bu gibiler hakkında Resul-i Ekrem(SAV) : “Cennet halkının çoğu bühdler, yani saf ve gönlü temiz kimselerdir” buyurmuştur.
      Selef, Resul-i Ekrem’in(SAV), ALLAH C.C. tarafından getirdiği her şeye inanın, ALLAH’ı bir şeye benzetmeyin, te’vil ile uğraşmayın, derlerdi. Zira ALLAH’ın C.C. sıfatlarından bahsetmekte tehlike büyük, yolları sarp ve ALLAH’u Teâlâ’nın Celâlini idrak etmekten akıllar kasır ve noksandır.
      Ne yazık ki şimdi dizginler gevşedi, boyunlar uzadı, boş laflar aldı yürüdü. Her cahil, kendi görüşüne uygun olanın doğru ve gerçek iman olduğuna kâni oldu. Kendi tecrübe ve tahminlerinin gerçek olduğunu sandı. Fakat ilerde gerçeği anlayacaklardır. Perde aradan kalktığı vakit onlara :
      Güzel olduğu için gündüzlere hüsn-ü zann ettiniz de mukadder akıbetinize uğrayacağınızdan korkmadınız,
      Geceler sizi selamete ulaştırdı ve onlarla aldandınız, halbuki karanlıklar aydınlandığı vakit, kederler başlayacaktır.
      Mealindeki şiiri okumak lazımdır.
      ALLAH’u Teâlâ’nın Zât ve Sıfatı ile ilgili münazaralara giren adam, deniz ortasında gemisi parçalanıp dalgaların kucağına düşen adam gibidir.
      Bu dalgaların, birbirine devretmek suretiyle adamı selamet sahiline atmaları imkanı varsa da bu pek az bir ihtimaldir. Fakat dalgalar arasında boğulup gitmeleri daha kuvvetlidir.
      İkincisi: Aslında imanın zayıflığı ve dünya sevgisinin kalbi kaplamasıdır. İman zayıfladıkça ALLAH C.C. sevgisi de zayıflar ve dünya sevgisi öyle kuvvetleşir ki, bir hatıradan başka ALLAH C.C. sevgisi namına kalpte bir şey kalmaz. Nefsin arzularına uymamak ve şeytanet yollarından ayrılmak gibi bir şeyi düşünmez olur. İşte bu, şehvetlere uymak meylini ortaya kor. Böylece kalb, kararır ve katılaşır. Nefsin zulmetleri(karanlıkları) kalbde teraküm eder ve zayıfda olsa kalbdeki iman nurunu tamamen söndürür. Artık bu, kendisinde bir tabiat halini alır. Ölüm sancıları başladığı vakit, ALLAH C.C. sevgisi daha da azalır. Çünkü en büyük sevgilisi olan dünyalığından ayrılma hasretine dalar ve bunun acısını duyar. Sevdiği dünyasından ayrılmağı, ALLAH’tan C.C. bildiği için, ölümün mukadder olmasına canı sıkılır ve ALLAH’tan C.C. geldiği için O’ndan hoşlanmaz olur. Sevgi yerine, içinde ALLAH’a C.C. karşı bir kin doğmasından korkulur. Bu, çocuğunu az ve fakat malını daha çok seven bir adamın durumuna benzer. Çocuk, malını mahvetti-ği vakit, çocuğuna olan az sevgisi husumete döner. Şayet bu hal içerisinde ölürse, Su-i Hatime(imansız) ile ölür ve ebedi helakte kalır. İnsanı bu helake sürükleyen sebep, ALLAH sevgisinin zayıflamasına sebep olan iman zayıflığı ile beraber, dünyaya temayül, dünyalık ile sevinmek ve dünya sevgisinin üstün gelmesidir. Dünya sevgisi, bütün hataların başıdır. O, müzmin bir hastalıktır. Ne yazık ki ALLAH’ı C.C. marifet azlığından bütün halka sirayet etmiştir. Zira ALLAH’ı C.C. bilen sever.
      “De ki : Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesâda uğramasından korka geldiğiniz bir ticaret ve hoşunuza gitmekte olan meskenler, size ALLAH’tan, O’nun peygamberinden ve O’nun yolundaki bir cihâd’dan daha sevgili ise, artık ALLAH’ın emri gelinceye kadar bekleye durun” Tevbe / 24 buyurmuştur.
      Demek ki ölümü anında aklından bu gibi inkar şeylerini geçiren ve içinden ALLAH’u Teâlâ’nın kendisini çoluk çocuğundan ve diğer dünya varlıklarından ayırdığı için kızan kimsenin ölümü, sevmediğine gitmek ve sevdiğinden uzaklaşmak olur da, efendisinden kaçtığı halde, zorla yakalanıp efendisinin huzuruna getirilen bir kölenin durumuna düşer. Artık uğrayacağı rezalet ve kepazelik ortadadır.

      İnsan ömrü boyunca ne ile ünsiyet ederse, ölümü anında da aklına o gelir. Meyli, daha çok taat ve ibadete ise hatırına o gelir. Daha çok isyana temayül ederse, son nefeste daha çok aklına gelecek olanda odur. Çoğu kere canı çıkarken dünyevi şehvetlerden ve günahlardan biriyle meşgul olurda ALLAH’tan CC mahrum kalır.Pek seyrek isyan eden, bu tehlikeden uzaktır.Hiç günah işlemeyen ise tamamen kurtulmuştur.Günahı ibadetinden çok olup, günahtan zevk alan kimsenin tehlikesi, çok ciddi ve çok daha büyüktür.
      Bunun misali: Herkesin bildiği bir gerçektir ki, insan, çoğunlukla rüyasında gündüzleri meşgul olduğu şeyi görür. Gündüzleri ilim ile uğraşan, çoğunlukla rüyasında ilmi, ticaretle uğraşan da ticaret işlerini görür. Ölüm de uykunun benzeridir. Bununla beraber ondan daha ağırdır. Ancak ölüm öncesi, uykuya daha yakındır. O da ünsiyet ettiği şeyleri hatırlamasını gerektirir. Herhangi bir şeyin kalbde yerleşmesinin sebeplerinden birisi de uzun ülfettir(birliktelik). Uzun müddet taat veya isyana alışmak , kalbde yerleşmenin tercih sebebidir. Bunun gibi, Salihlerin rüyaları ile fâsıkların rüyaları da birbirine uymaz. Alışkanlık kalbde yerleşir ve gönül ona meyleder. İşte kötülüğe alışıp onunla ünsiyet eden, son nefesinde o kötülük gözünün önünde canlanır. Her ne kadar bundan kurtulması ümid edilecek şekilde imanın aslı baki ise de, bu hali, bir nevi Su-i Hatimeye(imansız ölmeye) sebep olur.
      Ölüm anında hatıralarını günah ve şehevi arzularından uzak tutmak isteyen için tek yol, şehveti gönlünden çıkarmak ve nefsini bunlardan uzak tutmakla uzun müddet mücâhede etmektir. Böylece günahlardan uzaklaşıp iyiliklere devam etmek ve aklından kötülükleri çıkarmakla, ölüm anı için bir hazırlık yapmış olur. Çünkü insanlar yaşadıkları gibi ölür ve öldükleri gibi de haşr olurlar.
      Resul-i Ekrem SAV “Kişi, elli yıl Cennet ehli amelini işler, hatta kendisi ile Cennet arasında bir devenin iki sağımı arasındaki mesafe kadar mesafe kalır ve şekavet-i asliyesi galebe çalarak son nefesde imansız gider” buyurmuştur. Bunun için bulunduğumuz hallere aldanmamalı ve son nefes korkusu devamlı olmalıdır. Zira son nefesde ne olacağımızı ve akibetimizin Cennet mi, Cehennem mi olduğunu da bilmiyoruz.
      Sakın biraz daha keyfime bakayım ilerde tevbe ederim, deme. Çünkü alıp verdiğin her nefes, senin için bir hatimedir. Zira o anda ölmen mümkündür.Uyanıklığında hazır olduğun gibi, uykuya yatarken de abdestini ihmal etme. ALLAH’ın C.C. zikri kalbine galebe çaldıktan sonra uyu. Dikkat et ki, dilin zikirde iken uyu demiyorum. Aslolan kalbini zikrULLAH ile uyutmaktır. Şunu bil ki uykudan önce aklında ne varsa, uyku anında da aklına o gelir. Uykudan önce, uyku anında ve uyuduktan sonra kalbin ne ile meşgul idiyse, o meşgale ile uyanırsın. Bunun gibi insan, yaşadığı gibi ölür ve öldüğü gibi dirilir.
      Her an ve nefesini yokla. Bir an ALLAH’ı C.C. unutma! Bütün bunlara dikkat ettiğin halde yine büyük tehlikede olduğunu bil! Yâ bu dediklerime riayet etmezsen, işte onu da sen düşün? Ne yazık ki insanlar helaktedir. Yalnız alimler kurtulmuştur. Alimlerde helaktedir, yalnız ilmiyle amel edenler kurtulmuştur. Bunlarda helaktedir, yalnız ihlâs ile amel edenler kurtulmuştur. Bunlarda yine büyük tehlikededir.
      Şunu da bil ki, dünyalıktan zaruret miktarı ile yetinmedikçe, bu hususta başarıya ulaşamazsın. Zaruret miktarı ise yemek, giymek ve meskenindir, diğerleri fuzulidir. Az yemeli, seni sıcak ve soğultan koruyacak elbise ile yetinmeli daha kıymetlisini aramamalısın. Yoksa yeter deyip duracağın bir nokta kalmaz. Daima ilerisini isteyeceksen, o zaman senin karnını ancak toprak dolduracaktır.
      Eğer zaruret miktarı ile yetinirsen, ALLAH C.C. ile baş başa kalır ve Ahiretin için çalışır da su-i hatime için hazırlıklı olursun. Şayet zaruret miktarını aşarsan, sıkıntıların çoğalır ve o zaman hangi vadide seni helak edeceğine ALLAH’u Teâlâ aldırış etmez.
      Yüce ALLAH C.C. “Öyle ise siz onlardan değil, Benden korkun eğer iman etmişlerseniz.” Al-i İmran / 175 buyurdu ve korkuyu emrederek, onu imanın şartından kıldı. Bunun için zayıf olsa da hiçbir mü’min korkusuz olamaz. Korkunun zafiyeti, iman ve marifetin zafiyetinden ileri gelir.
      “Saadetin alâmeti, şekavetten korkmaktır. Zira ‘korku’ kul ile ALLAH C.C. arasında, kul için bir köstektir. Bu köstek koparsa helâkta olanlarla beraber helâk olur” demiştir.
      Hatemm-i Esamm: “Bulunduğun mevkiin şerefine güvenme. Cennet’ten daha şerefli bir makam olmasın. Adem’in başına gelenler ortada. İbadet çokluğuna aldanma, İblis’in başına gelenler belli. İlminin çokluğuna bel bağlama, Bel’am İsm-i Âzam’ı bilirdi, akibetini düşün. Salihlerle görüşüp onlarla düşüp kalkmaya aldanma. Peygamberimizden SAV üstün zat ve sima olmasın. Akrabaları dahi ondan yararlanamadı
      Dilimizle “ALLAH’ım C.C. bizi afvet, bize merhamet et” demekle yetinir ve O’na güveniriz. Halbuki ‘O’ C.C.: “İnsan için ancak çalışması vardır.” Buyurdu. Necm / 39 – Başka bir Ayet-i Kerime’de “Keremi bol Rabbine karşı seni aldatan ne?” Buyurulmuştur.
      Ahirette ALLAH’a C.C. kavuşmak mutluluğuna ancak dünyada O’nun sevgisini ve O’nunla ünsiyeti kazanmakla ulaşılacağı meydandadır. Sevgi ise marifet ile , marifet de ancak devamlı tefekkürle hasıl olur. Ünsiyette devamlı zikir ile, zikir ve fikre devam da dünya sevgisini gönlünden çıkarmakla, dünya sevgisini atmak da zevk ve şehvetleri terketmekle, bunları terketmek de şehveti kırmakla, şehveti kırmak da en çok korku ateşi ile mümkündür. Demek ki korku şehvetleri yakan bir ateştir. Korku nasıl faziletli olmasın ki, ALLAH’a C.C. yaklaştırıcı en makbul ameller olan iffet, vera, takva ve mücâhede korku sayesinde temin edilir.
      Elbette peygamberler, veliler ve alimlerin akıl, ilim ve amelleri ile ALLAH C.C. katındaki mevkileri, senden daha az olmadığını kabul edersin! Gözünün ışığının kısalığı ve basiret gözünün körlüğü ile onların hallerini, neden fazla korkup uzun müddet mahzun olup ağladıklarını düşün. Hatta bazıları şaşırdı, bazıları bayıldı ve bazıları da ölü olarak yerlere serildi.
      (ALLAH C.C. Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazali’den Razı olsun, Ruhuna El-Fâtiha)
      Aşağıdaki günahlara karşı çok dikkatli olmak lazımdır:
      ALLAH’ın C.C. emir ve yasaklarını bilmemek, itikadi meseleleri bilmemek yada şüphede olmak,

      ALLAH C.C. ve Rasûlü’nün (Sallahu aleyhi ve sellem) emrettiği gibi yaşamamak,

      Kafirlerle dostluk kurmak ve onlara benzemek (saç sakal şeklinden, giyime kadar) en önemlisi onları sevmek,

      Kafirlerin bayramlarını kutlamak, (Yılbaşı,sevgililer günü, nevruz v.s.)

      Dini emirleri hafife almak, o hükümlerle ilgilenmemek yada ciddiye almamak, alaycı olmak,

      Anne ve babaya itaat etmemek,

      Büyü yapmak ve yaptırmak,

      İçki satmak, içki içmek ve içki müptelası olmak,
      (Fudayl’dan RA sene de sadece bir kadeh ilaç olarak alkol içen kişinin bu sebepten imansız gittiği rivayeti vardır.)

      Çok küfretmek, Yüce ALLAH’ı C.C. zikretmek ve dua edilmesi için yaradılan ağızdan küfrün eksik olmaması,kızdığı zaman küfretmek münafıklık alametidir.

      Dünyalık ve dünya sevgisi, gelen dünyalığa sevinmek, elden çıkana üzülmek, (KADINLAR DİKKAT!)

      Fakirliğe ve ALLAH’ın (Celle Celalühü) kazasına isyan,

      Hanımının başını açık gezdirmek,(Mızraklı ilmihali/imansız gitme sebepleri madde39)

      Namaz kılmamak ki en tehlikelilerinden birisidir, (Peygamber Efendimize Sallallahü Aleyhi Vesellem, ölüm döşeğinde bir genç var kelime-i şehadet getiremiyor haberi geldiğinde, şu soruyu sordular “Namaz kılarmıydı?”-bunun gibi namazda tadili erkanı terketmenin imansız ölmeye sebep olduğu mızraklı ilmihalinde geçmektedir.-)

      Ezân okunurken konuşanında Kelime-i Şehadet getirmekte zorlandığı bildirilmiştir.

      Son nefeste imanı kurtarma duası: “Ya Hayyu Ya Kayyum, Ya Zel Celâli Ve’l İkrâm, ELLAHÜMME en tühyiye kalbi bi Nûri ma’rifetike ebeden, Ya ALLAH, Ya ALLAH, Ya ALLAH Celle Celâlüh” Sabah namazının sünnetiyle farzı arasında okunacak. Çok önemli bir duadır…

      İmam-ı GAZALİ

    125. Toplanan “Nisan Yağmuru” Suyu Nasıl Hazırlanır?

      – Bir Fatiha üç ihlâs-ı Şerif okunup, Piran-ı İzamın Ervâh-ı Kudsiye-i mübârekelerine hediye edilir.
      – Niyet edilir.

      1 – 70 Adet Salât-ı Münciye
      2 – 70 Adet Fatiha-i Şerife
      3 – 70 Adet Ayet’ül Kürsi
      4 – 70 Adet Legad caeküm .. (Tevbe Süresinin Son İki Ayeti)

      لَقَدۡ جَآءَڪُمۡ رَسُولٌ۬ مِّنۡ أَنفُسِڪُمۡ عَزِيزٌ عَلَيۡهِ مَا عَنِتُّمۡ حَرِيصٌ عَلَيۡڪُم بِٱلۡمُؤۡمِنِينَ رَءُوفٌ۬ رَّحِيمٌ۬ فَإِن تَوَلَّوۡاْ فَقُلۡ حَسۡبِىَ ٱللَّهُ لَآ إِلَـٰهَ إِلَّا هُوَ‌ۖ عَلَيۡهِ تَوَڪَّلۡتُ‌ۖ وَهُوَ رَبُّ ٱلۡعَرۡشِ ٱلۡعَظِيمِ
      (Lekad caeküm rasulün min enfüsiküm azizün aleyhi ma anittüm harisun aleyküm bil mü’minine raufün rahiym* Fe in tevellev fe kul hasbiyellahü la ilahe illa hüve aleyhi tevekkeltü ve hüve rabbül arşil azıym)

      5 – 1 Adet Yâsin-i Şerif
      6 – 70 Adet Kâfirûn Süresi
      7 – 70 Adet Îhlâs-ı Şerif
      8 – 70 Adet Felak Süresi
      9 – 70 Adet Nâs Süresi
      10 – 70 Adet Tesbih Duası

      سُبْحَانَ ٱللهِ وَٱلْحَمْدُ ِللهِ وَلاَ اِلٰهَ اِلاَّ ٱللهُ وَٱللهُ اَكْبَرُ وَلاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِٱللهِ ٱلْعَلِىِّ ٱلْعَظِيمِ
      (SübhanAllahi velhamdülillahi velaa ilahe illAllahü vAllahü ekber velaa havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azıym)

      11 – 70 Salât-ı Münciye

      okunur.

      Not 1 : Yukarıdaki sayılanlar okunurken bitinceye kadar arada dünya kelamı konuşmamaya dikkat edilmelidir.
      Not 2 : Her 70 adet okunduktan sonra ve Yasin-i Şerifteki her “Mübîn” den sonra “Yâ Şafii” denir ve sıcak nefesle suya “Hûu” diye üflenir.
      Not 3 : Bu sudan sabah ve akşam birer bardak olmak üzere 7 gün abdestli olarak içilir. (İçmeden önce, 1 Fatiha 3 Îhlas-ı şerif okuyup Piran-ı İzama hediye etmeye ve sabah aç karnına içmeye dikkat edilmelidir.)
      Not 4 : Bu sudan içen kişinin cesedinden Allahü Teala her türlü derdi kaldırır. Ona tüm hastalıkdan ve açlıkdan afiyet verir. Gözlere şifa verilir. Ateşi giderir, balgamı keser, göğüs ağrısını giderir, Menfaati sayılamıyacak kadar çoktur.

    126. Nisan Yağmuru Hakkında Hadis-i Şerifler…
      Peygamberimiz (s.a.v)’den rivayet olundu ki:

      ‘’Cebrail a.s Bana öyle bir ilaç öğretti ki, (o ilaç sayesinde,insanların) doktorların ilaçlarına hiç ihtiyacı kalmaz…’’

      Eshab-ı Kiram : (o ilaçtan) Bize de haber ver,Ya Rasulullah dediler, Rasulullah (s.a.v):

      ‘’Nisan yağmurunu alınız (toplayınız). Ona; 70 defa Fatiha-i şerife, 70 defa İhlâs-ı şerif, 70 defa Felak suresini, 70 defa Nâs suresini, 70 defa Tesbih duasını (SübhanAllahi vel-hamdü
      Lillâhi ve lâ ilâhe illallâhü vâllahü ekber ve lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil-aliyyıl-azîm) okuyunuz. Sonra, 7 gün devamlı olarak sabah akşam birer bardak içiniz. Beni hak Peygamber olarak gönderen Cenâb-u Hakk’a yemin ederim ki, Cebrâil Bana dedi ki ; “Bu sudan içen kimsenin, cesedinden, damarından, sinirinden, etlerinden, o kimseye ağrı, acı veren rahatsızlığını Cenâb-u Hakk giderir ve o kimseye sıhhat ve afiyet verir.’’

      Yine başka bir Hadis-i Şerif’te :

      ‘’Beni hak Peygamber olarak gönderen Cenâb-u Hakk’a yemin ederim ki, çocuğu olmayan bir erkek, bu sudan hanımına içirirse, Allahü Teala’nın izni ile hanımı hamile kalır. Hanımının başı ağrıyan bir erkek bu sudan hanımına içirirse, bu su ona (sıhhati için) yeterlidir. İçen kimsenin balgamını keser. Rüzgar ona zarar vermez, çirkin haller kendisine isabet etmez. Bel ağrısından, karın ağrısından, şikayeti kalmaz. Alaca hastalığından korkmaz. Göğüs ağrısı çekmez. Kalbine gelen vesvese (evhâm), gönlünden çıkar gider. Kendini çok beğenmek, hased, kibir, düşmanlık, gıybet ve koğuculuk (gibi manevi hastalıklar dahil), dünyada yaşayan her fani (geçici) olanlar için Allahü Teala’nın izni ile fayda vericidir..’’

      Tefsir-i Kebir (Kur’an-ı Kerim Tefsiri)’den
      “Nisan Yağmuru” Suyunun Toplanacağı Günler

      ”Nisan Yağmuru” suyunun toplanacağı günler, Rumi Takvimi Nisan Ayının 7′sinden Nisan Ayının sonuna kadardır.

    127. Ka’b el-Ahbâr Hazretlerine denildi:
      -”Ey Ka’b! Bize ölümü anlat!” Buyurdu:
      -”Ölüm diken ağacı gibidir. Ademoğlunun içine girer. 0 ağacın her bir dikeni insanın bir damarını tutar. 0 dikenleri insanın bedeninden çıkartmak için çok kuvvetli ve şiddetli bir adam bütün kuvvetiyle onları çekip çıkartmaktadır. 0 dikenlerden koparılan koparılana, içinde kalan kalana. 0 dikenler kendileriyle beraber insanın belki içini dışına getirirler. İşte ölüm budur. Hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri buyurdular:
      “Ölüm acısından bir kıl (kadar bir şey) göklerin ve yerin ehlinin üzerine konulsa, hemen hepsi ölürlerdi. Muhakkak ki bunların yetmişi (ölüm acısının yetmiş katı) o günün korkularının yanında daha küçüktür.” [1]

      Kaynak : Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi- İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri

    128. Ölüm Neden Sevilmez?
      Adamın biri Peygamber Efendimize (s.a.v)
      “Ya Rasulallah ,acaba neden ölümü sevmiyorum ” diye sordu…

      Peygamberimizde ona:

      -Malın var mı …Diye sordu,adam :

      -Evet,var Ya Rasulallah…Diye cevap verdi..

      Bunun üzerine peygamberimiz adama şöyle buyurdu…

      “Malını önden gönder (hayır yolunda sarfet).Çünkü mü’mininkalbi malına bağlıdır.Buna göre eğer onu erken gönderir ise ölüp ona kavuşmak ister.Buna karşılık eğer onu geride bırakırsa kendiside dünyada kalıp onunla birlikte olmak ister…“

      ..

    129. Ölüm Büyük Bir Belâ Ve Öğüttür
      Ve (iyi) bil ki ölüm, en büyük musîbet ve en büyük belâdır.
      Ölümden daha büyük olan belâ ve musîbet ise, ölümden habersiz ve gaflet içinde olmak, ölümü anmaktan yüzçevirmek ve ölüm üzerine az tefekkür etmek ve ölüm için ameli terketmektir.
      Sadece ölüm bile, ibret alacaklar için, ibretler ve tefekkür edecek olanlar için büyük bir düşünme kaynağıdır.
      Vaiz olarak ölüm yeter,” denildiği gibi. Kim ölümü hakîkî olarak zikrederse, dünya arzularından el ve etek çeker. Kişiyi gelecekte ölümü temenni etmekten alıkoyar. İnsanı dünyada olan bütün şeylerde zâhid kılar. Lakin gafil olan kalbler ise, hep vaizlerin uzun uzadıya anlatmalarına süslü kelimelerle meseleyi aktarmalarına muhtaçtırlar. Yoksa, Allahü Teâlâ Hazretleri’nin: Her canlı ölümü tadacaktır.[1] Âyeti kerimesiyle Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri’nin;
      Lezzetleri yok edeni çokça zikredin, yani ölümü anın[2] hadîs-i şerifleri bir kişinin gaflet uykusundan uyanmaları için yeterli olurdu. Bu âyeti kerime ve hadîs-i şerifleri dinleyen kişi, onlara bakar, kendine çekidüzen verir ve onunla meşgul olurdu. Akıllı kişiye gereken şey, zoraki ölüm gelip çatmadan önce kendi isteğiyle ölümden sonrası için çalışması ve nefsini ahlâkın rezalet ve sefaletinden kurtarması gerekir.
      Sadî (k.s.) buyurdu:
      Ey kardeşi Âkibet topraktır.
      Önü toprak olan şeylerin, iyi bilki sonu da topraktır.
      Allahim bizlere yolu kolaylaştır. [3]

      Kaynak : Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi- İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri

    130. Canlar nasıl alınır?
      Sual: Dünyanın çeşitli yerlerinde, binlerce, hatta milyonlarca insan, trafik kazası, deprem, savaş gibi sebeplerle aynı anda ölüyor. Ölüm meleği bir anda bunların canını nasıl alır?
      CEVAP
      Azrail aleyhisselamın kudretinden şüphe etmek, Allahü teâlânın kudretinden şüphe etmeye kadar gidebilir. Allahü teâlânın kudretinin büyüklüğünü bilen kimse, sebebini bilmese de, İslam`a teslim olup, Allah`ın her şeye gücü yetebileceğine inanması gerekir.
      Bugün bir düğme ile bir veya birkaç şehrin bütün elektrikleri aynı anda söndürülebilmektedir. Ölüm meleği de ruhları bundan daha tez almaktadır.
      İbrahim aleyhisselam, ölüm meleğine sual etti ki:
      – Ey ölüm meleği, eceli gelen insanların bir kısmı doğuda, bir kısmı batıda olsa, yahut kuzeyde ve güneyde aynı anda zelzele olup ölseler, yahut da dünyanın çeşitli yerlerinde savaş olsa, aynı anda binlerce, milyonlarca insan ölse, aynı anda bunların hepsinin ruhlarını nasıl alıyorsun?
      Ölüm meleği cevap verdi:
      – Allah`ın izniyle onların ruhlarını çağırırım, derhal avucumun içinde oluverirler.

      Süleyman aleyhisselam, ölüm meleğine sual etti:
      – İnsanların ruhlarını kimini genç yaşta, kimini bebekken, kimini ihtiyarlayınca alıyorsun. Ruhları almada ölçün nedir?
      Ölüm meleği dedi ki:
      – Bana eceli gelenlerin listesi verilir. Ben verilen listeyi tatbik ederim. Başka işe karışmam.
      Ölüm meleği gelip, Süleyman aleyhisselamın yanında oturan bir kimseye dikkatli bakmaya başladı. Sonra çıkıp gitti. O zat, Süleyman aleyhisselama sual etti:
      – Kimdi o bana öyle can alacak gibi bakan?
      – Ölüm meleğiydi.
      – Beni onun pençesinden kurtar! Rüzgara emret, beni Hindistan`a götürsün!
      O zatın bu isteği derhal yerine getirildi. Ölüm meleği ikinci defa Süleyman aleyhisselamın yanına gelince, Hazret-i Süleyman sual etti:
      – Geçen gelişinde yanımdaki zata niçin öyle bakmıştın?
      – Şimdi onun ruhunu alıp geldim. Bana onun ruhunu Hindistan`da almam emredilmişti. Ömrü biterken, hâlâ burada bulunduğu için öyle bakmıştım.

    131. İbrahim Aleyhisselâm’ın Tefekkürü Ve Rabbi`ni Arayışı !
      İbrahim Aleyhisselâm gelişip genç haline geldiğinde, annesine:
      -”Benim Rabbim kimdir?” dedi. Annesi:
      -”Benim!” dedi. Yine sordu:
      -”Senin Rabbin kimdir?” Annesi:
      -”Babandır!” dedi. İbrahim Aleyhisselâm yine sordu:
      -”Babamın Rabbi kimdir?” Annesi:
      -”Nemruddur,” dedi. İbrahim Aleyhisselâm yine sordu:
      -”Nemrud’un Rabbi kimdir?” dedi. Annesi, ona:
      -”Sus!” dedi. Annesi eve döndü. Kocasına:
      -”Görüyor musun? Yeryüzündeki dini değiştireceğini konuştuğumuz çocuk, senin oğlundur,” dedi ve olup bitenleri ona anlattı. Babası Azer hemen kalkıp, mağaraya geldi. İbrahim Aleyhisselâm bu defa ona sordu:
      -”Benim Rabbim kimdir?” dedi. Azer:
      -”Senin annendir!” dedi. Yine sordu:
      -”Annemin Rabbi kimdir?” Azer:
      -”Benim!” dedi. İbrahim Aleyhisselâm yine sordu:
      -”Senin Rabbin kimdir?” Azer:
      -”Nemruddur,” dedi. ibrahim Aleyhisselâm yine sordu:
      -”Nemrud’un Rabbi kimdir?” dedi. Azer, onu tokatladı. Yüzüne vurdu. Ve ona:
      -”Sus!” dedi
      Gece olduğunda, İbrahim Aleyhisselâm mağaranın kapısına geldi. Mağaranın kapısının üzerinde olan kayanın aralıklarından gök yüzüne baktı. Gök yüzünü ve içindeki yıldızları gördü. Yer ve göklerin yaratılışı hakkında tefekkür etti. Ve şöyle dedi:
      -”Muhakkak ki, beni yaratan, beni rızıklandıran, bana yediren, bana içiren benim Rabbimdir. Benim ondan başka Rabbim olamaz.” Sonra gökyüzüne baktı orada yıldızları gördü. Ve; Benim Rabbim budur,” dedi. Yıldıza baktı. Gözlerini yıldıza dikti. Uzun süre baktı. Yıldızın yavaş yavaş battığını gördü. Yıldız sönüp battı. Bunun üzerine İbrahim Aleyhisselâm:
      “Ben batanları sevmem,” dedi. Sonra ayı gördü.
      Ay daha parlak ve daha büyüktü. İbrahim Aleyhisselâm: “Benim Rabbim budur,” dedi. Aya baktı. Sabaha
      doğru ay da battı.
      “Ben batanları sevmem,” dedi. Sonra güneş doğdu. Güneş daha büyük ve daha parlaktı. Bütün yeryüzünü aydınlatıyordu, ibrahim Aleyhisselâm:
      “Benim Rabbim budur! Bu daha büyüktür,“
      dedi. Sonra güneşte battı. Güneş için de yıldız ve aya söylediği gibi söyledi:
      “Ben batanları sevmem.” dedi. Düşündü ve şöyle seslendi:
      “Ey kavmim! Ben sizin (Allah’a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım“.
      İbrahim Aleyhisselâm’ın Arayışı Hakkında İhtilaf
      Âlimler, ibrahim AleyhisselânYm yukarıda geçen sözleri hakkında ihtilaf ettiler, (ibrahim Aleyhisselâm’ın çok az bir süre de olsa yıldız, ay ve güneşe bir aralık “bu benim Rabbimdir,” demesi caiz mi değil mi konusunda ayrılığa düştüler. Bu konuda görüş vardır:)
      (Birincisi:) Bâzı âlimler, bu sözleri zahiri manâsına çektiler. Ve dediler ki, ibrahim Aleyhisselâm, bu sözleri söylerken, tevhidi arayan ve irşad olunmak isteyen bir talebeydi. Bütün gördükleri ve konuşmaları üzerine Allah, ona tevhid bulma muvaffakiyetini verdi ve onu irşâd etti. İbrahim Aleyhisselâm’ın delil arama esnasında yıldız, ay ve güneş için: “Bu benim Rabbimdir,” demesi kendisine yani iman ve tevhidine zarar vermez, dediler.
      Yine buyurdular: Bu durum yani ibrahim aleyhisselâm, yıldız, ay ve güneş için; “bu benim Rabbimdir,” demesi onun çocukluğu döneminde, üzerinde kalem geçmeden önce kendisinden sadır oldu. Dolayısıyla bu sözleri asla küfür değildir.
      (İkincisi:) Diğer âlimler, bu sözlerin (gerçek manâsında kullanılmasını) inkâr ettiler. Ve dediler ki: “ibrahim Aleyhisselâm gibi bir peygamberden bunlara benzer sözlerin meydana gelmesi nasıl tasavvur edilir? Yıldızları görmekle nasıl; “bu benim Rabbimdir” der? Ve böyle bir şeye inanır? Bunlar ebediyyen olmaz! Böyle bir şey asla mümkün değildir, ibrahim Aleyhis-selâm’ın delil arama esnasında yıldız, ay ve güneş için: “Bu benim Rabbimdir,” sözünü tevil ettiler. (Değişik manâlarda yorumladılar.)
      Âlimlerin, İbrahim Aleyhisselâm’ın delil arama esnasında yıldız, ay ve güneş için: “Bu benim Rabbimdir,” demesi hakkındaki bu tevilleri, İmâm Muhyi’s-Sünneh hazretleri tefsirinin En’âm sûresinde zikretti.

      Kaynak: İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri, Fatih Yayınevi: 2/83-84.
      Mealimi Tenzil (Tefsir-i Bağavî) c. 2, s. 91

    132. Cömertlik ve İbrahim (a.s.)
      Denildi ki: İbrahim Aleyhisselâm’ın beş bin koyun sürüsü vardı. Beş bin sürüyü güden bir o kadar çoban köpeği vardı. Beş bin köpeğin hepsinin boyunlarında altın tasma vardı.
      İbrahim Aleyhisselâm çölde koyunlarına bakarken; insan suretinde bir melek ona göründü. Melek:
      “Allâhü Teâlâ hazretleri, noksan sıfatlardan münezzehtir. Bütün ayıplardan arınmış ve tertemizdir. Allah, meleklerin ve rûh’un Rabbidir. Bu teşbih dua kitaplarında şu ifâdelerle geçmektedir: (“Sübbûhun kuddûsün rabbünâ ve rabbül-melâiketi ver-rûh” Bu teşbihi günde bir kere. ayda bir kere senede bir kere ve ömründe bir kere okursa. Allâh’ü Teâlâ onun geçmiş bütün günahlarını bağışlar. Günahları denizlerin köpükleri ve kum tanecikleri kadar olsa bile: Kenzul-Ummâl hadis no: 3840,)
      İbrahim Aleyhisselâm ona:
      -”Rabbimin zikrini bir daha tekrarla; şu görmüş olduğun mallarımın yarısını sana vereyim!” dedi. Melek tekrarladı, ibrahim
      Aleyhisselâm:
      -”Rabbimi, tekrar teşbih et, sana malının hepsini vereyim,” dedi.
      Melek, İbrahim Aleyhisselâm’ın hâline hayret etti. Ve:”Allâhü Teâlâ hazretlerinin seni Halîl (dost) edinmesine ve senin adının bütün millet ve dinlerde güzel anılmasına gerçekten sen layıksın,” dedi.

    133. DÜNYANIN ZAHMETİ BİTMEZ
      Allâhü Teâlâ dünyayı bir imtihan yurdu olarak yarattı. Ondan az almayı rahmet, ona çok dalmayı da zahmet kıldı.
      İmâm Gazâli Hazretleri buyurdular:
      İhtiyaçtan fazla yığılan dünyalık mal ve mülk şeytanın tükenmez hazinesidir. Zira bir günlük nafakası olan kimsenin kalbi rahattır. Bu kimsenin eline yüz dinar (altın lira) geçmiş olsa, hemen kalbine bu parayı sarfedeceği on türlü arzu düşer ki bunların her birinin gerçekleştirilmesi için yine yüzer dinar gerektirir. Bulduğu para bu arzuları için yetmez de yine başkaca dokuz yüz dinara muhtaç olur. Halbuki bu kimse paralar eline geçmeden önce böyle ihtiyaçlar hissetmiyordu. Eline geçen parayla zengin olduğunu zannetti, lâkin başka ihtiyaçlar görmek için yine dokuz yüz dinara muhtaç hale geldi. Bu kimse elindekiyle her ne alsa onun da görülmesi gereken başka ihtiyaçları çıkar. Sonu gelmez ihtiyaç içinde yuvarlanır gider.
      İmam Şa’rânî Hazretleri şöyle buyurdular: Muhakkak Allâh’ın evliyâsı şöyledir: Eğer dünyadaki bütün insanlar onlardan birinin evladı olsa, yahut dünyanın bütün malı onlardan birinin olsa, sonra Allâhü Teâlâ bütün hepsini bir defada alıverse asla hâli değişmez. Belki daha çok sevinirler ve şöyle derler:
      “Biz bu acıyı tattık amma Allâh’ın takdirine razı gelerek kazandığımız sevabın sevinci evlâdımızın ölümünden veya malın gitmesinden daha sevimli geldi.”
      .

    134. Salevatı- şerife okumak
      Resulullah sallallahü aleyhi ve sellemin ismini işitenin ömründe bir defa salevat getirmesi farz, okuyunca, yazınca, söyleyince, işitince ilkinde söylemek vacip, tekrarında müstehaptır.
      Namazların sonunda okunan salli barikler salevattır. Peygamber efendimize salevat getirmek için Allahümme salli ala Muhammedin ve ala ali Muhammed demek kâfidir. Namazda okuduğumuz, Salli barikleri okumak daha sevabdır
      Peygamber efendimize salevat-ı şerife getirmenin fazileti çoktur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Cebrail aleyhisselam “Sana kim salevat okursa, 70 bin melek ona salât okur. Meleklerin salât okuduğu kimse Cennet ehli arasına girer” dedi. İşi güçleşen, salevat okumayı çoğaltsın! Çünkü salevat, bütün sıkıntıları giderir, rızıkları artırır, işlerin hayırla bitmesini sağlar. Salevat, Sıratta nur, salevat okuyan da nur ehli olur. Nur ehli olan da Cehennem ehli olmaz.”
      Peygamberimiz buyurdu ki, “Her kim günde yüz defa salevât-i şerife okursa, kıyâmet gününde güneşin sıcaklığından kurtulup, Arşın gölgesi altında benimle berâberdir. Ve her kim benim için bir salevât-ı şerife getirirse, rahmet melekleri onun günahlarının affolması için duâ ve istiğfar ederler.”

      Kaynak : 365 Gün Dua

    135. GAM VE KEDERDEN KURTARAN DUÂ
      Bir gün Kabise (r.a.), Resûl-i Ekrem’e (s.a.v.):
      “Ya Resûlallah, yaşım ilerledi, birçok şeyden geri kaldım, âciz bir hâle düştüm, bana bir şeyler öğret ki, onlardan istifade edeyim.” dedi.
      Resûl-i Ekrem (s.a.v.) buyurdular:
      Dünyalığın için, sabah namazını müteakip üç kere:
      “Sübhânallahi ve bihamdihî sübhânallahilazîm, lâ havle velâ kuvvete illâ bi’llahi’l-aliyyi’l-azîm” de ve buna devam et.
      Buna devam edersen gamdan, cüzzamdan, alaca hastalığından ve felçten emin olursun.

    136. Peygamberimizin Hz. Aliye Evlilik öğüdü !
      Özellikle yeni evlenen ve evli olanların bu hadisi şerifleri hıfz (ezber) etmeleri kendilerini birçok sıkıntıdan kurtarıp dünya ve ahıret saadetine nail olmalarına vesile olacaktır.
      Hazret-i Fâtıma-tüz-zehrâyı “radıyallahü teâlâ anhâ” hazret-i Alîye “radıyallahü teâlâ anh” tezvîc (nikah) etdiklerinde buyurdukları vasıyyetleri beyânındadır.
      Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder.
      Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki:
      * Yâ Alî! Gelini kendi evine götürdüğün zemân çorabını ayağından çıkar. Ayağını yıka. O suyu evin bütün köşelerine saç. Böyle yapınca Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri senin evinden yetmiş dürlü fakîrliği dışarı çıkarır. Yetmiş dürlü bereketi evine dâhil eder. Yetmiş rahmeti sana nâzil kılar. O gelin ile ve onun bereketi evin köşelerine erişir. O gelin delilikden ve diğer hastalıklardan emîn olur.
      * Yâ Alî! Gelini ilk hafta yoğurt yimekden ayran yimekden sirke ve ekşi yimekden men’ et! Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” “Yâ Resûlallah! neden ötürü bu şeyleri vermemem gerekdir” diye sordu. Buyurdu ki: (Ondan dolayı ki turşu ve yoğurt ve ayran rahmde evlâd olmasına mâni’ olur. Evde bir hasır olması doğurmayan kadından iyidir.) Hazret-i Alî dedi ki: Yâ Resûlallah! Sirkenin illeti nedir. Buyurdu ki: (Sirke yiyen kadının hayzı zahmetli olur ve temizliği uzar. Keşenç yimek hayzı karında habs eder. Eğer Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bir evlâd verirse doğumu zor olur. Ammâ ekşi elmâ yimek hayz kanını keser. Onun ardından başka hastalık zuhûr eder.)
      Sonra Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki:
      * Yâ Alî ayın evvelinde ortasında ve sonunda ehline yakın olma ki o hanımda ve o evlâdda cüzzam ve dîvânelik (delilik) ve pislik olmasından korkulur.
      * Yâ Alî! Ehline asr (ikindi) nemâzından sonra yakın olma. Eğer Allahü tebâreke ve teâlâ bir evlâd nasîb ederse ahvel (şaşı) olur ve şeytân şaşı evlâda sevinir.
      * Yâ Alî! Ehline yakınlık (cima) etdiğin vakit çok konuşma ki eğer bir evlâd olursa yiyici olur. Avret yerine bakma. Sohbet (cima) esnâsında gözünü yumma. Evlâda körlük getirir.
      * Yâ Alî! Kendi ehline bir başka kadının şehveti ile yakın olma ki eğer bir evlâd olur ise muhannes (kadına benzeyen erkek) olur. Kadınlara benzemeye çalışır.
      * Yâ Alî! Cünüb olduğun zemân kat’i olarak Kur’ân-ı azîm-üş-şânı okumayasın ki korkulur ki gökden bir ateş inip seni yakar. Cünüb hâlde sohbet (cima) etme. Senin bir su kabın ehlinin bir su kabı olsun. Ayrı ayrı su kapları ile temizleniniz. Eğer bir su kabından ikiniz yıkansanız şehvet şehvet üzerine düşer (tekrar cima ederseniz). Aranıza düşmanlık düşer. Korkulur ki talâk ve iftirâka müncer olur.

      * Yâ Alî! ikiniz de ayakda iken sohbet (cima) etmeyiniz eşekler böyle yapar. Eğer çocuk olur ise döşeğe bevl (idrar) eder.
      * Yâ Alî! Ehlinle bayram geceleri buluşma! Eğer çocuk olur ise altı parmağı veyâ dört parmağı olur.
      * Yâ Alî! Ehlinle meyve ağacı altında buluşma ki eğer çocuk olur ise kâtil olur kan dökücü olur. Halka zulm eder.
      * Yâ Alî! Ay ışığında (Açık havada ay ışığının altında) ehline yakın olma. Meğer bir yerde örtünülmüş olasın. Eğer bir çocuk olursa fakîrlikden ömür boyu kurtulamaz.
      * Yâ Alî! Ezân ile ikâmet arasında ehline yakın olma ki eğer bir çocuğunuz olur ise kan dökmeğe hevesli olur.
      * Yâ Alî! Hanımın hâmile olduğu zemân abdestsiz ona yakın olma. Eğer çocuk olursa kör gönüllü ve bahîl (cimri) elli olur.
      * Yâ Alî! Şa’bânın ortasında Berât gecesi ehline yakın olma eğer aranızda bir çocuk olursa derisinde tüylerinde ve yüzünde kötü nişânlar olur.
      * Yâ Alî! Hanımına bacısının (baldızının) şehvetiyle yakınlık etme ki eğer bir çocuk olursa hırsız olur ve halkın felâketi onun eli ile olur.
      * Yâ Alî! Ehline etrâfında dıvâr olmıyan damda yakın olma ki eğer aranızda bir çocuk olursa münâfık ve mürâi mübtedî’ (bid’at sâhibi) ve kumarbâz olur.
      * Yâ Alî! Sefere çıkacağın gece ehline yakın olma ki eğer bir çocuk olursa malını harâm yerlere harc edici olur. Sonra meâl-i şerîfi “Malını saçıp dağıtanlar şeytânın kardeşleridir” âyet-i kerîmesini okudular.
      (İsrâ sûresi 27.ci âyet-i kerîmesi.)
      * Yâ Alî! Üç günlük seferden geldiğin gecesi ehline yakınlık etme. Bir çocuk olursa zâlim olur.
      * Yâ Alî! Pazartesi gecesi ehline yakınlık edersen aranızda bir çocuk olursa hâfız-ı Kur’ân olur. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin kısmetine râzı olur.
      * Yâ Alî! Salı gecesi ehline yakınlık edersen çocuk hâsıl olursa mü’min olur ve iyi huylu olur. Rahîm gönüllü (yumuşak kalbli) cömert elli yalandan bühtândan ve gıybetden temizlenmiş dilli olur.
      * Yâ Alî! Perşembe gecesi ehline yakınlık et ki eğer çocuk olur ise hikmeti çok hakîm olur. Ve ilmi çok âlim olur ki ilmi ile âmil olur. Perşembe günü öğleden evvel ehline yaklaşsan eğer aranızda bir çocuk olursa aslâ şeytân ona ölene kadar yaklaşamaz. Dünyâda ve âhıretde selâmetde olur. Eğer Cum’a gecesi ehline yakınlık edersen bir çocuk olur ise Kâri-i Kur’ân olur. Veyâ hatib olur. Veyâ Vâiz olur. Eğer Cum’a günü hanımına yakınlık edersen bir çocuk olursa âlim olur. Dindârlığı ile ma’rûf ve meşhûr olur. Eğer Cum’a gecesi îşâ (yatsı) nemâzından bir sâat sonra ehline yakınlık edersen eğer bir çocuk olursa ebdallar (velîler) cümlesinden olur.
      * Yâ Alî! Ehline gecenin evvel sâatinde (başında) yakınlık etme ki eğer bir çocuk olursa câdı ve kâhin olur. Dünyâyı âhıret üzerine tercîh eder.
      * Yâ Alî! Benim vasıyyetlerimi ezberle ki Allahü teâlânın izni ile sana fâide versin.

    137. ÇOCUĞU ÖLEN ANA BABA

      • Resûlullah Efendimiz (s.a.v) buyurdular:

      “Ümmetimden kimin iki çocuğu küçük yaşta ölürse Allâhü Teâlâ onlar sebebiyle onu cennete koyar.

      Hz. Âişe (r.anhâ) bir çocuğu öleni sormuş, Resûlullah (s.a.v) de “Bir çocuğu kendisinden önce ölen de girer, yâ Âişe” buyurmuştur.

      • Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Bir kulun çocuğu öldüğünde Allâhü Teâlâ meleklere ‘Kulumun çocuğunun ruhunu mu aldınız?’ buyurur.

      Melekler ‘Evet, ya Rabbi’ cevabını verirler.

      Allâhü Teâlâ ‘Peki, kulum buna nasıl mukabele etti?’ diye sorar.

      Melekler, ‘Sana hamd etti. (‘İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn’ dedi.)’ derler. Bunun üzerine Allâhü Teâlâ ‘O halde, kulum için cennette Hamd Evi adlı bir ev inşa edin.’ emrini verir.”

      • Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

      “Kıyâmet günü Müslüman çocuklarına kabirlerden çıkmaları nida edilir. Çocuklar kabirlerinden çıkarlar. Sonra onlara cennete girmeleri söylenir.

      Çocuklar “Rabbimiz, anne babalarımız bizimle birlikte olmayacaklar mı?” derler.

      Onlara ikinci kez cennete girmeleri söylenir. Fakat onlar aynı suali tekrar ederler.

      Üçüncü seslenmede de aynı hal tekrarlanır.

      Dördüncüsünde onlara şöyle denir: “Ana babalarınız da sizinle beraber cennete girsin.”

      Bunu duyan her çocuk ana babasına koşar ve onları da cennete götürürler. O gün onlar ana babalarını, sizin evdeki çocuklarınızı tanımanızdan daha iyi tanıyacaklardır.”

      BEYİT:

      Her nefeste eyledik yüz bin günâh
      Bir günâha etmedik hiçbir gün âh. (Süleyman Çelebi)
      kaynak, fazilet takvimi…

    138. sabi ölen cocuklar hakkinda…

      Ağlamak merhametten ileri gelir. Ağlamak günah olmaz. Bağırıp çağırıp isyan etmek günahtır. Çocuğun ölmesi, malın elden çıkması, gözün kör, kulağın sağır olması, bir uzvun telef olması gibi, insanın isteği ile ilgisi olmayan musibetlere sabretmekten daha faziletli sabır yoktur. Sabredenlere verilen sevabın miktarını Allahü teâlâdan başkası bilmez.

      Musibetlere sabır, sıddıkların derecesidir. Bunun için Peygamber efendimiz şöyle dua ederdi:
      (Ya Rabbi, bana öyle yakîn ver ki, musibetler bana kolay gelsin!)[Tirmizi]

      Oğlu İbrahim ölünce de, (Ya İbrahim, ölümüne çok üzüldük. Gözlerimiz ağlıyor, kalbimiz sızlıyor. Fakat, Rabbimizi gücendirecek bir şey söylemeyiz) buyurmuştu.

      (Bir çocuk ölünce, Allahü teâlâ, bildiği halde, meleklerine sorar:
      – Kulumun çocuğunu aldınız, kalbinin meyvesini kopardınız. Peki kulum buna ne dedi?
      – Ya Rabbi, hamd edip teslimiyet gösterdi.
      – O kuluma Cennette bir ev yapıp, adını da, “Hamd evi” koyun!)[Tirmizi]

      Bunları Cennete götürün
      Kıyamette Allahü teâlâ, müminlerin çocukları için, (Bunları Cennete götürün) buyurur. Melekler, çocukların Cennete girmesini söylerler. Çocuklar, (Ana-babamız hani?) derler. Melekler, (Onlar sizin gibi günahsız değildir. Görülecek hesapları var) derler. Çocuklar ağlaşır, (Ana-babamızı almadan girmeyiz) derler. Cenab-ı Hak, çocuklara buyurur ki:
      (Ey yavrular, haydi gidin, ana-babanızı da alıp Cennete girin!)[Nesai]

      Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
      (Küçükken ölen çocuklar, ana-babaları ile karşılaşınca, ellerinden tutup, ana-babaları Cennete girinceye kadar, onlardan ayrılmazlar.) [Müslim]

      (Hiçbir Müslüman yoktur ki, büluğa ermemiş bir çocuğu ölsün de, Allahü teâlâ, bol rahmeti sebebiyle, onu Cennete koymasın.)[Buhari, Nesai]

      (Üç evladı ölmüş olan bir Müslüman ateşe girmez.) [Buhari, Müslim]

      (Kimin bâlig olmamış üç evladı ölmüşse, bu çocuklar, onu ateşten koruyan bir kale olur, ölen evlat iki, hatta bir olsa da…)[Tirmizi]

      Peygamber efendimiz, (Üç çocuğu ölen, Cennete girer) buyurdu. Oradakiler, (İki çocuğu ölen de mi?) diye sual edince, (İki çocuğu ölen de Cennete girer) buyurdu. (Ya bir çocuğu ölen?) diye tekrar sual edilince, buyurdu ki: (Allah’a yemin ederim ki, bir çocuk doğup hemen ölse, annesi sabredip sevabını Allahü teâlâdan beklerse, annesini Cennete götürür.) [Taberani]

      Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki:
      (Çocuğu ölen kimseyi teselli edene Cennet hırkası verilir. Musibete uğrayanı teselli eden, onun sevabı kadar sevap kazanır.) [Tirmizi]

      Küçük çocuklar da ölürken sıkıntı çeker mi?

      Bir Müslümanın çocuğu, ölüm döşeğinde iken, 360 melek gelir, o masumun karşısında durup, (Ya masum, müjdeler olsun sana, bugün, ölmüş olan, âbâ ve ecdadını ve bütün komşularını, Hak teâlâdan dile) derler.

      Melekler, başına bir şefaat tacı ile gayret ve kuvvet gömleğini giydirip, gözünün perdesini kaldırırlar. Perdeler kalkınca, tâ Hazret-i Âdem aleyhisselamdan beri, geçmiş ecdatlarını görür. Onların bazısı için hazırlanan azabı görünce, haykırıp titrer. Bunu bilmeyenler can çekişiyor zanneder.

      Can alıcı melekler gelirler, (Ya masum, âlemlerin yaratıcısı sana selam söyleyip, “Ben onu yarattım, yine bana gelsin. O ruh emanetini ben verdim, yine bana versin. Onun karşılığında ona Cennet ve didar vereyim” buyurdu. Haydi yüzünü çevir, bak) dediklerinde, o masum da, bakar, melekleri görür. Sevinçten coşup titrer ve döşeğinde can vermeye atılır.

      Yine o azap içindeki ecdatları gözüne erişince, yine canını vermek istemeyip, (Ey melekler! Allahü teâlâ, akraba ve ecdadımı bana bağışlasın) der. Allahü teâlâ da, (İzzim hakkı için bağışladım)buyurur.

      Melekler, (Ya masum, sana müjdeler olsun, Hak teâlâ, imanı olanların günahlarını bağışladı ve bütün dileklerini kabul eyledi) dediklerinde, masum sevinçli iken, masumun anası ve babası suretinde iki huri gelip, kollarını açarak, (Ey evladımız, bizimle gel, biz Cennette sensiz olamayız) derler.

      Masumun eline bir Cennet meyvesi verirler. Masum, meyveyi koklarken Azrail aleyhisselam, kendi gibi, bir güzel masum olup, habersizce canını alır ve Cennete götürür.

      Orada, yeşil bir sahra vardır. Masum, (Beni buraya niçin getirdiniz) diye sorar.

      Melekler şöyle cevap verirler:
      Kıyamet yeri vardır. Çok sıcaktır. Bu sahrada, 70 bin rahmet pınarı vardır. Resul-i ekremin havzının başında durup, nurdan bardakları görürsün.

      Anan, baban kıyamet yerine geldiklerinde, bu bardakları su ile doldurup, onlara verirsin ve onları bırakma ki, Cehennem yoluna gitmesinler. Çünkü, senin duan, Hak katında makbuldür. Cuma geceleri, yeryüzüne inersin. O vakit Allahü teâlânın selamını, Müslümanlara ulaştırırsın.

    139. Cömertlik ve İbrahim (a.s.)
      Denildi ki: İbrahim Aleyhisselâm’ın beş bin koyun sürüsü vardı. Beş bin sürüyü güden bir o kadar çoban köpeği vardı. Beş bin köpeğin hepsinin boyunlarında altın tasma vardı.
      İbrahim Aleyhisselâm çölde koyunlarına bakarken; insan suretinde bir melek ona göründü. Melek:
      “Allâhü Teâlâ hazretleri, noksan sıfatlardan münezzehtir. Bütün ayıplardan arınmış ve tertemizdir. Allah, meleklerin ve rûh’un Rabbidir. Bu teşbih dua kitaplarında şu ifâdelerle geçmektedir: (“Sübbûhun kuddûsün rabbünâ ve rabbül-melâiketi ver-rûh” Bu teşbihi günde bir kere. ayda bir kere senede bir kere ve ömründe bir kere okursa. Allâh’ü Teâlâ onun geçmiş bütün günahlarını bağışlar. Günahları denizlerin köpükleri ve kum tanecikleri kadar olsa bile: Kenzul-Ummâl hadis no: 3840,)
      İbrahim Aleyhisselâm ona:
      -”Rabbimin zikrini bir daha tekrarla; şu görmüş olduğun mallarımın yarısını sana vereyim!” dedi. Melek tekrarladı, ibrahim
      Aleyhisselâm:
      -”Rabbimi, tekrar teşbih et, sana malının hepsini vereyim,” dedi.
      Melek, İbrahim Aleyhisselâm’ın hâline hayret etti. Ve:”Allâhü Teâlâ hazretlerinin seni Halîl (dost) edinmesine ve senin adının bütün millet ve dinlerde güzel anılmasına gerçekten sen layıksın,” dedi.

      Kaynak : Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercumesi : 3/136

    140. Altın Değerinde Nasihat
      Riyâvet olundu: Altı şeyin güzelliği altı şeydedir: Onlar: İlim, adalet, cömertlik, tevbe, sabır ve haya (utanma)dir.
      İlim amel’de (güzeldir).
      Adalet sultanda.
      Cömertlik zenginde,
      Tevbe gençlikte,
      Sabır fakirde,
      Haya kadınlarda (güzeldir)…
      Amelsiz ilim, tavansız ev gibidir.
      Adaletsiz sultan susuz kuyu gibidir.
      Sehâvetsiz (cömert olmayan) yağmursuz bulut gibidir.
      Tevbesiz genç, meyvesiz ağaç gibidir.
      Sabırsız fakir, ziyâsiz kandil gibidir.
      Hayasız kadın tuzsuz yemek gibidir.
      Zengin kişiye düşen (şudur): Zenginlik bulutlarından, din ve dünyanın bereketlerini yağdırmali. fakirlik ve ihtiyaçdan dolayı
      ölen kalblerin diriltilmesine sebep olmaıadır. Muhakkak ki Allâhü Teâlâ hazretleri, iyilik yapanların ecirlerini zayi etmez. (1/435)

      Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu’l-Beyan Tefsiri: 3/208-209.

    141. Kim Borcunu Ödeyemeden ölürse….

      Hadîs-i şerîf :

      “Bir kişi. ödemeyi niyet ederek borçlanırsa {ve borcunu Ödeyemeden ölürse.) kıyamet gününde Allâh’ü Teâlâ hazretleri, onun yerine onun borcunu öder.

      Ve kim de vermemek niyetiyle borç alır (ve vermeden önce) vefat ederse, kıyamet gününde Allah azze ve celle hazretleri ona şöyle der:
      -”Sen benim kulumun hakkını senden almayacağımı mı zannettin?” Sonra o kişinin hasene (iyi amelleri) alınır, borç aiıp hakkını vermediği kişiye verilir. Eğer bu kişinin karşı tarafın hakkını karşılayacak iyilikleri yoksa, diğerinin günahları alınır ona verilir. (Böylece hak yerini bulur).’ Kenzul Ummal: 15442.

      Kaynak-İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu’l-Beyan Tefsiri: 3/225-226.

    142. Faiz Yiyen…Yasaklanan Ve Lanetlenen Ameller
      Rivayet olundu:
      Muhakkak ki Efendimiz (s.a.v.) hazretleri (şunlan) nehyetti:
      1. Kan parasını,
      2. Köpek parasını,
      3. Kötü yolda olanın kazancını.
      4. Faiz yiyene lanet etti.
      5. Faiz yedirene,
      6. Faizi yazana,
      7. Faize şahitlik yapan…
      8. Dövme yapmayı
      9. Dövme yaptırmayı ve,
      10. Resim yapmayı (yasakladı.)
      Faiz Yiyen…
      Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular:
      “Faiz, yetmiş ve şu kadar çeşittir. En düşüğü kişinin annesine varması (ona zina) etmesi gibidir.
      Yâni faiz yiyen kişi, annesiyle zina eden gibidir. Bundan Allah’a sığınırız.
      Bu büyük sözü işiten kişi. Kerîm olan Mevlâsınin kapısına tevbe etmeye koşsun. Bu “Kalbi olan yahut şuhûd hâlinde kulak tutan kimse İçin uyandıracak bir ihtar vardır!
      Faizin Değişik Bir Tarifi
      Kim, birine bir şey borç verirken, fazlasını kendisine vermesini şart koşarsa; bu menfaat çeken bir ödünç olmuş olur. Menfaat getiren her ödünç faizdir.
      İmâm-I Âzamin Faiz Korkusu
      İmâm-ı Âzam Ebû Hanife hazretlerinin birinden bin siyah dirhem alacağı vardı. Adam İmâm-ı Âzam hazretlerine bin adet beyaz dirhem getirip verdi, İmâm-ı Âzam hazretleri beyaz dirhemleri kabul etmedi. Ve:
      -”Bu beyaz dirhemleri, dirhemlerime karşılık istememi Korkarım ki bu dirhemlerin beyazlıkları faiz olabilir,” buyurdular.
      0 beyaz dirhemleri geri sahibine verdi. Kendi dirhemleri gibi siyah dirhemleri alıp kabul ettiler.
      Ebu Bekir (r.h.) buyurdular:
      Ben İmâm Azam Ebû Hanife hazretlerini, bir adamın kapısında gördüm.
      Adamın kapısını çalıyordu (vuruyordu), sonra da geri dönüp güneşte duruyordu.
      Kendisine bunun sebebini sordum. O:
      -”Bu evin sahibinden benim alacağım var. Biz menfaat getiren her türlü ödünç ve borçtan nehiy olunduk. Onun için bu adamın evinin gölgesinden faydalanamam,” buyurdular.

      Kaynak: İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu’l-Beyan Tefsiri, Fatih Yayınevi: 3/217-218.

    143. Efendimiz (S.A.V.)’den Büyük Müjdeler
      Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular: “Üç şey var ki kim onları kıyamet gününde imân ile beraber getirirse, cennetin kapılarından dilediğinden cennete girer, hurilerden istediği kadarıyla evlenir. (Bunlar:)
      1 – Katilini bağışlayan.
      2 – Her farz namazlardan sonra kulhuvellâhü ehad (ihlâs) sûresini on bir (11) kere okuyan,
      3 – Kendisinden borç isteyen borç veren kişidir. (Veya Allah’tan başka kimsenin bilmediği gizli borcunu Allah korkusundan ödeyen’dir.”
      Ebû Bekrini s-Sıddîk (r.a.) sordular:
      -”Yâ Resûlallâh! Ya bunlardan birini yapana (ne var)? Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular:

      -”Veya bunlardan birini yapana da bu mükâfatlar var!
      Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu’l-Beyan Tefsiri: 3/223

    144. Pazartesi Günü Neler Oldu ….
      Rivayet olundu:
      Efendimiz (s.a.v.) hazretleri,
      Pazartesi günü doğdu.
      Pazartesi günü peygamber olarak gönderildi.
      Pazartesi günü Medine-i münevvereye girdi.
      Pazartesi günü mübarek ruhu kabz olundu (vefat ettiler), Efendimiz (s.a.v.) hazretleri on sekiz gün hasta oldular. Bu günler içerisinde insanlar onu ziyareti geliyorlardı,
      Efendimiz (s.a.v.) hazretlerinin en son söylediği hadis-i şerif:
      Namaz! Ve elinizin altındaki kölelere iyi davranın!” ve inna ileyhi râciûn “biz Allah’ınız ve nihayet
      O’na döneceğiz“
      Efendimiz (S.A.V.) Hazretlerinin Vefatı
      Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular:
      “Her kimin başına bir musibet gelirse, benim (vefatım sebebi) ile başıma gelen musibeti düşünsün! Çünkü o (benim vefatım) musibetlerin en büyüğüdür.“

      Kaynak : Hakkı Bursevi, Ruhu’l-Beyan Tefsiri: 3/228-229.

    145. Timurlenk Kimdir ?
      Timurlenk, Tarihin en büyük cihangirlerinden biridir. Babası Moğol Barlas aşireti reislerinden Emir Turgaya, annesi Tigin Hatundur. 1336 tarihinde Keş kasabasında doğdu. Âlimleri ve eviiyâ’yı seven babası, oğlunun aklî, naklî ilimler ve askerî bilgiler için özel hocalar tuttu.
      Timur Han Çin’e ve Delhiye kadar bütün Asyayı, Irak, Suriye ve İzmire kadar bütün Anadoluyu hükmünün altına aidi. Kaderin bir cilvesi olarak,
      Yıldırım Bayezid Hanı mağlup etti.
      Timurlenk, islâm dinine ve Müslümanlara en büyük hizmeti o günlerde halk arasında yayılmaya Çalışılan “Hurufîlik” adındaki sapık cereyanı söndürmesidir. Allah, din, kitap, peygamber, namus ve aile mefhumunu tanımayan hurufîliğin kurucusu Fazlullah Hurufiyi öldürttü.
      Timurlenk, Taftazanî ve Seyyid Şerif Curcânî Hazretleri gibi büyük alimlerin meclislerine gider, onlardan nasihat alırdı.
      Allah dostlarına çok bağlı bir insandı. Bir gün Buhârâ caddesinde geçerken Şah-ı Nakşı Bend Muhammed Behâuddin Hazretlerinin hânegâhının halılarının temizlenmekte olduğunu öğrenince, oraya koştu. Tozları yüzüne sürdü. “Belki Allah dostlarının ayak tozları hürmetine Cenab-ı Allah bana yardım eder” diye…. 200.000 kişilik bir ordu ile Cin seferine giderken 19 mart 1405tarihinde vefat etti.

      Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri: 2/209-210..

    146. Sandalye`de Namaz Olmaz…
      Diyanet, “Hasta ve engellilerin, namazlarını sandalyede değil, yere oturarak kılmaları uygundur” dedi.
      Din İşleri Yüksek Kurulu, sandalyede namaz kılınmasıyla ilgili fetvasında “Hastalık ve özürlülük gibi herhangi bir rahatsızlığı bulunan kimselerin, mecbur kalmadıkça namazlarını sandalyede değil yere oturarak kılmaları uygundur” dedi. Kurul, “Namazı normal şekli ile ayakta kılmaya gücü yetmeyen kimse için asıl olan, namazını oturarak kılmaktır. Böyle bir kişi namazını kendi durumuna göre diz çökerek veya bağdaş kurarak yahut ayaklarını yana ya da kıbleye doğru uzatarak kılar. Nitekim Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi vessellem) nasıl namaz kılacağını soran hasta bir sahabeye ‘Namazını ayakta kıl. Eğer gücün yetmezse oturarak, buna da gücün yetmezse yan üzere kıl’ (Buhari, Taksiru As-Salat, 19) buyurmuştur.
      Özellikle üzerinde namaz kılmak amacı ile camilerde sıralar halinde sabit oturakların yapılması, cami doku ve kültürüyle bağdaşmamaktadır” denildi.

    147. Ne Oldum Deme, Ne Olacagım De. Önemli Olan Akıbettir.
      Bir gün Efendimiz (s.a.v.) hazretleri çevresinde bulunan as­habına baktı ve onlara şöyle dedi:
      “Ey insanlar! Amellerinizin çokluğu ve günahlarınızın azlığı sebebiyle kendinizi beğenmeyin! Sonunun neyle biteceğini (ve hayatının neyle mühürlendiğini) bilmedikçe bir kimseye imren­meyin ve (onun yaşayışına) şaşmayın!” “Muhakkak ki ameller, sonuçlarına göredir. Şüphesiz sizin biriniz kıyamet gününe yetmiş peygamberin ameliyle gelse bile elbette daha fazlasını temenni eder, kıyamet gününde karşısına çıkan şeylerin korkusundan.
      Buhâr-i Şerifte bu manâda şöyle bir Hadîs-i şerîf geçmektedir:
      “Kişi, insanların cennet ameli olarak gördüğü şeyleri işler hayırlı ameller yapar; ama sonuçta cehenneme girer. Yine insanların görüşlerine göre, cehennem ehlinin amelini işler fakat; sonuçta cennete girer. Çünkü ameller, sonuçlarına göredir.” Buhâr-i şerif: 6012.
      “Ameller sonuçlarına göredir. Kap gibidirler. Bir kabın üstü iyi olursa altıda iyi olur. Kabın üstü kötü olduğu zaman altı da kötü olur.” Kenzü’l-Ummâl: 5286,

      Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu’l-Beyan Tefsiri: 3/397.

    148. Müslüman Nasıl Yer İçer?
      1. Hadîs-i şerif: “Mü’min bir mideyle yer, kâfir yedi mideyle.”
      2. Doyduktan sonra yemek haramdır.
      3. İstisnâ: Misafirlikte ev sahibini üzmemek, memnun etmek için biraz (ölçüyü kaçırmadan) fazla yenebilir?
      4. İstisnâ: Çok uzun sıcak günde oruç tutmuş, iftarda biraz fazla yiyebilir?
      5. Dünya çok büyük bir sofradır. Gerekenden fazla yerseniz başka insanların hakkını ve payını yemiş olursunuz.
      6. Müslüman infak ve paylaşma ahlakına sahiptir.
      7. Unu elemek bid’attir. Buğdayın ve diğer tahılların en kıymetli ve sağlıklı kısmı kepeğindedir. Kepeği eleyip hayvanlara yedirmek akıl sahiplerine yakışmayan bir beyinsizliktir.
      8. En iyi ziyafet sofrası, bir fakirin de yediği sofradır.
      9. Ekmek çok büyük ve aziz bir nimettir. Ekmeği çöpe atan fertler ve toplumlar nimet nankörüdür.
      10. İki kişi için hazırlanan yemek üç kişiye, üç kişi için hazırlanan yemek beş kişiye de yeter.
      11. Şişmanlamamak için ekmek yememek, sadece yemek yemek beyinsizliktir. En iyi diyet=perhiz ekmek diyetidir.
      12. Devamlı olarak beyaz un tüketenler uzun vadeli intihar etmiş olur.
      13. Rafine edilmiş beyaz şeker zehirdir, ne kadar çok tüketilirse o nispette zarar verir.
      14. Azı şifalı olan şeyin çoğu zehirler, hasta eder.
      15. Devamlı olarak çok lezzetli, ağır, lüks yemekler yiyenler, başta gut hastalığı olmak üzere çeşitli vahim hastalıklara yakalanır.
      16. İçlerinde yüzlerce çeşit kimyevî madde, aroma, boya, koruyucu, hormon bulunan gıdaları ve meşrubatı tüketenlerin sağlığı zamanla iflas eder.
      17. Peygamberimiz (Salat ve selam olsun ona) ömrü boyunca buğday ekmeğiyle eti birlikte doyasıya yememiştir.
      18. Türkiye’de her gün (her gün) milyonlarca ekmek çöpe atılmaktadır. Bu korkunç bir israftır. Kur’anda israf edenlerin şeytanın kardeşleri olduğu yazılıdır.
      19. Vicdanlı, olgun, şuurlu bir Müslüman tabağında yemek artırmaz, pilav yedikten sonra bir tek pirinç tanesi bile bırakmaz.
      20. Açık büfelerden büyük tabaklara çılgınlar gibi yemek doldurup sonra bunların bir kısmını yememek ve çöpe atılmalarına yol açmak beyinsizlik, fısk ve günahtır.
      21. Ehlullah hazeratı dokuz lokmadan fazla yemezlerdi.
      22. Nasıl ve ne kadar yemek yediğini göreyim, senin nasıl bir Müslüman olduğunu söylerim.
      23. Akıllı Müslüman yemek için yaşamaz, yaşamak için yer.
      24. Fasık, facir, azgın, açıkça günah işleyen Müslümanların rızıklarının ve kendilerine verilen nimetlerin çok olması keramet değil, istidractır.
      25. Gerekenden fazla yemeyen perhizkâr ve kanaatli insanlar ve toplumlarda hastaların ve hastalıkların sayısı; çok yiyen, çok tüketen müsrif fertlere ve toplumlara nispetle en az yüzde elli daha azdır.
      26. Yeme, içme, beslenme meselesi din dışı laik bir mesele değildir. İslamda dinî dünyevî ayırımı yoktur. Din, dünya hayatını tanzim, dünya hayatında başarılı olmak ve ebedî mutluluğu kazanmanın yollarını göstermek için gönderilmiştir. Yemenin içmenin mubahları, haramları, Sünnetleri, caiz olanları, caiz olmayanları vardır. Mahiyet itibarıyla helal olan şeyleri gerekenden fazla yemek, israf günahına sebep olacağından haramdır.
      27. Âriflerin kutbu, mâneviyat âleminin güneşi Mevlânâ Celalüddin Rûmî hazretleri, vekilharcına sormuş, bugün evde yiyecek ne var demiş. Vekilharç boynunu bükmüş, efendim kiler bomboş, ocakta kaynayan bir şey de yok cevabını verince, ol Hazret “Ya Rabbi, çok şükür evim Peygamber evine benzedi” demiş… Kemale toklukla değil açlık yolundan ulaşılır.
      28. Eski Romalıların zengin ve güçlü takımı üzerinde en pahalı ve en lüks onlarca çeşit yemek bulunan mükellef sofralar kurar, bunların kenarında yan yatarak saatlerce yer içerlermiş. İçlerinden biri tıka basa yediği için artık yiyemeyecek hale gelince biraz uzağa gider, bir kaz tüyüyle boğazını tahrik ederek kusar ve tekrar sofraya gelip tıkınmaya devam edermiş.
      29. Bir Müslüman bir sofraya oturunca, düşüneceği ilk şey yiyeceği şeylerin helal olup olmadığı meselesi olmalıdır.
      30. Haram kazançlarla kurulan sofralarda hayır, bereket ve yümn olmaz.
      31. Tarhana çorbası, bulgur pilavı ve erik hoşafından oluşan helal bir sofra; haram kazançla kurulmuş şu sofradan hayırlıdır: On çeşit sıcak ve soğuk ordövr, fırında kuzu dolması, zeytinyağlı baklalı enginar, salata, turşu, cacık, künefe, saray muhallebisi, on çeşit meyve, beş çeşit ayran ve şerbet, nefis Himalaya çayı, keskin kokulu Habeşistan kahvesi…
      32. Peygamberimiz veren al alan elden hayırlıdır buyurmuştur. Şeriat sınırları içinde yemek yediren, ikram eden, hele fakirleri ve yetimleri doyuran cömert kimse de böyle hayırlıdır.
      33. Sofra başında çok tıkınan, helada çok ıkınır.

      Kaynak : Mehmet Şevket Eygi

    149. Bunları Biliyormuydunuz ?
      Ağaç fidanı dikerken köke bir miktar bal sürülürse, o fidanı böceklerin yemediğini biliyor musunuz?
      Nar kabuğu, buğday ve arpa gibi hububata koyarsan bitlendirmez. Ayrıca nar kabuğu evde bulundurulursa eve haşerat girmez.
      Sebzeleri çürütmek isterseniz yanına 1 adet ayva koymanız yeter.
      İncir üreticilerine hikmetli bir bilgi: Ağacınızı zeytin suyu ile yıkarsanız, hem verimi artar hem de incir dökülmesi engellenir.
      Öksürenler, fındığı dövün balla karıştırın -sonra yemeyip gölgesinde uyumaya kalkmayın- yiyin ki öksürüğünüzü kessin.
      Öküzün ödünü bir ağaca sürülürse o ağaca kurt uğramaz.
      Sarhoş birini mübtelalıktan kurtarmak için: Budanan bağın gözünden akan suyu biriktirip haberi yokken 5-7 gün içirilirse Allah-ü âlem 1 daha o illeti içmez.
      Özetle: Osmanlıca eserleri taradığımızda insanlığın unuttuğu hazinelere erişiyoruz. Vah Osmanlı vah.

    Bir Cevap Yazın

    E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir